5 Ocak 2012 – Yürüyüşe Çağrı – İstanbul
5 Ocak’ta, Küresel BAK olarak 7 Ocak’ta Barış inisyatiflerinin yapacağı “Milli Savunma Bakanı, İçişleri Bakanı ve Genelkurmay Başkanı istifa etmelidir!” sloganlı yürüyüşe çağrı yaptık. Barış İnisiyatifleri çatısı altında bir araya gelen kurum ve bireyler, 7 Ocak Cumartesi günü, sorumluların istifa etmesi için saat 15.30′dan itibaren Galatasaray Meydanı’nda oturma eylemi yapıp, Uludere’den dönenlerin tanıklığını dinlemek için buluşacaklar.
7 Ocak 2012 – Yürüyüş – İstanbul
“Uludere Katliamı Sorumluları Yargılansın”
Küresel BAK’ın da üyesi olduğu Barış İnisiyatifleri’nin çağrısıyla İstanbul’da, Taksim, Galatasaray Meydanı’nda bir araya gelen yüzlerce kişi, Uludere Katliamı’nı lanetleyerek Milli Savunma Bakanı, İçişleri Bakanı ve Genelkurmay Başkanı’nın istifasını istedi. Barış İnisiyatifleri üyeleri, “Barış hemen şimdi”, “Katil devlet hesap verecek”, “Kaza değil katliam”, “Ölüm değil çözüm” yazılı dövizler taşıdılar. Islıklı protestolarla başlayan eylemde, “Bu savaşı durdurun”, “Çocuk katili İdris Naim istifa” sloganları atıldı.
Hafta içinde Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De girişiminin çağrısıyla Uludere’ye taziye ziyaretinde bulunan aydın ve aktivistlerden Cengiz Alğan ve Yaman Yıldız birer konuşma yaptılar.
Galatasaray Meydanı’nda oluşturulmaya başlayan insan zinciri, İstiklal Caddesi’nin girişindeki Fransız Kültür Merkezi’ne kadar uzandı. Uludere için el ele veren yüzlerce kişi “Yaşasın halkların kardeşliği”, “Uludere halkı yalnız değildir” sloganları attı.
İnsan zincirinden sonra, Barış İnisiyatifleri’nin çağrısıyla bir araya gelen aktivistler “Milli Savunma Bakanı, İçişleri Bakanı, Genelkurmay Başkanı: Uludere katliamının sorumluları istifa” ana pankartının arkasında toplu bir şekilde yürüyerek Taksim Meydanı’na ulaştı. Burada inisiyatif adına Ayşe Demirbilek basın açıklamasını okudu.
8 Ocak 2012 – Hrant Dink Davası’na Çağrı – İstanbul
Küresel BAK olarak 10 Ocak’ta yapılacak Hrant Dink’in 24. duruşmasına çağrı yaptık. Küresel BAK kurucularından Hrant Dink’i öldürenlerden hesap sorulması için yapılacak yürüyüşün çağrısını yaygınlaştırdık.
10 Ocak 2012 – Hrant Dink Davası – İstanbul
Hrant Dink davasının 24. duruşması 10 Ocak’ta yapıldı. Hrant’ın Arkadaşları, her mahkeme öncesi olduğu gibi Beşiktaş İskele Meydanı’nda buluşarak Beşiktaş Adliyesi’ne yürüdü.
Saat 10:00′da buluşan Hrant’ın Arkadaşları, “Katil devlet hesap verecek”, “Faşizme inat, kardeşimsin Hrant”, “Hepimiz Hrant’ın hepimiz Ermeni’yiz”, “Bu dava böyle bitmeyecek”, “Cemil Çiçek yargılansın, Muammer Güler yargılansın, Celalettin Cerrah yargılansın”, “Öldür diyenler yargılansın” sloganlarıyla yürüyüşe geçti.
Yüzlerce kişiyle adliyenin önüne gelen Hrant’ın Arkadaşları, burada da sloganlarına devam etti. Grup adına basın açıklamasını Aydın Engin okudu.
11 Ocak 2012 – Edebiyat Atölyesi Üçüncü Dönem Altıncı Kitap – İstanbul
On beş gün önce, Latife Tekin’in Berci Kristin Çöp Masalları’nı tartıştıktan hemen sonra, onun kullandığı fantastik ve ironik anlatı biçiminde başka bir romanı ve yazarı, Murat Uyurkulak’ın Tol’unu tartıştık. Yazarın hayatı ve yazarlık anlayışı ile ilgili sunumu bize Zehra Yaman yaptı. Ardından kitabı tartışmaya başladık.
Kitabın ismi Tol, Kürtçe’de intikam, isyan anlamına geliyordu. Dolayısı ile kitapta yazar, aynen Latife Tekin gibi, içinde biriken öfkeyi, yaşanılanların dayanılması güç şiddetini, ideallerin yıkılmasının, yenilmenin verdiği acının yarattığı öfke ve ardından gelen intikam duygusunu bu fantastik dille, fütursuzca kusmuştu.
Arka planda Türk siyasi ve toplumsal hayatının yarım yüzyıldan fazla bir dilimi akarken üç neslin dramını çarpıcı bir kurguyla ve etkileyici bir dille anlatıyordu. Bu komik, eleştirel, yandaş, hüzünlü bir hikayeydi.
Dili çoğu zaman çok erkeksi ve aşağılayıcıydı. Edebiyat Atölyesi boyunca eleştirdiğimiz kadınlar başta olmak üzere farklı olana karşı kullanılan ayırımcı dil burada da vardı. Barış simgesi olarak belleklerimize yer etmiş güvercinler bile bomba haberi vermek üzere posta güvercini olarak kullanılmıştı. Ancak bu isyan, öfke, şiddet yüklü dilin kullanıldığı dehşet verici paragraflar olduğu gibi çok romantik, çok insani kullanıldığı yerler de vardı.
Yedi yaşındayken 12 Eylül darbesi ile karşılaşan yazarın, darbe karşıtı politik tercihleri olan ailesi, darbeden fazlasıyla nasibini almıştı. Yazar bir 12 Eylül mağduruydu. Darbe, o dönemde yaşanan çoğu durum gibi bu aileyi de ‘Gülmez, şakalaşmaz, arkadaşları ile buluşup eğlenemez’ bir aile yapmıştı.
Kitapta ele alınan da aynen böyle trajik bir hayatı olan bir kahramandı. “ Annemin ağzı fazla bozuktu… Her seferinde aynı şeyi söylerdi: ‘Bizi düzdüler. Çocuklarımızı da düzecekler. İçlerinde ne kadar tarih, dua, silah ve dahi şan varsa üzerimize kusacaklar…’ Annem, ilkokula başlamıştım, intihar etti. Ben babasız da bir Yusuf’tum… bin kapıdan kışlanmış bir tavuk halindeydim.’
Yusuf bir hayat mağduruydu ve Türkiye’deki binlerce benzeri gibi. Benzer bir hayatı olan Şair ile bir tren yolculuğunda karşılaşırlar.
Büyük kenti tüketerek terk etmekte olan kahraman, Diyarbakır’a giden trenin yük vagonlarından birine, cebinde tabancası, yüreğinde isyanıyla atar kapağı. Vagonda yalnız olmadığını anlayacaktır. Takıldığı meyhaneden aşina gelen bir yüzdür karşısındaki; romanın sonuna kadar sürecek bir hesaplaşma başlar. Tren yolculuğu bir içsel yolculuğa, kendini ve babasını tanıma yolculuğuna döner.
Zamanların, kentlerin, insan ve mekânların iç içe geçtiği, yakın tarihin siyasi faillerinin savrulup giden hayatlarının öne çıktığı, şiddetin, işkencenin, direnişlerin bir görünüp bir kaybolduğu romanda, zihni alkolle bulanmış Yusuf ve yol arkadaşı, kişisel tarihlerinden yola çıkarak bugüne geldiklerinde, Yusuf’un babasının isyanıyla başlayan dairesel zaman tamamlanır. Yusuf’un kayıp babası Oğuz, Şair’in elindeki defterdeki hikâyelerle katılır onlara. Bu andan sonra hikâye yitik bir devrimcinin hayatına, Oğuz’a odaklanr ve yol boyunca mola verilen istasyonlarda ülkenin dört bir yanında patlayan bombaların, önemli şahsiyetlere düzenlen suikastların haberleri yayılı. İsyan günlerindir artık…
Kendilerini o vakitler bir ihtimal olan devrime adayan binlerce insanın, birkaç kuşağın isyanıdır. İstanbul’un, İzmir’in gecekondu mahallelerinde, 12 Eylül döneminde bu mahallelerde yaşanan kanlı çevirme harekatlarında, Doğu’nun dağlarında, işkencecilerin ellerinde sönüp giden hayatları parçalanmış bir bilincin içerisinden yansıtır yazar.
Yaşanan şiddet bütün çıplaklığıyla resmedilmektedir. Çünkü onlar “sabahı ezip geliyorlar. Toplarıyla, tüfekleriyle, kasaturalarıyla, hınçlarıyla geliyorlar. Hepsi çok iri,hepsi çok haki. Başlarına yeşili sarılı bezler sarılı, yüzlerine siyah yağlar sürülü, postalları kocaman, bir karış eninde palaskaları, kn kırmızı madalyonları, yüzkleri, kn donduran gülüşleri…”
Tol’da yazar, siyasi ve toplumsal olayları, o olayların mağduru kitlelerin perspektifinden aktarırken, mekân da doğal olarak yoksul mahallelerden, yetimhanelerden, bitirimlerin kol gezdiği meyhane ve randevu evlerinden seçilmiş. Böylelikle yoksulluk ve açlığın yarattığı acımasızlığa, yaşanılan merak ve mahallelerin yarattığı şiddete de tanık oluyoruz.
Fantastik bir dille, işlenmesi kolay olmayan karmaşık sorunları, zor bir kurguyla ama hiç aksamayan bir tempo ve dille anlatıyor yazar. Bu yönleriyle roman, katılımcılarımızın büyük bir çoğunluğu için, edebi değer olarak başarılı bulunsa da, anlatma biçimindeki şiddet eleştirildi.
Baskıcı bir dönemin insan ruhunda yarattığı tahribata neden olan darbe ve onu uygulayan devletin şiddetine, şiddet içeren bir dille karşılık verilmesi eleştirildi. Bunun savaş söylemini ürettiği, türettiği, meşrulaştırdığı, estetize ettiği, insanları bu biçimde etkilediği noktasında tehlikeli bir yolak olarak görüldü. Yazarın öfkesinin başka öfkeleri dirilteceği noktasında da kaygılar dile getirildi.
Askeri darbelerle kesintiye uğratılan Türk demokrasi tarihinin insanlar üzerindeki etkisini (roman kişileri ve yazar)bize çarpıcı olarak gösteren bu kitaptan sonra akıllarda bazı sorular kaldı. Şiddet mağdurları öfkelerini edebiyatta nasıl dile getirmelidirler? Şiddeti estetize etmek şiddet doğurur mu? Şiddete karşı duranların dili öfke içermeli midir?
1. 23.01.2012 Adalet Ağaoğlu Üç beş kişi (s:373)Aslı Tohumcu
2. 06.02.2012 Kaan Aslanoğlu Kuş bakışı (s:460)Yıldız Önen
3. 0.02.2012 Elif Şafak Pinhan (s:218)Şengül Çiftçi
4. 05.03.2012 Tezer Özlü Yaşamın ucuna yolculuk (s:125)Ümmü Burhan
5. 19.03.2012 Oya Baydar Kayıp söz (s:258)Yalçın Akyıldız
6. 02.04.2012 Nazan Bekiroğlu İsimle ateş arasında (s:336)Sinan Akboğa
7. 16.04.2012 Hasan Ali Toptaş Gölgesizler (s:156)Kamer Badur Eğilmez
8. 30.04.2012 Hakan Günday Malafa (s:210)Burcu Aktaş
9. 14.05.2012 Mehmet Uzun Abdalın bir günü (s:196)Şengül Çiftçi
10. 28.05.2012 Mehmet Eroğlu Fay kırığı(s:300)Görkem Yeltan
11. 11.06.2012 Ayla Kutlu Hoşça kal umut (s:199)Evren Ergeç
Barışla kalın.
ATÖLYEBAK
15 Ocak 2012 – Hrant Dink Davası ve Anmasına Çağrı – İstanbul
Küresel BAK olarak, Hrant’ın arkadaşlarının 17 Ocak’ta yapılacak davaya, 19 Ocak’ta yapılacak ölümünün yıldönümü anmasına çağrı yaptık. Hrant’ın arkadaşlarının “Bu dava böyle bitmeyecek” ve “Hrant İçin” sloganlı çağrılarını yaygınlaştırdı.
16 Ocak 2012 – İncirlik Üssü Kitap Tanıtımı – İstanbul
Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Nilüfer Uğur Dalay “Selin Mi. Bölme’nin yazdığı “İncirlik Üssü, ABD’nin Üs Politikası ve Türkiye” kitabının tanıtımını yaptı. İncirlik Üssü’nün kapatılması için yıllardır mücadele eden Küresel BAK aktivistlerinin yararlanabileceği bir kitab.
17 Ocak 2012 – Hrant Dink Davası – İstanbul
Hrant’ın arkadaşları 25. defa Beşiktaş’taydı
Hrant Dink’in 25. ve son duruşması bu gün Beşiktaş’ta yapıldı. Hrant’ın arkadaşları sabah Beşiktaş İskelesi’nde bir araya gelerek mahkemeye kadar yürüdüler. Yürüyüş boyunca “Bu dava böyle bitmeyecek” diye slogan atıldı.
Mahkeme önünde Hrant’ın Arkadaşları adına basın açıklamasını okuyan Garo Paylan, Hrant’ı öldürmeye karar verenlerin, duruşmada cinayeti işleyenleri “iki üç tetikçi” diye gösterip gizlenmeye çalışacağını söyledi.
Ardından mahkeme bitene kadar başlayacak adalet nöbeti başladı.
Hrant Dink Davası Bitmedi…
5 yıldır süren Hrant Dink cinayeti davasında devlet kararını açıkladı: Yasin Hayal müebbet hapse mahkûm edilirken, muhbir Erhan Tuncel’e 10 yıl 6 ay ceza verildi. İkisi hakkında “örgüt üyeliği” suçlaması düştü. Cinayetin tetikçisi Ogün Samast çocuk mahkemesinde yargılanmış ve 22 yıl 10 ay hapis cezasına çarptırılmıştı.
Ailenin avukatlarından Fethiye Çetin, “Arat Dink bizimle dalga geçiyorlar demişti, meğer en büyük dalgayı en sona saklamışlar. Meğer Hrant büyük bir planın parçası olarak değil, 3-5 kendini bilmez tarafından öldürülmüş. Bu kadarını beklemiyorduk. Gerçekten bu kadarını beklemiyorduk” dedi.
Ardından Hrant’ın ailesi ve arkadaşları Beşiktaş’tan Agos’un önüne sloganlar ile yürüdüler. “Bu dava bitmeyecek”, “Katil devlet hesap verecek”, “Öldür diyenler yargılanacak”, “hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz” sloganları atılan yürüyüşün sonunda Agos’un önünde bekleyenler ile buluşuldu.
Gazete önünde Hrant’ın arkadaşları adına bir açıklama yapan Gülten Kaya, mahkemenin verdiği kararı ‘ilahi bir hukuk komedyası’ olarak niteledi. Daha sonra Agos’un önüne karanfiller bırakıldı.
19 Ocak’ta 13.00’de Taksim’de başlayacak yürüyüş çağrısı ile basın açıklaması bitirildi.
19 Ocak 2012 – Hrant Dink Anması – İstanbul
On binler hüzün ve öfke ile haykırdı: Hrant Dink burada
5 yıl önce Agos gazetesi önündeki silahlı saldırıda öldürülen Hrant Dink’i İstanbul’da on binlerce kişi andı. Taksim Meydanı’nda toplanan on binlerce insan Türkçe, Kürtçe ve Ermenice ‘Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz’ pankart ve dövizleri taşıdı.
Yürüyüşe Hrant Dink’in eşi Rakel Dink, çocukları ve kardeşleri, milletvekilleri, sanatçılar, yazarlar, sivil toplum kuruluşu temsilcileri ve Batman’da askerlik yaparken arkadaşının tüfeğinden çıkan kurşunla şehit olan Ermeni asıllı asker Sevag Şahin Balıkçı’nın ailesi de katıldı.
Agos’un önüne kadar yürüyen on binlerce insan “Bu Dava Böyle Bitmeyecek”, “Öldür diyenler yargılansın”, “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’yiz” ve “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganları attılar.
‘AYIPTIR, ZULÜMDÜR, GÜNAHTIR’
Agos’un önünde Hrant Dink’in vurulduğu anda yapılan saygı duruşundan sonra Hrant Dink`in eşi Rakel Dink ve oğlu Arat Dink Agos Gazetesi`nin camından kalabalığa el salladı. Daha sonra Hrant’ın Arkadaşları adına konuşma yapan gazeteci ve yazar Karin Karakaşlı, ‘bu kepazeliğe son verilmesini’ isteyerek ‘Ayıptır, zulümdür, günahtır’ dedi. “19 Ocak bir anma günü değil. Hiçbir zaman olmadı. Herkes acısının yaşandığı gün bir başına kahroldu” diyen Karakaşlı, “Sonra 23 Ocak geldi, Türk düşmanı ilan edilen bir Ermeni gazetecinin cenazesi hepimizi buluşturdu. Onu güpegündüz bu caddede sırtından vurdular hepimizi de görgü tanığı kıldılar” şeklinde konuştu.
‘BURADA’
Karakaşlı, 24 Nisan 1915′te İstanbul’da katledilen Ermenilerin isimlerini okurken, toplanan kitle de hep bir ağızdan ‘Burada!’ diye bağırdı. Karakaşlı, en son Hrant Dink’in adını okudu. Binlerce kişi hep bir ağızdan “Burada” diye bağırdı.
23 Ocak 2012 – Edebiyat Atölyesi Üçüncü Dönem Yedinci Kitap – İstanbul
23 Ocak günü edebiyat atölyesinin incelediği kitap Adalet Ağaoğlu’nun Üç Beş Kişi isimli kitabıydı. Yazarın hayatı ve yazarlık anlayışı ile ilgili sunumu bize Aslı Tohumcu yaptı. Kitabı tartışmaya başladık. Latife Tekin’den sonra, bu dönem Atölye’nin ikinci kadın yazarı olan Adalet Ağaoğlu’nun anlatı biçemini genel olarak barışçıl bulduk. Kadın yazarların şiddete daha az yatkın oldukları genellemesine kapılmadan,iki yazarın değerlendirilen kitaplarında,seçtikleri konu ve temanın şiddet içermesine karşın, bir kaç istisna nokta dışındayazı biçemi olarak şiddeti seçmemiş olmalarına dikkat çektik.
Aslı Tohumcu’nun Adalet Ağaoğlu ile ilgili sunumunda da konu ettiği gibi yazar ‘Yazılarımda şiddetin kaynağına inmeye çalışıyorum,’ ve ‘hayatta olmanın borcunu yazı yazarak ödüyorum,’ demekteydi.
Nitekim kitabında da bu izleri sürüyoruz. ‘Kolayına ölmemek, kolayca öldürmemek için eğitiyorum kendimi’, ‘İnsan yaşamla ilgili herşeyi denemeli, ölüm dışında, öldürmek dışında’, ‘Ölmüşüm gibi sevme, yaşıyorum’.
Yazar, 1980 askeri darbesi sonrası, gece sokağa çıkma yasağı öncesindeki üç saati,bu dönem ve sınırlamaların gerginliğini, üç,beş kişi üzerinde yarattığı etki ve telaşı merkeze almış. Eşikteki, bir karar verme eşiğindeki üç beş kişiyi. Kitabın eksenine Eskişehirli, feodal kökenleri ağır basan kentsoylu bir ailenin üyelerini ve onların yakın çevresini koymuş. Sınıfsal ahlakın insana yüklediği sorumluluğu, insan üzerinde yarattığı baskı ve şiddeti anlatmış. Aile köklerinin, aile üyeleri üzerinde etkisini ve gücünü sürdürüyor nasıl sürdürdürdüğünü ve yarattığı etkiyi irdeliyor;’Geçmişten bedenime girmiş bir şey var; kuşku, ürküntü’.
Arka planda ise Türkiye’nin tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişi, 1980 öncesi dönemde darbeye kaynaklık eden ve hazırlayan ekonomik ilişkilerdeki dönüşüm akmaktadır. Üretim ilişkileri ile birlikle aile ilişkileri ve toplumsal roller değişmiştir. ‘Dört göbektir hamsi kokan babayla dört göbektir kendi bokları üstünde dolaşan bağırsak parazitlerinden (kökleri Osmanlıya bağlanan aile)olma oğul.’
Atölye, yazarın irdelenmesi gereken önemli bir başarısının, kendini kadın haklarını savunduğunu söyleyen okumuş kadınlara yönelttiği, kadın görüşüyle,içeriden biçimlendirdiği eleştiri olduğu konusunda fikir birliğindeydi. ‘Kendi kafasını kurtarma uğruna erkeklerin kafasını kırmaya hazır bir Azra’, ‘Kolej yıllarından beri ‘kendini özgürleştirme savaşımı’ veren Azra’, ‘Toplumsal törelere karşı hiçbir aydın kadın kedini yakmak istemiyor, bu öncülüğü üstlenmiyor’, ‘Zengin bir adamın karısı olmaktan gelen özgürlük lüksü’, ‘Yaratıcı olmayan, bi yere ulaşmayan gevezeliklerden, bıktım, usandım!’
Adalet Ağaoğlu, kitabında bizlere 12 Eylül askeri darbesi sonrasında, bir yaz gecesinin ne kadar karanlık, ne kadar baskıcı, kederli olabileceğini anlatıyor. ‘En sevinilecek anlarımızda bile sevinemedik’ diyor. Kara bir eylül darebesinin bütün bir kuşağın, geniş bir toplumsal yelpazenin sevinçlerini, umutlarını nasıl elinden aldığını, bu dönem Atölye’de irdelenen yazar ve eserlerde ağırlıkla görüyoruz.
6 Şubat 2012 – Edebiyat Atölyesi Üçüncü Dönem Sekizinci Kitap – İstanbul
6 Şubat akşamı Kaan Aslanoğlu’nun Kuş Bakışı isimli kitabını tartıştık. Yazar ve kitap ile ilgili detaylı bilgiyi bize Yıldız Önen sundu. Yıldız’ın sunumundan sonra kitabı şiddet, kadın sorunu, farklılıklar, ötekiler ve dönemin ruhu ana başlıklarıyla tartıştık. Kaan Aslanoğlu’nun dilini her ne kadar erkeksi ve uzman bulsak da, Atölye süresince okuduğumuz barışçıl dilli az sayıda yazardan (özellikle de erkek yazarlardan) biri olarak değerlendirdik.
Arka planında 1950 sonrası Türkiye olan roman bir psikiatristin başvuranları üzerinden kendini ve yaşadığı travmalarla ‘yarılmış’ kişiliğini ortaya koyuşunu anlatıyordu. Bunu da ‘Arızaları arızalı bir bakış açısıyla okumak gerekir’ diyerek açıklıyordu.
Yirmi bölümden oluşan kitapta çok sayıda karakterin yolları birbirleriyle kesişiyordu ve doktor Nihat kuş bakışıyla bütün bu yaşamları, yaşanılan yerleri, ilişkileri görebiliyordu. Onları dinlerken de hem kendini hem de Türkiye’yi değerlendiriyordu. ‘Yanlış yollarda tüketilmiş hayatların geçmişine’ bakıyordu.
Atölyede kitap üzerinden aile ilişkilerinin, toplumsal değerlerin, dönemlerin ruhlarının, yaşam alanlarının, iş-aile-şehir ilişkilerinin insan hayatını nasıl tükettiğini, diğer bir deyişle insan ruh ve bedeninde yol açtığı şiddeti tartıştık.
Yazar zaman zaman kadına bakışında,bilinen ‘cinsellik’ ve ‘etnik’ göndermeli klişelere düşüyordu. Aynı şekilde ‘komunistlere’, ‘gayri müslimlere’ yönelik de resmi tarih ve dilde kullanılan, bilinen klişelere başvuruyordu. Bu belki de ‘o durumları’ göster amacıyla seçilmiş bir yoldu. Ancak 460 sahifelik kitabın bütününe bakıldığında bu durumların oldukça az olduğunu gördük.
Atölye süresince okuduğumuz erkek yazarlardan çok daha fazla kadın karaktere yer vermişti. Bu kadınların büyük bir çoğunluğuna da ötekileştirmeden ve aşağılamadan net yer vermişti. Eşcinsellere bakış açısını ise beklentilerimizin gerisinde ve çok netleşmemiş olarak değerlendirdik.
‘Yönerge’ üzerinden kapitalizm eleştirisi, ‘işçi’ üzerinden emekçilere yaklaşımı, ‘Hayri’ ve ‘Engin’ üzerinden sağ ve sol düşüncenin ekonomik ve toplumsal kaynaklarını anlatımlarını başarılı bulduk.
Coşkuyla tartıştığımız kitabı Atölyemizde okumanın değerli bir deneyim olduğu konusunda birleştik.
17 Şubat 2012 – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
NATO üyeliğinden çıkılsın!
17 Şubat’ta Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Nilüfer Uğur Dalay “NATO üyeliğinden çıkılsın!” sloganıyla yazılı bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada “Türkiye’nin üyeliğinin 60.yılında artık yeter! NATO üyeliğinden çıkılsın! Savaş mekanizması NATO dağıtılsın!” dendi.
20 Şubat 2012 – Edebiyat Atölyesi Üçüncü Dönem Dokuzuncu Kitap – İstanbul
20 Şubat akşamı Elif Şafak’ın Pinhan’ını tartıştık. Yazar ve kitap ile ilgili bilgiyi bize Şengül Çiftçi sundu. Daha sonra kitabı tartışmaya geçtik. Atölyede hemen herkes yazarın magazinleşmesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. Yazar katılımcılara göre, özellikle ‘Aşk’romanından sonra popüler kültürün bir objesi durumuna dönüşmüştü.
Bu durum 1980 sonrası edebiyatının, 12 eylül öncesi dönem edebiyatına göre çok önemli bir farkıydı. 12 Eylül sonrası yazım eserlerinin piyasa koşullarına terkedildiğini daha önceden konuşmuştuk. Çok satan artık edebî eser değil, ticarî eşyalara dönüşüyorlar. Edebiyatın mantığı ile piyasanın mantığı bir birine ters olmasına karşın 1980 sonrasında,’çok satış’ı sağlamak için kışkırtıcı ve gözalıcı reklamcılık kullanılmaya başlandı. Kitap, reklam yoluyla çok satarak artık edebiyatın ait olduğu kültürün değil, popüler kültürün bir ürünü durumuna geliyor.Artık edebiyat ürünü niteliği ile değil, niceliği ile öne çıkan bir ürüne dönüşüyor.Elif Şafak edebiyatı buna iyi bir örnek oluşturuyor.
Yazar Elif Şafak 1997 yılından bu yana ürün veriyor. Atölye katılımcıları, ilk dönem eserleri ile son dönem ürünleri arasındaki belirgin nitelik, dil, hikaye farkını, edebiyat olarak inişe geçtiği konusunu dile getirdiler.
Yazarın seçtiği konuların da git gide popülerleşmekte olduğu ancak yazdığı hermen her konuda kendini sakındığı, ‘taraf’olmadığını, çizgi ve görüşlerinin muğlak olduğunu konuştuk. Yazarı tümüyle sözünü ve özünü sakınan bir yazar olarak değerlendirdik. Yazarın sınırlarını belirlediğini, edebiyatını reklam yaparak para yazandıran bir eylem olarak yaptığı konusunda görüşlerimizi dile getirdik.
Pinhan’ı işte bu genel değerlendirme ışığı aldında tartıştık. Osmanlı ve tasavvuf konusundaki’bilgi’ye dayanan zengin dilli bir anlatımını vardı. Bir kaç istisna dışında biçemini barışçıl bulduk. Çift cinsiyetlilik konusunu irdeliyişi de genel ‘tarafsız’, çekinceli üslubunda, şiddet içermeyen bir anlatımdaydı;’Biz nefsimizi silmekten değil, bilmekten yanayız’, ‘Vücudun şehrine gir, onu seyreyle’.
Kadınlarla ilgili ‘Bir kancıklık susması’, ‘Buram buram fitne kokan kadınlar’, ‘Kadının içi çıfıt çarşısıdır derler, doğrudur’ türünde aşağılayıcı tanımları, yazarın kadın betimlemelerinde eleştirdiğimiz yerler oldu.
Bir bütün olarak kitabı,yazarın genel tavrını eleştirmemize karşın, üslubunu barışçıl olarak değerlendirdik.
27 Şubat 2012 – Suriye Halklarının Yanındayız! Basın Açıklamasına Çağrı – İstanbul
Küresel BAK, 27 Şubat’ta 1 Mart’ta yapacağız “Esad Katliamlara Son Ver! Suriye’ye Askeri Müdahaleye Hayır! Suriye Halklarının Yanındayız…” sloganlı basın açıklamasına çağrı yaptı. Çağrıda tüm savaş karşıtları Suriye’deki ölümleri durdurmak için basın açıklamasına çağrıldı.
1 Mart 2012 – Suriye Halklarının Yanındayız! Basın Açıklaması – İstanbul
Küresel BAK: Esad, Katliamlara son ver! Suriye’ye askeri müdahaleye hayır! Suriye Halklarının Yanındayız
Küresel BAK, 1 Mart’ın yıldönümünde Suriye’deki katliamları protesto etti. Küresel BAK aktivistleri, İstanbul Teşvikiye’deki Suriye Başkonsolosluğu’nun önüne giderek bir basın açıklaması yaptı. “Esad, Katliamlara son ver!”, “Suriye’ye askeri müdahaleye hayır!”, “Suriye Halklarının Yanındayız” dövizlerinin taşındığı basın açıklamasında “yaşasın halkların kardeşliği”, “Esad katliamları durdur”, “savaşa hayır” sloganları atıldı.
Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Nilüfer Uğur Dalay, okuduğu basın metni ile Suriye’de olup bitenlere dikkat çekti. Binlerce sivilin öldürülmesini yeni bir savaş ile çözülemeyeceğini söylendiği basın açıklamasında “Esad diktatörlüğünün kendi halkına karşı yürüttüğü savaşa dur diyor, Suriye’ye karşı düşünülen bir askeri müdahaleye bütün gücümüzle karşı çıkacağımızı ve Suriye halklarının demokrasi mücadelesinin yanında olduğumuzu açıklıyoruz” dendi.
Açıklamadan sonra söz alan eski Rize milletvekili Mehmet Bekaroğlu Türkiye halkını Suriyelilerle dayanışmaya davet etti.
5 Mart 2012 – Edebiyat Atölyesi Üçüncü Dönem Onuncu Kitap – İstanbul
5 Mart akşamı, Ümmü Burhan’ın yazar ve kitap ile ilgili bilgilendirmesinin ardından, Tezer Özlü’nün Yaşamın Ucuna Yolculuk anlatı/romanını tartıştık. Kitabı atölye programına emanisipasyon, kadın/erkek eşitliği, ilişkiler sorunsalı, kimlik bunalımı içeriği nedeniyle seçmiştik. Kitap bu başlığı hak ediyordu. Türk edebiyat çevrelerince ‘kırılgan’, ‘naif’,’gamlı prenses’gibi tanımlamalarla anılan Tezer Özlü kitabını, içeriği açısından oldukça erken sayılabilecek bir dönemde, 1984 yılında yayınlıyor. Kitap, sevdiği ve yaşamlarını ölümle sonlandırmış yazarların peşinden, onların yaşadığı, ölmeye karar verdikleri yerlere seyahat eden, kendisi de yaşamın kıyılarında dolaşan bir ‘ben kahramanın’ yolculuğunu anlatıyor. Yolculuk Berlin,Prag, Trieste, Torino hattında, Kafka, Svevo ve Pavese’nin izinden sürüyor.
Dönemi itibariyle, bir kadın edebiyatçının kaleminden çıkmış cesur ve samimi anlatı, kitabı bugüne kadar getiren, okunan bir yazar yapan bir özellik, özgünlük,ilksellik olarak değerlendirildi.
‘Kavrayamadığı dünyanın yalnızlıklarının derinliklerinden ya da bunalmışlıklarının acısından bakacaklar’ cümlesi belki de yazarın dünyaya bakışını anlatan içerikte. Kitap boyunca bu öz sıkı sık karşımıza çıktı.
Mekanlar, kentler insanı yalnızlaştıran, yaşamın ucuna getiren önemli unsurlar olarak karşımıza çıktı.’Kendine yabancı insanların çevrelediği kent. Dünyanın tüm kentlerinden daha yalnız insanlarıyla…’,’Torino…Gökyüzüne kendini kapayan, insanı beton galerilerden mermer galerilere iten, yağmuru, rüzgarı, bulutları gizleyen bu kent onun intiharından sorumlu’,’Bu kentte bir gizemli ölüm var…ölüm tutkusunu körükleyen bir güç var’, ‘Ölüler ülkesine yolculuğa çikmaması için, kaçması gereken bir kent’,’Hiçbir kentin Torino kadar intiharı düşündüren, insanı intihara iten bir mimarisi olamaz’.
Bireysellik, yalnızlık,yabancılaşma, acımasızlık, ölüm/ölümsüzlük yazarın yaşadığı zamana, ilişkilere ve yerlere değin ağırlıkla hissettiği ve değindiği duygu hali. ‘En yakın dostlarım romanların kahramanlarının ardındaki yazarlar mı olmalıydı?’, ‘Bütün yaşama cesaretimi ölülerden alıyorum. Anlatılarında yaşadığım ölülerden. Bu kahrolası dünyayı, yaşanır bir dünyaya dönüştürmeyi başarmış ölülerden. Dünyanın ihtiyacı olan, her olguyu vermiş, söylemiş, yazmış ölülerden’,’Ben hiçliğin sınırında’, ‘Yavaş yavaş hazırlanmış, yıllar boyu yaşanmış bir intihar’,’Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin ‘medeni durum dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak ya da sayılmak benim gerçeğim değil’
Atölye katılımcılarından bazıları yazarın uslubunu kişi ve topluluklara karşı öfkeli ve zaman zaman kırıcı buldu. Özellikle yaşlılara, köylülere, Almanya’da yaşayan Türk işçilere, katoliklere, yükseköğretim görmüş Alman katoliklerine, çirkin annelere karşı.
Bir yandan ‘Edebiyatın aşk, çelişki, acı, gözyaşı, intihar dolu derin yaşamı. En güvendiğim duygum, en sadık dünyam’ diyerek gerçeklikten uzak bir dünyayı seven diğer yandan da ‘Varoluşumuzun en güzel inceliğini, bir başka insanın teniyle birlikte olma isteğimizi kimseye kısıtlamadım’ diyecek kadar yaşamın içinde olan çelişkilerle yüklü bir yazarı irdeledik. Tüm içsel sıkıntılarına karşın yaşamın ucuna gidip gidip yaşama geri dönen ve genç yaşta hastalığa yakalanarak yaşamın öte tarfına geçen bir yazarı tartıştık.
‘Yaşanacak bir yaşam vardır. Binilecek bisikletler vardır. Yürünecek yaya kaldırımları ve tadına varılacak güneş batışları vardır.’ belki de kitabın en barışçıl söylemi ancak o da bir alıntı olarak yer alıyor ve Cesare Pavese tarafından söylenmiş.
10 Mart 2012 – Nükleere Hayır, Akkuyu Fukuşima olmasın Yürüyüşü – İstanbul
Nükleer karşıtları Taksim’deydi
Geçtiğimiz yıl Japonya’da gerçekleşen nükleer felaketin birinci yılında nükleer santral istemeyenler Taksim’deydi. Küresel Eylem Grubu’nun çağrısıyla gerçekleştirilen eylemde nükleer karşıtları AKP hükümeti tarafından Akkuyu’da yapılması planlanan nükleer santrale karşı insan zinciri oluşturdu.
Antikapitalist Öğrenciler, Barışa Pedal, Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği, Dünya Yalnız Bizim Değil Platformu, Doğa Derneği, Greenpeace, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi, DÖH, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu, TEMA Vakfı, Yeşiller Partisi’nin destek verdiği eyleme yaklaşık 1000 kişi katıldı. Taksim Meydanı’nda toplanarak nükleer santrallere karşı insan zinciri oluşturan protestocular Galatasaray Lisesi önünde bir basın açıklaması yaptı.
Fukuşima felaketinin ardından, nükleer sahibi pek çok ülkenin santrallerini kapama kararı aldığı, pek çoğunun da planlarını rafa kaldırdığının vurgulandığı basın açıklamasını Küresel Eylem Grubu adına Ümit Şahin okudu.
19 Mart 2012 – Newroz Yasaklanamaz, Barış Engellenemez! Basın Açıklamasına Çağrı – İstanbul
Küresel BAK, Barış İnisiyatiflerinin “Newroz yasaklanamaz, Barış engellenemez” basın açıklamasına çağrı yaptı. Çağrıda “Halkların kardeşliği için tüm barış gönüllülerini ve aktivistlerini barışın sesini yükseltmeye çağırıyoruz.” dendi.
19 Mart 2012 – Edebiyat Atölyesi Üçüncü Dönem Onbirinci Kitap – İstanbul
19 Mart akşamı, Yalçın Akyıldız’ın yazar ve kitap ile ilgili bilgilendirmesinin ardından, kitabını tartıştık. Kayıp söz yaşamın anlamı, şiddet üzerine yazılmış bir roman. İnsan ilişkilerini, yaşam kurgularını, politikaları ve buralardaki başarı algısını iç içe sorguluyor ve şiddet yoluyla mutluluk ve özgürlük kurulamayacağını anlatıyor.
Çok satarlar yazarı Ömer Eren, “sözü bulmak” için büyülü sandığı Doğu’ya oryantalist bir gezgin tavrıyla gidiyor. Ama daha yola koyulur koyulmaz, kendi hayatından dışarı çıkar çıkmaz büyü bozulmaya başlıyor ve yazar, yabancı olduğu yaşamlarla, gündemlerle, politikalarla tanışarak ve çarpışarak, ötekini fark ederek kendine yeniden bakıyor.
Karısı bilim kadını Elif de aynı sözün peşinden Batı’ya doğru yola çıkıyor, Norveç’e gidiyor. Elif’in öyküsü, kendini gerçekleştirme uğruna verilen ödünlerin inşa ettiği mutsuzluğu özetliyor. Kendini başarıya odaklamış Elif, yıllar sonra içindeki boşluğu Norveç’in kuzeyinde bir adaya kapanmış olan oğlu Deniz’in yanında arıyor.
Anne ve babasının baskın kişilikleriyle ve başarı mitiyle ezilmiş, ailesi tarafından her şeyi sürekli belirlenmeye çalışılan fotoğrafçı Deniz, çekeceği acıların fotoğraflarıyla gelecek başarıyı reddediyor ve deklanşöre basmıyor. Sonra da kendi sözünü, çok uzaklardaki bir Norveç adasına kapanıp küçük oğluyla birlikte balıkçılık yaparak buluyor. Şiddetten ne orada ne de ülkesinde kaçamasa da insana ve kendine ulaşmayı başarıyor. “Mahalle baskısına” karşı duran, toplumun kendinden beklediği rolleri reddeden bir genç Deniz.
Ömer Eren’in yolu, terminalde Doğu’dan kaçan iki gençle, dağdan kaçan Mahmut ve töreden kaçan Zelal’le kesişiyor. Yaşadığı haksızlıklara isyan edip dağa çıkmış ama şiddetine alışamadığı dağdan kaçmış, devlete sığınmamak için yine dağlara sığınan bir genç Mahmut. Zelal ise tecavüz sonucu hamile kaldığı için töre gereği ölüm cezası almış genç bir kadın. Dağlarda birbirlerine sonra da sahillerin sükûneti için Batı’ya sığınıyorlar.
Jiyan, kendine güvenen, içinde yaşadığı zorluklarla boğuşan bir kadın… Onun bir hesaplaşması ya da kaçışı yok. O şiddet atmosferinde kendine göre bir mücadele yolu çizmiş gibi görünüyor.
Romanda şiddetle, toplumsal ya da siyasal baskılarla boğulan yaşamlar içinde sürüklenen insanların varoluşlarını hissetme çabaları, insan olma çabaları var.
Ve şiddeti sorguluyoruz kahramanlarla beraber. Şiddet nerede başlar? Bir laboratuarda deney sırasında fareleri keserken mi? Acı içinde kıvranan insanları fotoğraflarken mi? Çocuklarımıza, yakınlarımıza çeşitli roller yüklerken mi? Tecavüz ederken mi? Öldürürken mi? Mayın döşerken mi? Kendi sesine kulak tıkarken mi? Başkalarına göre yaşarken mi? Piyasanın içinde sürüklenirken mi? Kendimizi onların yerine koyuyoruz.Onlar gibi olduğumuzu hissediyoruz; hem şiddet kurbanı hem de uygulayıcısı. Kazanırken kaybedenler…
“Kayıp Söz”, Kürt sorunu ekseninde yaşanan savaş ortamını resmediyor. Savaş-mücadele ekseninde tartışılan bir sorunu insana odaklarken insanın insana tahammülsüzlüğünü üç farklı coğrafyada kişisel hayatlar üzerinden anlatıyor. Hiç yabancısı olmadığımız ama kendimizi dışında gördüğümüz şiddet sarmalının içindeki yaşam kıpırtılarına dokunuyoruz.
Yazar, ölümün kutsandığı bir ortamda yaşamı anlatıyor. Kitap boyunca yaşam ölüme üstün gelerek kendi anlamını kuruyor. Farklı kişilerin hesaplaşmasında vicdanın ortak ritmi oluşuyor ve okuyucu, basit sayılan ama hayatımızın kendisini oluşturan şeyleri hatırlıyor.
Kayıp söz, kayıp duygu anlamına geliyor. Hayat içinde kaybolan insanlar, çeşitli arayışlardan sonra sevgiyi, en yalın ilişkileri aradıklarını fark ediyorlar.
Siyasetin, insanın, yaşamın oldukça derinlikli sorgulandığı “Kayıp Söz” bir yolculuk önerisi. Yolculuk, kendi konumundan öteye gitmek, kendine bakmak, hesaplaşmak, başkasına bakmak anlamında bir yolculuk.
20 Mart 2012 – Irak’ı Özgürleştirme Operasyonunun Üzerinden 9 Yıl Geçti! Yazılı Basın Açıklaması
Küresel BAK Irak işgalinin 9. Yılında “Irak’ı Özgürleştirme Operasyonunun Üzerinden 9 Yıl Geçti!” başlıklı yazılı bir basın açıklaması yaptı. Yürütme kurulu üyesi Nilüfer Uğur Dalay’ın imzasıyla yapılan açıklamada “ABD’nin 9 yıllık Irak işgalinin sonuçlarının bir kez daha hatırlanması önemlidir” dendi.
20 Mart 2012 – Irak için Bir Aile Fotografi Bröşür basımı – İstanbul
Irak işgalinin yıldönümünde Küresel BAK yürütmesi “Irak için bir aile fotoğrafı” başlıklı bir broşür bastı. Broşürde 9 yılda hem Irak’ın hem dünyanın neler yaşadığı anlatılıyor, savaşın dünyaya maliyeti ortaya çıkarılıyor.
21 Mart 2012 – Newroz Yasaklanamaz, Barış Engellenemez! Basın Açıklaması- İstanbul
Barış inisiyatifleri 21 Mart’ta Taksim’de Tramvay meydanında bu sene Newroz kutlamalarının yasaklanmasını protesto etti.
Barış inisiyatifleri “Newroz yasaklanamaz, barış engellenemez” yazılı pankart açıp, “Yaşasın halkların kardeşliği”, “Biji bıratiya gelan”, “Savaşa hayır” ve “Newroz piroz be” sloganları atıldı.
Mazlumder İstanbul yönetim kurulu adına Fatih Aras kısa bir konuşma yaptı. Aras, şenlikle kutlanan Newroz’un yasaklanarak kana bulanmasını protesto ederek barışçıl çözüm ve diyalog çağrısı yaptı.
Barış İnisiyatifleri adına açıklama yapan Meltem Oral ise, barışın dilini egemen kılmak istediklerini belirterek, çıkan olaylarda bir arkadaşlarının öldüğünü ve yüzlerce kişinin gözaltına alındığını söyledi.
27 Mart 2012 – Nükleersiz Bir Dünya Mümkün! Basın Toplantısına Çağrı – İstanbul
29 Mart’ta yapılacak “Nükleersiz Bir Dünya Mümkün” basın toplantısına 27 Mart’ta Küresel BAK çağrı yaptı. Çağrıda Japonya’dan Barış Gemisi ile gelen ve Hiroşima, Nagazaki ve Fukuşima deneyimlerini yaşamış tanıkların katılımıyla olacağı duyuruldu.
29 Mart 2012 – Nükleersiz Bir Dünya Mümkün! Basın Toplantısı – İstanbul
Dünya turunda, 20 ülkede 21 limanı ziyaret edecek olan geminin yolcularından Koordinatör Akira Kawasaki ve Hiroşima mağduru Lee Jongkeun, ICAN (Nükleer Silahların Yasaklanması İçin Uluslararası Kampanya) tarafından düzenlenen toplantıda Türkiyeli savaş karşıtlarıyla biraraya geldi. Etkinliği destekliyen Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu (Küresel BAK), Sosyal Demokrasi Vakfı (SODEV), Küresel Eylem Grubu (KEG), Yeşiller ve Mayınsız Bir Türkiye Girişimi’nden temsilcilerin de katıldığı toplantıya basın yoğun ilgi gösterdi. Saat 11.00′de Taksim Hill Otel’de yapılan toplantının açış konuşmasını sanatçı Şevval Sam yaptı. Erol Kızılelma’nın moderatörlüğünü yaptığı basın toplantısının konuşmacıları Akira Kawasaki, Lee Jongkeun, Ufuk Uras ve Şenol Karakaş “nükleersiz bir dünya” dileğinde birleştiler. Toplantıda çevirileri Nur Ottoman ve Sungur Savran gerçekleştirdi.
Bütün dünyada geçmişte ve bugün yaşanan felaketleri dikkate almayan nükleer lobisinin bizim gibi ülkelere yöneldiğine dikkat çeken Erol Kızılelma, AKP hükümetinin nükleer santral inadını sürdürmesini kınadı ve “nükleere inat yaşasın hayat” diyerek Şevval Sam’ı kürsüye davet etti.
ŞEVVAL SAM: “DÜNYAYI İNSAN BATIRACAK”
Konuşmasında nükleer santraller ve nükleer silahların insanlığın sonunu getirecek ölümcül riskler oluşturduğunu vurgulayan Şevval Sam, sözlerini şöyle tamamladı:
“Bu dünyadan başka bir yere gidemeyeceksek -ki öyle de görünüyor- o zaman bu dünyanın, para ve iktidar peşinde olanların hırsları yüzünden yok olmasına izin vermeyeceğimizi ve yeryüzünün onlara ait olmadığını göstermek zorundayız. İnsanca yaşamalıyız diyenlerin seslerine kulak verilmelidir. Bunun için buradayız. Japonya’dan kalkıp İstanbul’a kadar gelen nükleer enerji mağduru dostlarımızın varlığı -aslında- ne yapmamız gerektiği konusunda yeterince fikir veriyor:
– İnsan olmanın ne anlama geldiğini sorgulamak… Doğanın sahibi değil onun bir parçası olduğumuzu hatırlamak ve nükleersiz bir dünya için var gücümüzle mücadele etmek… Vicdanın olmadığı yerde insanlık var olamayacaktır.”
AKİRA KAWASAKİ: ‘FUKUŞİMA, JAPONLARIN NÜKLEER ALGISINI DEĞİŞTİRDİ’
Japonya’daki insanlar açısından nükleer enerji konusunun en önemli gündem maddelerinden birisi olduğunu dile getiren Barış Gemisi Koordinatörü Akira Kawasaki, Japonya’nın yaşadığı Hiroşima ve Nagazaki katliamlarına vurgu yaptı. “Hiroşima ve Nagasaki gibi iki acı tecrübeyi yaşayan Japon halkı ve hükümetinin büyük oranda nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanılmasının doğru olduğuna inandığını” söyleyen Kawasaki, Japonya’da yaşanan son depremin ardından Fukuşima nükleer santralinde meydana gelen facianın ise bu anlayışı tamamen tersine çevirdiğini sözlerine ekledi.
LEE JONGKEUN: “ATOM BOMBASI ATILDIĞINDA 16 YAŞINDAYDIM”
Hiroşima saldırısının mağduru ve tanığı Lee Jongkeun ise, yaşadığı acı dolu günleri anlattı. Nükleer saldırı yapıldığında 16 yaşında olduğunu ve demir yollarında tamirci olarak görev yaptığını belirten Lee Jongkeun, bomba atıldığında hiçbir ses duymadığını ve sadece bir ışık parlaması gördüğünü ifade etti. Jongkeun, kendisine öğrettikleri gibi ağzını, yüzünü, gözlerini ve kulaklarını kapatarak yüz üstü yere yattığını belirtti.
Yaşadıklarını anlatırken heyecanlandığı görülen Jongkeun, ensesindeki saçlarının yandığını hissettiğini belirtti. Olay yaşandığında kimsenin atom bombası diye bir şeyi bilmediğini aktaran Jongkeun, patlama ve ortaya çıkardığı ışık sebebiyle ensesi ve yüzünün yandığını söyledi. İş yerine doğru koştuğunu ve yolda gördüğü insanların birbirinden yardım istediğini belirten Jongkeun, kendisinin sığınacak güvenli bir yer aradığı için insanlara yardım edemediğini ifade etti. Yüzündeki yanıkları kısmen tedavi edebildiğini ancak ensesindeki yanıklarda zamanla kurtlanma olduğunu aktaran Jongkeun, annesinin bu kurtları defalarca gözyaşı içinde ayıkladığını anlattı. Jongkeun, iyileşmesinin yaklaşık 4 ayı bulduğunu da dile getirdi.
Fukuşima nükleer santralinde yaşanan son nükleer kazayı da değerlendiren Jongkeun, kazaya yol açının da nükleer enerji olduğunu ifade etti. Jongkeun sözlerini, “Daha yaşayacak kaç yıl ömrüm var bilmiyorum ama, bu zaman içinde nükleer enerjiye, kullanıldığı santrallere, silahlara son verilmesi için daima mücadele edeceğim. Çünkü dünyamız çok güzel bir yer o güzel yerde yaşamayı hepimiz hak ediyoruz.” diyerek tamamladı.
UFUK URAS: “NÜKLEER SANTRALLER İÇİN REFERANDUM YAPILSIN”
Konuşmasına bu buluşmanın ve toplantının zamanlamasının da önemli olduğunu vurgulayarak başlayan Uras şöyle dedi:
“Barış Gemisi İstanbul’a önceki gelişinde biz Küresel BAK olarak Japonya’dan gelen dostlarımızı rıhtmda karşılamış ve ortak açıklama yapmıştık. Keşke 5 yıl önce ortaya konan talepler gerçekleşseydi, bugün bu noktada olmazdık. Bu toplantı aynı zamanda Seul’de yapılan Nükleer Enerji Zirvesine bir cevaptır. Nisan ayında yapılacak Enerji Liderleri Zirvesine de bir cevaptır. Yine Esat diktatörlüğüne karşı bölgede savaş tamtamlarının çaldığı sıcak günlerin arefesinde gerçekleşmesi de önemlidir…”
Birilerinin Türkiye’yi nükleer pazarlama cennetine çevirmek istediğine dikkat çeken Uras, “Bunca yaşanan acıya rağmen nükleer lobilerin Türkiye’nin geleceğini belirlemesi büyük çelişkidir” dedi.
Türkiye’de birçok konuda referandum yapıldığını söyleyen Ufuk Uras, “esas nükleer santraller konusu halka sorulmalı ve mutlaka referanduma gitmelidir” dedi.
SENOL KARAKAŞ: “26 NİSAN’DA KİTLESEL EYLEM VAR”
“Nükleer bombanın ve nükleer santral patlamasının acılarını çeken arkadaşlarımızı dinledik. Aslında benzer bir tehlikeyle biz de karşı karşıyayız. Son zirvede, Obama ve Erdoğan ortak açıklamalarında nükleer tehlikeye karşı uyarıda bulundular. Bu bana seri katillerin buluşup cinayete karşı tedbiri konuşmaları gibi geldi. ABD’nin elinde kullanıma hazır 9400 nükleer başlık var. İncirlik’teki 90 adet nükleer başlığa karşı Küresel BAK yıllardır kampanya yapıyor.
Ayrıca Afganistan, Irak, Filistin işgallerinin yarattığı terör dünya halklarını kan kusturuyor. Erdoğan da kendi halkına karşı şiddet uyguluyor. Yani bunların uyarısı aslında kendilerine karşı uyarı işlevi görüyor.
Türkiye’de insanlar nükleer santralleri istemiyor. Daha önceki hükümetler de hep istedi bu santralleri ama yapamadılar. AKP hükümetinin sonu da hüsran olacak. Biz bu saldırıyı defalarca bertaraf ettik. Bunu da ederiz.”
Şenol Karakaş, konuşmasının sonunda, Çernobil’in yıldönümünde 26 Nisan’da İstanbul, Ankara ve İzmir’de nükleere karşı kitlesel eylemler yapılacağını söyleyerek mücadelenin sokaklarda devam edeceğini söyledi.
ÜMİT ŞAHİN: “AKKUYU’DA ÇED TOPLANTISI YAPTIRILMADI”
Toplantının katılımcılarından Yeşiller Partisi Eşsözcüsü Ümit Şahin söz alarak, toplantı ile aynı saatlerde yaşanan olumlu bir gelişmeyi buradakilerle paylaşmak istediğini söyledi. Şöyle dedi:
“Biz burada Japonya’dan gelen dostlarımızla nükleere karşı ortak mücadelemizi konuşurken, Akkuyu’daki arkadaşlarımız da santral için tezgahlanan ÇED toplantısını yaptırmadılar. Kalabalık bir şekilde toplantıyı protesto eden Akkuyu halkı, toplantının yapılacağı salona girdi. Toplantı yapılmadan dağıldı. Ama muhtemelen yalan söyleyecekler ve ‘ÇED toplantısı yapıldı’ diye rapor tutacaklar. Bu eylem sırasında 4 kişi de göz altına alınmış…”
LEE JONGKEUN: ‘DÜŞMANLIK DUYGUSU TAŞIMIYORUM’
Toplantının sonunda Ufuk Uras, Hiroşima mağduru Jongkeun’a, atom bombasını soğukkanlılıkla üzerinize atanlara karşı ne hissediyorsunuz diye sordu.
“Şu anda o zaman bunu yapanlara karşı bir düşmanlık duygusu taşımıyorum” diye yanıtlayan konuk konuşmacı şöyle devam etti: “Ama o zaman büyük bir nefret hissettiğimi anımsıyorum. O zaman Amerikalılara çok öfkelenmiştim ama bugün biliyorum ki, ABD’de de nükleere karşı milyonlarca kişi var. Onlarla birlikte mücadele ediyor olmak bence çok güzel…”
2 Nisan 2012 – Edebiyat Atölyesi Üçüncü Dönem Onikinci Kitap – İstanbul
2 Nisan akşamı Atölye’nin tartışacağı kitap arasında isimle kitabıydı. Sinan Akboğa bize hem yazar hem de kitabın felsefi alt yapısı ile ilgili çok değerli bilgiler verdi. Tarihe kaçış ve tasavvuf, islamcı edebiyat gurubu için seçmiş olduğumuz bu kitap islam felsefesinin kaynak kitaplarına, Kuran’a ve ayetlerine, fıkıh ve tesfirlere, ‘Tunuslu alim’olarak İbn-i Haldun’a, ‘Endülüslü alim’ olarak İşbiliyeli(Sevilla) Muhittin İbn-i Arabi’ye göndermeler içeriyordu. Sinan bu göndermeleri açıklayarak kitabı daha iyi anlamamıza ve değerlendirmemize olanak sundu. Kitap tezi, belgeselliği,ideolojisi kadar tarihe bakış açısı, kurgusal tekniği ve diliyle irdelendi.
Romanda biri bireysel (Numan-Nahide aşkı), diğeri tarihsel (Yeniçeri Ocağı)olmak üzere iki ana tema var. Ancak her iki tema, tasavvufi bir bakış açısıyla işleniyor ve romanın en önemli özelliklerinden birinin mistik bakış açısı olduğu ortaya çıkarıyor.
Kitap gerek doğu masallarında, gerekse post-modern eserlerde olduğu gibi pencere pencere açılarak katman katman derinleşen hikayelerin bütünü olarak kurgulanmıştı.
Romanda bağımsız görünen öykü ve olay halkalarının, üst katmanda, Yeniçeri Ocağı’nın öyküsünde bütünleşerek modern bir yapı kurduklarını göstermektedir. Yapıt, bu çerçeve öykü tekniğiyle, Doğu öykücülüğünde Binbirgece Masalları’na dek uzanan bir geleneksel anlatım tekniğine eklemlenebilecek özellikler göstermekteydi.
İsimle Ateş Arasında, üç katmandan oluşmaktadır. En üstte hayatla ölüm sürecini anlatan ”isimle ateşin öyküsü”, ikinci katmanda ”Nihade ile Numan’ın ve yeniçerilerin öyküsü”, en alt katmanda ise ”Yeniçeri Ocağı’nın öyküsünü oluşturan küçük öyküler” yer alır.
En üst katmanda düzmece olarak Yeniçeri defterine, esameye, kaydı yapılan Numan’ın, yeni ismiyle Mansur’un, evini, eşini ve kızını bırakarak, buğu ve koku üreticisi dul Nahide ile olan aşkı ve evliliği hakkında okunuyordu. Ana anlatıcı gibi gözüken Numan/Mansur üzerinden bir üst katmanda Yeniçeri Ocağı’nın kurulması, gelişmesi, bozulması ve yıkılmasını okuduk. Zaman zaman değişen anlatıcılarla devşirmeleri,padişahları,şehzadeleri onların iç dünyalarını, korku ve acılarını da okuduk.
Romanda sultanlar, sadece tarihi kimlikleriyle değil, psikolojik yönleriyle de veriliyorlar. Kimileri tedirginlikleri, kimileri sertlikleri, kimileri çaresizlikleri, kimileri ince ruhları ve kimileri de kararlılıklarıyla öne çıkarılıyor.
Dönemi, süreci ilahi bir yazgı dairesinde, varlıkla yokluk arasındaki bir süreç olarak, mistik bir bakış açısıyla ele alıyor. İbn-i Haldun’dan kaynaklanan, devletlerin de insanlar gibi ömürleri olduğu, doğup geliştikleri ve öldükleri düşüncesi, romancının tarihe bakışını da özetliyor.
Arada kalmışlık, hatırlama, aşk ve çöküş ana temalar gibi yer almış. Bu arada kalmışlık, çokluk ve teklik arasında kalmak bakımından tasavvufi anlamlara da açık duruma getiriyor.
Romanın ikinci katmanında gördüğümüz süregiden ana öykünün teması aşktır.Aşka tasavvufi bakış, romanda kelam-kalp, akıl-duygu çatışmasında iyice belirginleşiyor. Numan/Mansur aşka hep aklıyla yaklaşmak ister. Bu nedenle kuşku düşer aşığın kalbine, çünkü akıl, kuşkudur, huzursuzluktur. ‘Ama akıl şüpheyi, şüphe vehmi, vehim vesveseyi doğurup duruyordu’ Kuşku başlayınca, huzur kaçınca da ardından korku, kıskançlık geliyor, huzur ve barış yerini savaşa bırakır.
Aşk öyküsünde işlenen bir başka tema, koku ve çiçeklerdir. Romanda, kokuların yapılışı, kimi çiçekler ve bunların öyküsü uun uzun anlatılır. Koku ile de tasavvuf arasında ilgiler kurulur, kokunun metafizik nitelikler taşıdığı belirtilir.
Romanın ikinci ana öyküsü, Yeniçeri Ocağı’nın öyküsüdür. Bu öyküde, bir yeniçeri, geriye dönüş tekniğiyle Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşunu, devşirme usulünü, başlangıçta ocağın sağlam yapısını, yeniçeriler ile sultan arasındaki güçlü bağları anlatır. Sultan, canbaz, perendebaz, hokkabaz taifesinin Yeniçeri Ocağı’na girmesine izin vererek bozulmaya zemin hazırlar. Aslında bozulma sadece orduda değildir; on sekizinci yüz yıla gelindiğinde nakış, minyatür, hat, cilt, mimari, saray, ebru, şiir her şey bozulmuştur.
Ardından başkaldırılar başlar. Böylece sözlüklere yeni bir deyim girer ‘Kazan kaldırmak’. Yeniçeriler, ‘zorba’ diye anılır olurlar. Savaşçılıkları nedeniyle semendere benzetilen yeniçeriler, ateş içinde yok olurlar.
Romanda Yeniçerilerin öyküsüne bağlanan küçük öyküler de vardır. ‘Nezuka: Devşirme’ öyküsünde, derşirmelik kurumunun nasıl insani şiddet yarattığını okuruz. ‘İki oğlu olanın birisini alalar’,’Türkçe bilen oğlan alınmaya’.Nezuka adlı bir çocuğun küçük yaşlarda devşirme olarak alınması, ailesinden ve vatanından koparılması, dilini ve kökünü unutması, Yeniçeri Ocağı’na katılmak üzere yetiştirilmesi anlatılmaktadır. Nezukanın annesinin feryadını duyarız ‘Nezuka sakın ismini unutma! Nezuka sakın dilini unutma! Nezuka anneni unutma!’ Ama devşirme eğitimi o denli baskıcıdır ki Nezuka ‘Dilini unuttu. Dili eviydi, evini unuttu. İsmini unuttu, ırmağı unuttu. En sonda annesini unuttu.’
Şehzade öyküsünde ‘kafeslerde kapalı, tedirgin ve halktan kopuk bir yaşam sürdüren şehzadelerin öyküsü’, Osman:Genç öyküsünde ‘Yeniçerilerin Genç Osman’ı acımasızca katletmeleri’,Murad:Dördüncü öyküsünde ‘hiddeti ve acımasızlığıyla ünlü Dördüncü Murat’ın şiddetiyle anlatıldığı bölümlerdir.’Dördüncü Murat’ın Yeniçeri katibini rüşvetle sınaması ve rüşvete kanan katibin boynunu vurdurması’, ‘yenilikçi ve sanatçı ruhlu bir padişah olan Üçüncü Selim’in yeniçerilerce öldürülmesi’,’Mahmud: İkinci ve Mahmud: Adli’de Yeniçeri Ocağının nasıl hunharca yök edildiği, yakılıp yıkıldığı’ anlatılır.
Romanda yer alan iki öykü, Yeniçerilerin öyküsü, kimi yönlerden Numan ile Nihade Arasındaki aşk öyküsüne benzer. Aşk öyküsünde üç aşama söz konusudur. İlk aşamada, aşık (Numan), sevgiliye (Nihade) gönlünü delicesine kaptırır; aşk böylece doğar ve gelişir. İkinci aşamada, aşığın kalbine kuşku düşer, aşka fitne karışır ve kopuş başlar. Son aşamada aşık kuşkunun karanlığında yolunu ve sevgilisini yitirir, gerçek aşka varamaz. Yeniçerilerin öyküsünde de yeniçerilerle sultan arasında böyle bir süreç yaşanır. Ocağın kuruluş döneminde yeniçeriler (aşık), sultana (sevgili) canları pahasına bağlıdırlar. Ancak aşk öyküsündeki gibi, yeniçerilerle sultan arasına da fitne girer. Son aşamada sultanla yeniçeriler koparlar, aşk biter, yeniçeriler ateşte yanarlar. Bu, her iki öyküde olayların, İbn-i Haldun’un devletlerle ilgili görüşüne ygun biçimde doğum, gelişme ve ölüm aşamaları doğrultusunda geliştiğini gösterir.
Söz konusu iki öykü ”farklı değer veya kavramların karşı karşıya gelmesi” üzerine kurulması bakımından da benzeşirler. Numan ile Nihade arasındaki aşk, akılla kalp arasındaki çatışmaya dayanır. Yeniçerilerin öyküsünde de isim-ateş, sultan ordu, ney-kılıç, Mevlevilik-Bektaşilik, doğu-batı gibi sözcük ve kavramların temsil ettiği değerler arasında benzer bir çatışma vardır.
Aynı çerçevede Mevlevilik, sarayın, merkezin, padİşahın bağlandığı tarikat, Bektaşilik ise, yeniçerilerin tarikatıdır. Nizâm-ı Cedit, batıyı, yeniliği, Yeniçeri Ocağı ise, doğuyu temsil ederler. Bu değerler arasındaki çatışma ikinci ana öyküde, daha üst katmanda sultanlarla Yeniçeri Ocağı arasındaki çatışma içinde değerlendirilmelidir.
Sonuç olarak hayat-ölüm, tasavvuf, aşk, akıl-kalp çatışması, koku ve çiçekler, Yeniçeri Ocağı, Osmanlı ordusunun bozulması, toplumsal çözülme, ordu ile sultanlar arasındaki çatışmalar, romanda işlenen başlıca temalardır.
Yapıtın başında ve sonunda kendini gösteren bu anlatıcı/yazıcı olarak yazarı görürüz. Anlattığı öykünün dışında, üzerinde, üst bir konumda yer aldığı için ona dış anlatıcı ya da Tahsin Yücel ‘özöyküsel anlatı’ dediği bir anlatıcı olarak adlandırabiliriz. Romanda Yeniçeri Ocağı’nın öyküsü, farklı anlatıcı ve bakış açıları aracılığıyla anlatılmış ve böylece olaylar farklı bilinç süzgeçlerinden aktarılabilmiştir.
İsimle Ateş Arasında, tema bakımından geleneğin tasavvuf ve tarih kaynağından beslendiği bir romandır. Yapıt, tarih, devlet, aşk ve kokuya ilişkin getirdiği tasavvufi yaklaşımlarıyla özgün bir içerik taşımakta ve bu yönüyle geleneğe eklemlenmektedir. Ancak çok katmanlı ve iç içe geçmiş olay örgüsü, çoklu anlatıcı ve – bakış açısı, zaman dizimindeki düzensizlik bakımından modern romanın yapısal özelliklerine de sahiptir.
Yazar tarihi, doğruluğu ya da yanlışlığı tartışılır bir belge veya tez olarak görmektedir. ‘Kalemi elinde tutan taraf, şayet zamanın en vahşi savaşını barış için başlattığını belgelere şerh düşerse, kim ne yapsın?’
Tarihi yeniden, bir edebiyatçı kalemiyle yazarken ‘Adaletten çok merhamete meyletmiş’ bir yazıcı, ‘Merakı aykırı, bakışı aykırı, yazısı aykırı bir kadının şefkat elinin yazdığı tarih’ olarak tanımlıyor kendini ve kitabını.
Bütün bunlara karşın Atölye kitabı her ne kadar dili değilse de içeriği ile şiddet yüklü, yazarı da şiddeti kadın eliyle ama erkek aklı ile yazan bir yazar olarak değerlendirdi.
8 Nisan 2012 – Askeri Harcamalar, İnsanlığa Zarar Basın Açıklamasına Çağrısı – İstanbul
Ararlarında Küresel BAK’ın olduğu pek çok barış kurumunun, inisiyatifin yapacağı “Askeri harcamalara son” günü basın açıklaması için çağrı yapıldı. Çağrıda, “Bir ülkenin büyüklüğü beslediği orduyla, başka ülkelere yolladığı askerlerle, savaşa ve silahlanmaya ayırdığı bütçeyle değil, barışa ve insanına verilen değerle anlaşılır” dendi.
12 Nisan 2012 – Askeri Harcamalar, İnsanlığa Zarar Basın Açıklaması – İstanbul
Aralarında Küresel BAK’ın da bulunduğu pek çok inisiyatif, platform, kurum ve siyasi parti bu gün Galatasaray Meydanı’nda askerî harcamalara karşı bir basın açıklaması yaptı. Daha iyi bir dünya için askerî harcamalara karşı birleşme çağrısının yapıldığı eylemde “Askeri Harcamalar, İnsanlığı Harcar!” denildi. Basın açıklamasında “Savaşa Değil, Barış”, “Silahlanma mı Yoksa Sağlık ve Eğitim mi?”, “Öldürtmek mi, Yaşatmak mı?”, “Savaşsız Bir Dünya Mümkün!”, “Hiç Kimse Asker Doğmaz!”, “Bomba Değil İş”, “Suriye’ye Askeri Müdahaleye Hayır”, “Esad Katliamları Durdur”, “Suriye Halkları Yalnız Değildir!” dövizleri taşındı. “Savaşa değil, eğitime, sağlığa bütçe”, “Savaşa Hayır”, “Yaşasın halkların Kardeşliği” Sloganlar atıldı.
Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Bülent Aydın, sınırı ötesi gerginlikler ile savaş tehlikesinin yaratılmaya çalışıldığını söyledi. “Savaşın ne Irak’ta ne Libya’da ne de başka bir ülkede sorun çözemediğinin altını çizen Aydın, Suriye’ye askeri müdahaleye hayır” dedi.
Grup adına Mor ve Ötesi grubundan Kerem Kabadayı’nın okuduğu basın açıklamasında Türkiye’nin askerî harcamalar sıralamasında dünyada 15. sırada olduğu belirtilerek, eğitime ve sağlığa ayrılması için gereken bütçenin savaşa ve silahlanmaya aktarıldığı vurgulandı.
Eyleme katılanlar arasında bulunan Uluslararası Barış Enstitüsü Genel Sekreteri Colin Archer da bir konuşma yaparak, tüm dünyada savaş karşıtı hareketin ve Türkiye’de Irak işgaline karşı verilmiş mücadelenin başarısına değindi.
16 Nisan 2012 – Edebiyat Atölyesi Üçüncü Dönem Onüçüncü Kitap – İstanbul
16 Nisan akşamı Atölye’nin tartışacağı Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler isimli kitabını bize Kamer Badur Eğilmez sundu. Yazar ve kitap ile ilgili bilgilerden sonra tartışmaya geçtik. Hasan Ali Toptaş, diğer kitaplarında olduğu gibi Gölgesizler kitabında da taşranın şimdisini, taşra atmosferini, taşralılık hallerini ele alıyor. Taşranın “yetersiz ya da engellenmiş bir toplumsal/ kültürel statüyü” de taşıyan boyutu var. Yoksul evler, kavga ve çekişmelerin hiç dinmediği köy mekanı, varlığını sürekli duyuran yoksulluk, dayanışa duygusunu yitirmiş, sevgisini tüketmiş bir toplum.
Ürküten bir hayat, üstelik sığınacak bir yerin, sevecek kimsenin, kurtuluş vaat eden bir hayat modelinin olmadığı bir mekan kendiliğinden şiddeti üretiyor. Kişiler kaybolarak bir başkası olmaya özenseler de, şiddet, çaresizlik, mutsuzluk, eşyanın solukluğu, birbirini tekrarlayan zamanlar ve renksiz hayaller, romandaki köylülerin tamamını kapsayan bir durum ve peşlerini kayboldukları yerlerde de döndüklerinde de peşlerini bırakmıyor. Taşra, yabancılaşmanın, bir benlik yitiminin ya da yaralı bilinçaltlarının, belki de hepsinden önemlisi kopkoyu bir sıkıntının söz konusu olduğu bir yer. İnsanların iletişimsizliğini, yabancılaşmışlığını, daralmışlığını ve yürekleri çölleştiren dayanılmaz sıkıntılarını hissediyoruz. Roman kahramanlarının hemen hepsi, kesin sınırlarla kuşatılmış dar dünyaların, bu dünyalar içinde daralan, hep bu darlığın ötesindeki bir dünyanın hayalini kuran insanlar. Bir berber dükkanından o dünyaya geçiveriyorlar. Yoksunlukla akraba bir sıkıntıyı hemen hissediyoruz; en iyi taşrada gözlemlenebilecek, en çıplak, en görünür ifadesini taşrada kazanmış bir sıkıntıyı… “taşra sıkıntısı adını verelim buna; taşra sözcüğüne yalnızca mekana ilişkin bir anlam yüklemeden, yalnızca köyü ya da kasabayı kast etmeden; onları da, ama onların ötesinde, şehirde de yaşanabilecek bir deneyimi; bir dışta kalma, bir daralma, bir evde kalma deneyimini, böyle hayatları ifade etmek için….” yazılmış Gölgesizler. Şehirde de taşranın yaşanabileceğini vurguluyor.
Yazar bir söyleşisinde “O kasabalarda yaşadığım yalnızlığın şiddeti de belki beni tümüyle harflerin dünyasına itti. Yazıyı benim için hayatın bir parçası değil, tümü kıldı. Küçük taşra kasabalarında geçen o yaşantı, muhtarı, bağbozumu şenlikleri, minibüsleri, kayıpları, sessiz kadınları, sinema salonuna kaçak giren çocukları, bunalan insanları, kederleri, çıkmazları, gaz lambasının ışığında anlatılan hikayeleri ve daha başka şeyleriyle, yazdığım romanların ve öykülerin örgüsünde de yer aldı tabii”.
Yazar zamanı ve mekanı durdurarak yazmış. Olay her yerde ve her zaman diliminde geçebilir. Kayboluşların, kayıp olmaların hikayesi. Gerçek dünyadan kayıplar alemine geçiveren roman kahramanları belirli bir süre sonra aniden geri dönüyorlardı. Döndüklerinde artık eski onlar olmuyorlardı.
Anlattığı taşra sessiz bir şiddetin, sessizliğin şiddetinin yaşandığı bir yer.Yazar belki şiddeti hedefleyerek kurgulamıyor kitabını ama atmosfer, yazarın dili, düşüncesi şiddet içeriyor.
Erkekler dünyası anlatılıyor. Ancak bu dünyanın yükünü kaderleri o erkeklere bağlanmış kadınlar taşıyor.
Gölgesizler ve yazar edebi olarak katmanlı metinler, büyülü dil kullanmada başarılı olarak değerlendirildi. Özenle bulup çıkarılmış kelimeler, göze olduğu kadar kulağa da seslenen cümle kalıpları, sıfatlar, kelime tamlamaları ve imgelerle zenginleşmiş, çoğu yerde ritmik, melodik bir dil…
Ancak okunduktan sonra akılda sıkıntı, acımasızlık, kadınsızlık ve şiddet kalıyor. Eyleme dökülmese bile sık sık zihinsel linç durumu yaratılıyor. Kitao insan ilişkileri üzerinden şiddet anlatılmış bir savaş destan çığırtkanlığı gibi değerlendirildi. Yazarı genel olarak savaş söylemini üreten bir yazar olarak sınıfladık.
17 Nisan 2012 – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu adına Yıldız Önen 17 Nisan’da Afganistan’dan Türkiye askerlerinin geri çekilmesi için yazılı bir basın açıklaması yaptı.
Açıklamada Önen, “ABD ve NATO, işgal ettiği 10 yıl içerisinde Afganistan’da işlediği insanlık suçlarının, öldürdüğü sivillerin ve ülkede yol açtığı yıkımın hesabını mutlaka vermelidir. Afganistan’da bulunan Türkiye askerleri derhal geri çekilmelidir” dedi.
24 Nisan 2012 – “Uludere Katliamının 120. Günü” Basın Açıklamasına Çağrı – İstanbul
Küresel BAK olarak, Barış inisiyatiflerinin örgütlediği Uludere katliamının protestosuna çağrı yaptık. Uludere katliamının üzerinden 120 gün geçmesine rağmen hala suçluların bulunmasının protesto edileceği eylemin yaygın duyurusunu yaptık.
28 Nisan 2012 – “Uludere katliamının 120. günü” Yürüyüşü – İstanbul
Hesap sorulsun, özür dilensin!
Uludere katliamının 120. gününde Barış İnisiyatifleri, Galatasaray Meydanı’nda bir araya geldiler. Barış aktivistleri, 17’si çocuk 34 kişinin ölümünün sorumlularının bulunamamasını protesto ettiler. 34 mum yakarak savaş uçaklarının bombardımanı sonucu hayatını kaybedenleri andı. Yapılan basın açıklamasında ise İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in istifası istenerek “Uludereler tekrar etmesin diye, hükümet Kürt sorununun çözümünde barışçıl adımları devreye sokmalıdır” denildi.
Galatasaray’dan Mis Sokak’a yürüyen barış yanlıları, “Kaza değil bu bir katliam”, “Uludere halkı yalnız değildir”, “İdris Naim Şahin istifa”, “Kürtler Kürtçe konuşur”, “Yaşasın halkların kardeşliği”, “Katil devlet hesap verecek” sloganları attı. Basın açıklamasını, Barış İnisiyatifleri adına Türkçesini Feryal Öney, Kürtçesini Yıldız Önen’in okudu. Basın açıklamasında 120 gündür hala suçluların bulunmaması kınandı, Uludere katliamının unutulmayacağı vurgulandı.
30 Nisan 2012 – Edebiyat Atölyesi III. Dönem Ondördüncü Kitap – İstanbul
30 Nisan akşamı Atölye, Burçu Aktaş’ın bize Hakan Günday hakkında bilgi vermesiyle başladı. Daha sonra o akşamın tartışma konusu olan Malafa isimli kitabı tartışmaya geçtik. Malafa, küreselleşmiş dünyada kapitalist sistemin işleyişinin, turizm sektörü, özelde de Antalya’da büyük bir kuyum merkezinin işleyişi üzerinden anlatılmasıydı. Roman Topaz Center’da geçen üç beş saati anlatıyordu. Center bir savaş alanıydı. Bu savaş alanında zaferler anlıktı. Her an üstünlük el değiştirebiliyordu. Kimin kazandığı kimin kaybettiği belli değildi. Zaten kazananın da ne kazandığı belli değildi. Silahlar da, ganimet de, ödenen bedeller de insana dairdi. Daha ilk sahifelerden itibaren, Atölye’de şimdiye dek barış adına gözettiğimiz ne varsa ayaklar altına alınmıştı. Şiddet ve savaş satırlarda çok belirgindi ve satır aralarına bakmaya gerek duyulmayacak kadar açık bir şiddetin romanıydı. Kuyumculukta gizli bir dil olarak kurulmuş olan Ermeni argosunun kullanılıyor olması da bu durumu hafifletmiyordu.
Roman boyunca savaş ve şiddeti üç katmanda gördük:
1. Topaz Center, Center’daki insan ilişkileri ve Center felsefesi.
2. Karakterlerin iç dünyaları.
3. Savaş alanı olarak turizm.
Yazar şiddeti zaman kazandıran bir anlatı biçimi olarak görüyordu. Bu şiddet üçlü saç ayağından oluşuyordu; şiddeti uygulayan (tezgahtarlar, center sahipleri, turizm beyleri), uygulananlar (müşteriler, turistler ve tezgahtarlar) ve izleyenler (biz okurlar). Biz izleyenlerde büyük bir rahatsızlık yaratılıyordu. Çünkü yazara göre rahatsız olan soru sormaya başlıyordu.
Yazara göre roman karakterleri kaybedenlerken diğer yandan başka şey kazananlara dönüşüyordu (muş). Bu karakterler kötücüldü ve bu kötücüllüğü ‘ebedi ve ezeli’ kabul edilen bu sistemin doğalı ve normaliymiş gibi uyguluyorlardı.
Yazar kitabının bütününde belki ‘modern’ toplumu anlatıyor, sistem eleştirisi yapıyordu ama kendisi de kolaylıkla bu sistemin tuzağına düşüyordu.
Savaş ve şiddeti izlediğimiz katmanların yanı sıra yazarın tesbitleri, dili, içeriği de kötücül ve şiddet yüklüydü. Irkçı, ayrımcı, ötekileştiren bir çok söylem vardı. Her karakterin her bir hikayesi şiddet ve ötekileştirme üretiyordu.
“Çünkü kahramanlar sadece savaşlardan çıkar. Barış, düşmansızlık ve vasatlıktır. Tezgahtar ile turist arasındaki barış satışsızlığa işarettir. Kimse tramını (parasını) alan birisi ile barışmaz. Doğal olan ilişki tezgahtar ve turist savaşıdır…Geride kalanların salyalarının, cephedeki kan kadar akmasıyla ilgilidir.”, “Tezgahtarlar bin bir tezgahla Avrupa Birliği kurucu üye ülkelerinin vatandaşlarından tane tane yumoş (avro) indirirken, Türk hükümetleri milyonlarca yumoşluk savaş uçaklarını tek tezgahta satın alır. Oy verenler hayatta kalmayı öğrenip tezgahtar olurken oy alanlar siyasi kariyerleri boyunca turist kalır.”,” Alınmış bir çocuk gibiydi. Dayak yemiş bir köpek. Linç edilmiş bir masum. Sırtından bıçaklanmış bir sakat. Satmak zorundaydı.”, “Dünya bir tezgahtır. Tezgahın hangi tarafında hayat olduğuysa ancak ölümle anlaşılır.”
Atölye katılımcıları olarak ‘Sistem eleştirisi yapılıyorsa da bu Malafa kadar şiddeti estetize ederek yapılmamalıydı’ görüşünde birleştik.
14 Mayıs 2012 – Edebiyat Atölyesi III. Dönem Onbeşinci Kitap – İstanbul
14 Mayıs akşamı Atölye’de Mehmet Uzun’un Abdalın bir günü isimli kitabı tartışıldı. Yazarı ve eserlerini bize Şengül Çiftçi tanıttı. Daha sonra da tartışmaya geçtik. Tartışmamızın odak noktası, engellemelere uğrayan, yaralı bir dilde, ülkesinden uzakta, sürgünde yazan, kendi sesine, kendi diline sürgün olan bir yazarın uğradığı katmerli şiddet oluşturdu.Yasaklı bir dilde, çoğunluğu yıllarca okuma ve yazma bilmeyen bir halkın, kendi dilinde edebiyat yapmasının ve bir edebiyat tarihi oluşturmasının güçlüklerinden konuştuk. Mehmet Uzun’un yasaklı bir dilde, yasaklı olduğu ülkesinden uzakta yazma uğraşısının kendisini, barışçıl bir direniş olarak değerlendirdik.’Mecbur kalınmış bir başkaldırı ve mecbur kalınmış bir yazarlık’. Çünkü Mehmet Uzun’un, yazarlığıyla ilgili konuşmaları yaptığı, yazarlığını savunduğu yerler genellikle karakollar, savcı ya da hâkim odaları, mahkeme salonları olmuş. ‘Yazarın özgürlüğü, yazma hakkı, kendisini ifade etme hakkı. Kutsal olan özgürlük hakkını’ savunmuş. Mağluplar ve mazlumları, sesleri kısılan, yok edilmek istenen, umutlarından mahrum edilen, aşağılanan, horlanan ve büyük bir yalnızlık içinde göçüp giden mağlupları yazmış. Yazara uygulanan ve yaşadığı bunca şiddete karşın, başkaldırısı gibi kitapta kullandığı dilinin de barışçıl kalması da Atölye’mizce önemli bir değer olarak görüldü.
Abdalın bir günü 19.yy. sonu 20 yy. başında yaşayan ünlü bir dengbêjin, Evdalê Zeynikê’nin (Kürt edebiyatının Homeros’u) bir gününü, bir dergi dengbêji Ehmedê Fermanê Kîkî tarafından anlatısıydı. 1934 yılında Ehmedê Fermanê Kiki’nin Şam’da yanlarına sığındığı Bedirhaniler, Evdal’ı yazıya geçirmesini isterler. Ehmed de, Evdal’ın bir gününü anlatmaya karar verir. Zorlanarak da olsa yazar. Kolay değildir çünkü, sözü hayatı olan birinin yazıya geçmesi.
Bir yanda Kürt mîrleri, diğer tarafta Osmanlı beylerinin, paşalarının olduğu, karanlık zamanların, karanlık ilişkilerin içiçe geçtiği bir tarih diliminde,20.yy. başlarında, Süphan Dağı eteklerinde, Ahlat Buzluğanında yaşanan bir gün anlatılır. O bir günde dönemin eleştirisi yapılır.
Evdal’ın çocukluğu, babasının ölmesi, annesinin onu yalnız başına yoksulluk içinde büyütmesi, sonra dengbêj olması, ününün gittikçe yayılması, sesinin büyüsüne kapılan gayrı Müslim sevdiğiyle, Gulê’yle, evlenmesi, oğlu Temo’nun doğması, kanadı kırık turnası, Tahar Xan’ın dengbêji olması, Şêx Silê’yle atışıp üç günün sonunda kör olması, üvey çocuklarının zalim bir bey tarafından öldürülmesi, sürgün olması, sonunda da günlerce süren hikâyesini anlatırken gözlerinin aydınlığa yeniden kavuşmasını yazar Ehmedê Ferman.
Bunları yazarken dönemin eleştirisini de yapar. Kürtçenin yasaklı olduğu ve dil olarak görülmediği zamanlarda, (hem dil olarak görülmeme hem de yasaklanma çelişkisi ne kadar güncel!) 1940′lı yıllarda yazılır;”Ama gelin de ben garibe sorun ki Kürtlerin bu güzel söz ve deyişlerinin, güzelim kıssalarının başına ah neler neler geldi. Hepsi yasaklı bugün. Bugün Türkiye’de Kürtçe konuşanlar cezalandırılıyor. Ceza, bir Kürtçe sözcüğe bir kuruş şeklinde. İki kelime iki kuruş, üç kelime üç kuruş… hey gidi ocağı batasıca dünya hey!..”
Yazar da bu tekniği kullanır, sözlü kültürü yazıya geçirme denemesinde de bulunur. Sözlü kültür ürünleri bire bir yazıya geçirildikleri zaman estetiğinden çok şey kaybettiği, birinin doğrudan kulağa seslenirken diğerinin göze seslendiği bilinir. Kitap ’söz’ ile ‘yazı’nın sınırında dolaşır. Ayrıca geleneksel olan ile modern olanın uzlaştırılmaya çalışıldığı bir roman olarak görürüz. Kitap yerel ile evrenselin, doğu ile batı edebiyatının başarılı bir harmanı olarak karşımıza çıktı.
Elbette Atölye’miz bakış açısıyla okuduğumuz, ataerkil, feodal izler de bulduk ancak romanı bir bütün olarak, içerik ve üslup olarak barışçıl değerlendirdik.
15 Mayıs 2012 – Nato’ya Hayır Basın Açıklamasına Çağrı – İstanbul
Küresel BAK, 15 Mayıs’ta Nato’ya Hayır basın açıklamasının çağrısını yaptı. Çağrıda Şikago’da yapılacak Nato toplantısının protesto edileceği duyuruldu. “Soğuk Savaş çoktan bittiği halde İNCİRLİK de dahil olmak üzere, ABD’nin NATO Antlaşması çerçevesinde Avrupa’da bulunan bütün nükleer silahları geri çekilmeli” dendi.
19 Mayıs 2012 – Nato’ya Hayır Basın Açıklaması – İstanbul
Küresel BAK dünya savaş karşıtları ile birlikte 20-21 Mayıs’ta Şikago’da yapılacak Nato zirvesini protesto etti. 19 Mayıs’ta Galatasaray meydanında bir araya gelen Savaş karşıtı aktivistler “Nato’ya hayır!” dediler. “Dünyanın bütün sokakları Nato’ya karşı birleşiyor” pankartı ve ‘Katil NATO Şikago’dan defol’, ‘Katil NATO Afganistan’dan defol’, ‘Katil NATO Kürecik’ten defol’, ‘Katil NATO İncirlik’ten defol’ dövizleri ile yapılan basın açıklamasında Nato protesto edildi. Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Nilüfer Uğur Dalay basın açıklamasını okudu. Basın açıklamasında “Barış ve adaletin egemen olduğu bir dünyada, saldırgan, yayılmacı, militarist politikalara, NATO’ya yer yok” dendi.
20 Mayıs 2012 – Unutursak Kalbimiz Kurusun Basın Açıklamasına Çağrı – İstanbul
Küresel BAK, barış inisiyatfilerinin yapacağı “Unutursak Kalbimiz Kurusun” basın açıklamasına çağrı yaptı. Uludere katlaimanın unutulmaması için yapılacak etkinliğin duyurusu yaygınlaştırıldı.
26 Mayıs 2012 – Unutursak Kalbimiz Kurusun Basın Açıklaması – İstanbul
Roboski Katliamı’nın 150′inci gününde sorunlulara ilişkin herhangi bir gelişmenin yaşanmaması ve başta Başkbakan Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere hükümet yetkililerinin yaptıkları açıklamaları protesto eden Barış İnisiyatifi aktivistleri, Galatasaray Meydanı’ndan Taksim Meydanı’na yürüyüş düzenledi. “Unutursak kalbimiz kurusun, Özür dilensin, hesap sorulsun” pankartı, Roboski Katliamı’nda yaşamını yitirenlerin fotoğraflarını ve “Unutursak kalbimiz kurusun” dövizleri açan onlarca kişiye BDP İstanbul İl Eş başkanı Ali Rıza Bilgili, BDP, HDK ve Barış Anneleri üyeleri tarafından da destek verildi. Yürüyüş sırasında “Kaza değil bu bir katliam”, “Öz öz özgürlük, Kürt halkına özgürlük”, “Savaşa hayır”, “Biji biratıya gelan”, “İdris istifa” sloganları atıldı. Katliamda yaşamını yitirenlerin isimleri okunarak, hep bir ağızdan “Unutursak kalbimiz kurusun” denildi.
Taksim Meydanı’nda gelindiğinde kitle 3 dakika yere uzanarak, temsili olarak Roboski Katliamı’nı canlandırdı. Bu sırada megafondan uçak ve bomba sesleri verildi. Daha sonra Kürtçe açıklama yapan Doğu ve Güneydoğu Dernekleri Federasyonu Başkanı Abdülhekim Daş, Roboski Katliamı’nın üzerinden 150 gün geçmesine rağmen katliama ilişkin hiç kimsenin yargılanmamasına tepki göstererek, “Kürdistan’da Roboski’ye benzer çok sayıda katliam yaşandı. Bu devletin şimdiki hükümeti de diğer hükümetler gibi davranıyor ve katliamın aydınlatılmasını istemiyor. Biz AKP ve devletten bu suçun insanlık suçu olduğunu kabul etmesini, Roboski ve Kürt halkından özür dilemesini istiyoruz. Suçlular yargılanmadan değil 150 gün 150 yıl da geçse bu katliamı unutturmayacağız” dedi. Söz alan Barış Annesi Nafiye Başaran da, “Çocuklarımız artık ölmesin. Biz barış istiyoruz. Yıllardır bunun için mücadele ediyoruz. Türk halkı da artık sesimizi duymalı ve sesini barış için yükseltmelidir” çağrısında bulundu.
Barış İnisiyatifi adına açıklama yapan Zeynep Tanbay ise “Öldüren, öldürme emrini verenler, bir açıklama yapmak, vur emrini kimin verdiğini halka açıklamak, açılan yarayı onarmak için adım atmak yerine, pervasızca açıklamalar yaparak, öldürülenleri suçlamaya başladı. Suçlular derhal bulunmalı ve yargılanmalı” dedi.
28 Mayıs 2012 – Edebiyat Atölyesi III. Dönem Onaltıncı Kitap – İstanbul
28 Mayıs akşamı Atölye’de yazar Mehmet Eroğlu ve kitabı ‘Fay Kırığı I:Mehmet’i bize Görkem Yeltan tartışmaya açtı. Yazarı kısaca tanıdıktan sonra tartışmaya geçtik. Fay Kırığı Üçlemesi’nin ilk kitabı olan Mehmet, Türkiye’nin 1990- 2005 yıllarının profilinin çıkartıldığı bir dönem kitabı üçlemesinin ilk kitabı. Yazar Türkiye’nin bu yıllarının profilini çıkartırken temel üç fay hattını tesbit etmiş: 1- Yoksulluk ve Zenginlik çelişkisi, 2- Laiklik ve İslam çatışması 3- Kürt-Türk karşıtlığı
Yazar bir söyleşisinde ‘Yazarı yazmaya iten bir kaynak vardır, bu kaynak da genellikle acıdır. Bütün kalıcı yazarların gerisinde ısrarla onları yazmaya iten kaynağın acı olduğunu görüyoruz. Yazmanın kaynağında, kişisel yıkım da olabilir, toplumsal bir yıkım, çalkantılar da olabilir,’ demiş.
İşte incelediğimiz Fay Kırığı I’de, yazarın yaşadığı acılardan birinin bu fay kırıkları bir diğerinin ise askerlik/savaş/şiddet girdabı olduğunu anlıyoruz. Yazar, diğer kitaplarında olduğu gibi burada da askerliğin, savaşın örselediği insanları roman kahramanı olarak seçiyor.
Askerlikten, savaştan dönen kahramanların kişiliklerini eserlerinin odağına koymuş.Bu kahramanlar çağımızda kaybedilmeye başlanan ahlak, fazilet, dürüstlük, dostluğun kutsallığı gibi birçok değeri savunuyorlar. Arkadaşlarını korumak için gözleri kapalı ölüme koşuyorlar.Savaş sırasında mutlaka yaşadıkları önemli bir olay, omuz omuza savaştıkları arkadaşlarına yaptıkları bir iyilik, ya da onlardan gördükleri bir kötülük oluyor. Savaş sonrası günlük hayata dönünce bir şekilde bunun hesaplaşmasına giriliyor, hesaplar görülüyor ve ödeşiliyor.
Atölyemiz açısından; yazar kitabında askerlik ve savaşı yüceltmese de, savaşta yaşanan travmaları, bunların o dönemden sonra insanların yaşamında yol açtığı acıları sıkça vurgulasa da, savaş ve askerlik koşullarını, insana özgü değerlerin ortaya çıkarıldığı, insanların kişilik özelliklerinin tanımlandığı önemli bir deneyim olarak karşımıza koyuyor. Atölye’mizin değerlendirme kriterleri açısından bir o yana bir bu yana salınıyor.
‘Ölüm karşısında bir asker kadar emindi kendisinden’,’Bazı savaşlar haktır…Haklılık çok geçmeden yerini vahşete bırakıyor’,’Savaşmış birisinin Tanrı’ya inanmasının zorluğu’, ‘Savaşta sadece savaşanlar değişir”Savaş, insana önce bakışların dilini öğretiyor’, ‘Her savaşan katil değildir’,’Savaşanlar sonradan insana küçümseyerek bakarlar’,’Adına savaş dense de avılıktan bir farkı yoktur. Hayvan yerine insan avlamışlardır’, ‘En çok cesede benziyorsun, ne dost ne de düşman’, ‘Nefreti iyi para etmişti’, ‘Savaşmış ve belki de insan öldürmüş birisinden daha egosantrik kim olabilir?’, ‘Savaşı da aşk gibi abartmamalısın’.
Kitabın kahramanı Mehmet Esen 12 Eylül sonrası toplumumuz için tipik bir örnek,bir protip. Uzlaşmaya hazır, entellektüel belkemiği olmayan, esnek, ideallerle ilişkisini koparmış,taraf tutmayan, tutarsa da kendini seçen birisi. Toplumda çoğunlukta olanları simgeleyen bir kahraman. İçinde onu derinleştirecek unsurlar taşımasına karşın yaptığı seçimlere, eylemlerine bakıldığında bir sıradan insan örneği. Doğruların belki farkında ama o kendini seçiyor. “Köşeyi dönmek,” “gemisini kurtaran kaptan,” “her koyun kendi bacağından asılır,” gibi kültürümüzde yer etmiş davranışlara uygun davranan bir kahraman. Toplumsal vicdanın sığlaştığı, tüketimin ve tüketici bireyin ön plana çıkarıldığı bir dönemin ürünü.
Mehmet karakerinde betimlenen bu çoğunluk, kiminle ittifak yaparsa o siyasal odağın güç kazandığı Türkiye’yi yaşıyoruz. Bugün bu çoğunluk, İslamiyeti bir ideoloji olarak kullanan Anadolu Sermayesine destek veriyor. Yazar günümüzün bu panoramasını oldukça anlaşılabilir biçimde çiziyor. Bugün sermaye el değiştiriyor. Bu değişim, kitapta da örneğini gördüğümüz gibi, bir gerilimle, kimi zaman şiddetle yaşanıyor. Kitapta savaşın yarattığı şiddetin yanı sıra,’Anadolu Kaplanları ile İstanbul Dükalığı’ arasındaki amansız savaşın şiddetini de okuyoruz.
Fay kırıklarından biri her ne kadar laiklikle İslami kesim arasındaki çatışma gibi tanımlansa da İslami kesim içindeki kırılmayı ve çatışmayı da görüyoruz. Müslümanların bir bölümü zenginliği, zenginleşmeyi önemsiyor ve bu yolda çaba sarf ediyor, Kuran ahlakının kapitalizmle bağdaşacağına inanıyor, Batıyla işbirliği yapmaya hazır, Avrupa Birliğine hevesli ise de bir diğer bölümü bunlara inanmıyor. Romanda aykırı düşünceleri ile Kadıoğulları’nı rahatsız eden Hasan Hoca ‘komunist’ olarak tanımlanıyor.
Hasan Hoca,’Müslümanlar, Kuran’ın ahlâkından vazgeçip, geleneklerini yerine getiren insanlara dönüştüler. Müslümanlık eşittir düşünmeyen adama dönüştü… Bize göre sorun budur. Din, bize bilgiden çok, güç verir… Bizi rahatsız eden birinci mesele zenginlik. Dindarların, Tarikat Şeyhlerinin zenginliği, parayı bu kadar sevmesi mide bulandırıcı… Neden hiç yoksul cemaat yok? Neden hepsi zenginlik, gösterişli, saray gibi evler, mal, mülk, ticaret peşinde? Ticarette taraflardan birisinin aldanacağı, kaybedeceği kesin değil midir? Bizim kendi duygusuz, arsız saadetleriyle mutlu olup övünenlerle işimiz yok dostlarım’ diyerek bu kesim içindeki çatışmayı anlatıyor bize.
Romanın kadın kahramanları, toplumdaki prototiplere uygun olarak, dengeli bir biçimde tasarlanmış. Kişiliği, beden yapısı ve cinsel tercihleri ile o tiplemelerin en ucunda yer alan Simin, Cenk’in ‘uyurgezer’ eski karısı Şebnem, yeterince işlenmemiş olsa da Mehmet’te büyük kırılma ve savrulmalar yol açmış, onu üç kere terk etmiş, dördüncüsü için de tekrar birleşmenin yollarını arayan saplantılı aşkı Aslı, asteğmen Mehmet’le aynı mağarada karşılaşıp bir süre birlikte yaşamak zorunda kalan, on iki yıl sonra İstanbul’da karşılaşıp dertleştiği, bir anlamda barış çubuğu gerilla Rojin, Mehmet’in fırsatlardan istifade edip amacına ulaşmasına aracı olacak olan, muhafazakâr bir ailenin, ailesi modernleşirken yaşadığı/yaşamak istediği değişimin vurgulandığı başı örtülü Emine.
Kadınları tanımlayışını, onlarla olan ilişkilerini, onlara yönelik yaklaşımını şematik bulduk. Kadınlar genel olarak edilgin ve fiziksel özellikleri ön planda, derinlikten yoksun. Daha vahimi zekayı kadınlara yakıştırmayan bir eğilimin de su üstüne çıktığını gördük. ‘Tasarım;kadını edepli bir biçimde çıplak bırakmaktı’, ‘Dul olup olmadığına bakmadan İstanbullu gelin almak’, ‘Hem sevaba hem günaha eğilimli bir güzellik’, ‘Gece bu kadını onarıyor olmalıydı’, Her zaman vagina vinctrix (kazanır)’, ‘Sürünün en değerli dişisi’, ‘Mutsuzluğu bir erdemmiş gibi sürekli hatırlatan kız kardeşi’, ‘Kadın olmak ne kötü!’, ‘Herşey evlilikle bitiyor’, ‘Bu kadını beğenmeye mahkum edilmiştim’.
Roman Atölye tarafından genel olarak,kimi zaman aksi izler taşısa da, barışçıl bir dil kullanan, dönemi iyi anlatan, akıcı bir eser olarak değerlendirildi ve üçlemenin diğer kitapları için ilgi uyandırdı.
Yazar; ‘Biliyorsunuz her fay kırığı eninde sonunda kırılır ve gerilimini boşaltır. Bu bilimsel bir gerçektir. Açığa çıkan enerji de büyük bir sarsıntıya yol açar. Yine de bazen kırılma tek yerden olmaz ve enerji, parçalı, küçük kırılmalarla, büyük yıkımlar getirmeden boşalır. Umarım sözünü ettiğiniz deprem böyle gerçekleşir. Tabii bunun için hepimize öngörülü ve çaplı önderler gerek. Yoksa acı ve yıkım bizi bekliyor olacak’ diyor.
Belki de her birimizin, çoğunluğun parçası olan herkesin, kendini önder olarak görüp bu kırıkların yaratacağı gerilimi, büyük bir depreme yol açmayacak biçimde boşaltacak barışçıl adımları atması gerekecek. Aksi halde büyük ’savaş’, ‘büyük acı’ bizi de yok edeceğini öngörüsü için kahin olmaya gerek yok.
11 Haziran 2012 – Edebiyat Atölyesi III. Dönem Onyedinci Kitap – İstanbul
11 Haziran pazartesi akşamı III.Dönem Atölye’nin son kitabı olan kitabını bize Evren Ergeç tartışmaya hazırladı. Evren’in Ayla Kutlu hakkında yazılmış bir tezden bize yazar ile ilgili değerli bilgiler sunmasından sonra kitabı tartışmaya geçtik.
Ayla Kutlu 80′li yılların yazarıdır. Politik bakışı 80′lerin kültürel iklimini yansıtmaktadır. 1990′Lı yıllarda Türk edebiyatına damgasını vuracak ‘kadın’ edebiyatının ve kadın duyarlılığının habercisi sayılabilir. Hikâye ve romanları politikayla ya da ‘kadın’ anlatıcılığıyla sınırlanmaz. Romanlarında kadın karakterler öne çıkmakla birlikte, hemen her romanında ele aldığı bireylerin kaderlerini tarihsel toplumsal gelişmelerle iç içe işleyen bir yazar olarak erkek karakterlerini de ihmal etmez.
Hoşçakal Umut, 17 yaşında üniversite okumak için Gönen’den Ankara’ya geldikten sonra devrimci hareket içinde yer alan, 12 Mart sonrası tutuklanan, işkence gören, müebbet hapis cezasına mahkum olan, 8 yıl cezaevinde yattıktan sonra, infaz yasasındaki bir yorumdan yararlanıp dışarı çıkan ancak daha sonra yasanın yanlış yorumlandığı ortaya çıkınca yeniden hapse girmesi söz konusu olan Oruç’un, dışarıda kaldığı bir buçuk ayı ve yurt dışına kaçmaya çalışırken yeniden yakalanmasını anlatan bir romandır.
8 Yıl içeride kalan bir insanın dışarı çıktığında karşılaştıkları, hapis yaşamının insanı nasıl kendini ‘geride kalan’, ‘dışta kalan’, ‘yaşamın içine giremeyen’, ‘insanlardan açığa düşen’ konumuna ittiğini anlatması açısından değerli bir eser olarak değerlendirildi. Romanda Oruç’un yaşadığı 8 yıllık hapis hayatının, nasıl genç insanların yaşamında zaman ve mekan duygusunu yitirttiğini, dışarıda kalanlarla iletişimini koparttığını, dolayısıyla yalnızca özgürlüklerin sınırlandırılması ile sınırlı olmayan katmerli bir ceza olduğunu, insana uygulanabilecek ek yoğun şiddet olduğunu konuştuk.
Bu 8 yıl içinde ve sonrasında Oruç üzerinden, insanın kendisiyle, insanın ailesiyle, insanın öteki insanlarla, insanın şehirle, insanın devletle çatıştığını gördük. Oruç ‘Birey olanın da toplumcu, devrimci olmak kadar önemli olduğunu kavramıştı’ ama bedeli ağırdı.
‘Baskın için sabaha karşı saatleri seçmeleri, ışığın getirebileceği iyimserlikleri yok etmek için olacak’, ‘Hücrede üç şeyin, yani insanın kendisinin, kapladığı yerin ve içine bırakıldığı zamanın tümünün birbiri içinde eriyip gittiği anı yaşıyor’, ‘Bedeni ve bilinci bütünün parçası olmaktan koparılıp aşağılanmış, acılar çekiş ve kimliğini unutmuş olarak bir bodrumun dibine atıldığında’, ‘Bu yaşta güven duygusunu incitmek ne büyük başarı’,’Tedirginliğin gözlerden önce ellerde başlaması’, ‘Bir insanı diğerinden ayıracak fark kalmamıştı’.
Bir buçuk aylık kısa sürede Oruç’un hayatındaki en büyük yenilik, hayatının sonuna kadar etkileneceği değişiklik bir kadınla ve onun aşkıyla tanışması oluyor.
Romanı bir kadın yazarın, ağırlıkla kadın kahramanınının anlatımından, kadın duyarlılığıyla irdelenmiş haliyle okuduk. Belki de Hoşçakal Umut’u ve Ayla Kutlu’nun dilini, dünyasını ve anlatımını barışçıl bulmamızın nedeni bu durumdu. ‘O geldiğinden beri acılarım kendilerine yer kalmadığını görmüşler ve çekip gitmişlerdi’, ‘Ellerini açtığında dünyayı kucakladığını sanıyor insan onun’, ‘Bir dünya oluşsun. Biz yaratalım yaratabilirsek’, ‘Sevinin anlamını çözmeye çalışmamalı, yaşamalı’, ‘Yaşamın şiirini öğrenmelisin’, ‘Sürekli yaşamaya inanmasak bile daha incelikli yaşamayı özlüyoruz’, ‘Yaşamdaki güzellikleri çoğaltmak insanın elinde’,’Yalnızlıkların içimdeki büyüyüşü durdu o geleli’, ‘Ben ölümlü olduğumu unuttum’, ‘Her inssan bir mutluluktur. Her insan bir mutsuzluktur. Her mutluluk bir insandır. Her mutlu, bir insandır’.
Ülkesinde ve dünyada düzenli olarak ‘zamanın dışına atılmış ve içine giremeyen’, ‘yeterince değişmediğini, geride kaldığını’ ’sürekli açığa düştüğünü’, ‘korkunun genelleştikçe kolaylıkla bağışlandığını’ düşünen insanlar yaratan bir sistemin barışçıl olamayacağını konuştuk.
Yazarın Hoşçakal Umut’ta sorduğu ‘Bir ülkede insanlar korkuya kapılmadan yaşayabildiklerinde duyguları nasıl yumuşar kim bilir?’, ‘İnsan hangi ortak paydada eşitlenecek, yalnızca ölüm mü?’ soruları bizim üç dönemdir Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nde yanıtını aradığımız sorulardı.
Atölye katılımcıları olarak umuda hoşçakal demiyoruz. Umudumuzu sonbaharda başlayacak dördüncü dönemde de sorularımıza yanıt aramaya devam ederek sürdüreceğiz.
O zamana kadar barışla kalın.
13 Temmuz 2012 – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Kerem Kabadayı 13 Temmuz’da “Barış mitingini yasaklamayın! Barışın sesini kısmayın!” başlıklı yazılı bir basın açıklaması yaptı.
Açıklamada “14 Temmuz mitinginin gerginlikten kurtulması ve barışa hizmet eden bir etkinlik haline dönüşmesi için miting üzerindeki yasaklamaya son verilmelidir. Kürt halkı üzerindeki baskılara son verilmelidir. Barışı engellemeyin, barışa bir şans verin” dendi.
29 Ağustos 2012 – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu, tüm savaş karşıtlarını 1 Eylül’de gerçekleşecek basın açıklamaları ve mitinglere katılmaya çağırdı. Kürt haklı taleplerinin karşılanmasını isteyen Küresel BAK, katil Esad’a karşı mücadele eden Suriye halklarıyla dayanışma çağrısı yaparak askeri müdahaleye karşı çıktı.
5 Ekim 2012 – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
Suriye’ye müdahale tezkeresi geri çekilsin!
Urfa’nın Akçakale ilçesine Suriye’den atılan top mermisiyle yaşamını kaybeden kadın ve çocuklar bir kez daha savaş çığırtkanlığının yükselmesine neden oldu. Küresel BAK yürütme kurulu Yıldız Önen adına yapılan yazılı basın açıklamasında savaşın sesinin susturulması çağrısı yapıldı.
15 Ekim 2012 – Toplantı Çağrısı – İstanbul
Türkiye Barış ansiklopedisi hazırlamak için 17 Ekim’de yapılacak toplantıya Küresel BAK yürütmer Kurulu üyesi Ümit Şahin, Küresel BAK meclisine çağrı yaptı.
17 Ekim 2012 – Barış Ansiklopedisi Toplantısı – İstanbul
Türkiye barış hareketinin ansiklopedisini hazırlamak için Küresel BAK olarak geniş bir toplantı yaptık. Toplantıda nasıl bir ansiklopedi olmalı tartışıldı.
5 Kasım 2012 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Birinci Kitap
Temasını ‘Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz dördüncü dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’si ilk kitap/filmi ile başladı. İlk kitap/filmimiz Isabel Allende’nin Ruhlar Evi isimli kitabından (1982), yönetmen Bille August’ün uyarladığı(1993) filmdi. Kitabı bize Nilüfer Uğur Dalay ve Şengül Çiftçi, filmi ise Ümmü Burhan tanıttı, tartışmaya açtı.
Kitap Akdeniz kökenli del Valle ailesi, İspanyol-Arap kökenli Trueba ailesi ile İnka kökenli Garcia ailesinin birbirinin içine geçmiş yüzyıllık hikayesini anlatıyor. Trueba ailesi üzerinden anlatılan hikaye, 20.yüzyıl Şili’sinin de hikayesi aslında. Şili ve bir yüzyıl içinde Şili’de yaşanan olaylarkitap ve filmin kahramanlarından biri.
Trueba’ların evi Şili gibi farklı yerlerden gelen insanların uğrak yeri olur, olaylar şiddetle, savaşla tırmandırılır, şiddet değerleri değiştirir, yeni kişiler eklenir, yeni sahipler edinilir, ev dışından kişilerin müdahaleleri ile acılar yaşanır, ölümler olur, ölümlüler ölmüşlerinin ruhları üzerinden yeni yaşama tutunmaya çalışır, insanlar yanlışlarını ödedikleri ağır bedellerle öğrenirler.
Erkeklerin şiddetine uğrayan kadın kahramanlar üzerinden anlatılan kitabın filme çevrilmesinde hikaye erkek kahraman üzerinden anlatılmış. Zorunlu eksiltmeler ve kullanılan mekansal, tarihsel tercihler, çok zengin kadın kahraman betimlemeleri olan kitabın gücünü filmin eksiltmiş olduğuna karar verdik.
Tüm eksiklerine karşın yine de toprak sahibi İspanyol kökenli Patron Trueba’nın, köylülere, köylü kadınlara ve ailesindeki kadın üyelere uyguladığı şiddet farklı güçte hissedilse de yansıtılmış olduğunu konuştuk.
Şili topraklarının ilk sahibi olan köylüler (İnka’lar), çalışanlar, emekçiler koloni kurmak, yer altı, yer üstü zenginlikleri sömürmek amacıyla topraklarına ayak basan ‘yeni sahiplerin’ baskısına karşı çıktıklarında da uluslararası büyük bir şiddet ile karşılaşıyorlar. Çünkü yüksek yerlerde oturanlar’Ülkenin insanlarının sorumsuzluğu yüzünden bir ülkenin komünist olmasına seyirci kalamayız. Meseleler, Şilili seçmenlerin kararına bırakılamayacak kadar önemlidir’ diye karar veriyorlar ve şiddet dozu son derece yüksek bir askeri darbe ile 15 yıl boyunca baskı kuruyorlar.
Şili gibi Trueba ailesi de hiç beklemediği acımasız, karanlık yılların kara bağrına saplanıyor.’Kendini beğenmiş yepyeni bir sınıfın doğuşunu gördüler’; askeri darbe vurguncularını. Çünkü birileri ‘Halkın tek ihtiyacı ekmek, eğlence ve tapacak bir şey’ olduğuna karar veriyor ve ‘Askeri yönetim bir kalem vuruşuyla dünya tarihini değiştirdi,rejimin hoş görmediği kaç olay, ideoloji ve kişi varsa hepsini sildiler’.
Sınıfının fırsatçılığından yararlanan, muhafazakar, güç yanlısı, Patron Esteban Trueba günden güne zenginleşiyor ancak acı gerçekler onun da yakasına yapışıyor. Torunu Alba, yıllar süren bir intikam duygusu ile bilenmiş bir askeri yöneticinin demir pençelerine yakalanır. Alba işkencenin, aşağılanmanın o dipsiz kuyusunda yuvarlanırken ve ölmek istediği noktaya geldiğinde anneannesi Clara’nın ruhu ona görünür. Clara ‘Sorun ölmek değil. Ölüm nasılsa geliyor çünkü. Sorun hayatta kalabilmek çünkü mucize olan bu’ diyor. ‘Yapacak çok işin var. Hadi bakalım kendine acımaktan vazgeç, biraz su iç ve yazıya başla.’
Baskı dönemlerinde insanların varolmasına yardımcı olan mizah, büyülü gerçeklik gibi edebi araçlar, bu son derece şiddet yüklü olayları okuyabilmemizde/seyredebilmemizde bize yardımcı oluyor. Dünya ile eş zamanlı anlatılan ruhlar dünyası ile Clara bize bu dünyada da aynı ruhlar dünyasında olduğu gibi huzurun, sükunetin, barışın bulunabileceğini anlatıyor. ‘Geçmiş, bugün, gelecek…Her şey eşzamanlıdır. Bütün çağların ruhlarının boşlukta birbirine karıştığını görebiliriz…her şeyi gerçek boyutlarıyla görebilmek ve kendi zayıf belleğine meydan okumak için defter tutmalı…’ ‘bu kinin alevinin sönmeye yüz tuttuğunu duyumsuyorum. Ahının alınması gereken herkes adına benim öç almam çok güç şey; çünkü bunu yaparsam benim aldığım öç de aynı aman dinlemez törenin bir parçası olup çıkar. Bu korkunç zinciri kırmalıyım.’
Kitabı kadınların barışçıl sesine karşı erkeklerin şiddet dilini eleştirerek okuduğumuzu konuştuk. Film yönetmeninin muradının ve dilinin barışçıl olduğunu kabul ettik. Ancak bu dili tutturmak için, erkek kahraman merkezli anlatım tercihi nedeniyle, filmi bir aşk filmi eksenine soktuğu eleştirisini de yaptık. Bu da dramatik yapısı güçlü kitabın, eksik bir film uyarlaması olduğu değerlendirmesine yol açtı.
Kitapta okuduğumuz sevginin iyileştirme gücünü filmde sevgiyle estetize edilmiş şiddet olarak değerlendirdik.
Kitabın hayvanlara yönelik çok şiddet içeren betimlemesi olduğunu düşündük. Aile üyelerinin ilişilerinin alt metnin de de şiddeti gördük. Şiddet uygulayıcısı Esteban Trueba ile ilgili yazarın ‘ Yobaz, şiddet yanlısı, çağdışı. Ancak aile, gelenek, özel mülkiyet, yasa ve düzen gibi değerleri herkesten iyi temsil ediyor’ saptamasını ‘kötünün filizlendiği kaynak neresidir’,’insan mı ve sistem mi kötü’ sorunsalının yanıtının bulunacağı yer olarak değerlendirdik.
Sonra da kendimize sorduk; Değişim nasıl yaşanacak? Orta sınıf bu dönüşümü gerçekleştirecek ivmeye, güce, niyete sahip mi?
‘Bu düzendeki şiddete ihtilalin şiddetiyle karşılık vermek’ mi? Bizim bu soruya yanıtımız hayır. Çünkü biz’İnsanların kendi ihtiyaçları ile kendi güçlerinin farkına varması’na, ‘Noksansız fikir özgürlüğüne dayanan barışçıl ve demokratik bir’ sürece inananlar olarak bir aradayız.
Atölye BAK
16 Kasım 2012 – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
Hapishanelerde sürdürülen açlık grevlerinin sona erdirilmesi için Barışın bir an önce sağlanması gerektiğini düşünen Küresel BAK bir basın açıklaması yaptı. Yazılı basın açıklamasında “Yaşama ve Barışa bir Şans Verin, Ölümleri Durdurun!” dendi. Küresel BAK yürütme kurulu Kerem Kabadayı barışın her şeyin önünde olduğunun altını bir kez daha çizdi.
19 Kasım 2012 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem İkinci Kitap
Temasını ‘Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz dördüncü dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’si ikinci kitap/filmi ile devam etti. İkinci kitap/filmimiz Jose Saramago’nun Körlük isimli kitabından (1995 Türkçe basım: 1999), yönetmen Fernando Meirelles’in uyarladığı(2008) filmdi. Kitabı bize Evren Ergeç, filmi ise Yıldız Önen tanıttı, tartışmaya açtı.
Kitap insanların “körlük salgını”na maruz kaldıklarında nasıl bir yaşama biçimi geliştirdiklerini bizlere herhangi bir zamana ve coğrafyaya gönderme yapmadan anlatıyor. Zamandan ve mekandan soyutlanmış insanların bulaşıcı bir hastalık karşısında geliştirdikleri ilişkileri anlatan bu metin Evren Ergeç tarafından bir savaş durumunun, bir savaş anlatısının karşı ütopyası olarak ele alındı. (Bu metni yazarın, körlüğü bir metafor olarak kullanarak şiddeti sürekli eleştirdiği bir şiddet karşıtı distopya olarak ele alanlar da oldu.)
Bu karşı ütopyada savaş dört farklı alanla kitap boyunca karşımıza çıkıyor:
a) İnsanların körlük salgınına (beyaz felaket) maruz kaldıklarında verdiği tepkiler: kör adamın ona yardım edenden kuşkulanması, “yabancı”nın düşmanlığı (s.17-18), körlüğün kötücüllüğünün yeni bir günah çıkarma yeri olarak tasviri (s.27), salgın hastalık söz konusu olduğunda herkesin kurban olması (s.61) vb.
b) Körlük salgınına karşı alınan tedbirin kapama-kapatma olması (eski bir akıl hastanesine kapatılanlar), iktidarın aklına insanlık tarihinin kapama/kapatma mekanlarına, mekanizmalarına bir gönderme yapmaktadır. Bu ister istemez okuyucunun temerküz kamplarını da düşünmesine yol açar: akıl hastanesinin tarafsız bölge ilan edilmesi (s.53), ulusla dayanışma adına salgından etkilenenlerin kapatılması (s.57), yılan ölürse zehir de ölür söylemi (s.72), korkudan ödleri patlayanların aldıkları buyrukları uyguluyor olmaları (s.78), en iyi körün ölü kör olması, bu doğrultuda ordunun herkese örnek olmaya her zaman hazır olması – kör olan komutanın kendini öldürmesi – (s.126) vb.
c)Kapatılan insanların ilişkileri, ilişkisizlikleriyle karantinanın bir savaş alanı olarak portesini okuyucuya sunması, bu portrede vicdansız körler de yeni savaş özneleri olarak karşımıza çıkıyor: başka tür köpekler gibi olmak (s.72), hayvanlaşmanın pek çok aşamasının olması (s.110), kendini bilen iyi yetişmiş insanların olmaması (s.112), benzerlerimizin yanına birbirimizle iyi geçinmek üzere (s.124-125), yaşamamızı hayvanlar gibi sürdürmemek için (s.134), körlere kazık atan körler (s.156), birini silahla tehdit ettiğinde ona zaten saldırmış olursun (s.167), bacaklarının arasındaki duyması gereken saygıyı unutarak ! (s.187-188)kadınlara yapılan işkence (s.200-201), öç almak doğru bir amaç, uğruna yapılmışsa insanca bir davranış olur ! (s.282) vb.
d) Yangın sonrası dış dünyadaki ilişkiler, gruplar halinde dolaşan körler ve onların ilişkileri : insanlara çarpıyor, onları itiyor (s.258), dünyada şimdiye kadar böyle bir sessizlik yaşanmamıştır (s.266-267), ölülerin yanından onları görmeden geçip gitmek insanlığın çok eski bir alışkanlığıdır (s.328)
Metinde barış çok az da olsa hem bir geleceğe umut, felaketlerin mutlu sonuçlar doğurması (s.237), şeytanın her zaman bir kapının ardında olmaması (s.220) hem de kişiler üzerinden örneğin gönüllüler (s.142) karşımıza çıkıyor. Cömertlik, özgecilik insan soyunun her ne kadar iki iyi yanı (s.39) olsa da genel değerlendirmede atölye katılımcılarının bir kısmı metni daha çok insan doğasının her türlü kötülüğe açık olarak çizilmesiyle, “umutsuzluğu” vadettiğini söylediler. Barışçıl bir söylem barındırmayan metinde insanlara karşı bir umut beslenmiyor. Bir gün gözlerimizin önüne beyazlık düşerse sorusunun cevabının metinde insanın vahşileşmesi olarak karşımıza çıkıyor olması da cabası. İnsanın doğası kötüdür ve bu doğa felaketler karşısında kaçınılmaz olarak ortaya çıkar mesajı oldukça baskın. Tüm askerlerin kötü olarak çizilmesinin yanı sıra – toptancı yaklaşım- metinde körlükle ilgili de bir problem var. Doğuştan kör olan tek karakter bile vicdansız körler safında yer alarak, doğuştan da geliştirdiği yetenekleriyle en kötücül karakterlerden birisi olarak anlatılmış.
Kadınlara “vicdansız körler” tarafında yapılan işkencelerin öncesi ve sonrasında yapılan yorumlarda kadınlık-erkeklik durumlarının sorunlu olması yanı sıra gören kadının vicdansız körlerin başını öldürmesi onaylanabilir bir durum değil. (Kısasa kısa, haksızlığa uğrayanların o haksızlığı yapanları cezalandırabiliyor olması düşünülemez!)Şiddetin sarstığı insanların zamanla şiddeti kanıksıyor olması ve şiddetin kurbanı haline dönmesi insanlığın kadim tarihinde sürekli gündeme gelen, getirilen şiddet sarmallarından bir tanesi bu kitapta yine, yeniden karşımıza çıkıyor. Öte yandan hayvanlar gören gözlerin yaşlarını yalayan köpek hariç, hep olumsuz olarak ele alınmış.
Meirelles’in uyarladığı filmde metinle filmin kurgusu arasında farklılıklar göze çarpıyor. Kitapta olan pek çok ayrıntıya filmde yer verilmemiş. Film metindeki pek çok duyguyu, durumu yansıtmaktan uzak. Kitapta sert anlatılanlar filmde geçiştiriliyor. Devletin tecridi filmde yeterince yansıtılmıyor. Militarizmi filmde göremiyoruz! Koyu renk gözlüklü genç kızın gözü siyah bantlı yaşlı adamla ve sonrasında doktorla olan ilişkisi farklı ele alınmış. Kiliseye yapılan vurguya filmde yer verilmemiş. Köpekler kitapta detaylı ele alınırken filmde sadece görüntü olarak veriliyor. (Kitaptaki sokak köpeğinin filmde bir süs köpeği olarak karşımıza çıkıyor olması da tuhaf!)Metinde beyaz felakete yakalanan hastaların karantinayı alınmasından hemen sonra başlayan çatışma durumu filmde aktarılmamış. Metnin herhangi bir coğrafyaya gönderme yapmaması filmde karakterlerin çok renkli yapısıyla anlatılmaya çalışılmış.
İnsan olmanın barışla ilgisinin olmadığını, olamadığını duyumsadığımız bu metin ve film bizlere bir kez daha “barış” üzerine yeni bir dilin, ötesinde yeni bir dünyanın yaratılması gerektiğini düşündürttü. Meğer “barış” yoğ imiş: “aslında hepimiz birer katil sayılırız,” (s.346) Katillerden barış beklenebilir mi? “bazılarının mutsuzluğunun başkalarının mutluluğu oluşu”nu (s.352) daha ne kadar kuşaktan kuşağa aktarmaya devam edeceğiz? Bu aktarım aynı zamanda bir salgın mı?
27 Kasım 2012 – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
Küresel BAK yürütme kurulu üyesi Nilüfer Uğur Dalay 27 Kasım’da yaptığı basın açıklamasında Patriot füzelerin barışa değil savaşa hizmet ettiğini söyledi. Yazılı basın açıklamasında “Silahla, savaşla barışın sağlanamayacağını savunuyoruz. Şiddetin daha büyük bir şiddet doğuracağını görüyoruz. Bölge halklarının kendi kaderlerini kendilerinin tayin etme haklarının olduğunu söylüyoruz.” dendi.
3 Aralık 2012 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Üçüncü Kitap
‘Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin üçüncü kitap/filmi Trainspotting’di. Irvine Welsh’in kitabını bize Kamer Badur-Eğilmez,Danny Boyle’in yönettiği filmi ise Emre Arda tanıttı ve tartışmaya açtı.
Hikaye, 1993 yılında yayınlanan kitapta da sıkça ironik biçimde eleştirilen, liberal muhafazakar Margaret Thatcher’in 1979-1990 arasında da başbakanlık yaptığı İskoçya/ingiltere’sinde geçmektedir.
Thatcher, 1980’li yıllarda batılı ülkelerde devletin iktisadi yatırımlardan çekilmesi,özelleştirme, serbest pazar ekonomisinin desteklenmesi ve işçi haklarının törpülenmesi ile kendisini gösteren neoliberal siyasetin Birleşik Krallık’daki uygulayıcısı oldu. Ortaya koyduğu politikalarla Birleşik Krallık’ı değiştirmekle kalmadı, siyaset alanını kendisinden sonra iktidara gelen muhaliflerinin politikalarını etkileyecek şekilde dönüştürdü.
Thatcher, öncelikli sorun olarak gördüğü özel sektör yatırımları önündeki en büyük engel enflasyonu önlemek amacıyla kamu harcamalarını kısmaya yöneldi. Bu politikasıyla baş gösteren iktisadi durgunluk yüzünden işsizlik 1979’da 1,3 milyon kişi iken 1981’de 2.5 milyon kişiyeulaştı, 1982’de 3 milyonu geçti. Thatcher hükümeti işsizlik sigortası hakkı kazanmayı zorlaştırdı, sendikaların gücünü kırmaya karar verdi. Sanayi üretimi, 1978’e göre %30 geriledi. 1940’lardan beri kamu mülkiyetinde olan pek çok büyük işletmeyi elden çıkarttı.
Thatcher 1987’deki parti kongresinde “Geleneksel ahlaki değerlere saygı göstermeyi öğrenmesi gereken çocuklarımıza, eşcinsel olmanın temel bir hak olduğu öğretiliyor.” dedi ve Aralık 1987’de çıkarılan tartışmalı bir kanunla okullarda eşcinselliğin “meşru bir ilişki türü” olabileceğinin öğretilmesini yasaklandı.
Thatcher’ın yerel yönetim vergilerini kaldırmak üzere 1987 yılında önerdiği vergi sistemi,İskoçya’da 1989’da, İngiltere ve Galler’de 1990’da uygulamaya alındı. Kelle Vergisi olarak bilinen vergi tepkilere ve sokak gösterilerine yol açtı.
İrvine Welsh’in Trainspotting kitabı, işte 1980’den itibaren uygulamaya koyulan politikaların kaygan zemininde, yarattığı sosyal patlamanın topraklarında kaleme alınmıştı. Dışarıda kalan, aykırı, kayıp ve yenik bir ‘kaybedenler çetesi’ üyelerinin yaşamlarından bir kesit sunuluyordu.’Hayatı seçmemeyi seçmişlerdi’. ‘Son derece sınırlı bir arkadaş çevresinde’,’sınır tanımayan bir bireysellikle’, ‘serseriler arasında kurulmuş bir mason locası’ ilişkisi içindeydiler. ‘Devleti dolandırmanın erdemine inanıyorlardı’. Geçimlerini 4-5 ayrı yerde adres göstererek aldıkları işsizlik sigortaları, hırsızlık ve gasp ile sağlıyorlardı.
‘Bazı insanların içinde hep nefret vardır’ söylemini doğrularcasına arkadaş gurubunun çevre ile ilişkileri yoğun bir şiddet ve nefret içeriğinde yürütülüyordu ve yazar da kitapta yoğun olarak bu söylemi kullanmayı yeğliyordu. İstisnasız kitabın her sahifesinde herkese karşı nefret ve şiddet vardı. Sosyalistler, yaşlılar, şişmanlar, kadınlar, Taylandlı kadınlar, erkekler, göçmenler, hayvanlar, polisler, yargıçlar, İngilizler, Pakistanlılar, İskoçlar, İrlandalılar, holiganlar, dazlaklar, eşcinseller, zenciler, Katolikler, Protestanlar,Yahudiler, Yoko Ono, Margaret Thatcher… herkes bu nefretten payını bol bol alıyordu.
‘İşçi sınıfının birleşmesini engelleyen, burjuvazinin egemenliğini rakipsiz kılan’ futbol gençlerin ilgi odağıydı. Ama daha da önemlisi ‘Pakistan ve Kolombiya’ göç hattıyla ellerine ulaşan uyuşturucu.
Trainspotting, ‘eroin kötüdür’ diye basbas bağırmayan ancak uyuşturucunun yol açtığı zararları anlatan bir kitap ve filmdi. Uyuşturucu ‘her şeyi daha gerçekçi kılıyor. Hayat sıkıcı ve anlamsız.Büyük umutlarla başlıyoruz ve…Eroin dürüst bir uyuşturucudur, hayatın yanılsamalarını sıyırıp atar…Tek dürüst uyuşturucudur.Bilincini değiştirmez. Bir anda çarpar ve gevşetir. Ondan sonra dünyanın sefaletini olduğu gibi görür,kendini buna karşı duyarsızlaştıramazsın.’ ‘Eroin sorunuyla baş etmeye çalışmak meydan okumaların en büyüğüdür.’
İşte bizler, kitap ve filmle birlikte kendi seçimleri sonucunda’uyuşturucu kullananların’ın da, aynen toplumdaki diğer ‘farklılar’, ‘ötekiler’ gibi,var olma süreçlerinin ne kadar zor, çetin olduğunu, ne türden ‘toplumsal ve ahlaki değerlerle’, toplumsal baskılarla yüzyüze geldikleri ile yüzleştik. Onlar da toplumsal şiddetin mağdurları,genel ahlakın hedef tahtası, düşman görülenleri, dışlananlardı.
Kitap ve film bize her ne kadar toplumun genel değerlerine karşı olsa da yapılan seçimlerin kişilerin kendi iradelerinin sonucu olarak saygıyı ve anlayışı hak ettiğini bir kez daha hatırlattı.Bireyi hedef alan her türlü şiddet uygulaması, kişinin anatomik ve ruhsal bütünlüğünün bozulmasının kişiye açılmış bir savaş olduğu görüşünde bir kez daha birleştik. Uyuşturucu kullanıyorsa da bu bir yaşam biçimiydi, saygıyı hak ediyordu ve saygı göstermeyi öğrenmeliydik.
Bir kez daha toplumda, ekonomik yapıdaki sorunlarla yüz yüze gelen insanların, çıkış yolu görmediklerinde, bulamadıklarında, baş etmek için bağımlılıklara sarıldıklarını, bu bağımlılıkları her ne ise,uyuşturucu, alkol, depresyon hapları, politik bağımlılık…sorunlarını ve bağımlılıklarını daha da arttırarak kesif bir girdaba girdiklerini gördük. Belli bir süre sonra da ‘Uyuşturucu işi son derece monoton ve sıkıcı geliyor artık bana’. Kitap ve ‘mutlu son’ tercihiyle film bize yine de küçük umut kırıntıları sunuyordu.’İnsan olmak için bu kadar beklemeseydim keşke’,’Ev kadınları bizim gibilerin zehirli olduğunu düşünüyorlar, hani, bu onlara bizi öldürme hakkı verir mi?’, ‘Keşke bir hatun olsa diye geçiriyorum içimden…Sevmek için hani…yatmak için değil, yani sadece yatmak için değil…Sevmek için, çünkü sevmek geliyor içimden, cinsel anlamda değil ama…Sevecek biri olsun işte…’, ‘Hayatı yaşamaya devam et’.
Bizler de hayatı yaşamaya devam etmemizi sağlayan etkenlerden biri olan Atölye’ye aşağıdaki takvimle devam ediyoruz:
Atölye BAK
17 Aralık 2012 – Edebiyat Atölyesi IV. Dönem Dördüncü Kitap
‘Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin dördüncü kitap/filmi Küçümseme (Alberto Moravia 1954) /Mépris’yi (Jean-Luc Godard 1963)bize Burcu Aktaş ve Erman Ata Uncu tanıttı ve tartışmaya açtı.
Alberto Moravia, orta sınıf ahlakının eleştirisini metinlerinin odağına koymasıyla tanınıyor. Orta sınıfın para hırsını, erkek-kadın roller,ni, cinselliğini ve bütün bunların sonunda gelen kaçınılmaz çöküş temalarını, psikolojik ve psikanalitik bakış açısıyla yazıyor. Orta sınıfın, mutluluğun peşine düşerken başvurduğu araçların onları sürüklediği mutsuzluk girdabını, evlilik kurumunun çıkmazlarını, ikiyüzlülüğünü, yarattığı psikolojik şiddeti anlatır. Evlilik kurumu üzerinden kişilerin özde masumiyetini ve çaresizliğini, ‘onları zorlayan hayatın kendisi’ iken bunu göremeden hayatla kurdukları ilişkilerin sakatlığını ve mağduriyetlerini kaleme alıyor.
Küçümsemede de,yazarın genel eğilimine uygun olarak, genç bir çiftin evlilik ilişkisini erkek tarafından, Atölye’de cinsiyetçi kabul ettiğimiz bir dille, erkeklerin dünyasından, zaman zaman hiçleştirilen kadın karakterin dolaylı,kendini tüketen erkek karakterin doğrudan hikayesi olarak okuduk.
İletişimsizliğin, açık sözlü olamamanın,yanlış anlamaların,karşısındakini anlamamanın, kendini anlatamamanın zaman içinde ikili ilişkileri nasıl bir savaş alanına döndürdüğünü gördük. ‘Hayattayken ilişkimizi zehirlemiş olan yanlış anlama.’ Tarafların, nerede başladığını bilmeden, çözemeden psikolojik şiddetin dalgalarına kapıldıklarını okuduk.
Moravia’nın dilini ve kadını konumlandırışını cinsiyetçi, ayrımcı bulduk.’Eve duyduğu aşkta bütün kadınlarda ortak olan bir eğilim vardı…kıskanç ve derin bir tutukuyla bağlanıyordu eve’,’Karısının çok acaip, kaprisli, beklenmedik davranışları olan bir kadın olduğunu düşünüyordum;tam bir kadındı işte’, ‘Büyük ama sönük ve anlamsız gözleri sadece kocası yanındayken ışıldıyordu; sadık köpeklerin efendilerine yaptıkları gibi yanındayken bakışlarını kocasından ayırmıyordu’, ‘Pasetti’nin büyük kızı, son derece sıradan, ana-babası gibi manasız bir kızdı’.
Orta sınıfın evlilik ilişkisinin barındırdığı iki taraflı şiddeti çoğu satırda gördük. ‘Evlilikte karar verememe özgürlüğü’, ‘Ben düşüncelerimi, zevklerimi, hırslarımı paylaşan ve anlayan bir kadınla evlenmemiştim. Güzelliği yüzünden eğitimi olmayan, basit bir daktilo kızı almıştım nikahıma…bu kadına hayallerinin evini vermek zorundaydım…bunu ancak sevgili edebi hırsımdan vazgeçme pahasına başarabilirdim’, ‘Uyguladığım şiddet yüzünden beni küçümsediğini söylemiş olabilirdi’, “‘Annem beni istemiyor…Nereye gideceğimi bilmiyorum…Seninle kalmak zorundayım.’ İçtenliğinde böylesine zalimlik taşıyan cümlesi beni vurdu; sanki derin bir yarayla sarsılmıştım”,’Beni küçümsüyordu…Battista’nın içinde bulunduğu dünyanın banalliği tarafından baştan çıkartılmıştı. Bu banalliğin arasında yoksul erkeğin, varlıklı erkekten bağımsız olma beceriksizliği yer alıyordu’.
Karısının onu küçümsediğini açık açık söylemesiyle kahraman bu kelimenin altında eziliyor, defalarca sormasına karşın karısından bir açıklama alamıyor ve bu küçümsemenin nedenini tam olarak öğrenemiyor. Küçümseme söylemi ile başlayan süreç kuşkuya, kuşku kıskançlığa, yalpalamalara, sevgisizliğe, sadakatsizliğe, en sonunda da olmadık,geri dönüşü olmayan noktaya kadar götürüyor. Nerede,nasıl ve kim tarafından başladığı/başlatıldığı tartışmalı olan bu küçümseme, kadın ve erkeğin dengelerini, ruhsal bütünlüklerini bozarak onları çıkışı bulunamayan bir şiddet/savaş labirentine sokuyor. Kadın ve erkek arasındaki bu uzlaşmazlık bitmeyecek bir savaşa dönüşüyor.
İş yaşamının bireyin ruhunda yarattığı baskısı ve şiddeti¸huzur kaçırıcılığı da sık sık vurgulanıyordu. ‘İstemesem de bu tür ezaları çekmeyen insanları, zenginleri ve ayrıcalıklı olanları kıskandığımı fark ediyor… buna bir de hırs ekleniyordu’,’Yapımcılar, küçük zorbalar gibi kaprisli’,’Mesleğimle ilgili derin bir hoşnutsuzluk duyuyordum’,’Ben sözcüğü saldırgan bir edayla ve beni rahattsız eden bir sıklıkla ağzında çınladı’,’Hayatta da sıraya girmelisiniz…Sabreder ve girdiğiniz kuyruğu değiştirmezseniz sıranız gelir…Hep sıra gelir ve gişe memuru herkese biletini verir…Tabii ki herkese layık olduğu bileti verir’.
Yeni Dalga akımının gözde olduğu bir dönemde, bu akımın öncülerinden Godard tarafından çekilen filmin kitaptan oldukça bağımsız yönetilmiş olduğunu konuştuk. Eleştirmenlerce ‘kendi sinema anlayışı ve sevdası ile Moravia’nın eleştirel formunu aynı çizgide buluşturmayı başardığı’ söylenen yönetmen, sinema dilini parçalamaya yönelik çabaları, yabancılaştırma tekniği uygulaması, oyuncuların karakter olamadan tipleşmeleri ile bize seyrettiğimizin bağımsız bir kurmaca olduğunu hatırlattı. Film anlayışını anlasak bile kadın karakteri ve onun cinselliğini sıklık ve açıklıkla ortaya koyması, yazar kadar yönetmenin de cinsiyetçi tutumunu gösterdi bize.
Atölye BAK
28 Aralık 2012 – Yazılı Basın Açıklaması – İstanbul
Küresel BAK yürütme Kurulu üyesi Şenol Karakaş 28 Aralık’ta yaptığı yazılı basın açıklamasında “Savaşsız bir dünya için hepimizin yapabileceği bir şey var. Mücadelemizi ve sesimizi tüm dünyanın savaş karşıtlarıyla birleştirelim. 2013 yılını ülkemizde ve dünyada barış adımlarının atıldığı bir yıl yapalım” dedi.