100 Yıllık Yüzleşme 1915-2015
İÇİNDEKİLER
Ermeni Soykırımı Şenol Karakaş
1915 Ermeniler için ne ifade ediyor? Yetvart Danzikyan ile Röportaj Yıldız Önen
Osmanlı Döneminde Ermeniler Faruk Sevim
1915 Ermeni Soykırımı, Yüzyıllık İnkâr Şengül Çifci
Bir insanlık suçu olarak Ermeni soykırımı ve faillerin yargılanması Serdar Kordu
Türkiye’de Ermeni olmak Ferhat Bakırcıoğlu
Kaynakça
Ermeni Soykırımının yüzüncü yılında
YÜZYILLIK YALNIZLIK
Barış ve Adalet için…
Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu (Küresel BAK) Ekim 2014 tarihinde çıkardığı, “100 Yıllık Felaket: Birinci Dünya Savaşı” broşüründen sonra bu defa da başka bir büyük yıkıma, Yüzüncü Yılında Ermeni Soykırımı konusuna dönük bir broşürle karşınızda…
Bu broşürümüzde sessizlik, inkâr ve bastırma ile karşılanan bir gerçekliği sizlerle paylaşmak, barış ve adalet için, bu topraklara huzurun gelebilmesi için yüzleşme ve hesaplaşmanın nasıl büyük bir ihtiyaç olduğunu göstermeye çalışacağız…
Broşürümüz, Şenol Karakaş’ın açılış yazısıyla başlıyor, Agos gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yetvart Danzikyan ile “1915 Ermeniler İçin Ne İfade Ediyor?” başlıklı söyleşi ile devam ediyor; söyleşiyi Yıldız Önen düzenledi.
Faruk Sevim’in kısa bir Ermeni tarihçesi ve Osmanlı döneminde Ermenilerin durumunu ve soykırım öncesi süreçte yaşananları anlatan yazısından sonra Şengül Çiftçi’nin soykırımı hazırlıkları ve süreciyle aktaran yazısını bulacaksınız.
“Bir İnsanlık Suçu Olarak Ermeni Soykırımı ve Faillerin Yargılanması” başlığı altında ise dönemin katillerinin, soykırım suçlularının Osmanlı mahkemelerinde yargılanmaya çalışılmasının sürecini okuyacaksınız. Serdar Kordu’nun hazırladığı bu yazıda insani değerleri savunan, soykırıma karşı duran onurlu Müslümanların gayretlerinin de oldukça dikkat çekici olduğuna değinmek istiyoruz.
Broşürümüz, Ferhat Bakırcıoğlu’nun hazırladığı “Türkiye’de Ermeni Olmak” başlıklı yazısı ile sonlanıyor. Soykırımdan yıllar sonra halen bu topraklarda yaşayan, inkar ve asimilasyonla mücadele eden Ermenilerin hissiyatına dair satırlar hepimizin bir kez daha ibretle okuyacağı satırlar olacak diye düşünüyoruz.
Bu vesileyle yüzleşmeye, vicdana ve eşit yurttaşlık mücadelesine, barış içinde bir arada yaşama direncine olan inancımızı tekrarlıyoruz.
Barış için, adalet için, Hrant için!
Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu
Nisan 2015
Ermeni Soykırımı
Şenol Karakaş
1915 yılında ne oldu? 1915 yılında olanların günümüzde ne önemi var? Tek cümleyle özetlemek gerekirse, 1915 yılında Ermenilere yönelik soykırım, cumhuriyet tarihinde, Türkiye’de yaşayan halkların 1915 sonrası kaderinde en belirleyici olaydır.
Türkiye’de devlet, Türkiye’de militarizm, Türkiye’de savaşçı dil, Türkiye’de silahlanma, Türkiye’de siyaset, Türkiye’de sermaye, Türkiye’de yasalar, Türkiye’de ordu, Türkiye’de sağ, sol, ekonomi, ideoloji, şiddet, kullanılan nefret dilinin kanıksanmasında en belirleyici etmen Ermeni soykırımıdır.
Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu, 2003 yılından beri, emperyalist güçlerin dünyanın her bölgesinde estirdiği teröre, savaşlara, çatışmalara karşı kampanyalar yapıyor. Bombardımanlara, askeri üslere, savaşlara, silahlanmaya karşı kampanyalar düzenlemek de Küresel BAK’ın faaliyetleri arasında. Ama ayakları yere basan bir kampanyanın örgütlendiği yerde devleti, şiddeti eleştirmekten daha doğal bir şey olmaz. Özellikle 1980’lerden beri, sert çatışmalar şeklinde süren, hatta devlet yetkililerinin “düşük yoğunluklu savaş” diyerek tanımladığı Kürt sorunu gibi, günlük yaşamdan siyasal ilişkilerin düzenlenmesine kadar bir dizi düzeyde etkileyici sorun yaşanırken, Küresel BAK gibi bir savaş karşıtı kampanya platformunun, Türkiye’deki gelişmelere gözlerini kapaması beklenemez. Küresel BAK bir parçası olduğu küreselleşme karşıtı hareket ve küresel savaş karşıtı hareket gibi en başından itibaren “küresel düşün, yerel örgütlen” yaklaşımını hayata geçirmeye çalışıyor. Bu yüzden ABD’nin Irak işgaline, İsrail’in Filistin halkı üzerinde estirdiği teröre karşı çıkarken, aynı zamanda Kürt sorununda barış siyasetini savunuyor, Kürt halkının haklarının iadesini, Kürt kimliğinin her düzeyde tanınmasını ve bu hakların anayasal güvence altına alınmasını savunuyor.
Fakat silahlanma, çatışma, katliamlar, savaş, savaşa bağlı ırkçılık deyince, bu tür sorunların yaşandığı birçok ülkede karşımıza bir devlet politikası, şiddetin içselleştirildiği bir siyasal manzara çıkıyor. Madalyonun diğer yüzünde ise, şiddet içermeyen, kitlesel barış hareketlerinin sürekliliğinin sağlanamaması gibi bir sorun da var. 2014 yılının Ekim ayında Küresel BAK’ın diğer barış inisiyatifleriyle birlikte düzenlediği “100 yıllık savaş yeter! Dünyada, bölgede, ülkede barış” konferansına Yale Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Jay Winter da katılmıştı. Çok etkili bir sunum yapan Winter’a salondan sorulan sorulardan birisi de, Türkiye’de barış hareketlerinin sürekliliğinin neden sağlanmadığıydı. Winter, sözü hiç uzatmadan, doğrudan Ermeni soykırımına bağlamıştı. Soykırımın üzerinde yükselen bir devletin şiddete bağlı olması, şiddeti çok sık kullanması, siyaseti adeta merkezi şiddet araçlarını kimin kullanacağının belirlenmesi olarak öngörmesi kaçınılmaz.
Ama kaçınılmaz olan başka bir gelişme daha var: şiddeti, militarizmi günlük bir yaklaşım olarak, doğal bir devlet davranışıymış gibi yorumlayan soykırım geleneği, bu gelenekle yüzleşilmediği sürece, o devletin belirlediği sınırlar içinde yaşayan tüm bireyleri, toplulukları, siyasal çevreleri, sınıfları da belirler. Soykırımı gizlemenin, inkâr etmenin, soykırımla yüzleşmemenin bedelini, soykırımın ardından yaşayan kuşaklar ödemeye devam eder.
Türkiye’de devletin tarihinde kitle katliamları, Müslüman olmayan azınlıklar üzerinde uygulanan baskı ve imha uygulamaları, Dersim’de, 6-7 Eylül’de, 1964’te yapılanlar, Varlık Vergileri, Kürtlerin anadilde konuşma taleplerinin, özgürlük isteklerinin yanıtının müthiş bir şiddet olması, sıradan, anlık devlet refleksleri değildir. Irkçılığın günlük dilde hakim olması, ırkçı esprilerin yaygın kullanımı, “tek dil, tek devlet, tek millet” sloganının ilköğretimden itibaren kafalarımıza kazınması basit bir siyasal tercih değildir. Türkiye siyasal tarihinin aynı zamanda bir askeri darbeler tarihi olmasının nedeni de öyle. Bütün bu tarihin kökeninde Ermeni soykırımı ve soykırımın inkârı üzerinde yükselen siyasi, günlük, ideolojik ilişkiler yatıyor.
Geçtiğimiz yıllarda bir dizi soruşturma nedeniyle bazı Kürt illerinde topraklar kazıldı ve toprakların altından insan kemikleri çıktı. Asit kuyularından yıllardır kendilerinden haber alınamayan insanların kalıntıları çıktı. Cumartesi Anneleri, demokratik ve barışçıl bir yöntemle 500’ü aşkın haftadır kocalarını, çocuklarını, kardeşlerini arıyor. Türkiye’de bir faili meçhul geleneği var. Çünkü devlet, bir halkın faili meçhul bir şekilde ortadan kaldırılmasının üzerinde şekillendi.
Militarizme, faili meçhullere, silahlanmaya, askeri üslere, devletin savaşçı politikalarına karşı şiddet içermeyen barış kampanyalarının aynı zamanda soykırımla yüzleşme çabaları ile birlikte yürütülmesi gerekir.
Soykırımla yüzleşmek özgürleştiricidir, soykırımla yüzleşmek barışçıl olmanın garantisidir, soykırımla yüzleşmek savaşların ve militarizmin ideolojik arka planını oluşturan ırkçılık ve milliyetçilikle mesafeleşmek açısından gereklidir.
Küresel BAK aktivistleri açısından soykırımla yüzleşmek 1915 yılında nüfusun yüzde 20’sini oluşturan ama 1920’lere gelindiğinde yok olan Ermeni ve Süryani halklarına olan bir borçtur. Aynı zamanda kurucularımızdan, ilk imzacılarımızdan Hrant Dink’in barışa ve demokrasiye adanmış yaşamının mirasını sahiplenmenin gereğidir.
1915 Ermeniler için ne ifade ediyor?
Yetvart Danzikyan (*) ile Röportaj
Yıldız Önen
1915 Ermeniler için ne ifade ediyor?
Ermeni ulus bilinci 19. yüzyıldan itibaren var ve 1915’e gelindiğinde epeyce yüksek. Ermeniler 4. yüzyıldan beri etnik ve dini kimlik etrafında bütünleşmişlerdir. Alfabenin bulunması, Hıristiyanlığın, özellikle de Gregoryen mezhebinin kabulü Ermeni uluslaşmasının çok eskilerden başlamasını sağlıyor. Ama 1915 ile birlikte Ermenilerin yaşadıkları topraklarla bağı koparılıyor. Öldürülüyorlar veya tehcir ediliyorlar. Bu anlamda 1915 büyük bir travmadır.
1915 tarihi Ermeni kuşaklar arasında farklı duygular yaratır. O zaman yaşayan ve soykırımdan kurtulabilen Ermeniler için katliamdır, yurdundan koparılma, öldürülme, kadınların kaçırılması, Müslümanlaştırma, üçüncü dördüncü eş olma gibi bir tür cehennem halidir. 1915 soykırımını yaşayıp, oradan bir biçimde sağ olarak kurulanların, o dönemi yaşayanların ne hissettiğini hayal bile edemeyiz.
Sonraki kuşak için yani soykırımı yaşayanların çocukları için 1915 tam bir travmadır. Yurtdışına çıkmışsınız, orada yaşamaya çalışıyorsunuz, hiçbir şeyi anlatamıyorsunuz. Türkiye’de yaşıyorsanız zaten bir düşmanlık dünyasında yaşıyorsunuz. Kolay bir şey değil.
1915’i yaşayanların torunlarından bazıları için ise muhtemelen hiçbir şey ifade etmiyor, çünkü Cumhuriyet rejiminin öyle bir baskısı oldu ki, Ermeniler çocuklarına hiçbir şeyi anlatmamayı tercih ettiler. Hiç bir şeyi bilmeyen bir kuşak yetiştirildi. Çünkü Cumhuriyet rejiminin baskısı ile kimse hiç kimse konuşamadı. Konunun üzerinden atlandı, 40’lı 50’li yıllarda yetişkin olan Ermeniler ya hiçbir şey duymamış oldu ya da duyduysa da öğrendiklerini bir tür bastırdı. Tabii daha sonra bu kuşaklar da soykırımı öğrendiler.
1915’te yaşananlarla ilgilenme düzeyi her Ermeni’de aynı olmamaktadır. Bugün soykırım konusunun üzerinde durmayan, ilgilenmeyen önemli bir Ermeni kesimi var. Türkiye’de yaşayan Ermeniler tek bir toplumsal özellik göstermez, genç, yaşlı, ilgili, ilgisiz Ermeniler var. Hrant’tan sonra konuşmaya başlayanlar var, soykırım konusunu yaşamlarının hiçbir yerine koymayanlar var. Tek bir Ermeni tepkisi yok. Ermeniler asıl olarak Hrant’ın öldürülmesinden sonra soykırım konusu ile daha fazla ilgilenmeye başladılar.
Türkiye’de yaşayan Ermeniler soykırımı ne zaman konuşmaya başladı. Soykırımdan yazılı basında ne zaman bahsedildi? 100. yılında Ermeniler arasında soykırım tam olarak biliniyor mu?
Ermeniler soykırım konusunu bilirler, yaşamlarının bir döneminde mutlaka öğrenirler. Ben küçük yaşta kırımın olduğunu öğrenmiştim ki bizde soykırıma kırım denirdi. Genellikle soranın yaşına göre anne babalar bir cevap verir. Ya boş ver sonra öğrenirsin denir ya da bir biçimde kırımda neler olduğu anlatılır. Sıradan gündelik hayatta bir kısmını öğrenirsiniz, yaşınız ilerledikçe giderek daha fazlasını öğrenirsiniz. Bu bilgiyle ne yapacağınız gençlikte kestirilemeyeceği için parça parça söylenir. Entelektüel alandaki Ermeniler tabii ki her şeyi fazlasıyla bilir, gündelik hayattaki Ermeniler parça parça öğrenir.
60’lı ve 70’lı yıllarda kamuoyunda bu konu hiç konuşulmuyordu. 90’lı yıllarda genellikle büyük medyada “sözde Ermeni soykırım iddiaları” diye bir kalıp bulununca 1915’te bazı olaylar olduğu anlaşıldı. Agos gazetesi de Hrant öldürülmeden önce Ermeni Soykırımı ifadesini rahatça kullanamadı. Hrant aleyhine açılan davalardan birisi soykırım dedi diye açılmıştı. Tabii yine de Hrant zamanında Agos konunun açılmasını sağladı, Ermeni meselesi konuşulmaya başlandı.
Soykırımla ilgili Ermeniler arasında siyasal tavır konusunda farklı yaklaşımlar var. 100. yılda başımıza bir şey gelmesin, bu yıl bir an önce bitsin diyenler var ki haksızlar diyemeyiz, çünkü Ermenilerin hafızasında bu gibi dönemlerde baskıların, milliyetçi reaksiyonların arttığı bilgisi var. Ama elbette soykırımla ilgili hak talepleri konusunda da sokağa çıkan Ermeniler vardır. Yani tek bir Ermeni toplumu yok, farklı tepkileri davranışları olan Ermeniler var.
Türkiye’deki Ermeniler 100. yılda Türkiye devletinden ne talep eder? Tazminat, ev, toprak talepleri, isim değişiklikleri konusunda ne düşünüyorsunuz?
Diaspora ve Ermenistan devleti talepler konusunda ortak bir deklarasyon yayınladı. Soykırımın tanınması, özür, tazminat vb. talepleri var. Türkiye Ermenileri ise sürekli birlikte davranma eğiliminde olan bir topluluk değildir. Türkiye Ermenilerinin bir bölümü siyasallaşmış Ermenilerdir ki bunların sayısı çok sınırlıdır. Diğer bir bölümü kilise, vakıf, dernek yöneticileridir, sivil insanlardır, daha çok vakıf ve kilise malları ile ilgili talepleri var. Patrikhane etrafında toplanan dini bir kesim var, onların da kendilerine göre talepleri olabilir. Bir de kendi hayatında, işinde gücünde olan Ermeniler var. Siyasal Ermenilerin en fazla istediği inkâra son verilmesi, bu topraklarda Ermenilere kötülük yapıldığının kabul edilmesi ve özürdür. Ayrıca Ermenilere yönelik dilin yumuşatılması, ırkçı nefret söyleminin kaldırılması da istenmektedir. Her şeyin başı inkâr politikalarından vazgeçilmesi ve özür dilenmesidir. İnkâr politikaları devlet politikasıdır, bundan vazgeçmesi gereken de öncelikle devlet olmalıdır. Tabii devletin takıntıları var, bunu yaparsam toprak mı isterler, tazminat mı isterler diye düşünebilir, ama devlet yüzleşmek zorundadır. Bunlar yapılırsa çok şey değişir.
Ben toprak talebini çok gerçekçi bulmuyorum, zaten toprak talebi yaygın bir talep değildir, Ermenistan’da sınırlı bir kesim toprak talebinden bahsetmektedir. Ama tazminat konusu daha yaygın ve kişiseldir. Yurtdışında yürüyen davalar var ve bu davalar özür veya soykırımın tanınması ile de ilgisizdir, mahkemeler sadece tazminat talebinin gerçekçi olup olmadığına bakıyor. Bugüne kadar davalarda bir karara varılmadı ama her an bir sonuç çıkabilir. Mesela Diyarbakır havaalanı ve Batman havaalanı arazileri mahkemeliktir. Yine 1915 yılında Emvali metruke olarak el konulmuş bazı mallarla ilgili davalar sürüyor. Mahkemeler devam ediyor, sonuçlanacak.
Devletin bugün geri verdiği Ermeni vakıf malları hangi süreçte el konulan mallar, 1915’te el konulan mallar da geri veriliyor mu? Sınır kapısının açılması, yer isimleri, vatandaşlık verilmesi gibi başka talepler var mı?
1915 yılında el konulan şahıs malları ile ilgili devletin herhangi bir geri verme kararı yok. Bugün geri verilmekte olan Ermeni vakıf malları, 1971 yılında devletin el koyduğu mallar. Ermeni vakıfları 1800’lü yıllardan itibaren bağışları kaydediyorlar. Ama bu kayıtların bir kısmı bir melek ya da Meryem Ana üzerine yapılabiliyor. 1936 yılında devlet Ermeni vakıflarından beyanname istiyor, hangi mallarınız var, kaynağı nedir, kimler bağışladı diye soruyor, bu kayıtlar veriliyor. 1971 yılında 1936 beyannamesinden sonra edinilen tüm mallara el konuyor, 36 öncesinde edinilmiş kimi mallarla ilgili de pürüz çıkarılıyor. Bugün geri verilen mallar bu 1971 kararı ile el konulan mallar.
Bu malların bazıları iade edildi, bazıları mahkemelik, mesela Zeytinburnu’nda Surp Pırgıç kilisesine ait arazi kiliseye geri verildi ama belediye arazide kendi hakkı da olduğu gerekçesi ile dava açtı, dava devam ediyor.
Bazı yerlerde vakıf malını devlet daha sonra 3.şahıslara satmış, bina veya arazi geri alınamadığı için devlet tarafından Ermeni vakfına parasal ödeme yapılması gerekiyor, değer tespit davaları sürüyor. Bu davalarda devlet haksız el konulduğunu kabul ediyor.
En başta Ermenilere haksızlık yapıldığı, topraklarından haksız yere sürüldükleri kabul edilmeli, özür dilenmelidir. Diğer konular daha sonra konuşulabilir. Bazıları için tazminat önemlidir, bazıları için çifte vatandaşlık. Bütün bunların hepsi meşrudur. Her mağdurun farklı tepkisi olabilir.
Ermenilerin Türkiye’deki insanlardan talepleri nelerdir? Yetvart olarak hala Türkiye’de yaşamanı sağlayan nedir? Koşullarda bir iyileşme var mı?
İşin en başına dönüp, toplum Ermenilere karşı niye böyle davranıyor sorusunu sormalıyız. Toplum, resmi ideoloji böyle öğrettiği için Ermenilere karşı ayrımcı davranıyor. Türkiye toplumu tek kişi değil, milliyetçiler, milliyetçi olmayanlar, sosyal demokratlar, devletçiler, Kürt siyasal hareketi, Müslüman muhafazakâr kesimler var. Bütün bunların tavırları farklı olabiliyor. Bizim Ermeniler olarak tüm topluma seslenme imkânımız yok, Agos’ta veya başka bazı gazetelerde bir şeyler söylüyoruz. Genel olarak tüm toplumdan Ermenilere karşı ayrımcılık yapmamasını istiyoruz.
Ben belki de üşendiğimden gitmiyorumdur, altında çok da ulvi sebepler aramamak gerekir, bu espri tabii. Elbette bu topraklar bizim doğduğumuz topraklar, akrabalarımızın, dedelerimizin, ninelerimizin can verdiği topraklar. Bizim çektiğimiz sıkıntılar, bizden önceki kuşakların çektiği sıkıntıların yanında hiç kalır, hatta Hrant’ın çektiği sıkıntıların bile biz yüzde birini çekmiyoruz. Elbette hala ayrımcılıklara uğruyoruz, ismimizi söylerken kırk kere düşünüyoruz. Bütün bu ayrımcı uygulamaları protesto için “artık bu ülkede yaşamak istemiyorum” diyebilirim, ama mücadele de önemli, en azından ölen insanların hatırası için mücadeleye devam etmek gerekiyor.
Koşullar 20 yıl öncesi gibi değil, daha iyi. Kiliselerin duvarlarına her gün yazılar yazılırdı, ölüm tehditleri çok daha fazlaydı. Agos önünde gösteriler yapılırdı. Ama koşulların her an kötüleşebileceğini biliriz, o yüzden ihtiyatlı olmak zorundayız.
Cumhuriyet döneminde siyasal Ermenilerin daha rahat olduğu bir dönem var mıdır?
Hatırlamıyorum, örnek veriyorum, ne bileyim, belki 1973 yılı hoşgörülü bir dönem olabilir. Asala eylemleri başlamamıştı, sol gelişiyordu, Orhan Bakır ile birlikte bazı Ermeniler sol örgütlere katılıyordu, o dönem olumlu bir dönem olabilir. Ama 1971-72 yılında vakıf mallarına el konulması bazı Ermeniler için cehennem olmuştur. Zaten soykırım, Varlık Vergisi, 20 kura askerlik uygulaması, 6-7 Eylül 1955 olayları hep hafızalarda vardır, 100 yıllık bilinç vardır. Yani bu toplumda Ermenilere karşı iki gün iyi davranılsa üçüncü gün bir cehennem yaşatılmıştır. Bugünlerde yaşadığımız olumlu gelişmeler, vakıf mallarının iadesi, başbakanın danışmanının Ermeni olması işlerin her zaman niteliksel olarak olumlu gideceğini göstermez.
Davutoğlu diaspora bizim diasporamızdır diyor, diaspora açılımı sürecek diyor, Erdoğan ey diaspora ey Ermenistan belgelerinizi gösterin diye sözler ediyor. Geçen sene taziye dilendi bu sene 24 Nisan gününe Çanakkale anmalarını koydular, bu çok yanlış. Herhalde çok açıldıklarını düşünüyorlar, devlet refleksi gösteriyorlar. Bu sürecin nereye varacağı konusunda bir garanti yok. Dışarıda olabilecek her hangi bir gelişme, kongrelere sunulan bir soykırım tasarısı daha sonra bizim üzerimize baskı olarak geliyor. ABD ile Fransa ile kavga edilse, sonra konu biz oluyoruz.
AGOS etkili bir sivil toplum örgütü gibi çalışıyor, değerlendirebilir misiniz?
Agos, Nor Zartonk gibi yapılar, HDP içinde çalışan Ermeniler var ama çok organize bir Ermeni hareketi varmış gibi düşünmemek gerekir.
(*) AGOS Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni
Osmanlı Döneminde Ermeniler
Faruk Sevim
“Ulusal Ermeni Destanı” Ermeni Platosunun MÖ 3.bin yıldan beri anayurt olduğunu söyler. En batı noktası günümüz Sivas’ına uzanan bu platonun kuzey ve güney sınırları kabaca Doğu Karadeniz dağları ve Toroslar tarafından çizilmektedir. Doğuda ise Urumiye gölüne kadar devam etmektedir. Urartu Krallığının yıkıldığı MÖ 7-6.yüzyıllarda bugünkü Doğu Anadolu bölgesinde Ermenilerin tarihte ilk defa adları geçmektedir. MÖ 6. yüzyıl ile MS 14. yüzyıllar arasındaki iki bin yıllık dönemde Ermeniler Anadolu’da çeşitli bağımsız devletler kurmuşlar, zaman zaman da Helen, Roma, Bizans, Pers, Moğol, Türk, Seleukos, Arap ve Memluk ordularının akınlarına maruz kalmış, bu devletlerin hakimiyetine girmişlerdir.
Malazgirt Savaşından sonra anayurtlarında tutunamayan Ermeniler, daha önce göç edenlerin ve yeni gelen Ermeni kolonilerinin birleşmesi sonucu başkenti Sis (Kozan) olan son bağımsız krallıklarını 1073 yılında Kilikya (Adana ve çevresi) bölgesinde kurdular. Memlukluların 1375 yılında Sis’i ele geçirmesi sonucu Kilikya Ermeni krallığı yıkıldı.
Osmanlının Anadolu ve Balkanlarda egemenliği ile birlikte, özellikle İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından alınması sonrası, Ermeniler için yeni bir sayfa açıldı. Osmanlı Devleti, 1461 yılından itibaren Ermenileri üç Gayrimüslim (Rum, Yahudi, Ermeni) milletten biri olarak kabul etmiştir. Osmanlı millet sisteminde, dini topluluklar olan Rum, Ermeni ve Yahudi cemaatlerine özerk statü verilmiştir. Bu toplulukların dini önderlikleri, kendi cemaatleri üzerinde siyasal, mali ve idari yönetim yetkilerine de sahiptiler. Osmanlı Devletinde, 19.yüzyıldaki modernleşme dönemlerine kadar bu cemaatlerin kendi örf ve adetlerine göre yaşaması için bir sistem kurulmuştu. Kamu güvenliği ve ceza hukuku alanları dışında, borç, evlilik, miras, ticaret, eğitim vb. konularda her cemaatin kendi kuralları, mahkemeleri, okulları, yargıçları vardı. Müslüman olmayan topluluklara mensup kişilerin geri hizmetler veya özel uzmanlık gerektiren meslekler (doktorluk, mimarlık, tercümanlık vb) dışında muharip asker olması yasaktı. Askerlikten muaf olmak isteyen gayrimüslimler “cizye” vergisi öderdi. Toprak sahibi Gayrimüslimler, Müslümanlardan farklı olarak “haraç” vergisi de öderdi.
Ermeni Patrikhanesi, içerisinde ruhanilerin yanında sivillerin de yer aldığı, halkın katılımına açık bir yönetim organizasyonuna sahipti. Zaman içinde kurumsallaşan bu mekanizma dini fonksiyonunun yanı sıra, Ermeni toplumsal yaşamının idari merkezi haline de geldi. Çalışmalarını sivil ve ruhanilerden oluşan bir kurul aracılığıyla gerçekleştiriyordu.
Özellikle 18.yüzyıldan itibaren Avrupa’nın kapitalistleşmesi ile birlikte Osmanlı ile Batı arasındaki ticari ve ekonomik ilişkiler Gayrimüslimler tarafından sürdürüldü. Özellikle Doğu ve Akdeniz ticaretinde, İstanbul-İran-Asya hattında Ermeni tüccarlar çok etkindi. Osmanlı-İngiliz ticareti Ermeniler tarafından yürütülmekteydi.
19.yüzyılda milliyetçilik hareketlerinin gelişmesi ile birlikte, Osmanlı millet sisteminde değişim zorunlu oldu. II. Mahmut zamanında başlayan modernleşme hareketleri sırasında milletlere bölünmüş bir Osmanlı toplumu yerine, aynı kurallara tabi Osmanlı vatandaşlığı sistemine geçildi. 1856 Islahat Fermanı ile birlikte dini liderlerin otoriteleri sınırlandırıldı, seküler bir modelin uygulanmasına başlandı. Bu tek tip vatandaşlık modeli her ne kadar ileri bir hareket olarak görünse de, cemaatlere mensup Gayrimüslimleri Osmanlı Devleti karşısında savunmasız bırakmıştır.
Ermeni toplumunda “Amira” (emir) olarak adlandırılan ayrıcalıklı bir kesim Osmanlı sisteminde önemli rol oynamıştır. Amiralar, sahip oldukları zenginlik sayesinde saray ile çok yakın ilişkide olmuşlar, patriklerden bile güçlü hale gelmişlerdir. Devlet adına vergi toplayan, devlete borç vererek sarraflık yapan, orduya iaşe sağlayan, baruthane işleten, darphane eminliği, saray mimarlığı yapan Amiralar, devletin dış işlerinde ve bürokrasisinde de önemli görevler üstlendiler. Osmanlı’da ilk Ermeni bakan, 1866 yılında Postahane Nazırı olan Krikor Ağaton Efendi’dir. Daha sonra da pek çok devlet görevinde Ermeniler yer almıştır.
Osmanlı’daki ilk Anayasa: Ermeni Anayasası
1856 Islahat Fermanı Osmanlı’daki her milletin yönetsel yapısında yeni düzenlemeler yapılmasını öngörmekteydi. Aynı yıl Ermeni Umumi Meclisi tarafından bir Anayasa komitesi kuruldu. Komitenin yaptığı çalışma 1857’de Ermeni Umumi Meclisi tarafından kabul edildi, ancak bu metin “devlet içinde devlet olmaz” gerekçesiyle Osmanlı hükümeti tarafından onaylanmadı. Hazırlanan ikinci taslak Ermeni milletinin baskısı üzerine 1860 yılında Osmanlı hükümetine gönderilmeden yürürlülüğe kondu. Mevcut tüm Ermeni kurumlar lağvedilerek bu anayasaya uygun yeni Ermeni kurumlar oluşturuldu. Fiilen yürürlülüğe konan Ermeni Anayasası, Osmanlı hükümetinin isteği üzerine yeni bir kurul tarafından gözden geçirilerek 1862’de tekrar onaya sunuldu. Hükümet bazı değişiklikler yaparak Ermeni Anayasası’nı “Nizamname-i Millet-i Ermeniyan” adıyla onayladı.
1860 Ermeni Anayasası beş bölüm, doksan dokuz maddeden oluşuyordu. Ermeni Patriğini, Siyasi Meclisi ve Dini Meclis’i seçecek bir Milli Meclis öngörüyordu. Milli Meclis, İstanbul ve Osmanlı eyaletlerinden seçilen yüz kırk delegeden oluşuyordu. İstanbul delegeleri vergi ödemiş (erkek) seçmenlerin toplam sayısına, eyaletlerde ise nüfus oranına göre belirleniyordu.
Anayasanın giriş bölümünde maddi temellere ve gerekçelere yer verilmektedir. Temel ilkeler bölümünde millet ve millet bireylerinin hak ve sorumlulukları maddeler halinde sıralanmaktadır. İlkelerde“Milleti vekâleten temsil eden ve bu karşılıklı sorumluluğun kurallar gereğince yerine getirilmesine nezaret etmek için atanan hükümet, Milli İdare olarak adlandırılır. Osmanlı devleti dâhilindeki Ermeni milletinin iç işlerinin iyi bir şekilde yönetimi, Osmanlı devleti tarafından özel ayrıcalık ve nizamname ile adı geçen hükümet sorumluluğuna bırakılmıştır” denmektedir.
Birinci bölümde İstanbul Patriği’nin seçim şekli, görevleri, onaylanma süreci, patrikhane kalemi, Kudüs Patrikliği, Ruhani Meclis, Siyasi Meclis üyelikleri ve seçimleri, çalışma yöntemleri konusu yer almaktaydı. Umumi Meclis çalışmalarını komisyonlar aracılığıyla yürütmekteydi. Milletin eğitiminden, öğretmenlerin yetiştirilmesinden, ders kitaplarının tedarikinden, sınav komisyonlarının tayini ve diplomalarının verilmesinden Eğitim Komisyonu sorumluydu. Millete ait tüm gayrimenkullerin idaresi, alım satımı ve İstanbul civarındaki inşaat, tamirat işleriyle Tesisat Komisyonu ilgilenirdi.
Yargı Komisyonu meydana gelen ihtilaflara, davalara bakardı. Kilise veya Semt Komisyonları cemaatin kilise ve okullarını yönetmek, fakirlere yardım etmek, cemaat içi tartışmaları incelemek, okul açmak gibi yetkilere sahipti. Her semtin özel yardımlar, kilise ve okul mülkleri ve bağışlardan oluşan gelirleri vardı.
İkinci bölümde, Meclis Komisyonları ile İlgili Genel Maddeler başlığı altında Meclisin toplanma, karar alma süreçleri ile ilgili maddeler yer almaktaydı. Üçüncü bölümde, Milli Yardım başlığı altında patrikhanenin ve cemaatin özel giderleri için toplanacak yardımla ilgili maddeler vardı.
1860 Ermeni Anayasası Osmanlı Devleti’nde hazırlanan ilk anayasa benzeri metindir. Klasik bir devlet anayasası özelliğine sahip değildir. Ancak erken sayılacak bir dönemde Ermeni milletinin uzun mücadeleler sonucu elde ettiği bir kazanımdır. Bir milletin farklı ekonomik, sosyal ve siyasal tabakalarının zaman zaman çatışmalı, zaman zaman uzlaşmacı tutumları sonucu kendileriyle ilgili hazırladıkları ve birçok noktası Bab-ı Ali tarafından değiştirilen bir düzenlemedir.
Bu anayasa, 1863’ten Cumhuriyet dönemine kadar yürürlükte kaldı. Bazı dönemlerde askıya alındı. Bu anayasa ile kurulan Ermeni Milli Meclisi Osmanlı Devletindeki ilk temsili parlamenter organ niteliğinde olup, 1876 Kanun-u Esasi’si ile kurulan Osmanlı Mebusan Meclisi’ne de örnek teşkil etti.
Yeni hazırlanan anayasa ile birlikte Ermeni toplumunun ulusal tahayyülü şekillenmeye başladı. Ermeni milliyetçilik akımının ilk etkileri özellikle Doğu Anadolu’da Ermeni nüfusun yoğun olarak yaşadığı Sivas, Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ illerinde görüldü. Ermeni Anayasası 1878-1908 arasında padişah II. Abdülhamit’in emri ile askıya alındı, uygulanmadı. 1877 Osmanlı-Rus Savaşı sonrası düzenlenen 1878 Berlin Kongresinde Osmanlı Devleti, Ermenilerin yaşadığı Doğu vilayetlerinde güvenliği sağlamaya ve reform yapmaya söz vermişti. Ama bu sözler Abdülhamit yönetimi tarafından yerine getirilmedi.
Ermeni Siyasi Hareketleri
Baskı koşulları altında Ermeniler arasında milliyetçilik akımları ve radikalizm hızla yayıldı. Milliyetçilik ideolojisinin taşıyıcı unsuru olarak öğretmen, doktor, avukat gibi meslek sahipleri, aydınlar, yazarlar önemli işlev gördü.
İlk Ermeni isyanları 1862 Zeytun, 1863 Erzurum ve Van direnişleridir. Ermeni ileri gelenlerin bu bölgedeki sorunları Ermeni Milli Meclisi aracılığı ile Osmanlı yönetimine iletme girişimleri de sonuç vermedi. Bunun üzerine 1870 ve 1880’li yılların başlarında ilk gizli Ermeni dernekleri (Miutyun Pirgutyun-Kurtuluş Birliği, 1872-Van; Baştbun Hayrentyas-Vatan Koruyucuları, 1881-Erzurum) kuruldu. İlk Ermeni siyasi partisi 1885’te Van’da kurulan Armenekan Partisidir. Daha sonra 1887’de Cenevre’de Hınçak Partisi, 1890’da Tiflis’te Taşnak Partisi kuruldu. Üç partinin de ortak hedefi Doğu Anadolu illerinde 1878 Berlin Kongresinde vaat edilen reformların gerçekleştirilmesi için mücadele etmekti. Armenekan Partisi’nin en kapsamlı faaliyeti, diğer partilerle birlikte 1896 Van ayaklanmasına katılmak oldu. Hınçak Partisi; bağımsızlığı ve Osmanlı, Rus, İran Ermenilerinin birleşmesini hedeflemekteydi. Taşnak Partisi ise asıl olarak Osmanlı Ermeni’lerinin demokratik siyasal ve ekonomik hakları ile ilgilenmekteydi.
Hınçak Partisinin ilk eylemi 1890 yılında İstanbul-Kumkapı’da Sultan Abdülhamit’i protesto gösterisidir. Patrikhane’yi işgal eden eylemcilere polis müdahale etmiş, çok sayıda Ermeni öldürülmüştür. Bu eylem, Osmanlı’nın başkentinde Hıristiyanların düzenlediği ilk eylem olarak tarihe geçti. Hınçaklar, Babı Ali gösterisi olarak bilinen benzer bir eylemi Eylül 1895’te de düzenledi. 1894 yılı Eylül ayında ortaya çıkan Sason isyanında yaşanan katliamı kınamak için yapılan eyleme hem polis saldırdı, hem de İstanbul’un çeşitli mahallelerinde Ermenilere yönelik saldırılar oldu, özellikle Trabzon’da tam bir pogrom, katliam yaşandı. Hınçak Partisi 12 Ekim 1895 tarihinde bu defa Zeytun bölgesinde başlayan isyana deysek oldu, isyan Şubat 1896 tarihine kadar sürdü. Bu isyan batılı devletlerin diplomatik çabaları ile sonlandırıldı ve Sultan Abdülhamit 17 Ekim 1895 tarihinde reform yapmak için bir ıslahat programı yayınladı, ama sonrasında hiçbir gelişme yaşanmadı. Hınçak Partisi bütün bu ayaklanmaların bir sonuç vermemesi üzerine gösterilere son verdi.
Daha sosyalist bir programa sahip olan Taşnak Partisi, 1892 yılında Tebriz’de yapılan kongresinde yayınladığı manifestoda ruhban sınıfa, hükümete, kapitalistlere, ağalara karşı emekçi sınıfların mücadelesini vurgulamaktadır. Taşnak Partisi’nin ilk ses getiren eylemi 1896 Ağustosunda İstanbul’da Osmanlı Bankası’nın bombalanması oldu. Bu eylem sonrasında İstanbul’da ve Anadolu’nun çeşitli kentlerinde sivil savunmasız Ermeni vatandaşlara yönelik çok yoğun bir katliam yaşandı. Ayrıca Osmanlı Bankası eylemi, bir şiddet eylemi olarak batılı devletleri de ürküttü.
Sultan Abdülhamit, Ermeni toplumunun her türlü hak talebine karşı çoğunlukla şiddet politikalarına başvurdu. Ermeni partiler üzerinde mutlak bir baskı oluşturdu, militanların faaliyetleri casusluk teşkilatı aracılığı ile izlendi, raporlandı. Ermeni cemaati ve kilise tarihine ilişkin ders kitapları yasaklandı. Sason ayaklanmasının başlamasından sonra, Anadolu’nun çeşitli illerinde Ermenilere karşı saldırılar başladı, Ermeni esnaflar ve mahalleler katliamlara maruz kaldı. Bu katliamlarda devlet görevlileri de yer aldı.
Eylül 1894’te başlayıp Ekim 1896’ya kadar devam eden Ermenilere yönelik katliamların kurban sayısı yaklaşık 250 bindir. 2500 kasaba ve köy terk edilmiş, 645 kilise ve manastır yıkılmıştır. 559 köyde ve şehirde kalan Ermenilere İslamiyet zorla kabul ettirilmiş, 328 kilise camiye dönüştürülmüştür. 508 kilise ve manastır tamamen yağmalanmış yaklaşık 200 din adamı öldürülmüştür.
1894-96 yılları arasında yaşanan katliamlar ve Avrupa’nın Ermeni sorunu karşısında ikircikli tutumu Ermeni ulusal hareketinin zayıflamasına yol açtı. 1898’de ikiye bölünen Hınçak Partisi gösterilere son verdi, daha çok Bakü’deki Ermeni işçilerin örgütlenmesine yöneldi. Taşnak Partisi de sadece siyasi propaganda faaliyetlerine devam etti, 1907 Viyana Kongresinde, Osmanlı genelinde kültürel özerklik, Doğu Anadolu’da yerel özerkliğe dayalı siyasal demokrasi için çalışacağını ilan etti. Kongrede, bir önceki döneme damgasını vuran devrimci eylem ve isyanların binlerce Ermeni’nin hayatını kaybetmesine yol açtığı, bu nedenle artık uygulanmayacağı vurgulanmıştır. Taşnak Partisi, Osmanlı yönetimine karşı mücadele eden, reform isteyen gruplarla (İttihat ve Terakki, Prens Sabahattin vb) birlikte hareket etme kararı aldı. 1908 yılında 2.Meşrutiyetin ilanı ile birlikte başlayan liberalleşme politikaları, Taşnak Partisi için de kendi kararlarını hayata geçirmek için uygun bir ortam oldu.
- Meşrutiyet’ten I.Dünya Savaşına
23 Aralık 1876’da yayınlanan Kanuni Esasi ile kurulan ve çalışmalarına 31 Mart 1877’de başlayan ilk Osmanlı Meclisi Mebusanı 1878 yılında II. Abdülhamit tarafından kapatılmıştı. 30 yıl süren baskıcı rejim, 23 Temmuz 1908 tarihinde II. Meşrutiyet’in ilanı ile son buldu. Anayasal düzene geri dönüş Osmanlı’daki tüm etnik ve dini gruplar tarafından olumlu karşılandı. Büyük kentlerde düzenlenen kutlama törenlerinde Türk, Arap, Yahudi, Rum, Ermeni, Bulgar, Sırp gruplar kardeşlik görüntüleri sergilediler. Genel olarak parlamenter rejimin önceki dönemde ortaya çıkan ayrılıkçı eğilimlerin önünü alacağına inanılmaktaydı.
İttihatçıların önderliğinde patlak veren 1908 Devrimi, Ermeniler başta olmak üzere ezilen uluslar, halklar ve onların öncü örgütleri tarafından desteklendi. 1908 Meclisi Türklerin yanı sıra Arap, Arnavut, Rum, Ermeni, Bulgar ve Yahudilerin de bulunduğu çok uluslu bir meclisti. Bu meclis, aynı zamanda İttihatçılar, Türk/Müslüman liberaller Taşnak, Hınçak, Bulgar ulusal devrimcileri, sosyalistleri ve bağımsızlardan oluşan politik çoğulculuğa da sahipti.
Soykırımdan kurtulan Sasunlu Yeğyazar Karapetyan 1908 Devrimi’ni ve hissiyatını şöyle anlatıyor: 1908’de ilan edilen hürriyet, bütün siyasi mahkûmları özgürlüklerine kavuşturdu, artık Ermeni, Kürt, Türk hepsi eşit haklara sahip olacaklardı. İttihat ve Terakki Partisi ve Taşnak Partisi’nin imzaladığı Kardeşlik Paktı’na göre, Ermeni kurtuluş mücadelesine son verilecekti ve Osmanlı ülkesinde yaşayan bütün milletler güçlerini birleştirip vatanseverlik ruhuyla Osmanlı İmparatorluğu’nun kabul ettiği anayasayı ve onun ilerici kanunlar koyan yeni hükümetini sadık bir şekilde koruyacaklardı.
Osmanlı Ermenileri arasında izlenecek yol konusunda farklı düşünceler olsa da, anayasal düzen içinde sorunların çözüleceğine, ellerinden alınan malların iade edileceğine, yaşamlarının düzeleceğine inanılıyordu. 1908 sonrası Talat ve Enver İstanbul’da Ermeni mezarlığını ziyaret etmiş, fedailerin mezarlarına çiçek bırakmışlardı. Ancak İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin giderek Türkçü bir siyasete yönelmesi bütün umutları yok etti.
İttihatçılar 1908 devrimi sonrasında bazı azınlık devrimci gruplarından (Rum, Ermeni, Bulgar) örgütlerini feshetmelerini ve kendilerine katılmalarını istemişlerdi. Bu talep hiçbir örgüt tarafından kabul edilmedi. Ama Taşnak Partisi 1908-1914 yılları arasında İttihatçılarla olan işbirliğini sürdürdü. Hınçak Partisi ise Prens Sabahattin (Ahrar Partisi) ve Jön Türklerin liberal kanadı ile ilişki kurdu. Armenekan Parti üyelerinin de yer aldığı yeni kurulan Ramgavar (Anayasal) Partisi 1860 Ermeni Anayasasının uygulanması için çalışıyordu. Patrikhane de Ramgavar Partisi ile yakınlaştı.
Bu yasallaşma süreçleri devam ederken Nisan 1909’da Adana’da büyük bir Ermeni katliamı yaşandı. Aynı anda İstanbul’da 31 Mart Vakası denen olaylar yaşanmaktaydı. Selanik’ten gelen Hareket Ordusu İstanbul’daki ayaklanmaları bastırdıktan sonra Adana’ya gönderildi, ancak gönderilen askerler de Ermeni katliamına katıldı. Bu katliam 1915 soykırımının provası niteliğindedir. Tamamen söylentilerle başlayan katliamda 30 bin Ermeni öldürüldü.
Adana’daki Ermeni katliamı, 1908 devrimi sonrası oluşan olumlu havanın sona ermesine yol açsa da, Taşnak Partisi birkaç ay sonra Varna’da yaptığı kongresinde İttihatçılarla olan işbirliğine devam kararı aldı. İttihat-Taşnak ittifakı devam etti ve bu ittifak “gerici”lere karşı mücadelede işbirliği temelinde açıklandı. İki parti arasında vatanın hürriyeti, ülkenin birliği ve bütünlüğü, Osmanlı halkları arasında iyi ilişkilerin kurulması için dayanışmaya devam edileceği ifade ediliyordu. Hınçakların eleştirdiği, Patrikliğin şüpheyle baktığı bu işbirliği 1914’e kadar devam etti. Hınçaklar ise 1911 yılında muhalif Hürriyet ve İtilaf Partisi ile anlaştı.
1912-13 Balkan Savaşları, birçok açıdan Meşrutiyet döneminin sağladığı, ama 1909 Adana katliamı ile sarsılan olumlu siyasal ortamın tamamen sona ermesine neden oldu. Balkanlardaki Osmanlı topraklarının kaybedilmesi, Müslüman-Türk nüfusun Anadolu’ya göçü, göç sırasında yaşanan kıyımlar, Rusya’nın Ermeniler lehine Osmanlı üzerinde diplomatik girişimlere başlaması İttihatçıların Anadolu’yu Türkleştirme politikalarının koşullarını olgulaştırıyordu.
İttihatçılar, 1911 yılındaki Selanik Kongresinde Osmanlıcı politikalardan uzaklaşarak, Türkçü politikalara yönelmişlerdi. Kongrede kabul edilen programla, Ziya Gökalp’in önderliğinde gelişen Türkçülük akımı benimsendi. İttihatçıların Ocak 1913’te Babıali darbesi ile iktidarı ele geçirmesinden sonra Türkçü ideoloji resmileşti, devletin ideolojisi oldu.
1913 Nisan ayında Hınçak, Taşnak ve Ramgavar Partilerinin Van şubeleri, sadrazama ortak bir mektup göndererek reformların biran önce yapılmasını talep ettiler. Rusya birkaç ay sonra Osmanlı devletine bir reform planı sundu. Şubat 1914’te üçlü İtilaf (İngiltere, Fransa, Rusya) ve üçlü İttifak (Almanya, Avusturya, İtalya) devletlerinin büyükelçilerinin katılımı ile Ermeni reformları konusunda Osmanlı Devleti ile bir antlaşma imzalandı. Antlaşma maddelerine göre;
– Ermenilerin en yoğun yaşadığı altı vilayet (Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbekir, Elaziz, Sivas) iki ayrı bölgeye ayrılacaktır. İki bölgenin de başına birer (Norveçli ve Hollandalı) genel müfettiş getirilecektir.
– Bölgede resmi dairelerde Türkçenin yanı sıra Ermenice ve diğer yerel diller de kullanılacaktır.
– Yerel idare encümenlerinde nispi temsil oranı uygulanacaktır. Ermeni nüfusun vilayet merkezlerinde çoğunlukta olduğu Van ve Bitlis’te bu oran yapılacak sayıma kadar yarı yarıya olacaktır. Memuriyetler de imkânlar dahilinde yarı yarıya dağıtılacaktır.
– Genel müfettişlerin kontrolü altında, toprak meselesine çözüm bulunacaktır.
– Ermeni okulları eğitimle ilgili vergilerden Ermenilerin ödediği vergi kadar pay alacaktır.
– Hamidiye Alayları ordu bünyesine alınarak kademeli olarak lağvedilecektir.
İttihatçılarla Taşnaklar arasındaki Reform müzakereleri, 1908’den sonra iki parti arasında yürüyen ilişkileri kopma noktasına getirmiştir. İttihatçılar adına müzakereleri yürüten Talat, Cemal, Mithat Şükrü ve Halil’in, bu görüşmelerde Ermenilere yönelik kullandıkları tehditkâr üslup dikkat çekicidir. 1.Dünya Savaşının başlaması ile birlikte zaten İttihatçıların tamamen göstermelik olarak, gönülsüzce başladıkları reform uygulamaları sona erdirildi, müfettişlik uygulaması Aralık 1914’te kaldırıldı. Artık Nisan 1915’te başlayacak olan Ermeni tehciri ve soykırımı adım adım yaklaşmaktadır.
1915 Ermeni Soykırımı, Yüzyıllık İnkâr…
Şengül Çifci
Balkan savaşları daha bitmeden 1913 Ocak’ında “Babıâli baskını” denilen darbe ile Osmanlı yönetiminin İttihatçıların tekeline girmesiyle dengeler değişti. Bu yönetim topyekun yok etme de (soykırım) dahil olmak üzere her yola başvurmayla Hıristiyan halklardan kurtulmakta kararlıydı. Artık soykırım için fırsat kollanmaktaydı. Dünya Savaşı patlak verince aradıkları “fırsat”ı yakalamış oldular. “Tehcir” soykırımı yapmanın aracı ve örtüsü oldu.
Balkan savaşlarından sonra İttihatçılar tamamen saldırgan bir pozisyona geçmiş, her türlü ölçüsüzce saldırıyı kural haline getirmişti. Çekindikleri tek şey uluslararası baskı ve topyekûn bir direnişti. Her ikisini de devre dışı bırakacak her türlü hile, oyun ve taktik İttihatçıların uzmanlık alanıydı. Ezilen ulusların ve halkların mücadele birliğini örgütleyecek bir önderliğin olmaması İttihatçıların işini kolaylaştırdı.
İttihatçılar, Müslüman ulusların Türkçülüğe asimile edilebileceğini düşünüyordu. Ama Gayrimüslimlerin asimile edilmeleri mümkün görünmediğinden, onlardan kurtulmak gerekiyordu. Önce Doğu Trakya’daki Bulgarlarla, Batı Anadolu’daki Rumları kaçırmaya yöneldiler. Ermenilere sıra sonra gelecekti. Bütün Gayrimüslimleri kökünden söküp atarak Anadolu’yu homojenleştirme politikası adım adım hayata geçiriliyordu. Bulgarların ve Rumların gönderilecekleri devletler vardı. Oysa Ermenilerin gönderilecek bir devletleri yoktu. O yüzden onlar için başka bir yol bulmak gerekiyordu. Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe, anılarında planı en yalın biçimde “Ürkütme”nin yolu katliam, işkence, yağmalama, malını ve barkını yakma, hırsızlık, tecavüz ve akla gelebilecek her türlü kirli çeteci faaliyettir” diyerek özetlemişti.
Soykırım Hazırlıkları
İttihatçılar 1913’te Ermenileri Der Zor Çölü’ne ‘tehcir’ etme kararı aldılar. Bu kararın anlamı en başından beri topyekün bir katliamdır. Zira Talat Paşa, Der Zor ile ilgili araştırma yaptırarak “bu çölde yaşama imkânı yoktur” sözü üzerine Ermenileri oraya sürmeyi planlamıştır. Öncesinde katledilmeseler bile Der Zor’da zamanla yok olacakları planlanmıştır. Her halükarda tehcir kararı, bir topyekun yok etme, soykırım kararıdır.
İttihatçılar soykırım hazırlıkları yaparken, Ermeniler de yeniden tırmanışa geçen devletin zorbalığı ve baskısı karşısında 1912’nin sonlarından itibaren özerklik talebini yükselttiler. Rusya’nın baskısı ve dönemin altı büyük Avrupa devletinin katılımıyla özerklik projesi hazırlanıp 8 Şubat 1914’te Yeşilköy Anlaşması’yla Osmanlı hükümetine kabul ettirildi.
Osmanlı yönetimi, Alman emperyalizmiyle birlikte savaşa girmek için hazırlık yapıyordu. 6 Ağustos 1914 günü Türk-Alman anlaşması imzalandı. Osmanlı hükümeti savaşa girdiğinde artık Ermeniler iyice köşeye sıkışmıştı. Soykırım, Osmanlı savaştan yenilgiyle çıkarsa, altı Doğu ilinde bağımsız Ermenistan’ın kurulmasını engellenmenin tedbiri olarak görüldü. 16 Aralık’ta Yeşilköy Anlaşması iptal edilerek özerk Ermenistan yönetimi için gelen valiler memleketlerine geri gönderildi. Artık soykırım planı yürürlüktedir. Bunun için uygun uluslararası koşulları Birinci Dünya Savaşı yarattı. İttihat ve Terraki hükümeti Türk ulusunu bu yolla, yani Müslümanları Türkleştirerek, Gayrimüslimleri yok ederek oluşturacaklarına ikna olmuşlardı.
Ermeni soykırım projesi Türk-Alman ortak yapımıdır. İttihatçılar egemen bir ulus olarak kalabilmek için Anadolu ve Mezopotamya’da Türk olmayanların oranını yüzde 25’in altına indirme fikrini Alman yetkililerden almıştı. Alman devlet yöneticileri, 1913 yılında İttihatçılarla Ermeni meselesi ile ilgili tartışmalar yürütmüş ve onları Türkleştirme politikaları konusunda teşvik etmişlerdir. Almanya’nın İttihatçıların Ermenilere karşı soykırım politikalarını destekleme çizgisi imparator II. Wilhelm’in 1894-96 Ermeni kırımı döneminde Sultan Abdülhamit’e verdiği desteğin devamıdır.
Almanya Ortadoğu için İngiltere ile Kafkasya için ise Rusya ile rekabet halindeydi. Ermenilerin İngiltere ve Rusya ile iyi ilişkileri ileride Almanya’nın emperyalist planlarını bozabilirdi. Ermenileri kısa sürede kazanmak mümkün olmadığına göre onlardan kurtulmak Alman emperyalizminin de çıkarınaydı. Almanlar soykırıma doğrudan iştirak etmeseler de suç ortaklığı yaparak destek sağladılar. Ayrıca, Ermeni kiliselerinden, evlerinden, işyerlerinden cam başta olmak üzere toplanan malzemeler ve metaller Almanya’ya yollandı, bunlar özellikle silah yapımında kullanılmaktaydı.
26 Şubat 1915’te Ermeni soykırım planı nihai şeklini almıştı. İttihatçılar Harb Mecmuası dergisi üzerinden propaganda yapıyorlardı. Silahlı tarafsızlık ilkesini öne süren imparatorluk yetkilileri 2-3 Ağustos 1914’te seferberlik ilan etti. Bu plandan etkilenen Ermeni erkekler üç aşamada askere alındı. İlk askere çağrılan 20-45 yaş grubunu, 15-20 yaş grubu ve son olarak askeri malzemenin nakliyesinde kullanılmak üzere 45-60 yaş grubu celpleri izledi. Askere alınan Ermeniler soykırım sırasında kendi birliklerinde katledildiler. 6 Eylül 1914’te Dahiliye Nazırlığı taşrada görevli yetkililere şifreli gönderdiği emirle Ermeni siyasi ve cemaat liderlerinin gözetim altında tutulması talimatını verdi.
İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) Merkez Komitesi, hükümet üzerindeki hâkimiyetine dayanarak tehciri kolaylaştırmak için 1 Mart 1915’te Meclisi Mebusanı askıya almaya karar verdi. İttihatçı liderler, Ermeni sorununu soykırımla çözmek için “Teşkilatı Mahsusa” isimli bir gizli örgüt kurdu. Devlet içinde devlet işlevi gören bu kuruluşun görevi Ermeni kafilelerini pusuya düşürerek imha etmekti. Teşkilat-ı Mahsusa’nın kadroları imparatorluk hapishanelerinden salıverilen ağır suçlulardan hüküm giyen eski mahkûmlardan oluşuyordu.
İttihatçılar için Ermenilerden kurtulmanın şartlarını İTC İcra Komitesi üyesi Bahaeddin Şakir, şöyle anlatmaktadır: “Avrupa devletlerinin müdahale etmesi gibi bir korkumuz yoktur, dünya basını da protesto sesini yükseltemez. Protesto etse bile hiç bir sonuç vermez, ileride sorun bir oldubitti haline gelir.”
Dünya Savaş hızla bütün ülkelere yayılırken, Anadolu ve Mezopotamya halklarının üzerine kara bulutlar çökmeye başladı. Savaş koşullarında soykırımı engelleyecek hiçbir güç yoktu. Soykırım Ermeni, Süryani, Keldani ve Rumlar için nasıl ki büyük bir felaket ve trajedi getirdiyse; Türk, Kürt, Çerkez ve diğer Müslüman halklarını da bu büyük suçun sorumlusu yaptı.
1915: Soykırımla gelen yıkım
Balkan savaşlarından hemen sonra başlayan 1.Dünya Savaşı ortamında, 1915 yılı Nisan ve Temmuz ayları arasında ağırlıklı olarak Doğu Anadolu’da bulunanlar olmak üzere Osmanlı Devleti sınırları içindeki tüm Ermeniler (İstanbul’daki bir kısım Ermeniler hariç) tehcire ve soykırıma uğratıldılar.
Soykırımın başlamasından hemen önceki aylarda 2 Kasım 1914’te Osmanlı Devletinin Rusya’ya savaş ilanı ile birlikte Rus ordusu 5 Kasım’da Van bölgesine saldırı başlattı. Van valisi Cevdet Paşa (Enver Paşa’nın kayınbiraderi), Van bölgesindeki Ermenilerin Ruslarla işbirliği yapacağı iddiası ile Nisan 1915’te emrindeki jandarma birlikleri ile Ermenilere karşı katliama girişti. Katliamlar devam ederken Mayıs ayında Ruslar Van’ı işgal etti. Van’daki bu katliamlar, İttihatçı yönetim tarafından Ermeni ayaklanması olarak nitelendirildi ve soykırım için düğmeye basıldı.
İlk tehcir uygulaması, resmi kararnameler yayınlanmadan Mart 1915 sonunda Zeytun Ermenilerinin önce Konya’ya, daha sonra da Deyr Zor’a gönderilmesi ile başlamıştı. 24 Nisan 1915 tarihinde Dâhiliye Nazırı Talat Bey, Ermeni örgütlerinin kapatılması, mensuplarının tutuklanması ve her türlü belgelerine el konulması ile ilgili kararı yayınladı. 24 Nisan 1915 genelgesi üzerine İstanbul’da ilk etapta 235 Ermeni aydın, gazeteci, milletvekili tutuklanarak Çankırı ve Ayaş’a gönderildi. Bu sayı 24 Nisan 1915 gününü takip eden birkaç hafta içinde 2345’e ulaştı. Tutuklananlar arasında milletvekilleri, tanınmış yazar ve şairler, sanatçılar, din adamları ve işadamları vardı. Sürülenlerin çoğu yollarda öldü veya öldürüldü. İttihatçı yönetimin 24 Nisan 1915’te İstanbul’daki iki yüzden fazla milletvekili, yazar, sanatçı, aydın kitlesini sürgüne gönderip büyük çoğunluğunu orada yok etmesi, Ermeni toplumuna vurulan ilk büyük darbe olmuştur. 24 Nisan, günümüzde Ermeni Soykırımını Anma Günü olarak kabul edilmektedir.
Bir ay sonra, 27 Mayıs 1915’te çıkarılan Tehcir Kanunu ile yerel mülki ve askeri yöneticilere, Ermenileri geçici olarak başka yere naklettirme yetkisi verildi. 30 Mayıs günü Bakanlar Kurulu kararıyla tehcir süresiz hale getirildi. Aynı yılın Haziran ayında çıkan ek kanun sürgüne gidenlerin mallarının nasıl idare edileceği, bu kişilerin nasıl korunacaklarını malların kamusal açık arttırmalar yoluyla nasıl elden çıkarılacağını, elde edilen gelirlerin savaştan sonra dönen sahiplerine iade edilmek üzere rehin tutulacağına dair şartları içeriyordu. Ermenilerin tüm mallarına el konulmuştu.
10 Haziran’da “Ermenilere Ait Mal, Mülk ve Arazilere Uygulanacak İdare Hakkında Yönetmelik” yayınlanarak Ermenilerin boşalttığı yerlere Türk-Müslüman göçmenler yerleştirilmeye başlandı.
24 Mayıs 1915’te Müttefikler (İngiltere, Fransa ve Rusya) yayınladıkları ortak deklarasyonla katliamlarla ilgili Osmanlı devletini kınadılar. İnsanlığa ve uygarlığa karşı işlenen suçlar ışığında Osmanlı devletinin ve hükümetin tüm üyelerinin açıkça sorumlu tutulacağını ilan ettiler.
Soykırımın başladığı günlerde aynı zamanda Çanakkale savaşı da devam etmekteydi. Savaşın ağırlığının en fazla hissedildiği bu aylarda İttihat ve Terakki hükümetinin yıllardır planladığı Ermenilere karşı tehcir ve soykırım uygulaması savaş ortamında dünya kamuoyunun ilgisini çekmedi. Tehcir kafileleri yola çıkarıldığında, hasta ve yaşlılar yolculukların başlarında öldü. Kalanlar yollarda İttihat ve Terakki yöneticilerinin, Teşkilatı Mahsusa’nın organize ettiği çeteler, aşiretler, hapishanelerden bırakılan mahkûmlar tarafından yok edildi. Ayrıca pek çok bölgede, özellikle Güneydoğu Anadolu’da (Van, Bitlis, Diyarbakır, Mardin) tehcir uygulaması yapılmaksızın Ermeniler bulundukları illerde katledildi. Kafilelerin başındaki birlik komutanlarının kişisel inisiyatifi ile tehcir yeri olan Suriye’deki Deyr Zor çölüne varabilenlerin çoğu ise orada açlık, susuzluk ve hastalıktan öldü. Mardin ve Diyarbakır bölgesindeki Süryaniler ile Hakkâri’deki Nasturiler de tehcir ve soykırıma tabi tutulmuşlardır.
Çeşitli kaynaklarda 1.000.000-1.200.000 Ermeni’nin tehcire tabi tutulduğu, bunların 800.000’inin yollarda öldürüldüğü veya göçler sırasında yaşanan hastalık, açlık nedenleriyle öldüğü, doğrudan bulunduğu köy ve kasabalarda katledilenlerle birlikte bu dönemde hayatını kaybeden Ermeni sayısının 1 milyonu bulduğu kabul edilmektedir. Yaklaşık 1,5 milyonluk Anadolu Ermeni nüfusu savaş bittiğinde 70 binlere inmişti. Tehcir ve soykırım sırasında sahipsiz kalan pek çok Ermeni çocuk evlatlık olarak alınmış ve Müslümanlaştırılarak asimilasyoncu politikalara devam edilmiştir. Günümüzde Müslümanlaştırılmış Ermenilerle ilgili pek çok öykü anlatılmaya devam etmektedir.
Kısa sürede boşaltılan Ermeni köylerine Balkanlardan gelen Müslüman göçmenler yerleştirildi. Ermeni mallarına, varlıklarına el konuldu. Tam bir etnik mühendislik uygulaması yapıldı. Yazılı tarihin başlamasından bile önce Anadolu’da yaşamakta olan Ermeni halkı 1915’te yok edildi.
Bir buçuk milyon Ermeni halkının yok edilişinin modern kamu bilincinde düşük etki uyandırması, sorumlularının cezalandırılmamış olması, uluslararası toplumun soykırım eylemlerini önleme veya cezalandırma yeteneği hakkında kuşku doğurmaya devam etmektedir.
Cumhuriyet dönemi
1914 verilerine göre Osmanlı Devletinin yüzde yedisini (2 milyon) oluşturan Ermeniler, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra yapılan ilk sayımda nüfusun binde beşine (70 bin) inmişti. Daha sonraki yıllarda Ermenilerin giderek azalan nüfus oranı bugün binde bir (80 bin) seviyesindedir. Osmanlı döneminde 2000 civarında olan kilise sayısı 40’a, 3000 olan okul sayısı ise tamamı İstanbul’da olmak üzere 16’ya inmiştir. 2000’li yılların başında Sivas, Kayseri, Malatya, Elazığ, Siirt ve Diyarbakır kent merkezlerinde yaşayan az sayıda Ermeni ailesi bulunmaktadır. Hatay’ın Vakıflı köyü halen yaklaşık 300 Ermeni’nin toplu olarak yaşadığı tek Anadolu köyü durumundadır. Cumhuriyet döneminde Ermeni nüfus dış göçlerin devam etmesi nedeniyle sürekli azalmaktadır. Azınlıklar üzerindeki baskıların arttığı dönemlerde göçler hızlanmaktadır. II. Dünya Savaşı başlarında 20 Kur’a Askerlik (1941) ve Varlık Vergisi (1942) uygulamaları, 6-7 Eylül 1955 Olayları göçleri hızlandıran etkenlerdir.
Cumhuriyet döneminin çok kültürlülüğe kapalı, Gayrimüslimleri dışlayan ulus devlet kurgusu, eşit yurttaşlığı reddeden anti demokratik uygulamaları Ermenilerin kendilerini ikinci sınıf vatandaş hissetmesine neden olmaktadır. Ermeniler resmi tarih anlatımında “yabancı” veya “yerli-yabancı” olarak tanımlanmakta ve ötekileştirilmektedir. Sadece yerel siyasette bazı sorumluluklar almakta, onun dışında Cumhuriyet dönemi boyunca aktif siyasetten, bürokrasiden, yargıdan, üst düzey kamu görevlerinden dışlanmaktadırlar. Çeşitli zorluklarına rağmen Ermeni cemaat kurumlarının yaşatılması daha çok içe dönük bir faaliyet olarak gerçekleşmektedir. 1995’lerden itibaren etnik kültürel Ermeni kimliği ile yurttaşlık bilinci ve haklarının birlikte vurgulanmaya başlanması sonucu, yeni bir süreç yaşanmaya başlanmıştır.
öncesi mi…
öncesi yok bu hikayenin
kötülüktü alt tarafı her yanlışa çok vakit var…
(Sezai Sarıoğlu)
Bir insanlık suçu olarak Ermeni soykırımı ve faillerin yargılanması
Serdar Kordu
Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan Osmanlı İmparatorluğu’nun önünde hesaplaşması gereken büyük bir yıkım ve katliamlar zinciri vardı. İmparatorluğu savaşa ve yıkıma götüren sürecin sorumlularıyla hesaplaşma çabasının ana öğelerinden birisi olarak Ermeni ‘’sürgün ve katliamı’’ da yargılama konusu oldu.
Savaşın baş sorumlusu İttihat Terakki liderleri yurtdışına kaçmış, bu liderlerin ve birçok ittihatçının savaş çıkarma ve savaş sırasında yaşananlardan ötürü yargılanmaları gerektiği tüm kesimler tarafından istenilen bir olgu olarak gündeme gelmiştir. Bu bağlamda Kasım 1918’de İstanbul’da Divan-ı Harb-i Örfi kurularak İttihatçılar, ülkeyi savaşa sokma, başta Ermeniler, Süryaniler olmak üzere Gayrimüslim vatandaşları katliama tabi tutma ve yolsuzluk suçlamalarıyla yargılanmaya başladılar.
Bu yargılamaların Osmanlı tarihinde önemli bir ilk olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İlk kez yüksek kademedeki hükümet görevlileri ve iktidar partisi ileri gelenlerinin yargılanmalarına tanık olunmaktadır. İlk kez merkezi şekilde organize edilmiş katliamların Ermeni kurbanları, soruşturma ve yargılanma sürecinde Türk-Müslüman yetkililer tarafından savunulmuş, uğradıkları haksızlıklar ve katliamlar ortaya koyulmuştur. Yine ilk kez çeşitli yüksek rütbe ve görevlerden askeri ve sivil Türk yetkililer, hayati riskleri göze alarak Ermeni kurbanlar lehine tanıklık yapmayı kabul etmişlerdir.
Her ne kadar daha sonraları birçok açıdan bu davalar akamete uğrasa ve son yüzyıllık resmi Türk tarihinde unutturulmaya çalışılsa da bu yargılamalarda ortaya serilen “tehcir(sürgün) ve soykırım” süreci hayati önemde belge, bulgu ve tanıklıklarla doludur…
İnsanlık suçu kavramı bu sürecin ürünü
Savaş sonrası kurulan Osmanlı hükümetinin yetkilileri savaş sırasında Ermenilere yapılan katliamları açıkça eleştiren bir tutum almışlar hatta “insanlığa karşı suç” tanımını kullanmışlardır. Osmanlı padişahı Vahdettin işlenen cinayetleri “Kanun-ı insaniyete…karşı ika edilen ceraim” olarak ifade ediyor, yani insanlığa karşı suç olarak tanımlıyor, savaş sonrası kabinesinde Şura-yı Devlet Reisi olan Reşit Akif Paşa ise 21 Kasım 1918 tarihinde yaptığı konuşmada cinayetleri “cihan-ı insaniyet” adına lanetliyordu. Milletvekili Fuat Bey, Meclis’te soruşturma açılması için soru önergesi verirken İnsanlık Kuralları ilkesine başvurmuştur.
“İnsanlık suçu” kavramı Uluslararası Hukuk alanına İtilaf güçlerinin 24 Mayıs 1915 yılında Osmanlı hükümetini, Ermenilere dönük işlediği cinayetler nedeniyle hukuki olarak sorumlu tutacağını ilan etmesiyle girmiştir. Ermenilere yönelik katliamların daha başlangıç döneminde, katliamların “Osmanlı otoritelerinin açık yardımları ve göz yummaları” sayesinde yapılmakta olduğu belirtiliyor, “Müttefik devletler, Türkiye’nin insanlık ve medeniyet aleyhine işlediği bu suçların, Osmanlı hükümet üyelerini ve onların katliama karışan elemanlarını bu suçtan dolayı kişisel olarak sorumlu tutacaklar” deniliyordu.
Paris Barış Görüşmeleri komisyonlarından, savaş kural ve suçlarının ihlalini soruşturmakla görevli olan komisyonun 29 Mart 1919’da hazırladığı raporda “savaş gelenekleri, insanlık hukuku ve açık insanlık prensipleri” noktalarına gönderme yapılıyordu. Bu göndermeler aslında IV. Lahey Konvansiyonu’nun (1907) başlangıç bölümünde yer alan Martens Clause İlkesinin benimsenmesi anlamına geliyordu. Bu ilke ile birlikte ilk defa “insanlık hukuku” normları, savaş girdabında sıkışmış sivil halka karşı gündeme getirilen suçlara karşı uygulanabilir oluyordu.
İnsanlık Suçu kavramı ile Uluslararası Ceza Hukuku’na yeni bir hukuk ilkesi getirilmiş oluyordu. Bu kavram daha sonra Nürnberg’de Nazi liderliğini yargılamak için geliştirilecek olan uluslararası hukuk kurallarının oluşturulmasında önemli bir mihenk taşı olacaktır. Ve bu kavram Birleşmiş Milletlerin 9 Aralık 1948 tarihli Soykırımı Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi’nin önsözünde yerini alacaktır…
Soruşturmalar, yargılamalar
Osmanlı devletinin savaştan yenilgiyle çıkmış olması ve İttihatçıların ülke dışına kaçmış olmasının yarattığı atmosfer, Osmanlı meclisinde sürdürülen tartışmalara direk yansımıştır. Savaş sırasında işlenen suçları araştırmak amacıyla Osmanlı Meclisi’nde oluşturulan Beşinci Şube Tahkikat Komisyonu ve meclisin padişah tarafından kapatılması sonrası hükümet kabinesi tarafından soruşturmalar yapılmıştır.
İttihat ve Terakki Partisi, ülkeyi savaşa sokmak, ekonomik çıkar sağlamak, yolsuzluk ve savaş yıllarında Ermeni halkını sebepsiz yere tehcir etmek, kitlesel katliam ve bu katliamları gerçekleştirmek amacıyla cezaevlerinden çıkarılan mahkûmlardan ve gönüllülerden oluşturulan Teşkilat-ı Mahsusa olarak anılan yasadışı bir örgütlenmeye gitmekle suçlanır.
Aralarında bakanların, şeyhülislamların ve İttihatçı önde gelenlerin ifadelerinin de olduğu, kimi valilerin, kaymakamların hakkındaki son derece ciddi iddiaları da içeren, katliamlarla ilgili çok gizli talimatnamelerin ve çok sayıda belgenin de bulunduğu deliller Divan-ı Harbi Örfi savcılarına teslim edilir…
Osmanlı İmparatorluğunda, Ermeni Soykırımı sorumlularının soruşturulması, değişik komisyonlar tarafından hemen-hemen aynı zamanda gerçekleştirilmiştir. Mazhar Soruşturma Komisyonu olarak da anılan Suçları Soruşturma Komisyonu Ermeni katliamları sorumlularını bulmak amacıyla önemli soruşturmalar gerçekleştirmiştir. Bu komisyon aralarında şifreli telgraflar, resmi yazışmalar, talimatlar ve emirler ile tanıklıkların bulunduğu çok sayıda kanıt elde ederek, bunları da 1919 Ocak ayında İstanbul askeri mahkemesine teslim etmiştir. Mazhar Komisyonu bazı ek girişimlerde daha bulunmuş, hükümete resmen başvurarak gazetelerde savaş dönemi cinayetleri ilgili yayınlanan haberlerin, basın bürosu kanalıyla toplanarak kendisine iletilmesini istemiştir…
Müslümanlar, katliam yapan Müslümanları yargılıyor
Ana dava iddianamesi olarak adlandırılabilecek, İttihat ve Terakki yöneticileri ve savaş dönemi hükümet üyelerine açılan davanın iddianamesi, askeri mahkeme yargılamaları sırasında, ek veya tali olarak adlandırılabilecek ve hepsi savaş dönemi Ermeni sürgün ve katliamları ile ilgili hazırlanmış diğer iddianameleri gölgede bırakmıştır.
Aralarında iki tane savaş döneminde sadrazamlık yapmış kişinin, birçok nazırın olduğu yüksek rütbeli görevlilerin, İmparatorluğun Ermeni vatandaşlarına karşı cinayet işlemek suçundan yargı karşısına çıkarılması tarihi önemdedir. Müslüman Türkler, katliamların kurbanı Gayrimüslimlerin haklarını savunuyor, katliam yapmış Müslüman Türkleri yargılıyorlardı.
Söz konusu iddianame 42 orijinal resmi-yarı resmi ve diğer çeşit belgeyi içermesiyle çok önemli bir kanıt işlevi görmektedir. Zanlıların soruşturma hâkimliğindeki suçlarını kabul ettikleri veya itiraflarını içeren ifadeleri ve sivil görevlilerin, sanıkların suç ortaklıklarını gösterir yazılı ve yeminli ifadeleri yine bu davanın önemli verilerindendir. Savaş sırasında ve sonrasında Ermeni tehcir ve katliamlarına dair neredeyse tüm belgelerin İttihat Terakki ve Teşkilat-ı Mahsusa tarafından yok edildiği düşünülürse mahkemeler sayesinde toplanan deliller bugün bu katliamın boyutlarını anlamamız açısından çok önemlidir. Hele hele günümüzde de devam eden inkârcı resmi ideolojiye karşı bu deliller çok değerlidir
Ana dava mahkemeler dizisi 28 Nisan 1919’da başlar ve 5 Temmuz 1919’da yapılan karar duruşmalarında cezaların açıklanmasıyla sona erer. 14 celsenin ilk yedisinde üst düzey İttihat Terakki yöneticileri ve Teşkilat-ı Mahsusa Reisi yargılanır. Tutuklu olanlar: Mithat Şükrü, Ziya Gökalp, Küçük Talat Bey, Rıza Bey, Atıf Bey, Cevat Bey. Gıyaben yargılanan sanıklar: Dr Nazım, Dr. Bahaeddin Şakir, Dr. Rüsuhi Efendi, Aziz Efendi’dir. (28 Nisan 1919-17 Mayıs 1919)
Yedi celselik ikinci dizide savaş zamanı hükümetlerinde görevli olan bakanlar yargılanmıştır. Tutuklu olanlar: Said Halim Paşa, Hayri Efendi, Musa Kazım Efendi, Halil Bey, Ahmed Nesimi Bey, İsmail Canbolat Bey, Abbas Halim Paşa, İbrahim Bey, Ali Münif Bey, Şükrü Bey, Mustafa Şeref Bey, Kemal Bey, Haşim Bey, Rifat Bey. Gıyaben yargılananlar: Talat Paşa, Enver Paşa, Cemal Paşa, Dr. Nazım. (3-12 Haziran 1919, 24-26 Haziran 1919)
Karar, hepsi de Bakan olan ama aynı zamanda İttihat terakki liderleri arasında bulunan Talat Paşa, Enver Paşa, Cemal Paşa ve Dr. Nazım için idam olmuştur. Cavid, Mustafa Şeref ve Musa Kazım’a 15 yıl kürek cezası verilmiştir. Eski bakanlar Rifat ve Haşim beraat ettirilmiştir. Eski Telgraf ve Posta Nazırı Oksan ve Eski Ticaret Bakanı Süleyman El Büstani Avrupa’da olduklarından dosyaları ayrılmıştır.
Ermeni tehciri ve katliamını yargılama amacıyla İttihat Terakki Parti sekreterlerinin yargılandığı davada; Mafenya (Manisa), Beyoğlu, Halep, Eskişehir, Bursa parti sekreterleri, Edirne müfettişi, Konya, Mirgün, Kastamonu parti sekreteri vekilleri, Karahisar Tasfiye Komisyonu Başkanı ve Karahisar Tasfiye Memuru olmak üzere 12 kişi yargılanmıştır. Kastamonu Parti Sekreteri Hasan Fehmi ve Bolu Parti Sekreteri Midhat Bey 10ar yıl olmak üzere sanıklar çeşitli cezalar alırlar.
İdamlar, hapis cezaları
Esasen Ermeni tehciri ve katliamları suçlamasıyla açılan yaklaşık 63 dava sonucunda toplam 20 idam hükmü verilmiştir. Bu idamlardan 3’ü yerine getirilmiş, kalan 17’si ise, sanıkların firarda olmalarından dolayı gıyabında verilmiştir. İdam cezasına çarptırılan mahkûmlardan Boğazlıyan kaymakamı Mehmet Kemal (10 Nisan 1919-Yozgat Davası), Erzincan jandarma komutanı Hafız Abdullah Avni (29 Temmuz 1920-Erzincan Davası) ve Bayburt yöneticisi olup daha sonra Urfa kaymakamı olan Behramzade Nusret’in (5 ağustos 1920-Bayburt Davası) cezaları infaz edilmiştir.
Ana dava sonucunda ölüm cezasına çarptırılanlardan Talat, 15 Mart 1921 tarihinde Berlin’de Soğomon Tehliryan tarafından; Enver, 4 Ağustos 1922 tarihinde Orta Asya’da Kızıl Ordu birlikleri ile girmiş olduğu çatışmada öldürülmüştür. Cemal, 25 Temmuz 1922 tarihinde Petros Ter-Poğosyan ve Artaşes Gevorgyan tarafından Tiflis’te; Sait Halim ise 1921 yılında Arşavir Şirakyan tarafından Roma’da öldürülmüştür. Aynı Şirakyan, 17 Nisan 1922 tarihinde Berlin’de Cemal Azmi’yi ve Behaeddin Şakir’i de öldürmüştür. Doktor Nazım ise, Mustafa Kemal’e karşı suikast düzenleme suçlamasıyla 1926 yılında Ankara’da idam edilmiştir.
Bazı önemli notlar
1918’in Ekim ayında yazar Halide Edip, Vakit gazetesine yazdığı bir makalede, “masum Ermeni nüfusunu katlettik… Gerçekten ortaçağa ait metotlarla Ermenileri imha etmeye çalıştık… Biz bugün ulusal hayatımızın en üzgün ve karanlık dönemini yaşamaktayız,” der.
13/26 Mayıs 1915 tarihli tehcir yasası 4 Kasım 1918’de iptal edildi.
Yargılamalarda, tehciri ve katliamları gerçekleştirmeyi reddeden tüm vali, kaymakam ve kumandanların görevden alındığı belirtilmekte, Ermeni katliamlarının, İttihat Terakki liderliği tarafından önceden planlanmış ve gerçekleştirilmiş olduğu vurgulanmaktadır. Bu liderliğin İttihat Terakki Merkez Komitesi üyelerinin Doktor Bahaettin Şakir, Doktor Nazım ile Rıza ve Atıf beylerden oluştuğu, komitenin ana planlarının ise Sadrazam Talat ile Harbiye Nazırı Enver ile Bahriye Nazırı Cemal tarafından gerçekleştirilmiş olduğu belirtilmektedir.
Tehcir ve katliamlara itirazların olacağı dahi hesaplanmış buna dair bazı tedbirlerin alındığı iddianamelerde yer almıştır. Katliamlara karşı çıktıkları, emirlere direndikleri için görevden el çektirilen, ibret olsun diye öldürülen bazı memurların ismi ana dava iddianamesinde geçmektedir. Heyeti Teftişiye eski genel müdürü Hamid Bey, “Arablara icra kılınan mezalim ve idamlarla Diyarbekir valisi tarafından tehcire muvafakatkar (razı) vaziyette bulunmadıklarından dolayı” iki kaymakamın imha ettirildiğini anlatır. Halep Valisi Celal ve Ankara Valisi Mazhar Paşa başta olmak üzere katliamlara itiraz ettikleri için görevden uzaklaştırılan valiler vardır. Yargılamalar, soruşturmalar sonucu elde edilen delillere dayanarak, imha operasyonlarına “şiddetle itiraz eden ve katılmayı reddeden” kişiler “vatan haini” ilan edilmiştir. Bu tür suçlama ve cezalandırmaların da sonucu idari görevliler emirlere itaat etmek zorunda kalmışlardır.
Tehlikeye düşen Ermenilere sığınacak yer sağlayarak yardım etmeye kalkan sıradan Müslümanlar da aynı acımazsızlığın kurbanı olmuştur. 3. Ordu Kumandanı Mahmud Kamil Paşa’nın “Bir Ermeni’yi koruyacak bir Müslüman’ın hanesi önünde idam edilmesi ve hanesinin yakılmasına” ilişkin çıkardığı karar bu konuda örnek olarak verilmektedir. Eğer söz konusu kişi devlet memuru ise görevine son verilecek, asker ise ordu ile ilişkisi kesilecek ve Divan-ı Harp’te yargılanacaktır.
Ermeni tehcir ve katliamı ile ilgili soruşturma ve yargılamalar dönemin siyasi atmosferindeki gelişmelere göre sürekli değişecektir. Kimi kez İttihatçı ya da sempatizanı devlet memurlarının soruşturma süreçleri ya da mahkeme çalışmalarını aksatma yönlü pratikleri ortaya çıkmakta kimi kez de tutukluluk koşullarının gevşekliği nedeniyle firarlar gerçekleşmektedir. Bu firarların en dikkatleri çekici olanları, Ermeni katliamlarına katılmaktan tutuklu bulunan Diyarbakır Valisi Dr. Mehmet Reşit (Şahingiray), Altıncı Ordu Kumandanı Halil (Kut) ve İttihat Terakki Merkez Komite üyesi Küçük Talat (Muşkara)’nın firarlarıdır. Aralarında Yenibahçeli Nail, Erzurum Parti sekreteri Filibeli Ahmet Hilmi ve Erzurum bölgesi Teşkilat-ı Mahsusa’nın önde gelen elemanlarından Ebuhintli Cafer’in de olduğu bir grup İttihatçı, hükümet yetkililerinden aldıkları sahte kimlik ve seyahat belgeleriyle ülke dışına çıkmışlardır.
Ülkedeki siyasi atmosferin değişimine bir örnek de şudur: Artık esasen Türk milliyetçilerden oluşan son Osmanlı meclisinin mebusları tarafından 20 Şubat 1920 tarihinde, Ermeni katliamları sorumlularını ortaya çıkarmak için oldukça çaba sarf eden başbakan Damat Ferit Paşa’nın özel divana verilmesi istemiyle hakkında soruşturma açılır. Damat Ferit, Kemalistlerin baskıları neticesinde, 17 Ekim 1920 tarihinde istifasını sunmaya mecbur olur. Yerine, Kemalistlere karşı ılımlı olan Tevfik Paşa getirilir. Tevfik Paşa’nın görev süresinde, 8 Kasım 1920 tarihinde, Bayburt hükmünü vermiş olan hâkimler tutuklanır. Büyük bir kısmının hâlen askeri, içişleri ve adalet bakanlıklarındaki görevlerini sürdüren ittihatçılar tarafından, divan-ı harp hâkimleri ile mahkemede tanık olarak ifade vermiş olan şahısların sürekli olarak tehdit ediliyor olması oldukça yaygınken, hakimlerin tutuklanmasının örneğinin olmadığını belirtmek gerekir. Behramzade Nusret’i idam cezasına çarptırmaktan dolayı bu hâkimlere karşı ceza davası açılır. 2 Şubat 1921 tarihinde hâkim Nemrut Mustafa Paşa 7, mahkeme üyelerinden Recep Paşa ve Recep Bey 5’er, Fettah Bey ise 3 ay hapis cezasına çarptırılır.
Ermeni tehciri ve katliamı suçlamasıyla yapılan yargılamalar arasından özellikle, Ermenilerin sürgün ve yok edilmesinin hükümetten talimat almış yerel yöneticiler tarafından düzenlenip, koordine edilmesiyle ilgili yargılama süresince en çok ifadenin ve kanıtların sunulmuş olduğu, Yozgat ve Trabzon davaları önemlidir. Trabzon davası esnasında sanıklara karşı ifade vermiş olan kişiler arasında, Van eski valisi Nazım, Erzurum eski valisi Tahsin, Bahriye Nazırı Avni, Adliye Müfettişi Kenan, Trabzon ve Lazistan orduları kurmay başkanı Albay Muhtar, Teğmen Ahmet gibi önemli kişiler bulunmaktadır.
10 Nisan 1919 tarihinde Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal’in idam edilmesi ve 15 Mayıs 1919’da İzmir’in İngiliz, Fransız ve Amerikan deniz kuvvetleri korumasında Yunanlılar tarafından işgal edilmesinden sonra milliyetçi dalga yükselir. İstanbul’da kitlesel gösteriler düzenlenir. Üst düzey görevlilerin tutuklu olduğu “Bekirağa Bölüğü” denilen hapishanenin, zamanında Bastille’de olduğu gibi saldırıya uğrayacağı konusunda söylentiler çıkar. 1919 Mayısında, bu hapishanede yaklaşık 300 kişi tutuklu bulunmaktaydı. Sadrazam Damat Ferit Paşa hükümeti, gerginliği azaltmak için Bekirağa Bölüğü’nden, aralarında Ermeni katliamlarıyla ilgili olmaktan zan altında bulunanların çoğunlukta olduğu 41 üst düzey tutukluyu 21 Mayıs 1919’da serbest bırakır. Damat Ferit, parti üyelerinin yargılanmasının da geçici olarak durdurulması kararını alır. Tüm bu gelişmelerden sonra Büyük Britanya Yüksek Komiser Yardımcısı Amiral Web, “Bekirağa Bölüğü” hapishanesinde tutuklu diğer mahkûmları daha güvenilir bir yere nakletmeye karar verir. 28 Mayıs 1919 tarihinde İngilizler, 67 tutukluyu “Bekirağa Bölüğü” hapishanesinden gemiyle Malta Adası’na nakleder. Daha sonra İngilizlerin İstanbul’u resmen işgali sonrası 80 kişi daha tutuklanarak Malta’ya götürülür. İngilizler, aralarında Ermeni Soykırımı sorumlularının da bulunduğu, Malta’ya sürgün edilen savaş suçlularını başlangıçta gerçekten mahkûm etmeye niyetli olmasına rağmen, zaman içinde kararlılıkları giderek zayıflar ve İngiltere, Ermeni Soykırımı’nı gerçekleştirmiş olan bu kişileri nihayetinde İngiliz savaş esirleriyle takas eder. Bu tutuklular, takas edilirken söz verildiğinin aksine, hiçbir yargılamaya tabi tutulmazlar. Malta sürgünleri Türkiye’ye döner, Kurtuluş Savaşı’na katılır ve cumhuriyetin ilanından sonra önemli siyasi mevkiler elde ederler. Böylece, Ermeni Soykırımı sorumluları, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadroları arasına katılır.
Mustafa Kemal, Ankara’da, 24 Nisan 1920’de, Büyük Millet Meclisi’nin ilk oturumunda başkan seçildikten sonra yaptığı ilk konuşmada, Ermeni tehcir ve katliamlarını kınarken Ermeni katliamından “ utanılacak bir eylem” (fazahat) olarak söz eder. On iki gün sonra, Ordu Komutanı Kazım Karabekir’e gönderdiği mesajda yeni bir Ermeni katliamı karşısında duyduğu endişeyi dile getirirken, açıkça “katliam” kelimesini kullanır. Fransız gazeteci Maurice Prax ile yaptığı konuşmada “alçaklar” diye nitelendirdiği bu katliamı yapanların derhal asılması gerektiğini söyleyecek kadar açık sözlüdür. Amerikalı General James Harbord’la konuşmasında katliamları kabul etmesi ve katliam kurbanı Ermeni sayısının 800 bin olduğunu söylemesi dikkate değerdir.
Ankara Hükümeti Mart-Eylül 1921 döneminde, Ermenilere karşı suç işleyenleri soruşturacaklarına dair taahhütlerde bulunsalar da giderek bu yönlü söylemlerden uzaklaşmışlardır. 1 Mart 1921’de M. Kemal Büyük Millet Meclisi’ne yıllık rapor sunarken, 350 milletvekilinden 68’inin İstanbul Meclisinden gelen eski mebus, 12’sinin eski Malta sürgünü olduğunu açıklayacaktır. Bu durum Kemalist Ankara Hükümeti’nin Ermeni katliamını yapanları yargılamaktan tamamen uzaklaştığının bir işareti olacaktır.
Daha sonra Ermeni katliamlarının sorumlularından oldukları için idam edilenlerden Mehmet Kemal ve Behramzade Nusret, Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilen bir kararla milli şehit ilan edilir ve 9 Aralık 1920 tarihinde Kemal’in ailesine, 25 Aralık’ta ise, Behramzade Nusret’in ailesine emekli maaşı bağlanması kararlaştırılır. 13 Nisan 1924’te ise Ermeni soykırımının baş tertipçilerinden olan Talat Paşa ve Dr. Bahaeddin Şakir’in ailelelerine emekli maaşı bağlayan 478 sayılı yasa çıkarılır.
26 Eylül 1915 tarihinde İttihat ve Terakki tarafından yürürlüğe sokulan ‘Başka mahallere nakledilen kişilerin terk edilmiş malları, borçları ve alacaklarına dair kanun hükmünde kararname’ yürürlükten kaldırılmış; 8 Ocak1920’de ‘Başka mahallere nakledilmiş olan kişilerin 26 Eylül 1915 tarihli kararname gereğince tasfiyeye tâbi tutulan mallarına dair kararname’ yürürlüğe girmiştir. İstanbul hükümeti tarafından hazırlanan bu kararnameyle, emval-i metruke kanunu kapsamında el konan mülklerin iadesi öngörülmüştür. Fakat 14 Eylül 1922’de bu kararname Ankara Hükümeti tarafından kabul edilmemiştir. 15 Nisan 1923 tarihinde ise 26 Eylül 1915 tarihli kanunun bazı maddeleri değiştirilmiş, böylece Ermeni mallarına el konulması ile ilgili kanun yeniden Ankara Hükümeti tarafından yürürlüğe konmuştur.
30 Mayıs 1926’da TBMM’den geçen bir yasayla Talat Paşa, Cemal Paşa, Cemal Azmi Bey, Bahaeddin Şakir, Cemal Paşa’nın Yaveri Süreyya, Cemal Paşa’nın Yaveri Nusret, Said Halim Paşa, Muş Mutasarrıfı Servet, Urfa Mutasarrıfı Behramzade Nusret, Boğazlıyan kaymakamı Mehmet Kemal Bey, Diyarbakır Valisi Dr. Reşit ve Erzincanlı Hafız Abdullah Avni’nin ailelerine Ermenilerden kalan gayrı menkullerden bina ve arazi verilmesine karar verilir.
Sonuç yerine
1915 Ermeni Tehciri ve soykırımları gerçekleştirilirken, başta hükümet, İttihat Terakki Partisi, Teşkilat-ı Mahsusa ve ordunun çeşitli kademeleri bu suçu organize etmiştir. Gerek cezaevinden çıkarılanlar, gerek yağmacı çeteler, gerek gönüllü yerel eşraf da bu suça katılmıştır. Hem halk kesimlerinin hem de Osmanlı Devleti’nin siyasi, idari ve askerî kadrolarının büyük bir kısmının suça karışmış olması, ortada kolektif olarak işlenmiş bir suçun olması, bunun işgal koşullarıyla birleşmesi yargılamaların ve cezalandırmaların yetersiz kalmasına neden olmuştur.
Soykırım suçuna karışanların bir bölümünün yeni cumhuriyetin kurucu kadroları arasında yer alması bu zihniyetin cumhuriyete sirayet etmesi ve aynı uygulamaların değişik veçhelerde devam etmesini beraberinde getirmiştir.
Türkiye’de Ermeni olmak
Ferhat Bakırcıoğlu
Anadilini koruyamamaktır
Dünya üzerinde yaklaşık 6000 dil olduğu bilinmektedir. Resmi olarak tek dil kullanılmasına karşın Türkiye’de de Türkçe dışında onlarca dil mevcuttur. Ancak bu dillerin bir kısmı tamamen kaybolmuş, bir kısmı unutulmuş veya sadece bu dilleri bilen bireylerin evlerine hapsolmuştur.
Yaşamakta olduğumuz coğrafyada Ermenilerin varlığına ait ilk buluntular, farklı uygarlıkların kaynaklarında M.Ö.2500’lere kadar uzanmaktadır. Ermeni dili ve kültürünü bu coğrafi ve tarihsel perspektif olmadan yorumlamak şüphesiz eksik bir yorum olacaktır. Ancak günümüze geldiğimizde ülkemizde bu dili konuşanların sayısının bu durumla büyük bir tezat oluşturduğu görülmektedir. Yani, Ermenice doğduğu topraklarda ölmektedir. Bu duruma gelinmesindeki en büyük sebeplerden biri şüphesiz ki devletin farklı dil ve kültürler karşısında yürütmüş olduğu politikadır. Devletin düstur edindiği tek dil-tek millet ideolojisi ve “vatandaş Türkçe konuş” minvalindeki kampanyalar, farklı dillerin yaşama alanlarının giderek daralmasına ve bir yok oluş sürecine girmesine sebep olmuştur. Ermenice de bu durumdan nasibini fazlasıyla almıştır. Öyle ki, yapılan birtakım araştırmalarda ortaya çıkmıştır ki, Ermenice bildiği halde kendisini Türkçe ile daha iyi ifade edebildiklerini belirten nesiller yetişmektedir. Bu durum toplumumuzun girmiş olduğu sanatsal, kültürel, bilimsel kısırlığın en önemli sebeplerinden bir tanesidir de aynı zamanda. Türkiye’de Ermeni olmak, kendi anadili yerine Türkçe konuşmaya zorlanmak, anadilini koruyamamaktır.
İstanbul Ermenisi veya Anadolu Ermenisi olmaktır
Bir rivayete göre Türkiye’de sadece İstanbul’da Ermeniler bulunmaktadır. Oysa işin aslı böyle değildir. Anadolu’da soykırımdan bir şekilde kurtulup da hayatta kalmış sayısız “kripto Ermeni” bulunmaktadır. Yaşadıkları coğrafyalarda “gavur” ya da “Ermeni dölü” olarak adlandırılan bu insanlar İstanbul’a geldiklerinde, etnik aidiyetlerinin farkında olup olmamasına bakılmaksızın Kürt oldukları gerekçesi ile “gerçek” Ermeniler tarafından kabul edilmemekte yahut da çok ciddi entegrasyon sorunlarıyla karşılaşmaktadırlar. Kaldı ki, İstanbul Ermenileri de Ermenistan’a gittiklerinde Türk oldukları gerekçesi ile benzer tutumlara maruz kalmaktadırlar.
Azınlık olmak – Yurttaş olamamaktır
Türkiye’de resmi tarih öğretilerinin çarpıklığı, eksikliği, üzerine kurulu olduğu “milliyetçilik” ideolojisi ve bu öğreti üzerinde yükselen eğitim sisteminin bir sonucu olarak “Türk toplumsal bilinçaltında” Ermeniler sanki bu ülkeye iltica etmişler, farklı coğrafyalardan gelmişler gibi bir algı söz konusudur. Ermenilerin “peki siz nereden gelmişsiniz?” gibi sorularla muhatap olmalarının sebebi bu zihinsel arka plandır. Ermeniler, çeşitli uygarlıkların kaynaklarında adları geçen ve Anadolu coğrafyasında tarihi M.Ö. 2500 yıllarına kadar uzanan kadim bir halk iken, kırılmak, sürülmek, öldürülmek suretiyle bir cemaate indirgenmiş, matematiksel bir hesapla azınlık olarak sayılmıştır. Her halkın en kutsal hakkı olan dilini, kültürünü, kimliğini yaşatma hakkını ancak çok kısıtlı olarak elde edebilmiştir. Türkiye’de Ermeni olmak, her vatandaşın hakkı olan üst düzey bürokrat, asker, yönetici vs. kısacası eşit vatandaş olma hakkını elde edememiş olmaktır.
Bölücü – hain olmaktır
Bu ülkede öyle bir sistem kurula gelmiştir ki, mağdur olmayan her hangi bir kesim bulunmamaktadır. Hangi etnik, dini veya ideolojik gruba dokunulsa bin ah işitilir. Her kesim çeşitli baskılara, zulümlere, tehditlere ve şedit uygulamalara maruz kalmıştır. Böylece toplumun farklılık barındıran kesimleri gittikçe sinmiş, kabuğuna çekilmiş, gözden kaybolmuş, tek tip bir toplum yapısı ve sosyal, kültürel, sanatsal ve hatta bilimsel bir yozlaşma baş göstermiştir. Türk Dili ve Türk kimliği dışında bütün diller, kültürler ve kimlikler yok sayılmış ve ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır.
İşte bütün bu baskılar, sindirme ve yok sayma politikaları karşısında Kürt siyasal hareketi doğal bir refleksle direnmiş, var olduğunu kanıtlamak ve bir halk olmanın getirdiği doğal haklarını elde edebilmek için içerisinde silahlı mücadelenin de olduğu bir direniş ortaya koymuştur. Egemen güçler bu direniş hareketlerini şiddetle bastırma faaliyetlerinin yanı sıra psikolojik bir savaşa da girişmişlerdir. Bu psikolojik savaşın en başında, bu direnişi halk nezdinde itibarsızlaştırmak ve toplumsal bir taban bulmasını önlemeye çalışmak gelmiştir. Bu noktada, hareketi, “toplumsal bilinçaltında” zaten bir “hain” millet olan Ermenilerle bağdaştırmak, küçümsenemeyecek derecede toplumsal bir karşılık bulmuştur. Ağırlıklı olarak direniş hareketini desteklemeyen Kürt kesimler ve zaten milliyetçilik gazıyla zehirlenmiş olan psiko-militarist Türk milliyetçileri arasında bu inanış ciddi bir argüman olarak kullanılagelmiştir. Şüphesiz ki, bu hareket içerisinde Ermeni bireyler de yer almışlardır. Ancak, şu nokta unutulmamalıdır; eğer bir Ermeni iseniz, taleplerinizin bir önemi yoktur. Türkiye’de Ermeni olmak, dış mihrak, bölücü, hain olmak demektir.
Kimliğini inkâr etmektir
- yüzyıldan başlayarak çeşitli aşamalarla katliamlara maruz kalan Ermenilere yönelik pogromlar, 1915’te en üst aşamaya ulaşmış ve top yekûn bir yok etme girişimi ortaya çıkmıştır. Başta ekonomi olmak üzere kültürel ve sosyal hayatın başat bir aktörü olarak rol oynayan Ermeniler, bu tarihten sonra son derece trajik bir yaşam mücadelesine girişmişlerdir. Bütün varlıklarına el konulmasının yanı sıra kendi dinleri, dilleri ve kültürleriyle yaşama şansları ellerinden alınmış ve soykırımdan sonra bir şekilde hayatta kalanlar ise kültürel, dilsel, kimliksel bir asimilasyon sürecine maruz kalmışlardır. Böyle travmatik bir yaşam algısının genetik kodlara işlenerek, yeni nesle aktarılması kaçınılmaz olmuştur. Dışlanma ve ölüm korkusu ile yaşamak zorunda kalan insanlar, içgüdüsel olarak çocuklarını kendilerinin maruz kaldıkları yaşantılardan korumak maksadıyla, etnik kökenlerini, geçmişte mensubu oldukları dinlerini gizleme gereği duymuş ve bunu belirli bir yaşa gelene kadar çocuklarından saklamışlardır. Ancak bu insanların gözden kaçırdıkları ya da bilseler de bir şey yapamayacakları bir husus vardı. İçinde yaşadıkları toplumda zaten herkes birbirini tanıyor, geçmişini biliyordu. Yani bir Ermeni iseniz, bu sizin etiketinizdi. Kırk tas suyla yıkansanız, hacı hoca hatta imam dahi olsanız siz “gâvur”sunuzdur. Belki Ermenilerin evlerinde bu konu çocuklardan bir süre gizlenmiştir ancak diğer evlerde bu durumlar çocukların oyunlarına sirayet edecek derecede konuşulmuştur. Öyle ki, birçok Ermeni, Ermeni olduğunu sokakta, okulda, sağda solda öğrenmiştir. Düşünün çocukluğunuzu, oynadığınız oyunları, ettiğiniz kavgaları, küfürleri. Türkiye’de Ermeni olmak, arkadaşınız size “siz Ermeni’siniz” dediğinde bunun ne demek olduğu hakkında bir fikriniz dahi olmadan, bir küfür gibi algılayarak “hayır biz ermeni değiliz siz Ermeni’siniz” diyerek karşılık vermektir.
İki isimli olmaktır
Halk olmak, kendine özgü bir dil, kültür, yaşayış biçimine sahip olmak demektir. Bir halkın bireyleri dünyayı, hayatı görece benzer şekilde algılar ve yorumlar. Bu benzerlik doğal olarak insan, doğa, şehir isimlerinde de ortaya çıkar. İsimler daha çok o halkın inançlarından, kültürel birikimlerinden kaynaklanır. Anadolu’nun en eski halklarından biri olan Ermeniler açısından da bu durum pek tabi böyledir. Ancak, kendi inanışlarına, kendi kültürlerine ait isimleri kullanan Ermeniler açısından her alanda olduğu gibi bu alanda da 1915 bir kırılma noktasıdır. 1915’ e kadar Sarkis, Giregos, Minas, Artin olan isimler, soykırım sonrası ve özellikle soyadı kanunu ile beraber Mustafa, Ahmet, Mehmet olmuştur. Son dönemde tersine bir süreç yaşanmaya başlanmadı değil. Marta olan Meltem, Ohannes olan Ramazan, Aret olan Ziya bu durumun birer örnekleridirler. Doğrudan Ermenice isimler alarak bu isimleri benimseyen yeni nesiller dışarıda tutulmak suretiyle, kendilerine sonradan Ermenice olmayan isimler verilenler ve Ermenice olmayan isimlerle yetişip sonradan Ermenice isim alanlar, sonradan aldıkları Ermenice isimleri içselleştirmekte çok da başarılı olamadılar, olamıyorlar. Türkiye’ de Ermeni olmak, bir yandan alışıla gelinmiş zoraki isimler, diğer yandan kendi öz benliklerine duydukları aidiyetle kullanmaya çalıştıkları Ermenice isimler arasında gidip gelmektir.
Soy kodu 2 olmaktır
Ermeniler Lozan antlaşması ile Türkiye’de birtakım haklar elde ettiler. Bu haklardan şüphesiz en önemlisi, kendi okullarını açabilmektir. Kültür ve dil aktarımının en önemli aracı olan okullar, Ermeni toplumunun kendisini asimilasyon politikalarından koruyabilmesinde büyük rol oynadı. Ancak, devlet her alanda olduğu gibi bu alanda da bütün unsurlarını kullanmak suretiyle baskısını sürdürdü. Öyle ki, bu okullara devam etmek isteyen çocuklar ve aileleri, kılı kırk yaracak bir şekilde araştırılıyordu. Çünkü Ermeni olmayan kişiler, eğitimdeki kalite nedeniyle çocuklarını bu okullara göndermek istiyor, devlet ise buna kesinlikle engel olmaya çalışıyordu ki bu uygulama halen devam etmektedir, Ermeni olmayan çocuklar bu okullara alınmamaktadır.
Yakın bir zamanda bir vatandaşın yargı yoluna başvurması sonucu ortaya çıkan bir belge, devletin Ermenilere ve diğer azınlık olarak kabul edilen halklara bakışını çarpıcı bir şekilde ortaya koydu. Kendisinin Ermeni olduğunu sonradan öğrenen ve o nedenle çocuğunu Ermeni okullarından birine kaydetmeye çalışan vatandaşa İstanbul il Milli Eğitim Müdürlüğü’nün vermiş olduğu bir cevap, ortaya çıkardı ki, devlet yıllardan beri Türkiye’ de yaşayan azınlıkları fişlemek suretiyle kayıt altında tutmaktadır. Verilen cevapta bu okullara kaydolmak isteyenlerin soy durumuna bakıldığı ve soy kodu 2 olmayan kişilerin bu okullara devam edemeyecekleri belirtilmiştir. Aynı uygulamada Rumlar 1, Yahudiler ise 3 olarak kodlanmışlardır. Asıl çarpıcı olanı ise, devletin bu uygulamasının, 1920’lerden yani cumhuriyetin ilk yıllarından beri süregeliyor olması. Bu durum da ortaya koyuyor ki, Türkiye’ de Ermeni olmak soy kodu 2 olmaktır.
Kaynakça
Ayşe Hür, “Malta Sürgünleri’ni nasıl bilirsiniz”, Taraf Gazetesi, 28 Şubat 2010, http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/ayse-hur/malta-surgunlerini-nasil-bilirsiniz/10284/
Günay Göksu Özdoğan, Türkiye’de Ermeniler: cemaat-birey-yurttaş, Vol. 253. İstanbul Bilgi Üniversitesi, 2009.
Meline Anumyan, “İttihatçıların Yargılandığı Mahkeme Belgelerinde (1919-1921) Ermeni Soykırımı Gerçeği”, Akung web sitesi, 31.01.2013, http://akunq.net/tr/?p=21467
- Dadrian Vakhakn, Ermeni Soykırımı Tarihi: Balkanlardan Anadolu ve Kafkasya’ya Etnik Çatışma, Belge Yayınları / Türkiye İncelemeleri Dizisi, 2009.
- Dadrian ve Taner Akçam, Tehcir ve Taktil, Divan-ı Harb-i Örfi zabıtları, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2009.
Raymond Kevorkian, Ermeni Soykırımı, İletişim Yayınları, 2015
1 Yorum
Pingback: 1915 Ermeni Soykırımı Tartışmaları Arşivi – Serdargunes' Blog