22 Aralık 2018 – Redux 1930’lar 1930’lar yeniden mi? III – Nilüfer Uğur-Dalay

0
Want create site? Find Free WordPress Themes and plugins.

Konjonktürel dalgalanmalar karşısında Türkiye’nin durumu

Siyasal İslam’ın egemen sınıfı, 2002 yılında hükümet olduktan sonra bir pasif devrim süreci içinde devleti, toplumu dönüştürerek siyasi iktidara yükseldi. Bu sınıfın ekonomik çıkarları ve kültürel projeleri, dış kaynak girişine bağımlı Türkiye kapitalizmi üzerinde yıkıcı etkilere yol açtı, ülkeyi kriz ortamına sokan bir ‘kurumsal bozulma’ süreci ortaya çıktı.

Finans ve borçlanma kaynaklı benzer krizlerin Arjantin, Brezilya, Güney Afrika’dan Endonezya’ya kadar birçok ülkede ortaya çıkması, yerel nedenlerin ötesinde kapitalist sistem çapında dinamiklerin etkili olduğunu gösteriyor.

‘Yükselen piyasalar’ olarak adlandırılan ülkelerdeki ekonomik zorluklar, bu ülkelerin kapitalist sistemle olan ilişkilerinin ürünüdür. Sistemin merkezinin krizi yönetmeye çalışırken ürettiği politikaların, merkezdeki egemen sermayeyle çevredeki bağımlı sermayenin krize uyum sağlama çabasına yönelik olması bir zorunluluk olur. Çünkü çevre ekonomileri, merkezin ekonomik gereksinimlerine göre şekillendirilmiş bağımlı ekonomilerdir. Çünkü çevre ekonomileri, merkezdeki egemen sermayenin, sermaye, üretken kapasite ihracı, finansal spekülasyon, kaynak tedariki gereksinimlerini karşılayacak biçimde serbest dolaşıma açık tutulmaktadır.

Dış konjonktür bunu gerektirirken iç konjonktürde iktidardaki siyasal İslam’ın devleti yöneten sınıfının çıkarlarıyla Türkiye kapitalizminin çıkarları çatışmaktadır. Çünkü Türkiye’de uygulanmaya başlayan model, neo-liberal serbestlikler ve özel mülkiyet güvencesi gibi koşulları ihlal etmekte, toplumsal artık değerin gittikçe artan parçasını, üyeleri arasında bölüştürmek/ dağıtmak/  transfer etmek üzere el koymaktadır. Kriz eğilimlerini yönetmek yerine, kaynakları transfer ederek ağırlaştıran bir yönetim anlayışı benimsenmektedir.

Türkiye kapitalizminin özellikleri de konjonktürel dalgalanmalardan etkilenmede ve yönetmede belirleyici olmaktadır.

Türkiye kapitalizmi uluslararası sermayenin mal ve finans devrelerinin değerlendirme alanı olarak şekillenmiştir. Sermaye birikimi sürecinin devam etmesi için, üretim ve tüketimin sürmesi, bunun için de dış kaynak girişine devam edilmesi gerekmektedir. Bu şekillenme belli bir tüketim kültürü, eğitim biçimi, düzeyi, alışkanlıkları ve arzularıyla, kendine uygun normlarda insan tipi gerektirir. Kültür endüstrisi bu tür insanı üretecek, medya da (egemen kapitalist sınıfın öncelikleri temelinde) siyaseti denetleyebilecek oranda ‘serbest’ olacaktır/olmalıdır.

Türkiye uluslararası sermayenin kullanımına açık kapitalist sisteme bağımlı bir ülkedir.  İktidardaki sınıfın görevi, bu ‘bağımlılığı ve düzeni korumak, yeniden üretmektir’. Başarılamazsa ülke ciddi bir toplumsal (ekonomik, hukuki, siyasi, kültürel) krize, dağılma sürecine girer. Üretim ve tüketim normlarına uygun insan yetiştirilmemekte, yetiştirecek kurumlar bozulmaktadır. Eğitimsiz, işsiz, patlamaya hazır vasıfsız genç bir nüfus birikmektedir. Bir duyarlılıklar sistemi yıkılırken (laik, rasyonalist, hedonist, cinsel…), yerine yeni bir sistem kurulamamaktadır. Yetişmiş gençler ve kapitalist sınıfın üyeleri ülkeden çıkmaktadır.

Bağımlı devlet dinamiğinin, kendi sınıfsal çıkarlarını koruyabilmek için içeride, giderek rıza alma kapasitesi zayıflarken (kendi insanını üretememe, kaynak ‘pastanın günden güne küçülmesi’, iç çelişkilerin derinleşmesi), simgesel ve fiziki şiddete daha çok başvurmak zorunda kalan totaliter bir devlet biçiminde şekillenmektedir. Dışarıda diplomatik başarısızlıklar, Türkiye kapitalizminin uluslararası ilişkilerini bozmakta, kaynak akışını etkilemektedir.

Kırılgan ekonomi göstergeleriyle Türkiye kritik eşiği geçmiş durumdadır. Dış borçların milli gelire oranı, cari işlemler açığı büyümüştür. Finansman kalitesi kısa vadeye sıkışmış sağlıksız bir görünümdedir. Tasarruflar yetersiz dolayısıyla yatırım cılız kalmakta, dengesizlik ortaya çıkmaktadır. Merkez Bankası döviz rezervlerinin kısa vadeli dış borçları karşılama oranı düşmekte dolayısıyla karşılama olanakları azalmaktadır.  Özel kesiminin dış borçları ve açık pozisyonları artmaktadır.

Medyada ortaya atılan ‘Türkiye ve Arjantin krizleri yerel, bulaşmaz,’ demek doğru bir yaklaşım değildir.  Bu krize yol açan sistem ve araçlarla, krizi aşmak da mümkün gözükmemektedir. ‘Bu enkaz, hangi programla ve kaynaklarla nasıl kaldırılacak?’ sorusunu sormak ve yanıtlarını aramak gerekir. Çünkü iktisadi kriz yalnızca ‘iktisadi’ göstergelerin  bozulmasıyla sınırlı kalmamış, hukuk ve yönetim krizleriyle perçinlenmiş durumdadır.

Neo-liberal küreselleşmenin Türkiye benzeri gelişmekte olan piyasa ekonomilerinde yaratmakta olduğu tahribatı ört bas etmek ve gelişen toplumsal muhalefetin sisteme yönelik başkaldırıya dönüşmesini engelleyebilmek için başvurulan siyasi söylem, neo-liberal milliyetçiliktir.

Ekonomi-siyaset ilişkisine baktığımızda, krizin siyasi tercihlerin sonucu olduğu görülmektedir. Ekonomik konjonktür siyasi sertleşme ve hukuksuzlukları getirmektedir. İdam ve af gibi tartışmalar üzerinden süren içerideki sertleşme, dışarıda da bir gerilim haline dönüşmeye adaydır.

Bu ekonomi politikasını mümkün kılan küresel ekonomik konjonktürdür. Türkiye ekonomisi 2008 krizine kadar küresel kredi genişlemesinden yararlanmış,  2009 sonrasında merkez kapitalist ülkelerde krizden çıkış için uygulanan politikalar, Türkiye Ekonomisi’nin yapısal sorunlarının ortaya çıkmasının bir süre ertelenmesine yol açmıştır.  Ancak 2012 sonrasında küresel kredi olanaklarının sıkılaşması, özellikle son yıllarda da net çıkışların yaşandığı ayların çoğalması, sorunların açığa çıkmasına neden olmaktadır. Önümüzdeki dönemde ise küresel konjonktür, Türkiye ekonomisinin mevcut yapısını sürdürerek yüksek tempolu bir büyüme eğilimini yakalamasını giderek zorlaştıracak bir yolda şekilleniyor.

Türkiye kontrol altına alamadığı krizin arkasından koşuyor

Türkiye’de ekonomi yönetimi krizin nedenlerini doğru tahlil edemediği için krizden çıkış için de doğru önlemleri zamanında alamamaktadır. Oysa krizlerin kontrol altına alınmasında zamanlama ve popülist olmayan cesur önlemler almak çok önemlidir.  Krizde kurtarma planının içeriği çözüm üretici değil, sorunu öteleme, geleceğe itme niteliğindedir. Görünen o ki önümüzdeki dönem Türkiye için krizin yol açtığı kayıpları paylaştırma, zararı bölüştürme ve korunacak sınıf ve sektörleri seçme dönemi olacaktır.

Alınan bir dizi hukuki karar, varlık/ sermaye sıkıntısı çeken Türkiye Ekonomisi’ne yeni kaynaklar bulma kaygılarını yansıtıyor.

Örneğin:

1.Döviz ile borçlanma önce kolaylaştırılıp ardından kısıtlanıyor.  1989 yılında yürürlüğe giren Türk Parası Kıymetini Koruma Hakkında 32 sayılı kararnameye ilişkin 2008-32/34 numaralı tebliğ ile sağlanan kolaylık, on yıl sonra, 25 Ocak 2018  tarih  ve 2018-32/46 tebliğle kısıtlamaya dönüşüyor.

  1. 4 Temmuz 2018 tarihli ve 30468 sayılı Resmi Gazete’de ‘Varlık Barışı’na ilişkin 3 Seri No.lu “Vergi ve Diğer Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin 7143 Sayılı Kanun Genel Tebliği” ile kaynağı ve nasıl kazanıldığı belli olmayan ya da vergi düzenlemelerinden yer almamış (kayıtdışı) paranın Türkiye’ye geri dönmesine yönelik bir çağrı yapılıyor.
  2. Resmi Gazete’de 15 Eylül 2018 tarihinde yayımlanan 6102 Sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 376’ncı Maddesinin Uygulanmasına İlişkin Usul Ve Esaslar Hakkında Tebliğ’i ile eski kur bedelleri üzerinden borçlanıp bilanço hesaplarında borcu sermayesinin çok üstünde görünen firmalar, teknik anlamda iflas etmiş olsalar bile iflas etmiş sayılmayacaklar, sermaye kaybı veya borca batık olma durumuna ilişkin yapılan hesaplamalarda, henüz ödenmemiş yabancı para cinsi yükümlülüklerden doğan kur farkı zararları dikkate alınmayacaktır. Bir diğer deyişle firmaların borçları yeniden yapılandırılacak ve firmalar teknik anlamda 2023’e kadar iflas ettirilmeyecek. Böylece takipteki alacaklar yeniden vadelendirilecek, durgunluğa karşı borçla genişleme eğilimi teşvik edilecektir.
  3. 2016 Yılından bu yana yapılan ‘yastık altındaki dövizleri bozdurun’ çağrılarına karşın, 14 Aralık 2018 tarihinde Hazine ve Maliye Bakanlığı, bireysel 17-21 Aralık tarihlerinde talep toplama yöntemiyle euro ve dolar cinsinden devlet tahvili ihraç edecektir. Asgari 10.000 avro ya da dolar ve de katları şeklinde satılacak tahviller, bir yıl vadeli olacak ve bankaların verdiği faiz oranından daha fazla faiz ödenerek stopaj vergisi avantajı sunulacaktır. Hazine, 2017-2018 yılları arasında bankalardan çekilen ve şu anda hiçbir kayıt altında bulunmayan kayıp 7,5 milyar $ ve 35 milyar TL’nin peşine düşmüş görünmektedir. Bu paraların el koyulabilir, sabit kurdan TL’ye döndürme zorunluluğu gibi kaygılarla, ekonomi yönetimine olan güvensizlik nedeniyle kayıt dışı olduğunu anlamak güç değildir. Diğer yandan Hazine, 2016 yılından bu yana önüne geçmeye çalıştığı dolarizasyon durumuna şimdi kendisinin yol açmakta olduğunu görmemek kadar panik halindedir.

Ekonomi Yönetimi 2016 yılından bu yana girdiği döviz sınavından başarısızlıkla çıkmıştır

30 07.2018 Tarihinde Ankara Sanayi Odası Başkanı Nurettin Özdebir Türkiye Ekonomisi’nin içinde bulunduğu durumu böyle özetliyor:  “Türkiye ekonomisi öyle bir hale geldi ki işletmelerimizden çoğu Türk Ticaret Kanunu’na göre batık durumda. Varlıklarından daha çok borçları var. Hayatta kalabilmeleri için iş yapabilmeleri, bunun için de piyasanın hareketlenmesi lazım.”

Ekonomi yönetimi, krizin peşinden koşarak, siyaseten kendisi açısından en az maliyetli olan seçenekleri uygulamaya çalışsa da, şimdilik görünen yapısal krizin ekonomi yönetimini önüne katıp sürüklediği. Türkiye Ekonomisi bir döviz – faiz kıskacında çırpınmaktadır.

TCMB’nin yasal olarak görevi fiyat istikrarını sağlamak yani enflasyonu kontrol altında tutmak ve bunun için diğer araçlarının yanı sıra, politika faizi aracını da bu amaca ulaşmak için kullanmak zorundadır. Ancak ne yazık ki enflasyonu kontrol etmek için faiz aracının kullanılması, uluslararası fon girişi ile sonuçlanmaktadır. Türkiye’de döviz bollaştıkça fiyatı düşmekte ve ulusal paranın değerlenmektedir. Bu değerlenme sürecinin iki temel sonucu ortaya çıkar: ithalatın kolaylaşması ve döviz biçiminde gerçekleşen borçların artması.

İthalatı kolaylaştıran ekonomi politikası, bir yandan ekonomik büyümenin sağlanmasına diğer yandan da cari açığın artmasına neden olur. Türkiye’deki üretim yapısı ithalata bağımlıdır. Türkiye’de üretim; başta enerji ve ara girdi maddeleri olmak üzere yaklaşık %80 oranında dışa bağımlıdır. Gerek iç tüketim gerekse ihracat için yapılan üretim için ithal malların kullanılması bir zorunluluk halidir. Bu politikanın ikinci sonucu firmaların döviz biçiminde borçlarının artmasıdır. Enflasyonu kontrol altına almada kullanılan faiz politikasının ulusal paranın değerlenmesi ile sonuçlanması, firmalar için döviz biçiminde borçlanmayı cazip hale getiren bir işlev görür. Gerek bankalar aracılığıyla, gerekse doğrudan yurt dışından borçlanan firmalar, izlenilen para politikası sonucunda daha ucuza finansman sağlama olanağına kavuşuyor.

Bu kıskaç altında Türkiye Ekonomisi’nin önündeki tercihler şöyle özetlenebilir:

  1. Faiz yükselir, TL değer kazanır, durgunluk artar, işsizlik artar.
  2. Döviz yükselir, TL değer kaybeder, döviz borçları artar, enflasyon artar.

30 Kasım 2018 tarihinde TCMB’nin açıkladığı Finansal İstikrar Raporu’nda  büyük ölçekli kamu yatırımlarıyla ilgili (Türkiye’yi uçuracak, şaha kaldıracak çılgın mega projeler) şöyle denmektedir: ‘Uzun vadeli ve büyük miktarlı finansman gerektiren Kamu-Özel İşbirliği yatırımlarının neredeyse tamamının YP cinsi kaynakla finanse ediliyor olması açık pozisyondaki artış eğilimine önemli katkı yapmıştır.’

Demek istenen şu: artan büyük yatırımlar ve bunlarla ilgili anlaşmaların döviz üzerinden yürütülmesi, firma borçlarının artmasına neden olmuştur.  Ancak hükümetin dolardaki artıştan çok rahatsız olmaması, kur riskinin büyük oranda Kamu-Özel İşbirliği projelerinden kaynaklanmasına ve bu yatırımların kamu garantisi kapsamında olmasından kaynaklanıyor. Bunun anlamı da şu: firmalar kur riski nedeniyle zorlandığında, bunu kamu yani hepimiz üstlenmiş olacağız.

TCMB’nin Finansal İstikrar Raporu’ndan devamla: ‘Genel olarak enerji, ulaştırma, sağlık ve inşaat sektörleri yatırımlarının dövize endeksli fiyatlar üzerinden kamu hizmet alım garantisi olan yenilenebilir enerji santralleri ve dağıtımı, havalimanları, köprü, otoyol ve şehir hastaneleri gibi projelerde yoğunlaşması yüklenici firmaları uzun vadede kredi ve kur risklerine karşı korumaktadır.’ Elbette hukuki bir çerçeveyle güvence altındalar.

O halde sorulması gereken soru şu: Bu krizin maliyetini kim üstlenecek?

Borçlanmayla büyüyen sanayi şirketleri mi?

Kur riskini üstlenecek olan bankacılık sektörü mü?

Faiz-Döviz Kuru kıskacındaki firmaları, kuru sabitleyerek koruma sonucunda riskin aktarılacağı halk kesimi mi?

Krizin maliyetini kim ve nasıl bölüşecek? Yeni birikim modelinin öncüsü kim olacak?

Kilitlenen sistemin önünde birkaç seçenek var:

Popülist içerik korunarak;

  • Ekonominin planlı yürütülmesine çaba harcanır.
  • Yeni bir sanayi stratejisi geliştirilir.

Popülist içeriğin zayıf olduğu neo-liberal modele geçilir;

  • Devlet destekli/öncülüklü utangaç kalkınma modeli seçilir.
  • IMF politikalarına uyulur.
  • Stagflasyonist (ekonominin daralmasının ve enflasyon artışının eşanlı yaşanması) sıkışmadan çıkma önerilerine itibar edilir.

European Economic Review’in 2016 tarihli 8.numaralı sayısında yayınlanan bir çalışma gösteriyor ki:

Kapitalizmin tarihinde finansal krizler ile kitlelerin tepkilerinin, buna bağlı olarak ‘popülist’ partilerin yükselmesi arasında güçlü bir korelasyon var.

1870 – 2014 arsındaki dönemde 20 gelişmiş ülkede yaşanan 100’den fazla finansal krize bakıldığında;

  1. Finansal krizlerin; sanayi krizlerinden ve ekonomik daralmalardan çok daha güçlü siyasi sonuçlar yarattığı saptanmış.
  2. Merkez partiler zayıflarken, siyasette parçalanmışlık artmış.
  3. İşsizlik yoksulluk hızla artarken, finansal kriz beraberinde banka kurtarmalarını da getirdiğinden, ‘yönetici sınıfın’ öncelikleri teşhir olmuş.
  4. Kitleler yalnızca ekonomiyi yönetenleri beceriksizlikle suçlamakla kalmamış, egemen ekonomik modeli de sorgulamaya başlamışlardır.

Bugüne baktığımızda;

  1. Yaşamakta olduğumuz finansal krizin, ABD ve Avrupa merkezli olmakla birlikte hızla küreselleşmesi, bu dinamikleri güçlendirdiğini gösteriyor.
  2. İletişim teknolojilerindeki gelişmeler;
  • Banka kurtarmalarının boyutlarının, bankaları batıran yöneticilerin, kendilerine verdikleri milyonlarca dolarlık ikramiyelerin bilgisininin halk arasında hızla yayılmasına olanak sağlıyor.
  • Siyasi ve ekonomik liderliklerin güvenilirliğini ayaklar altına alıyor.
  1. Bu gelişmelerin üzerine bir de sığınmacılar krizi eklenince, ABD ve Avrupa’da, liberal demokrasiyi, neo-liberal küreselleşmeyi savunan merkez partilerin gerilemesi, küreselleşmeye, liberal demokrasiye karşı bir taraftan yabancı düşmanı ırkçı faşist akımların, diğer taraftan, İspanya’da Podemos hareketi, Fransa’da Melanchon, İngiltere’de Corbyn, ABD’de Sanders gibi sol politikacıların yükselmesini hızlanıyor.
  2. Sığınmacılar kriziyle, 2008 finansal krizinin Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerindeki, yıkıcı ekonomik, siyasi, kültürel etkileri arasında güçlü bir nedensellik ilişkisi görülüyor.

Görünen o ki; ABD ve Avrupa’da yerleşik neo-liberal mutabakat bozuluyor. Merkez partileri zayıflarken siyasi iklim hızla değişmeye başlıyor. Küresel düzeyde, yükselen sağ popülist güçler, neo-liberal/liberal demokratik mutabakatın dışına çıkıyor, ABD eliyle kurulmuş küresel yönetişim modelini sorguluyor. Bu zeminde gündeme gelen ticaret savaşları, yeni bir finansal krizin bir öncekinden çok farklı, daha sert ve siyasi çatışmalar da içerecek bir ortamda yaşanacağını düşündürüyor.

Faşizm, toplumun, mevcut rejime yabancılaşıp yeni bir tercih yapma noktasına geldiği anlarda, onları demokratik ikna yöntemleriyle yönlendiremeyen burjuvazinin, kitlelerin iradesini kırmak için militer (ordu, polis, istihbarat, kanunlar, ekonomi, milis kuvvetler vb.) araçları devreye soktuğu bir baskı rejimidir, bunu unutmamak gerekir.

Krizden çıkış yollarını, yerine koyulacak yeni bir sermaye birikim modeli bulamadığı için göremeyen mevcut sistem, krizlerin maliyetini yükleyecek, bedel ödeyecek kesim bulamadığından tıkanmış durumda. İşte bu tercih noktasında beden ödetilecek olup da ödemek istemeyenlerin, beden ödeteceklere karşı birleşmesi önem kazanıyor.

Extremis malis extrema remedia  Büyük dertler, köklü çözümler gerektirir.

Did you find apk for android? You can find new Free Android Games and apps.
Share.

Comments are closed.