Şenol Karakaş
Türkiye’de son dört yılın tüm gelişmelerinin temelinde, Suriye’de yaşanan olayların değerlendirilmesindeki farklılaşma yatıyor. Bugün neredeyse bütünüyle unutulmuş durumda ama “yerli-milli” koalisyonun küçük ortağı Devlet Bahçeli, AKP’yi Salih Müslim’i Türkiye’de devlet töreniyle karşıladığı için eleştiriyor, köşeye sıkıştırmaya çalışıyordu. Bugün Salih Müslim, Türkiye’ye gelmesi bir yana, Türkiye’nin kırmızı bültenle yakalanması için uluslararası polis teşkilatını harekete geçmeye davet ettiği bir durumda.
2015 7 Haziran seçimlerine kadar çözüm süreci bir dizi sorununa rağmen ilerliyordu. Seçimlerde HDP’nin aldığı yüksek oy, devlet yöneticilerinin zihninde yeni bir şemanın belirmesine neden oldu. Bu şema, çözüm sürecinin devletin değil HDP’nin, Kürtlerin işine yaramasının sorun olarak kodlandığı bir odağa sahipti. Odak böyle belirlenince, yakın tarihi de bu odağa göre anlatmak kolaylaştı. “Türkiye’nin Suriye politikasının değişmesiyle Kürt sorununda geleneksel devlet yaklaşımının devreye girmesi mi önce gerçekleşti, yoksa Kürt sorununda diyalog yerine askeri çözümün devreye girmesi mi Suriye’ye yönelik politikanın değişmesine neden oldu?” sorusunun yanıtı, ‘her ikisi birden’ olmak zorundadır.
Suriye’de Kobanê’de IŞİD kuşatmasının ABD yardımıyla aşılması, PYD-ABD arasında derin bir muhabbetin başlaması, Suriye’nin kuzeyinde uçsuz bucaksız bir bölgenin Kürtlerin denetimi altına girmesi, Suriye’de ve Kürt sorununun çözümünde kontrolün Türkiye’nin elinden kayıp gitmesi anlamına gelmiyordu sadece. Bu aynı zamanda, gelişmelerin, Türkiye’de Kürt illerinde yaşayan Kürtleri ayrılıkçılık temelinde etkileyeceği paniğini yarattı. Devletin uzun bir süredir dile getirdiği ‘beka sorunu’ bu anlama geliyor.
Devlet giderek bu türden bir beka sorunu kavrayışını geliştirirken, Türkiye’de Kobanê eylemleri, hendekler süreci olarak simgeleşen çatışma sürecinin yeniden devreye girmesi, HDP’nin 2015 7 Haziran’da üçüncü parti olması, devlet aklı denilen yapının gündemine, “Benim kârım ne?” sorusunu tüm ağırlığıyla soktu.
Bu sürecin sonucunda Türkiye iç siyasette kuşkusuz 15 Temmuz darbesi ve sonrasındaki gelişmelerin hızlandırmasıyla aşırı otoriter bir yönelime savrulurken, dış siyasette de son İdlip görüşmelerinde görüldüğü gibi, Rusya’yla tam bir uyumla ABD’ye karşı siyasal bir pozisyon alıyor. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, Soçi görüşmesinden sonra Suriye hakkında özellikle Kürtleri ilgilendiren şu sözleri söyledi: “Suriye’nin toprak bütünlüğüne dönük ana tehdit, ülkenin doğusundaki bölgelerden, ABD’nin doğrudan kontrolü altında bağımsız özerk yapıların fiilen kurulmakta olduğu Fırat’ın doğusundan gelmektedir.”
ABD’nin Kürt özerk bölgesini kollamak isterken Rusya’nın bu özerkliği Suriye’nin bütünlüğü için ana tehdit olarak görmesi, Türkiye’nin hızla, üstelik bir Rus uçağının düşürülmesi gibi olağan zamanlarda onarılamayacak bir kriz sonrasında, önemli geri adımlar atarak Rusya’yla neredeyse ABD karşıtı bir ittifaka girmesi, Türkiye’nin odağının Suriye’de Kürtlerin elde ettiği kazanımları geriletmek olduğunu gösteriyor. Bu politika, Kürtlerin iç politikada maruz kaldığı baskıyı da ve genel anti-demokratik hamleleri de tetikliyor.
Türkiye’de Kürt sorununun eşit koşullarda kardeşlik temelinde çözülmesi yönünde bir eğilimin başlaması bu yüzden çok önemli. Beka kaygısı anlatısı devam ettikçe, milliyetçi bir otoriter siyaset tüm soğukluğuyla hegemonya kuruyor.
(Marksist org)