Galip Dalay
Ortadoğu’da lokal krizlerden bahsetmenin mümkün olmadığı bir dönemden geçiyoruz. Neredeyse her kriz bölgesel ve her kriz çok aktörlü ve boyutlu. Bunu dikkate almadan yapılan her analiz bölgesel gerçekliği ve eldeki meseleyi ıskalama riskiyle karşı karşıya kalır. Son Katar krizi tam da böylesi bir resme oturuyor: kriz bölgesel. Katar’ı izole etmek isteyen aktörlerden hiçbiri başlangıcı ve sonu Katar olan bir vizyonla hareket etmiyorlar. Katar meselesi bölgesel bir vizyon ve pozisyon içerisinde anlam kazanıyor. İçerisinde yer aldığı ittifak sistemi, parçası olduğu network ve kendisine ait otonom bir duruşa sahip olması onu Suud-BAE-Mısır için istenmeyen bir aktör kılıyor.
Yine, Ortadoğu’yla alakalı yapılan analizlerde her ne kadar alışkanlık gereği devlet isimleri sürekli zikredilse de hakikatte belli şahısların hareketlerinin ve tercihlerinin yakından takip edilmesi daha doğru bir resme götürür bizi. Kurumların kırılganlığı, devlet geleneğinin zayıflığı kişisel siyaseti kurumsal siyasetin önüne geçiriyor ve şahıs merkezli analizleri elzem kılıyor. Bu krizde de önce şahıs bazındaki temel aktörlere yoğunlaşmak gerekiyor.
Bu son krizde iki ismin söylem ve eylemlerine yakından bakmamız gerekiyor: Abu Dabi Veliaht Prensi Muhammad bin Zayed ve Suudi Arabistan Veliaht Prens Yardımcısı Muhammed bin Selman. Bu iki aktör, bu son girişimin asıl mimarlığını yapıyorlar. Her iki aktör de Trump ile daha önce Washington’da görüştüler. Trump’ın damadı ve danışmanı Jared Kushner’le yakın ilişkiler geliştirdiler. Bu ilişkilerin son Riyad zirvesinde yüzlerce milyar dolarlık antlaşmalarla perçinlenmesi ve Trump’ın Salı günü attığı tvitlerin de gösterdiği gibi orada onun da bu aktörlere yeşil ışık yakması, bu son girişimin zeminini hazırlamış görünüyor. Riyad zirvesi bu aktörlere bölgeyle alakalı tasavvurlarında daha cüretkar davranmaları için moral ve motivasyon sağladı.
Bu son girişim bir yanıyla bölgesel bir güç ve vizyon projeksiyonuna işaret ederken diğer yanıyla bu aktörlerin Yemen başta olmak üzere iç ve dış politikalarında yaşadıkları başarısızlıklarını yeni bir krizle aşmaya çalışmalarını temsil ediyor. Daha doğru bir ifadeyle, bu aktörler dikkatleri başka bir yöne çekerek başarısızlıklarını görünmez kılmaya çalışıyorlar. Burada Yemen fiyaskosu özellikle önemli. Suudi Arabistan geniş bir ‘Arap ve Körfez koalisyonu’ kurmasına rağmen Yemen’de Husi’lere karşı anlamlı bir başarı sağlayamadı. Başkent Sana hala Husilerin elinde. Onca yıkım, ölüm, Amerikan desteği, geniş bir askeri varlık ve sofistike askeri teknolojiye rağmen Suud-Birleşik Arap Emirlikleri Yemen’de istediği sonucu elde edemedi. Suudi Arabistan’da bu dosya Muhammed bin Salman’ın uhdesinde. Orada elde edilecek bir başarıyı da haliyle kendisine temellük edecekti ve bunu da hem kendisini Suudi Arabistan’da sistem içerisinde daha fazla güçlendirmek hem de bölgesel güç projeksiyonu için kullanmayı tasarlıyordu. Ayrıca buradan elde ettiği güçle, prestij ve meşruiyetle son derece hasta ve yaşlı olan Kral Selman’dan sonra kuzeni Veliaht Prens Muhammed bin Nayif’i elimine ederek tahta geçmeyi planlıyordu.
Kendisi genç, hırslı ve deneyimsiz olduğu için bütün bu süreçte kendisinden daha yaşlı ve daha deneyimli olup bölgesel güç oyunlarını daha iyi okuyan ve oynayan Dahlan gibi birçok kirli ve karanlık adamı kullanmayı bilen, ekonomik gücü siyasal güce dönüştürme konusunda mahir Abu Dabi’nin Veliaht Prensi Muhammed bin Zayed kendisine akıl hocalığı yaptı.
Yemen’deki başarısızlığı başka bir krizle örtme tavsiyesinde de, Muhammed bin Selman’ın hamiliğini yaptığı iddialı ekonomik kalkınma ve modernizasyon projesi olan Suudi Arabistan 2030’un ortaya atılmasında da, radikalizmle/İslamcılıkla savaşılması durumunda Batı’da daha fazla kabul görüp rakip Muhammed bin Nayif’le mücadelede destek alabileceği telkinlerinde de, bu ikisi arasındaki ilişkinin izleri var. Dolayısıyla bu son krizi düşünürken bu krizin ana mimarlarının karakterlerini, ihtiraslarını, ikisi arasındaki ilişkinin yapısını ve farklı yaş gruplarında olmalarının onların projeksiyonlarını nasıl etkileyebileceği hususlarını gözden kaçırmamamız gerekir.
Krizin diğer boyutu da bu iki aktörün bölgesel tasavvuru ve vizyonuyla ilişkili. Peki bu aktörler nasıl bir bölgesel tasavvur veya vizyona sahipler? Bu son girişimin çekirdek kadrosunu bir kenara koyacak olursak, Katar’a karşı yaptırım uygulayan bütün ülkelerin tamamıyla aynı önceliklere sahip oldukları veya ortak bir bölgesel vizyona sahip olduklarını iddia etmek güç. Hatta bu krizin merkezinde yer alan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, Yemen konusunda dahi tamamıyla aynı noktada durmuyorlar. BAE, Yemen’in bölünmesi fikrine ve siyasetine daha yakınken Suudi Arabistan henüz o noktada değil. Yine, Mısır, Suudi Arabistan’ın İran’a yaklaştığı gibi İran’a yaklaşmıyor. Hatta Yemen krizinde dahi Mısır, Suudi Arabistan’ın tam istediği şekilde bir rol üstlenmedi. Dolayısıyla bu son koalisyonun bileşenleri birbirlerinden farklı önceliklere sahip. Zaten Katar da bunlar arasındaki yaklaşım ve öncelik nüanslarını gördüğü için, bu ülkelere karşı bir toptancı bir dil tercih etmeyip aktörleri birbirlerinden ayrıştıran bir dil kullanıyor. Örneğin BAE’ye karşı daha eleştirel ve meydan okuyan bir dil kullanırken Suudi Arabistan’a karşı daha yapıcı bir dil kullanmaya çalışıyor.
Bu farklılıklara rağmen bunlara neden bir kamp muamelesi yapıyoruz? Bu ülkeleri bir kamp olarak görmemizin ana sebebi bunları ortak ötekileri üzerinden okumamızdan kaynaklanıyor. Siyasal İslam ve Arap dünyasındaki değişim dalgası karşıtlığı buradaki bütün aktörlerin ortak bileşenini oluşturuyor. Kadif gibi bölgelerinde yoğun bir Şii nüfusa sahip olan ve İran’la bölgesel bir güç rekabetine girişen Suudi Arabistan ile, Şiilerin çoğunluğu oluşturduğu ve aktif muhalefet yaptıkları Bahreyn için İran, dengelenmesi gereken ortak öteki veya düşmanken, ne BAE ne de Mısır için İran benzeri bir anlam ifade ediyor. Dolayısıyla, kendisine sıklıkla referans verilse de İran buradaki bütün aktörlerin ortak kesenini oluşturmuyor.
Bu da şu demek oluyor: Bu aktörler Arap Baharı’nın sahip olduğu tezlerin anti-tezi konumunda bir bölgesel düzen tasavvur ediyorlar. Yani Türkiye’nin de sahip olduğu tezin anti-tezi. Bu bir bakıma Arap dünyasındaki ayaklanmalarla temellerinden sarsılan bir bölgesel düzeni (ABD’nin güvenlik şemsiyesine dayanan otoriter statüko) yeni koşulların ışığında farklı bir formatta tekrardan diriltilmesi arayışını temsil ediyor. Suudi Arabistan, İsrail, Mısır, BAE ve Ürdün sac ayaklarına dayanan bir düzen arayışı…
Katar burada bu projeksiyonun hilafına bir siyasete ve vizyona sahip olduğu, Körfez’de otonom bir duruş sergilediği için hedef alındı.
Peki bu yeni dönem için ne ifade ediyor? Yaşanan kriz her ne kadar Arap Baharı’ndan kalma yarım bir hesaplaşmanın devamı olan bir girişim de olsa, artık bölgeyi Arap Baharı’nın tartışmaları ve lensleriyle değerlendiremeyiz. Bunun yerine bölgeyi post-Arap Bahar’ının hakikatleriyle okumalıyız. Bu yaşanan bölgesel ölçekte bir girişim. Bölgesel iddia ve projeksiyonlara sahip. Bu nedenle Türkiye, yeni bir bakışla Irak, İran, Katar, Pakistan, Kuveyt, Umman gibi ülkelere yaklaşmak durumundadır. Tabii ki Suudi Arabistan’a da benzer bir mantıkla yaklaşmak durumundadır.
Tekrardan altını çizmek gerekirse, artık Arap Baharı’nın tartışmalarıyla değil, post-Arap Baharı’nın hakikatleriyle hareket etmek zorunda olduğumuz bir dönemden geçiyoruz.
Bu yazı karar web sitesinde yayınlanmıştır.