BÜLENT AYDIN ANLATIYOR *
16 Mart Katliamı: Hatırlamak Unutmamaktır…
Bundan tam 31 yıl önce, 16 Mart 1978 Perşembe sabahı ben de Beyazıt Meydanı’ndaydım. Tedirgin ve serin bir sabahtı. “Beyazıt Meydanı’nda faşistler bir yeri bombaladı!” diye haykırdı biri. O günden beri ne zaman meydana çıksam alırım ben o kokuyu.
16 Mart 1978’in üzerinden tam 31 yıl geçmiş, bir ömrün yarısı. Oysa benim nice arkadaşım o kadar bile yaşamadı. En yakışıklılarımız onlar mıydı, yoksa şimdi buradan bakınca mı bize öyle geliyor bilemiyorum?
Ben 1978’de İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Maçka Maden Fakültesi üçüncü sınıf öğrencisiydim. Biz İstanbul’un ODTÜ’sü, Siyasal’ıydık. 70’li yılların devrimci geleneği kopmadan sürmüş, okula başladığımız 1975’ten itibaren giderek yükselen faşist saldırılar güçlü anti faşist direnişle karşılanmıştı.
Bir yandan kurduğumuz öğrenci dernekleriyle, komitelerle, kültür kollarıyla akademik – demokratik sorunlarımızla uğraşır, bir yandan forumlar, eğitim çalışmaları yapar politik meseleleri tartışırdık.
Kendi okulumuza yönelik saldırılara örgütlü bir şekilde direnir, çok daha zor durumdaki okullara da destek ve dayanışma için giderdik sık sık. Vatan Mühendislik, Hukuk, Edebiyat, Fikirtepe Eğitim Enstitüsü öğrencilerinin toplanma yerlerine, Niğde, Site, Atatürk Öğrenci Sitesi (AÖS) öğrenci yurtlarına gittiğimizde “İTÜ’lüler geldi” diye gülümserdi arkadaşlarımız, onlara katılır, azken çok olur, yürürdük birlikte.
Bilen bilir, “Biz” zamanıydı o zamanlar. Tekil şahıs kullanmazdık pek. Birlikte kalır, birlikte okur, sınavlara birlikte hazırlanır, birlikte yaşar ve ne yazık ki birlikte ölürdük o zamanlar. Şimdi Çocuk Mahkemesi olan, Gülhane Parkı girişi karşısındaki asık suratlı morg binasının yan kapısından vurulup düşmüş arkadaşlarımızı alır, omuzlarımız üzerinde bir süre götürür uğurlardık memleketlerine. Sanki güneşe doğru uçarken düşmüş kuşlar gibiydiler.
Bundan tam 31 yıl önce, 16 Mart 1978 Perşembe günü sabahı ben de Beyazıt Meydanı’ndaydım. Tedirgin ve serin bir sabahtı. Sessiz ve her zamankinden sakindi etraf. Meydanın bir arka sokağında bulunan Denizli Yurdu ve önünde okula gitmek için bekleyen Edebiyat öğrencileriyle buluştuk. İstanbul Üniversitesi’nin Laleli’deki Edebiyat Fakültesi ve Beyazıt’taki Hukuk Fakültesi bir süredir faşist işgal altındaydı. Devrimci öğrenciler hem faşistlerin hem de polislerin yoğun saldırı ve tehdidi altında okula gidip gelmeye devam ediyorlar, derslere ve sınavlara giriyor ve okullarındaki faşist işgali kırmak için inat ediyorlardı. Beyazıt Meydanı faşistlerin kontrolü altındaydı. Okuldaki “Merasim Birliği” denen ve milliyetçi polislerden oluşan özel birlik solcu öğrencilere yapmadığı eziyeti bırakmıyordu. Ne okulun içi tekindi ne de dışı. Meydana bakan Küllük kahvesi ve yanındaki birkaç kahve saldırı ve lojistik merkez olarak kullanılırdı. Hemen her gün saldırılar yaşanırdı.
Vakit tamam olunca, toplanma yerine gelen devrimci Edebiyat Fakültesi öğrencileri ile birlikte yola düştük. Etrafı kollayarak arka caddeye çıktık, Aksaray yönüne doğru gidip birkaç blok öteden Kimya Fakültesinin karşısından ana caddeye çıktık. Beyazıt yönünü kollayarak, hızla geçen arabalardan taranmayalım diye trafiği kestik. Karşıya geçtik. Arkadaşlarımızı okullarının kapısına bırakıp, yine topluca yapacakları çıkış saatinde aynı yerde buluşmak üzere uğurladık. Kapıdaki polis noktasını salimen geçene kadar bekledik. Aynı yoldan arkamızı kollayarak ve dolaşarak yurda geri döndük. Okula toplu gidiş en önemli savunma mekanizmalarından birisiydi. Zaten tek tek gitmek mümkün de değildi. Güzergahı da sık sık değiştirir, pusu kurulmasına tedbir almaya çalışırdık.
Polisler o sabah her zamankinden azdı. Sık sık olduğu gibi Küllük tarafından slogan atan, silah sıkan, küfür eden, taciz eden olmadı. Tedirgin olduğumuzu anımsıyorum.
Nispeten güvenlikli hattımızdan geçerek yine epeyce dolaşıp Denizli Yurduna geldik. Gece “yurt nöbeti” tutmuş olanlar yarım kalmış uykularını almaya odaya çıktılar. Biz girişte “Birinci” sigaralarımızı yakıp demli çaylarla sohbete koyulduk. O günlerde ölüm zaten hep etrafta, yanıbaşımızdaydı. “Mavra” dediğimiz esprili muhabbetlerimizin baş konularından birisiydi “taranmak, bombalanmak, pusu, dayak”… Bir kulağımız okulda, gözümüz Edebiyatlıların çıkışı için sözleştiğimiz saatte, aklımız arkadaşlarımızda.
Denizli yurdu iki kör sokağın kesiştiği köşedeydi. Çemberlitaş tarafındaki Balıkesir Yurdu, yokuşun altındaki Kadırga Yurdu ile oluşturduğu üçgen alan ise bizim için güvenli bölgeydi. Bir tur attıktan sonra, Denizli Yurdunun önünde yeniden meydana çıkış için beklerken duydum o müthiş patlamayı.
Aradaki yüzlerce metre mesafeye rağmen yurt binasının sallandığını anımsıyorum. Bir an bize saldırı duygusuyla sağa sola siper aldık. “Beyazıt Meydanında faşistler bir yeri bombaladı!” diye haykırdı biri. Yurttan dışarı döküldü dinlenen ve yatanlar. Bir sürü kuşun çığlıkla Beyazıt meydanından havalandığını, üstümüzden Kumkapı’ya doğru uçtuğunu ve bir de meydan tarafından, binaların üstünden bir toz bulutunun yükseldiğini gördüğümü hatırlıyorum.
Ben bu sesin ve yarattığı sarsıntının benzerlerini 1 Mayıs 1977’de Taksim’de duymuştum. Mahşeri kalabalığa ateş açıldığında, kurşun değmeden ve ezilmeden, şimdiki Taksim Gezi tarafındaki merdivenlerin olduğu yere kurulmuş miting kürsüsüne doğru geldiğimde meydana çıkan sokaklarda arka arkaya patlayan bombaların sesi de buydu.
Bu sesin az önce gencecik kardeşlerimizi alıp götürdüğünü, nicesinin bedenlerini parçaladığını, onlarcasının vücuduna metal parçaları dolduğunu, bütün bunların ülkeyi 12 Eylül karanlığına doğru götüren kanlı tezgahın yeni bir sayfası olduğunu, o günden sonra daha çok öleceğimizi, ölmeyenlerimizin işkencelerden geçeceğini, zindanlara tıkılacağımızı o anda bilmiyorduk. O gün birlikte olduklarımın isimleri değil ama bembeyaz olmuş yüzleri geliyor aklıma. Çoğu da yok şimdi zaten bu dünyada.
Önce, patlamanın ardından gelecek faşist veya polis baskınına karşı yurdun güvenlik tedbirini hemen alıp, yukarda ne olduğunu anlamak için meydana çıkan yokuşa doğru koşarken, Beyazıt Meydanından yokuş aşağı koşarak inen önce bir grup genç sivil ve arkalarından koşan resmi kıyafetli polislerle karşılaştık. “Bunlar faşistler” diye bağırdığını hatırlıyorum birinin.
Polislerin, görünce kovalamayı bırakıp, belki onlar da kaçıyordu, hemen bize doğru yönelmeleri üzerine, tekrar yurdun sokağına çekildik. Devrimcilere bir saldırı olduğunu anlamıştık. “Kahrolsun faşistler” diye slogan atmaya başladık. “Beyazıt faşistlere mezar olacak!”…
Ne zaman Beyazıt meydanına çıksam…
Bir süre sonra kanlı meydana çıktık. Bizi patlama yerine yaklaştırmadılar. Üniversite kapısı önündeki alan hala kan ve barut kokuyordu sanki. Herkes başka bir tarafa koşuşturuyordu. Aksaray – Beyazıt tarafındaki arkadaşlar arka yoldan olay yerine gitti. Birkaçımız haberleşmek için yurda döndük.
O günden beri ne zaman Beyazıt meydanına çıksam alırım ben o kokuyu. Mecbur kalmadıkça oradan geçmem. Ya da hızla geçerim meydanı.
Katliamı öğrendik. Hukuk öğrencileri toplu okul çıkışında Eczacılık önünde pusuya düşürülüp hem bombalanmış hem taranmıştı. Hatice, Baki, Hamit, Ahmet Turan, Abdullah ve Murat ölmüştü, ağır yaralı Cemil ise hastanede can verdi. 50’ye yakın kişi yaralanmıştı. Hepsini tanıyorduk. Saldırıya uğrayan grup 100 kişiden fazlaydı, çoğu şok geçiriyorlardı. İsimlere ulaşmaya çalıştık. “Kim hangi hastanede? Kan lazım mı?”
İlk bilgiler olayın ağırlığını tam olarak vermiyordu. Defalarca yaptığımız üzere, gazete bürolarına, hastanelere görevliler yolladık. Tüm yurtlarda ve toplandığımız kahvelerde, derneklerde tedbiri artırdık. Katliama tepki olarak Merkez Bina işgal edilecek, gece okulda kalınacaktı. En yakın noktada hazır grup olarak, birkaç Dev-Genç yöneticisi ve Merkez Binayı iyi bilen arkadaşla birlikte zorunlu malzemeyi de yanımıza alıp akşamüzeri Merkez binaya girdik.
Ön ve arka demir kapılarda kontrolü alıp kapıları kapattık. Polisleri ve görevlileri çıkardık. Polis ve asker meydanda tertibat aldı. Yarım saat geçmeden akın akın İstanbul’un dört bir yanından liseli, üniversiteli devrimci öğrenciler gelmeye başladı. Yıldızlar altında tamamen doluydu bahçe. Komiteler kuruldu. İstanbul’daki tüm okullarda “boykot” kararı alındı. Saldırıda öldüğü kesinleşen arkadaşlarımızın isimleri geldikçe adıyla başlayan sloganlar çınlatıyordu bütün sınıfları ve koridorları: “Devrimciler ölmez!”, “Faşist katillerden hesap soracağız!”
O gece forumlar, marşlar ve sloganlarla sabahladık. Ertesi günü yapılacak cenaze töreninin hazırlıkları tamamlandı. Gece yarısına kadar ve gün doğumundan itibaren de gelen gruplar oldu. 17 Mart 1978 Cuma günü öğlene doğru İstanbul Üniversitesinin tarihi kapısından o gece hazırladığımız ve saldırıda ölen arkadaşlarımızın isimleri ve resimlerini taşıyan pankartlarla yaklaşık 40 bin kişilik bir kortejle yürüdük Morga ve oradan Sirkeci’ye doğru. Güneşli bir gündü. Bütün yollar kesilmiş, trafik durmuş, şehir çok sessizdi. Çınlıyordu sesimiz: “Faşizm döktüğü kanda boğulacak!”
Bu katliam da nicesi gibi karanlık kaldı. Yapanlar ve yaptıranlar devletin uzantısıydı, bulunamadılar ve cezalandırılmadılar. Sonradan yeniden görülen 16 Mart davası duruşmalarına ben de katıldım fırsat buldukça. Katliamda sağ kalan arkadaşlarımız avukat olarak takip ediyordu davayı. Birinde dönemin içişleri bakanını dinledim. “Kurcalamayın fazla, bunu çözemezsiniz” diyordu avukatlara. Her şey devletin kara kaplı defterinde yazılıydı. Eski bakan “o defter kapandı” diyordu.
Nitekim hala kapalıdır, 16 Mart Katliamı’nın kapkara defteri. O günden sonra her şey daha ağır ve hızlı yaşanmaya başladı. Yüzlerce arkadaşımız daha katledildi. 16 Mart bir dönüm noktası oldu 12 Eylül faşizmine gidilen yolda. Ama ne Hukuk, ne Edebiyat, ne İstanbul, ne de biz faşizmin karanlığına teslim olmadık. Ne o gün ne bugün…
Söylenecek çok şey var ama o gün Beyazıt Meydanı’nda katledilen gözleri ışıklı çocukların isimlerini tekrar anmak ve bitirmek istiyorum bu yazıyı. Çünkü ellerim ve yüreğim yine buz gibi oldu bunları anımsar ve yazarken…
16 Mart 1978’de öldürülen devrimciler…
– Abdullah Şimşek
– A. Turan Ören
– Baki Ekiz
– Hatice Özen
– Cemil Sönmez
– Hamit Akıl
– Murat Kurt
Onlar faşizmin karanlığına, ırkçılığa, milliyetçiliğe teslim olmayı reddetmiş üniversite öğrencileriydi. Onca tehdit ve yıldırmaya, bombalara ve kurşunlara karşın her gün faşist işgal altındaki okullarına omuz omuza ve “Biz sizden değiliz, sizin gibi olmayacağız!” diyerek giden çocuklardı. Yüzleri aydınlığa, umuda, eşit, özgür bir geleceğe dönüktü. Bu yüzden öldürüldüler.
Keşke şimdi burada olsaydılar!
* Bu yazı Bianet web sitesinde yayınlanmıştır.