Şenol Karakaş
Sanki 2013 Aralık ayı günlerinin yeniden çevrimini yaşıyoruz. Bu kez çekilen film ilkinden çok daha büyük bir prodüksiyon. Olay dünya sahnesinde cereyan ediyor. Reza Sarraf’ın meşhur davada dile getirdiği itirafların da bir sekansını oluşturduğu bir film. 17-25 Aralık’ta kamuoyuna ‘turpun büyüğü’ geldi geliyor beklentisi hakimdi. Onulmaz, açığa çıktığında artık Erdoğan’ın koltuğunda oturması imkansız hale gelecek bir turp. Tam hatırlamıyorum ama 2014 yılının Mart ayına bir gün vermişler ve ‘olay’ açıklamanın o gün yayınlanacağını iddia etmişlerdi.
Bugün de böyle, hep turpun en büyüğünün nihayet ortaya çıkacağı ve Erdoğan’ın koltuğunda oturamayacağı kadar büyük bir skandalın dünyanın gözü önünde yaşanacağı ima ediliyor.
Karmakarışık bir muhalefet
ABD’de süren mahkemede ‘bir numara’dan söz ediliyor. Savcı, elinde ‘etki alanı çok büyük bir ses kaydınının’ olduğunu ama ses kaydı doğrulanmadan bunu mahkemede kullanamayacağını söylüyor. Turpun büyüğü meselesi yine devreye giriyor. Pek de AKP’li olduğu söylenemeyecek olan Cüneyt Özdemir, Reza Sarraf’ın dinlendiği duruşmalarda, altı doldurulmadan Erdoğan’ın adının geçtiğini ve sürekli bir imada bulunulduğunu söylüyor. Hukukçular, bunun jürili davalarda jürinin kulağına kar suyu kaçırmak için izlenen bir yöntem olduğunu söylüyor. ‘Dönemin başbakanı’ böylece jürinin hafızasında yer ediniyor. Sadece jürinin değil, uluslararası basın da hafızasına kaydediyor bu hamleleri. Örneğin Financial Times’ta yayınlanan bir makale, “Yaptırımları ihlal davası Erdoğan hakkında soru işaretleri yarattı”[1] diyor.
Türkiye’de tüm sosyal ve poitik kesimlerin gözü bu davaya kilitlenirken, muhalefetin bütün tonları birbirine karışıyor. Bu tonların birbirine karışmasına izin vermemek zorundayız. ABD’deki bir mahkemenin yıpratması ya da itibarını zedelemesiyle Erdoğan’ı yenmeyi düşünmek, yerel ölçekte denenmiş ve başarısız olmuş bir yöntemdir, bunun küresel ölçekte bir kez de ABD mahkemelerinde süren mahkemeye yaslanarak denenmesi, başarısızlığı baştan kabul edilmiş bir yöntemi onaylamaktır.
Bu tartışmanın, tarafların birbirlerini ABD yancısı-AKP yancısı şeklinde yaftalamadan sürmesi imkansızdı. Doğrusu hem AKP yancısı olanlar var tartışmanın tarafları arasında hem de ABD yancısı olanlar. Başarılması gereken tartışırken, dert anlatanların “Biz hep beraber AKP karşıtları olarak kendi aramızda konuşuyoruz” ruh halinden uzak durmaktır.
ABD mi Türkiye mi? Hangisi daha demokratik?
Öncelikle, ABD’de siyasal demokrasinin sınırlarının Türkiye’yle kıyaslanamayacak ölçüde geniş olduğunun altını çizmek lazım. ABD, Türkiye’ye göre demokratik bir cumhuriyettir. Ama tüm bu demokratik cumhuriyet, madalyanonun sadece bir yüzüdür. Seçim sistemi, kadın hakları, LGBTİ hakları, polis şeflerine kadar demokratik denetim hakkı, basın özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, yargının bağımsızlığı bir yanda dururken, öbür yanda tüm dünyaya kan kusturan, kendi içinde siyahlara ızdırap çektiren, hapishaneleri yüzbinlerce tutukluya dolu olan, polislerin siyahları rahatça katledebildiği, ırkçı ve neo nazi örgütlerin cirit attığı ve maço bir trilyonerin devlet başkanı olduğu, her türlü ‘doğal afet’te kendi halkına karşı harekete geçmeyi unutmayan derin bir devlet örgütlenmesine de sahip olan dünyanın en büyük askeri gücünden söz ediyoruz. 20. yüzyılın askeri darbeler tarihini, kontrgerilla faaliyetlerini ve savaşlarını o olmadan anlamanın mümkün olmadığı bir baskı ve şiddet gücü. Demokratik gelenekleriyle küresel anti demokratik bir şiddet aygıtı olarak gelenekleri aynı anda kavranmadan ABD’nin mevcut tartışmadaki durumu kavranamaz. (Reza Sarraf’ın mahkemeye çıkmasıyla anti ABD bir politik çizginin varlığını ilk kez keşfedenlere de emperyalizm karşıtlığının sandıkları gibi bir şey olmadığını anlatıp, günaydın demekten başkası gelmez elimizden. Bu konuya son yazıda değinmeye çalışacağım.)
Ambargoya da, rüşvet çarkına da hayır!
Reza Sarraf’ın ifadeleri, bir ambargo tartışmasıyla beraber yürüyor. ABD, bir mahallenin mafya babası gibi, ABD egemen sınıfının çıkarlarına aykırı gördüğü her ülkeye, bir kulpunu bulup ambargo uygulayabiliyor. Gıda, ilaç, petrol ambargosu, ticari ambargo ABD açısından büyük mafya babasının haraç kesme-cezalandırma aracı olarak görülüyor. Bazen başka büyük mafyalara ya da ara sokakların küçük mafyalarına karşı tüm mahalleyi ve sokağı cezalandırarak bazen de yıllarca Irak’ta yaptığı gibi ya da uzun bir süredir İsrail’in Gazze’de uyguladığı gibi ambargoyu ABD politikalarına ikna edici bir yıpratma silahı olarak kullanıyor.
Bu yüzden sorun ABD ambargosunu tartışmaya indirgendiğinde, bu ambargoyu delmenin gayet meşru olduğunu söylemekten kaçınananlar yanlış yapıyor. ABD ambargosunu delmek meşrudur. Bu ambargo delme girişimini İran, Türkiye, Afganistan, Yunanistan hangi ülke yaparsa yapsın meşrudur.
Bu yüzden mesele ambargonun delinmesinden yana mısın değil misin meselesi değildir. Mesele, ABD ambargosunun etrafından dolanırken yoksulların lehine mi adım attınız yoksa birileri cebini mi doldurdu? Sorun bu kadar basit!
Çok açık ki ambargonun etrafından dolanan İran ve Türkiye yetkilileri, bakanları, bankaları ve Reza Sarraf gibi üç kağıtçılar, ambargo nedeniyle acı çeken, yoksulluğu daha da derinleşen İranlılarla dayanışmadılar, bu delme sürecinde oluşan mali havuzdan kendi şahsi çıkarları için faydalandılar.
Bu yüzden bu tartışmada söylenecek ilk söz, “Ambargoya da, rüşvet çarkına da hayır” olmalıdır.
Bu dava “Milli bir dava mı?” sorusunu bir sonraki yazıda tartışacağım.
Bu yazı Marksist org web sitesinde yayınlanmıştır.