1 Şubat 2023 – Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi, XIV. Dönem, 8. Toplantı – Swann’ın bir aşkı

0
Want create site? Find Free WordPress Themes and plugins.

14.Dönemine giren ‘Fransız Edebiyatında Savaş ve Barış ’temalı XIV. Dönem Atölyenin 1 Şubat 2023 tarihli sekizinci oturumunda Didem Arslanoğlu bizlere Marcel Proust’un (1871-19229 yaşadığı 19. ve 20.yüzyıl Fransa’sasını, edebiyet akımlarını, yazarın yaşamını anlattıktan sonra, atölyenin konusu olan Swann’ın bir aşkı adlı eser (1908) hakkında kısa bir bilgi verdi ve kitabı katılımcıların tartışmasına açtı.

La belle epoque olarak adlandırılan Fransa’nın ‘şen çağ’ı, 1880 – 1914’ yılları arasında yaşanan oyun ve eğlencelerle dolu bir dönem, bir tür Lâle Devri olarak da görmek mümkündür. Ferahlama ve özgürleşme çağı olması temenni edilen, iyimserlik rüzgârlarının estiği bir dönemle başlar. İmparator III. Napoléon Fransa-Prusya Savaşında ağır bir yenilgi yaşamış, tarih sahnesinden çekilmiş, Paris Komünü kıtasal bir yangına dönüşmeden sönmüş ve Üçüncü Cumhuriyet kurulmuştur. 1880’lerle birlikte bilim, teknolojide, sanayi ve ticarette, Avrupa-içi barış düzeninde, toplumsal refah konusunda gözlenen olumlu gelişmeler, sanatta, kültürel yaşamda büyük yenilikler getirmiş; emperyalist yarışın gölgesinde bütünleşik bir Avrupa fikrinde ve “Avrupa-lı-lık” kimliğinde önemli bir atılım yaşanmıştır.

Bu gelişmelerle ortaya çıkan yeni mesleklerdeki burjuvalaşan yeni orta sınıf, hem geleneksel orta ve üst sınıflarla hem de alt sınıflarla etkileşimi dolayısıyla toplumun belirleyici unsuru olur. Geleneksel burjuva sınıfını bu yeni burjuvalar yönlendirir, kamuoyunu siyasetçiler kadar gazeteciler, şairler ve yazarlar belirler.  

Teknolojik gelişmelerle bir ‘hız devrimi’ yaşanır; otomobil, kamyonet, tramvay, gelişmiş buharlı gemiler,  dört bacalı devasa transatlantikler, yolcu taşıyan balon, zeplin, motorlu uçak ile insanlık tarihinin en büyük hayallerinden biri olan gökyüzü devrimi yaşanır.  Trans-Sibirya Ekspresi (1891), Trans-Balkan Orient Express’i (1883), Trans-Baltık Kuzeyyıldızı Ekspresini (1900), hatta Bağdat ve Mekke Demiryolları (1903) bu dönemin  karasal hız devrimini simgeler.

Bölgesel ve ulusal futbol ve rugby ligleri, Fransa Turu ve diğer bisiklet yarışları, Wimbledon, Roland Garros tenis turnuvalar,  basketbol ya da dağcılık gibi yeni sporların keşfi, Atina, Paris ve Londra’da modern Olimpiyat Oyunlarının düzenlenmesi bu dönemin yenilikleridir. Anarşizm ve komünizm gibi politik dalgalara kapılmasından kaygılanılan gençler sporla sosyalleştirip terbiye edilmek istenmesi, beden terbiyesini dönemin moda akımlarıyla paralel gelişen yeni estetik kalıplara yönlenmesi yine bu dönemin özelliklerindendir.  

Eğlence ve gece hayatı bu şen dönemde tabana doğru yayılarak kitleselleşir, kulüpler eski salon alışkanlıklarını dönüştürür, modern dans icad edilir, Royal Albert Hall, Palais Garnier ya da Bayreuth sahnelerinde operalar, konserler, tiyatrolar sahnelenir, Avrupa’nın kültür, sanat ve eğlence başkenti konumundaki Paris’te 1880’lerden itibaren Moulin Rouge, Chat Noir, Rouge et Noir gibi yeni kabare salonları ve oyunları hem modern, hem egzotik zevklere sahip insanlarla dolar. Rus balesinin, Arjantin tangosunun, can-can dansının hâkim olduğu bu mekânlarda Sarah Bernhardt gibi femme fatale pop-kültür yıldızları ile yeni zenginler ve metresleri bir arada görülebileceği gibi, Luisa Casati gibi çılgın sanat hamileri de, Mata Hari gibi gizemli dansözler de, Sidney Reilly gibi casuslar da giriş çıkar. Paris her konuda dünyanın en renkli şehri olur.

Belle Epoque dönemini Marcel Proust yedi ciltlik Kayıp Zamanın İzinde kitabında, özellikle de Guermantes Tarafı’nda ailenin şatodan şatoya ziyaretlerini, balolarını, resepsiyonlarını, çay partilerini, yemeklerini ve etraflarındaki daimi koşuşturmayı detaylıca anlatır. Bu dönemin diğer önemli ve sanat dünyasına damgasını vurmuş sanatçıları Henry James, Gertrude Stein, Gabriele D’Annunzio Ruben Dario, Debussy, Mahler, Monet, Rodin, Degas, Cézanne, Renoir, Marcel Proust, Flaubert, Karl Huysmans, Oscar Wilde, Darwin, Baudelaire, Sarah Bernhardt, Emile Zola, Mupassant, Paul Valery, Mallarme, George Sand, Goncourt Kardeşler, Wagner, Edith Wharton, Alphonse Daudet diye uzar gider. 

Kendine özgü koşulları olan modernizmin, aşağı yukarı 1884-1914 yılları arasında, insanın kendisini sorgulaması ve isyan etmesiyle, koşulları değiştirme talebiyle ortaya çıktığı söylenebilir. Bu dönemin özelliklerini, düşünsel arka planını, dönemin felsefecilerinin, bilim insanlarının değerlendirme ve eleştirilerini bilmekle bu özgül koşulların modern insanını ve edebiyatını nasıl etkilediğini anlamak kolaylaşacaktır.

Modern dönem veya modernite, 16. ve 17. yüzyıllarda doğa bilimlerindeki gelişmelerin alt yapısal özelliklerini oluşturmasıyla başlar. Orta çağın kapalı yapısı değişirken dünyaya açılma düşüncesi, ulus, birey kavramları ortaya çıkar.  1596 – 1650 Yılları arasında yaşayan Rene Descartes ‘ben’i ifade eden felsefeci olur. Descartes’ın  önemi, düşünceyi varlığın temeli sayması ve düşünen özneyi, bireyi esas almasında yatar. Modernliğin inşasında bireyin keşfi başlar. 17. Yüzyıl Cervantes, Shakespare, Milton, Corneille, Galileo, Newton, Toricelli, Descartes, Spinoza, Francis Bacon gibi edebiyatta, bilimde, felsefede önemli isimlerin olduğu bir dönemdir. Francis Bacon skolastik düşünceye karşı doğa ve akıl arasında bir bağ kurulabileceğini, tümevarım yöntemi kullanılarak deneylerle doğanın anlaşılabileceğini söyler. İnsanın doğaya hâkim olduğunu, onu yorumlayabildiğini söyleyerek bireyi öne çıkarır. Felsefecilerin, yazarların, bilim insanlarının yönelimi önlerindeki ‘büyük’ dünyayı ve onun öznesi olan bireyi anlamaktır. Özne olmak hâkim olmak, merkezde olmak anlamına gelir. Ancak insan gerçekten dünyanın hâkimi olabilecek midir? Onun merkezinde yer alabilecek midir?

Dünya üzerindeki fiziksel varlığını koruma ve tutunma savaşı veren insanın bu mücadelesinin, evriminin hangi aşamasında var oluşunun anlamını sorgulaması bilinen ilk edebi metin Gılgamış Destanı ile başlar: kendini bulma, tanıma, var oluş nedenini anlama, yaşamına anlam katma sorununu modern insanla değil, ondan çok daha önce dile getirmeye başladığını görürüz. Ancak burada insanın isyanı yoktur. Tevrat’ta İbrahim’e oğlu İshak’ı kendisine kurban etmesini buyuran Tanrı’ya insan isyan etmezken XX. yüzyılda isyan eder, sorgulamaya başlar.  

Marshall Berman’ın ‘Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor’ kitabında modernliğin tarihini üç döneme ayırarak sistematik bir yaklaşım getirir.

¨1. 16. Yüzyılın başlarından 18. yüzyılın başına dek uzanan ilk evrede insanlar, modern hayatı algılamaya yeni başlar; onlara neyin çarptığını anlayamazlar henüz. Uygun sözcük ve tanımları ararlar, deneyim ve umutlarını paylaşabilecekleri modern bir kamu ya da camianın ne olabileceği konusunda fikirleri toplamaya başlarlar.

2. 1790’Ların büyük devrimci dalgasıyla başlar, Fransız Devrimi ve onun etkileriyle büyük, modern bir kamu bir anda ve dramatik biçimde doğuverir. Bu kamu, devrimci bir çağda; kişisel, toplumsal ve siyasal yaşamın her boyutunda alt üst oluşlar ve patlamalar doğuran bir çağda yaşıyor olma duygusunu paylaşır. 19. Yüzyılın modern kamu alanı, bir yandan da hiç de modern olmayan dünyalarda yaşamanın madden ve manen neye benzediğini hatırlar. Bu içsel ikilik aynı anda iki ayrı dünyada yaşıyor olma hissini, modernleşme ve modernizm düşüncelerini doğurur ve kökleştirir.

3. 20. Yüzyılda, modernleşme süreci neredeyse tüm dünyayı kaplayacak şekilde yayılır, mış; gelişmekte olan modernist dünya kültürü sanatta ve düşünce alanında göz alıcı başarılar sağlar.

Modern Latince adaba, usule uygun, ölçülü,zamana göre anlamındaki ‘modernus’ sözcüğünden türer. Sözcük V. yüzyıldan itibaren bilinir, kullanılır. Hristiyanlar tarafından artık pagan olmadıklarını ifade etmek için kullanılır. I. yüzyılda ise ‘modernitas’ ‘antiquitas’a karşı kullanılır. Her iki kullanım eskiye karşı yeniyi, eskiden kopmayı ifade eder. Modern zamanın özellikler inden olan ‘kaçış, kopuş’ kelimenin kökeninde de vardır. Aynı zamanda içinde bulunulan zamanda ‘geçerliliği ve hâkimiyeti olan’ anlamı da taşır.

Reform hareketi ve Rönesans dönemini takip eden Aydınlanma hareketinin akılcılığı ile bilimsel bilgi kazanımlarına dayanan modernite ise 17. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal alanda yaşadığı büyük ve köklü değişikliklerin oluşturduğu sistemi ifade eder. Bu değişiklikler; bilimsel buluşlar ile gelişen sanayileşme, burjuva ve işçi sınıflarının oluşması ve sonucunda doğan toplumsal, ekonomik, sınıfsal çatışmalar, kentleşmenin başlaması, fabrikalaşma, aklı öne çıkaran anlayış, ulus devletlerin kurulması, din anlayışının değişmesi, bireyselleşme, vs… bu değişikliklerle birlikte oluşan yeni değerler sistemine modernite denir. Modernden türetilmiş bir kelimedir. Eskiye karşı çıkış, kendi yeni değerlerini yaratma anlamı içerir.

Modernizm, bu değişikliklerin sonucunda ortaya çıkan durumu kabul ederek kutsayan bir anlatım biçimidir denilebilir. Modern dünyanın, modernitenin getirdiklerine olumlu her türlü tepkiyi de kapsayan bir kavram haline gelmiştir. Modernist kavramını ilk kez Jean Jacques Rousseau kullanır. Modernizm üzerine düşünen, yazan, ona eleştirel bakan düşünce tarzına sahip kişiler modernist olarak adlandırılırlar.

¨Modernizme karşı çıkan ve eleştiren sanat anlayışına ‘modernist sanat’ (19.yüzyıl ortası Fransa’da başlar) denilmektedir. Dolayısıyla modern ve modernist kavramları arasındaki farkı aortaya çıkmış olur. Modern sanat, modernizmin getirdiği ve hedeflediği değerlerle uyum içindeyken, modernistler uyumsuzluğu, kaotik bir dili ve üslubu, bilinç akışı gibi teknikleri kullanarak kronolojik zaman yerine ‘psikolojik zamanı’ öne çıkardır

Modernitenin Düşünsel Arka planında Berman, 2 önemli modernist olarak Marx (1818-1883) ve Nietzche (1844-1900)’den söz eder. 1848 Yılında Marx’ın XIX. yüzyılda ortaya çıkan ‘modern anlayışı’ ise Rönesans ve Aydınlanmadan sonra Batı toplumlarında gelişen durumu anlatır. Marx’a göre kapitalist sistemde insani değerler önemini yitirir, her şey maddi değerlerle ölçülür, bunun sonunda da insanlar yaşadıkları hayatla yüzleşirler. Ona göre ‘Katı olan ve duran her şey buharlaşır.’ Hiçbir şeye alışma fırsatı yoktur. Doyma, tatmin olma, özleme zamanı yoktur. Daha başlarken terk etme düşüncesi yerleşmiştir.

Nietzche’ye göre ise modern insan maddi olanaklarının bolluğuna rağmen kendisini değerlerinden uzaklaşmış hisseder. İki düşünürün ortak noktası modern insan, değerlerinden uzaklaşma ve yabancılaşmaya karşı koyarak yeni değerler yaratacak ve ‘yeni bir insan’ olacaktır. 19. Yüzyıl modernizmine ait bu düşüncelerde modern hayatın hem istenilen, olumlu bulunan tarafları vardır hem de sert biçimde eleştirilir. 20. Yüzyılda durum değişir. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce başlayan fütürist akımın taraftarları modern insanı özgür, geleneklere bağlı kalmayı ise kölelik olarak kabul eder. Savaş sonrasında hiçbir şey düşündükleri gibi olmaz. Çok önemsedikleri modern teknoloji yüzünden savaşta aralarından ölenler olur. Fütüristler modern hayatı, modern insanı destekler. Modern hayatın karşısında ise güçlü bir düşünce, eleştiri vardır. Max Weber (1864-1920), kapitalist sistemin yani modern ekonomik düzenin insanları ‘bir demir kafes’ içine soktuğunu söyler. Marx, Nietzche ve diğer 19. yüzyıl düşünürlerinden farklı olarak insanların bu durumu fark etmeyerek mücadele etmeyeceklerine inanır. İnsanlara inancı yoktur. Marx ve Nietzche’nin modernite ile yüzleşen ‘insan’ı, Weber’de bilinçsiz insana dönüşür. Modern dünya rasyonelleşmiş, ‘büyüsü bozulmuş’ bir yerdir Weber’e göre. Bir başka sosyolog Emile Durkheim (1887 – 1917) dönemi kentleşmenin yarattığı kaos üzerinden değerlendirir.

Modernite akla dayalı bir dünya tasarlayıp inşa etmiştir. Aydınlanmacı felsefeye dayanan bu inşa, totaliter rejimlere de yol açar. Sanayileşmenin yarattığı toplumsal sınıflar arası sorunlar, kapitalist üretim sisteminin maddi değerlere sahip olabilmek için onlara sahip olamayan insanlar üzerinde hakimiyet kurma anlayışı totaliterliği getirir.  Akıl, eğitim ve hümanizm, 20. yüzyıl başında milyonlarca insanın ölümüne, soykırımlara engel olamaz. Bu durum modernitenin ideolojisi olan modernizme yapılan eleştirilerin temelini oluşturur. Modernizmin dünyaya, insanların değer ve inanışlarına zarar veren sonuçları eleştirilere, modernizm dışı düşünce arayışlarına neden olur. 

Modernizm Eleştirileri Frankfurt Okulu’ndan gelir. 1923 Yılında Frankfurt Üniversitesi’nde kurulan Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü Frankfurt Okulu’nun kurumsal alt yapısını oluşturur. Nazilerin yükselişi, sol düşüncenin gerilemesi okulun Marksist felsefeyi yeniden değerlendirme ihtiyacı duymasına neden olur. Sol hareketin ve öğrenci hareketlerinin etkinliğinin artmasıyla okulun siyasi etkisi artar,  1970’li yılların başında azalır, Marksist düşünceden uzaklaşır. Son döneminin önemli temsilcisi Jurgen Habermas, okulun temel anlayışlarından bir kısmını Marksist düşünce ve kapitalizm kuramını değerlendirirken geliştirir.

Eleştirel Teori olarak da adlandırılan Frankfurt Okulu düşünürleri, bireyi ön plana çıkarırken görünen modernizmi, üzerinde yükseldiği Aydınlanma dönemi ilkelerini, kapitalist üretim ilişkilerinin insanı yabancılaştırmasını, bireyi aslında önemsizleştirmesini, fiziksel olarak yok oluşuna, acı çekmesine yol açmasını eleştirir. Geçmişin insana dayanan yasaları artık sanayileşme sonucu oluşan metaya dayalı kültürle yer değiştirmiştir. Bilimsel gelişmeler, teknolojik sonuçları ile yabancılaşmaya yol açmıştır. Frankfurt Okulu, bu yeni kültürel yapıyı inceler, kavramsallaştırır, eleştirir.

Kültürel yapının, kuramsal zeminini kitle kültürü ve kültür endüstrisi kavramları ile açıklarlar. Marx’ın açıkladığı şekliyle kapitalizmin ekonomi politik ile açıklanamayacak kadar karmaşık olduğunu, kültürel yapının sistemdeki önemini açıklamak gerektiğini söyler. Kapitalizm insanlar üzerindeki egemenliğini kültür ile de sağlamaktadır. Bu düşünceye varmalarının nedenleri hem faşizmin hızlı yayılarak kabul görmesi hem de muhalif düşüncelerin gerilemeye girerek faşizme karşı çıkamamasıdır. Naziler iktidara gelir, İspanya iç savaşı Franco’nun ülkeyi ele geçirmesi ile sonuçlanır, Avrupa’daki işçi hareketleri de geriler.

Frankfurt Okulu düşünürleri bu olumsuz gelişmelerden kişi olarak şahsen etkilenir. Dönemin bütün ağır havası yanı sıra bu durum da karamsarlıklarını arttırır. Max Horkheimer, Thedor W. Adorno, Herbert Marcuse, Leo Lowenthal, Erich Fromm gibi düşünürler Amerika’ya sürgün edilir. Kütle toplumu, kültür endüstrisi kavramları üzerine çalışmalarını sistematik hale getirirler. Bireyi özgürleştirmek yerine ‘homojen bir toplum’ yaratılmak istenir. Homojen toplumun kitle kültürü ve bu kültürün endüstrisi, eşitlikçi değildir. Toplumu bir ‘çelik kafes’e sokar.

Modern Edebiyat gelişme süreçlerine bakacak olursak, Aristo’yu görürüz. Aristo’dan 20. yüzyıla değin süregelen bir estetik anlayışla üretilmiş metinler, yansıtmacı/mimetik estetiğin dünyası içinde yaşam bulur. Görselliğin/duyusallığın/determinizmin egemen olduğu bir sanal anlayışının dünyasıdır bu. Bu dünyada soluk alan romanın ana kurgu ilkesi ise içerik öykülemektir. Mimetik estetik, doğrudan içeriğin estetiğidir, içeriğin, görünen gerçeklikle örtüşmesi gerekir.  Okur; neden-sonuç ilişkisine tümüyle sadık, başı-sonu belli kapalı bir yapı içindeki öyküleri okumanın rahatlığını yaşamıştır yüzyıllarca. Yabancısı olmadığı bir dünyada yaşayan roman kişileriyle özdeşleştirir kendini. Her şeyi bilen güçlü bir anlatıcının ve kendisine gerçeği/doğruyu/yaşamın anla­mını gösterdiğinden kuşkusu olmadığı roman yazarlarının güdümünde huzurlu bir okurluk dönemi geçirir.  Böylesine güvenli bir ortamda okurun metni anlamaması, onun için­ de kendini yitirmesi, ona yabancılaşması pek olası değildir.

20. Yüzyıla doğru katlanarak gelişen olaylar zinciri, realist/mimdik estetiğin üstünde boy attığı temeli güçlü bir biçimde sarsmaya başlar. Bilimdeki/teknolojideki gelişmeler, bunun sosyopolitik yan ürünleri, insana yabancı yeni bir dünyanın konturlarını çizer. Bu ye­ni dünyada; insanın, doğanın, kendiliğinden ve doğal olanın yerini, maddenin yönlendirdiği yeni bir değerler sistemi al­maya başlar. Yaşamın odağına madde egemenliğinin yerleştiği bu ortamda emperyalist yönelimler, dünyanın dört bir yanı­na paranın/gücün ortaya koyar. İnsan ise, devleşen bir teknoloji ve anonimleşen, bu ne­denle de daha ürkütücü olmaya başlayan güç odakları karşı­sında önemini gitgide yitirir. İnsanın gerçeğe yabancılaşması olgusu, 20. yüzyıl esteti­ğinin ana taşıyıcılarından biridir. Anlamakta güçlük çektiği bir dünyayla kendini özdeşleştirmekte zorlanan, ona ya­bancılaşan insan, yabancılaşmayı sanatsal boyuta taşır, onu bir kurgu tekniğine dönüştürür. Adorno’nun büyünün bozulması dediği olgu, edebiyatın mimetik estetikten yabancılaştırma estetiğine dönüşümünü vurgular.

20. Yüzyılın modernist romancıları birer yabancılaştırma sanatçısıdır. Kafka, Joyce  metinlerini alışılmışın dışın­da, grotesk/yabancı bir atmosfer içinde kurgular. Geleneksel/gerçekçi edebiyatın ana dayanağı olan sürükleyici olay zinciri ortadan kalkar.  Metinlerde olaya dayalı bir gerilim yoktur. Oysa geleneksel ro­manda, olay zincirinin uzaması, yüzlerce sayfalık büyük bir romana dönüşmesi, bunu yaparken de yazarın, bu kapsamlı metnin tek düzeleşmemesi için entrikalar kurgulayıp okuru ardından sürüklemesi gerekir. Fakat yeni romancı, gerçeği, bir modeli örnek alarak yansıtmaz, onu baştan ya­ratır. Bu yaratma ediminde sanatçının yapabileceği tek şey yakalayabildiği gerçek parçacıklarını, düşlerini, bilinci­nin/bilinçaltının kıvrımlarından bulup çıkardığı malzemeyi biçimlendirmektir.

Yeni roman biçimci estetiğin uç noktasın­da filizlenir; 20. yüzyıl edebiyatı, sanat düzleminde kurguyla/teknikle/yapıyla oynanan bir oyuna dönüşür. Bu yeni edebiyatın amacı, bilgilendirmek, yol göstermek, siyasal ya da düşünsel düzlemde bilinç oluşturmak değildir ve bu yeni edebiyatla, geleneksel edebiyat arasındaki en aşılmaz uçuru mdur.Kendini etik/siyasal/mimetik zincirlerinden kopa­rarak bağımsızlaşan edebiyat, özellikle toplumcu kesimin yoğun suçlamalarına hedef olur. Özde, edebiyatın özerkliği­ni savunanlarla, metnin içerdiği mesajın toplum üzerindeki etkisini önemli bulanlar arasında süregelen eski bir savaşın günümüzdeki uzantısıdır bu.

Modernizm, her bilgiyi sistematize etmek ister, kendi doğrularının üs­tünlüğünde hiyerarşi yaratır, kuralcıdır, aklın güdümünde­ki Batı düşüncesinin doruğudur. Oysa 20. yüzyıl başlarında sanat ve edebiyat, modernizmin ana ilkeleriyle tümden çatışan bir tutum içine girer. Romanda Kafka, neden-sonuç ilişkisiyle alay eder. Musil, Broch, Proust, Joyce modernizmin ras­yonalist/marksist/faşist meta-anlatılarını romanlarında boy hedefi durumuna getirir. Modernist yaşam bilin­cinin sözcüsü konumundaki gerçekçi roman estetiğinin eğiten/öğreten/yönlendiren yansıtmacı yapısına karşı ger­çekleştirilmiş sanatsal bir devrimdir bu.

Modernist yazarı deneysel biçimciliğe iten ana nedenler­den biri yazarın nasıl biçimlendireceğini/kurgulayacağını tam olarak kestiremedigi soyut bir iç dünyanın/bilincin/bilinç altının, kurgunun odağına gelip yerleşmesidir. İç dünya ile dış dünya arasındaki sınırların silindiği bu yeni kurmaca yaşam biçi­minde yazar, soyut dünyanın/bilincin zamanını nasıl kurgulayacakır?

Modernist romanın en önemli kurgu sorunla­rından biridir bu, çünkü insanın beyninin içindeki zaman çizgisel akmamakta, bilinç de bilinçaltı da inanılmaz za­man sıçramaları yapabilmektedir. İnsan bilincinde, geçmişe yönelik anıların/bilgilerin, fan­tastik düşlerin, geleceğe dönük planların/özlemlerin, yaşa­nılan an içinde dış dünyadan algılananların ve tüm bunlarla birlikle giz dolu bir bilinçaltı yumağının, hiçbir zamansal sıralama olmaksızın aynı anda birlikte var olmaları, bu mal­zemeyi kullanarak bir metinsel dünya yaratmak isteyen ya­zarı, zorunlu olarak kurgu sorunları üzerinde düşünmeye ve biçim denemeleri yapmaya yönlendirir.  

Modernist yaza­rın, soyut dünyada ve zamanın içinde istediği gibi dolaşa­bilmesini sağlayan kurgusal buluşların başında bilinçakışı (Bewusstseinsstrom/stream of consciousness) tekniği gelir. Roman kişisinin iç dünyasında, zamandan zamana atlaya­rak, her türlü determinist ve dilbilgisel kısıtlamanın dışında özgürce dolaşma olanağı sağlar bilinçakımı.

Zamanın kurgulanmasında kullanılan bir diğer teknik ise sinema sanatından alınmıştır. Geriye dönüş (flash back) tekniği, yaşanılan anı kesintiye uğratıp, geçmişe bir parantez açarak oluşturulur. Çoğu kez de romancı, somut yaşam ile iç dünya düzlemi arasındaki gidiş gelişlerde çağ­rışımları kullanır; anıları ya da bilinçaltını devinime geçi­ren bir melodi, bir fren sesi, bir koku olabilir.

Zamanın, bu teknikler aracılığıyla gele­ceğe doğru akmayı durdurması, bilincin kıvrımlarında oya­lanması geleneksel romandan tümüyle farklı görünümün­de metinsel oluşumların ortaya çıkmasına neden olur. Bir­ kaç günde, giderek birkaç saatte geçen, buna karşılık bilin­cin/bilinçaltının soyut zamanında yüzlerce yılı tüketen çok sayfalı romanlardır bunlar. Modernizm, roman estetiğinde deneysel biçimciliğin adıdır.

Modernist romanda ise, Batı kültürünün logosunun ruh-madde, toplum- birey, toplum-doga, burjuva-sanatçı türünden anlamsal karşıtlıkları, metinde uyum/düzen/denge içinde kullanıl­maz. Yeni romancı için bunlar, dış dünyadan topladığı diğer malzemeyle birlikle metnin kurgusal bütün­lüğünü dokumak yolunda her tür hiyerarşiyi ve alışılmış şablonları hiçe sayarak kullanılır. Romancı kimi yerde, Batı­nın binlerce yıllık kültürel deneyimden geçerek oluşturduğu bu karşıt anlam çiftlerinin içinden tek bir anlamı tır­panlar, ona metninde hiç yer vermez; ruhtan soyutlanmış robotsu/böceksi insanlar, doğadan soyutlanmış kentler ya­ratır, Kafka, Canetti, Beckett gibi. Kimi yerde ise, Rus edebiyal-bilimci Bahtin’in diyalojik diye adlandırdığı metinsel karşıtlıkları, yine Bahlin’in deyişiyle karnavallaştırır, onları geleneksel hiyerarşik değerlerinden arındırır; bir karnavalda soylunun köylüyle, kralın palyaçoyla eşitlendiği gibi, -etik ya da sosyal- tüm değer skalalarını altüst eder metninde. Modernist metinlerde anlamın çözümsüzleşmesi, açmaza girmesi, yazarın bilinçli olarak gerçekleştirdiği bir kurgu tekniğidir. Umberto Eco, 20. yüzyılın doğrudan bir anlam içermeyen, yoruma açık, çok anlamlı avangardist metinleri­ ni ‘Açık yapıt, giderek devingen yapıt diye adlandırır.

Anlamı ve gerçekliği göreceleştirmek/belirsizleştirmek amacıyla kullanılan ve yabancılaştırma estetiğinin gerçek anlamda modernist deneysel biçimciliğiyle bütünleşen di­ğer iki tekniği ise, anlamı/gerçe­ği parçalayıp ondan karmaşık bir doku içinde yüzen metin adacıkları üretme ya da onu çarpıtarak groteskleştirmedir. Ya­bancılaştırma estetiğinin en etkili tekniklerinden bir diğeri, gerçek/anlam parçacıklarının eğretileme düzlemine taşınma­sı yoluyla oluşturulur. Eğretilemenin doğası içinde somut yaşantın bir parçası olmaktan uzaklaşan anlam göreceleşir, öznel yorumlara açılır, çoğalır. Avangardist romanın, bü­ tüncül anlamı çoğaltarak yok eden bu eğretileme tekniğinin adı imgedir. 20. Yüzyıl romanının büyük yazarları birer im­ge ustasıdırlar.

Modernizm, estetik hiyerarşinin dorukta yaşandığı bir edebiyat dünyasının adıdır. Bu seçkinci edebiyat anlayışında roman metinleri, yazarla­rın geniş kültür yelpazelerinin bir oyun alanına dönüşür. Bu metinler ki­mi zaman geniş kapsamlı deneme kesitleri ya da bi­limsel makalelerden oluşan bölümlerle dokunur. Genelde modernizm ciddi yüzlü bir edebiyat anlayışı yansıtır ve kanlı-canlı/yaşayan/somut gerçeklikten çok, kitapla­rın/metinlerin dünyasını sever. Daha sonra postmodernizmin ana kurgu tekniği durumuna gelen üstkurmaca ve onun türe­vi metinlerarasılık bu edebiyatın sıkça başvurduğu teknikler arasındadır. Modernist yazar somut yaşamdan çok, daha önce üretilmiş me­tinlerin dünyasında dolaşmaktan hoşlanır, metinlerarası doğa -örtük ya da doğrudan- çayırlı-çimenli so­mut doğadan daha çok yer kaplar bu metinlerde. Romancı geleneksel kurgu tekniğiyle kıyaslandığında, son derece karmaşık olan kurgu/yapı özellikleri nedeniyle ana sorunsal durumuna ge­len biçimlendirme konusunda kafa yorarken bunu met­ninin içinde de sorunsallaştırır, romanın içinde aynı romanın oluşumunu tartışır, bir üstkurmaca düzlemi oluşturur.

Bu biçimci/seçkinci edebiyat, yalnızlaşmanın, yabancılaş­manın, anlam yitiminin doruğa ulaştığı bir çağın edebiyatı­dır; yitip giden anlamı, sanatın aşkın boyutunda, yozlaşmanın/sıradanlığın üstüne çıkarak farklı bir düzlemde, farklı bir gerçeklik ontolojisi içinde yakalamaya çalışır. Çoğu yer­de salt yaratıcılığın buyruğu altındaki bir estetisist gibi davranır romancı.

Valentin Louis Georges Eugène Marcel Proust 1871 yılında doğmuş Fransız romancı, deneme yazarı ve eleştirmendir.  Babası kolera üzerine çalışan bir patalog tıp ve hijyen konulu birçok makale ve kitabın yazarı, annesi zengin ve yüksek kültürlü bir Yahudi ailenin eğitimli,  kültürlü, yetkin İngilizce bilgisi olan kızıdır. Proust 19. yüzyılın sonlarında, burjuva bir ailenin normal diye nitelendirebileceği bir mesleği edinmeyi önemsemeyen, yalnızca edebiyata ilgisi olan oğludur.  Dokuz yaşına geldiğinde Proust ilk ciddi astım nöbetini geçirir ve bu yaştan sonra da her zaman hasta bir çocuk olarak kabul edilir. Çocukluğunun önemli bir bölümünü bir çiftlikte tatil yaparak geçirir. Yaşadığı bu köy, amcasının eviyle birlikte Kayıp Zamanın İzinde’de sık sık geçen hayali Combray köyü için model oluşturur.

1882 Yılında, 11 yaşındayken liseye yazdırılırsa da eğitimi hastalığı yüzünden yarıda kalır. Buna karşın edebiyat yeteneğiyle ön plana çıkmayı başarır, son senesinde bir ödül alır.  Sınıf arkadaşları sayesinde yüksek burjuva sınıfının salonlarına girebilir ve buralarda da Kayıp Zamanın İzinde için değerli kaynaklar elde eder. Sağlığının kötülüğüne karşın bir yıl Fransız ordusunda askerlik yapar, bir yıl askeri bir garnizonda kalır. Romanının üçüncü bölümünü oluşturan Guermante’nin Yolu’nda bu deneyiminden uzun uzun konu eder.

Genç bir delikanlı olarak eğlenceye düşkündür ve yaşamı bir yazarın disiplinli yaşamından uzaktır. Bu dönemde, bir snob ve bir amatör olarak yarattığı nehir romanının ilk bölümü olan Swann’ların Tarafı‘nı yayınlatma konusunda büyük sıkıntılar yaşamasına neden olur. 1896 Yazında Bibliothèque Mazarine kütüphanesinde gönüllü bir işe girerse de hastalık izinleri alarak işten uzaklaşır. Hiçbir zaman bir işte çalışmayan Proust, annesi ve babası ölünceye dek de aile evinde yaşamayı sürdürür

 Proust, eşcinsellik temasını eserlerinde açıkça ve uzun uzadıya işleyen ilk Avrupalı romancıdır. 1894 Yılında Dreyfus Olayı başladığında Marcel Proust, Dreyfus yanlıları arasında yer alır. 1895 Yılında felsefe lisansı diplomasını alır. 1900-1905 Yılları arasında aile çevresi ve genel olarak hayatı büyük değişimler geçirir: ağabeyi evlenip aile evini terk eder, önce babası ardından annesi ölür. Bu dönemde kendi sağlığı da kötüleşir. Hayatının son üç yılını büyük ölçüde yatak odasında geçirir, gündüzleri uyur, geceleri romanını tamamlamak için çalışır. 1922 Yılında zatürreye yakalanıp akciğer apsesinden ölür, Paris’te Père Lachaise Mezarlığına defnedilir.

Proust’un ve dünya edebiyatının başyapıtlarından olan Kayıp Zamanın İzinde’nin birinci cildi Swann’ların Tarafı 1913 yılında Grasset Yayınları’nca masrafları yazar tarafından karşılanarak basılır. Daha önce bu romanı basmayı üç büyük yayıncı da (Fasquelle, Gallimard, Ollendorf) reddeder. Roman ilk başlarda beklendiği gibi ilgi görmez. Hakkında birkaç yazı çıkar sadece.

Swann’ların Tarafı üç bölümden oluur. ‘Combray’ başlığını taşıyan ilk bölümde kahramanın küçük bir taşra kentindeki çocukluk anılarını okuruz. Gezintileri, düşleri, ailesi, okuduğu kitaplar, çiçeklere olan tutkusu, komşuları uzun uzun anlatılır. Swann’ların tarafı kahramanın büyükleriyle birlikte çıktığı gezintilerde izlediği yollardan biridir. Karşıt yöndeki yol ise Guermantes’ların tarafına gider. İkinci bölüm olan ‘Swann’ın  Bir Aşkı’nda, Swann ile hafifmeşrep bir kadın olan Odette’in aşkını, akıllı bir kadının bir erkeği nasıl da parmağında hünerle oynattığını okuruz. Bu bölümde burjuva dünyası, sanatçılar, zengin züppeler alaycı bir dille betimlenir. Paris’in sosyete hayatının yavanlığıyla, anlamsız dertleriyle, tuhaf çekişmeleriyle tatlı tatlı dalgasını geçer yazar. ‘Memleket İsimleri’ adlı üçüncü bölümde ise merkezde Paris vardır. Anlatıcının gidip görmek istediği kentleri öğreniriz. Çocukluk anılarına Proust’un verdiği önem bu pasajlarda açıkça görülür. Buradaki betimlemeler son derce gerçekçidir; çocukluk tutkuları ve arzularının pek de saf olmadıklarının altı çizilir. Çocukluk düşlerine verilen bu önem çoğu eleştirmence Proust’un Freud’a yaklaştığı noktadır.

Proust düşlediği ve hak ettiği başarıyı Kayıp Zamanın İzinde’nin ikinci cildi olan Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde romanıyla yakalar. 1919 yılında yayımlanan kitap Goncourt Ödülü’nü kazanır. Böylece eleştirmenler tarafından romancılığının değeri vurgulanırken, geniş bir okur kitlesi de kitaplarına ilgi göstermeye başlar. Bu kitapta anlatıcı Odette’e olan tutkusunu dile getirirken yeni kişiler de katılır. Sayfalarca anlatıcının güzellik, gerçeklik ve sanat üzerine olan düşünceleri okunur. Bu kitapta anlatıcının büyük aşkı Albertine’le de tanışırız. Fransa’nın Normandiya bölgesinde, deniz kıyısında küçük bir tatil kasabası olan Balbec’te Albertine ve güzel arkadaşları hikâyeye katılır. Bu sayfalar hem bu cildin hem de serinin en etkileyici kısımlarıdır. Deniz kıyısındaki gezintiler, kumsaldaki şemsiyeler, genç kızların güzelliklerinin betimlenmesi renkli ve şiirsel bir havada anlatılır. Proust’un uzun uzun anlattığı aşk, arzu, yoksunluk duyguları, arzulanan aşk nesnesinin sürekli kendini gizlemesi gibi konular işlenir. Proust edebiyatta modernizmin en önemli yansımasını, büyük oranda resim sanatından (izlenimcilik) etkilenerek son derece başarılı bir biçimde kullanan yazarların başında gelmektedir. Her şeyi adeta bir sis bulutunun arkasından anlatır. Görünen şeyi belirleyen o şeyin özellikleri değil, bakan gözün ona atfettiği değerdir. Kişilerin betimlenmesi tam ve kesin değildir, onlar anlatıcının izlenimlerinin toplamıdır. Albertine bu yüzden anlatıcıya her defasında değişik görünür. Anlatıcının duygu durumu Albertine’in görünüşünü de etkilemektedir.

Guermantes Tarafı 1920 ve 1921’de iki cilt olarak yayımlanır. Bu sefer merkezde burjuvalar değil, aristokratlar vardır. Anlatıcının uzaktan düşlediği ve gözünde sürekli büyüttüğü aristokrat yaşam biçimi, onun Guermantes’lerin salonuna kabul edilmesinden sonra yavaş yavaş değerini kaybeder. Bu çevrenin bencilliği, havailiği, zevksizliği anlatıcı için büyük hayal kırıklığıdır. Bu cildin diğer bir önemli tarafı, anlatıcının büyükannesinin ölümüdür. Büyükannenin hastalığının ve acı çekişinin betimlendiği sayfalar son derece çarpıcıdır. Büyükannenin ölümü, anlatıcının çocukluğunun da ölümüdür. Bir sayfa kapanmıştır.

Sodom ve Gomorra iki kitap olarak yine 1920 ve 1921 yılında yayımlanır ve serinin en cesur cildidir. “Yıldırımdan kurtulan Sodom sakinlerinin torunları olan kadın ve erkeklerin ilk ortaya çıkışı” alt başlığıyla açılır roman. Eşcinsellerin yaşantıları, aristokratların ikiyüzlülüğü, anlamsız salon toplantıları, söylenen yalanlar, düş kırıklıkları, yaşanan aşklar, yaşanamayan ancak betimlenen aşklar anlatılır. Bir günahkârlar toplumu resmi çizer anlatıcı. Proust’un döneminde en çok tartışılan ve kıyasıya eleştirilen kitabıdır. Özellikle eşcinsellik üstünde fazlasıyla durması ve karakterlerini cinsel kimlik üstünden sapkın kişiler olarak göstermesi çok sert tepkiler almıştır.

Serinin beşinci cildi Mahpus 1923 yılında, yazarın ölümünden sonra yayımlanır. Proust’un tam olarak gözden geçiremediği bu metin anlatıcının Albertine’le olan ilişkisine odaklanır. Albertine anlatıcının evine taşınmıştır, bir anlamda sevgilisinin tutsağı haline dönüşmüştür. Ancak anlatıcı onun sevgisinden ve sadakatinden kuşku duymaktadır. Sürekli tutsak aldığı kadına baskı yapmakta, onun sevgisini ve cinsel eğilimlerini sorgulamaktadır. Kendisi de Albertine’den emin olamadıkça büyük acılar veren kıskançlık krizleri geçirmektedir.

Altıncı cilt Albertine Kayıp 1925 yılında yine ölümünden sonra yayımlanır. Mahpus’ta anlatıcının evinden kaçan Albertine bir türlü bulunamaz. Bir süre sonra da attan düşerek öldüğü haberi gelir. Bu haber anlatıcının onunla ilgili anılarını acı içinde tekrar tekrar hatırlamasına yol açar. Anlatıcı sonunda Albertine’in eşcinsel ilişkiler yaşadığını da öğrenir. Çevresindeki mutlu görünen evliliklerin çatırdadığına şahit olur.

1925 Yılında yedinci ve son cilt Yakalanan Zaman yayımlanır. Bu kitap Kayıp Zamanın İzinde’nin çözüm bölümüdür. Proust’un el yazmalarına bakıldığında ilginç olan, onun bu çözüm sayfalarını daha romanın ilk sayfalarından itibaren yazmaya başladığıdır. Bu sonuncu kitap anlatıcının daha önceki görüşlerinin altüst oluşunu anlatır. Önce kendisinde bir yazarlık yeteneğinin bulunmadığına karar verir. Sonra bir sağlık yurduna yatar ve burada zamanın insanlar üzerindeki yıkıcı etkisini gözlemler. Bir davette daha önceki yıllarda hayran olduğu kişilerin nasıl da değiştiklerini, herkesin ve pek tabii kendisinin de yaşlandığını kederle fark eder. Ardından bir kez daha yazmak istediği romanı yazabileceğini düşünür. Belleğindeki hazineleri, biriktirdiği insanları ve duyguları ancak yazarak zamana karşı koruyabileceğini anlar. Gözünde ziyadesiyle büyüttüğü burjuva ve aristokrat hayatının anlamsızlığını, aşkın geçiciliğini ve acı verici yüzünü görmüştür. Elinde kalan gerçek teselli sanattır. Uçucu zamanı sanat yapıtına dönüştürecektir.

Kitabına verdiği başlıktan da anlaşılacağı gibi, Proust’un ana teması da, ana derdi de zaman’dır. Kayıp Zamanın İzinde’nin birinci cildi Swann’ların Tarafı yayımlanmadan hemen önce yazdığı bir makalede “Roman sadece düzlem psikolojisi değil, bunun yanında zaman psikolojisidir” diye yazacaktır. Zamanın görünmez özünü ayıklamaya, soyutlamaya çalışmıştır. Proust’un psikolojik zamanı lineer bir geçişi değil, bir noktada döngüsel bir ilerleyişi de temsil eder. İlk kitapta soylu Swann ile kibar fahişe Odette’in evliliği, son kitapta soylu bir Guermantes olan Robert de Saint-Loup ile Swann ve Odette’in kızı Gilbert’in evlenmesi, sadece zamanın değil, aşkın psikolojisi hakkında da çok şey söylemektedir.

Proust kitaplara, resme, müziğe, kısacası sanata ve yaratmaya, görmeye ve anlamaya tutkulu bir yazardır. Beğendiği bir kitaba ya da resme farklı zamanlarda, farklı ruh halleriyle yaklaşmayı sevmiştir. Bir sanat yapıtının gücünün onu yaratandan değil, ona bakan gözden geldiğini bilmiştir hep. Dönemin dergilerine irili ufaklı birçok yazı yazmıştır. Bir yazar, ressam ya da beste hakkında… Bu yazıların daha derinlikli, oyunbaz biçimleri büyük yapıtında da kimi zaman isim, kimi zaman şekil değiştirerek yer almıştır. Kanıksanmış bir görüntüye, duyguya ya da esere çok farklı bir yerden yaklaşmayı başarmıştır hep.

Proust sahip olduğu tek şeyden, yani belleğinden yararlanarak kendi sanatını yaratmıştır. Nostalji onun merhemi olmuştur, ¨zira hayatımız göçebe olsa da, belleğimiz yerleşiktir¨.  Proust sonsuza dek orada, kendi belleğinde, anılarıyla iç içe yaşayacaktır.  Onun geçmişi bir şahesere dönüşecektir¨.

Yazar ve sinirbilimci Jonah Lehrer “Proust duygusal beynini o kadar dikkatle dinliyordu ki nasıl çalıştığını keşfetmişti…Sinirbilimin en temel özelliklerinden bazılarını sezinlemişti” der. Koku ve tat Proust’a göre anıları taşır.

Proust’un zaman konusunda Bergson’dan etkilenmiş olduğu yazılır. Bergson’a göre bilim atomlarla hücreler arasındaki ilişkiyi açıklayabilir, ancak bilinci, belleği olan insanı açıklayamaz Proust’a göre “kurgu eserlerde en iyi öznel olarak anlaşılabilen, sezgisel olarak değerlendirilebilen gerçekliği anlatmak gerekir.” der. Bergson’un felsefesinin temel kavramları süre, bellek ve yaşamsal atılımdır. Sezgi ise bu felsefenin gelişmiş bir yöntemidir. Bergson, felsefenin, bilim gibi kesin, ilerletilebilir, aktarılabilir bir disiplin haline gelebilmesi için sezgi yönteminden destek alır. Bergson, sürenin aslında bellek olduğunu söyler. Bellek ve süre arasındaki özdeşliği “geçmişin şimdide saklanması ve birikmesi” olarak açıklar.

Kayıp Zamanın İzinde’de hatırlama anının kendisinin de önemli olduğunu görürüz (hatırlama anını yaratan koku ve tat gibi). Hatırlama anında Marcel (karakter) bir kek yer, buraya nasıl gelindiği de Proust için önemlidir. Marcel’in içinde bulunduğu durumu gösterir. Çocukken Combray’den kurtulmak ister, yetişkinliğinde ise oraya dönmek ister. Ama hatırladığı Combray gerçek Combray değildir. Proust için “Yegâne cennet kayıp cennettir” der  

Atölye’de, Proust barışçıl bir dile sahip olarak değerlendirilebilir ancak seçkinci bir bakış açısıyla insanlara yüksekten baktığı konuşuldu.Üstten bakış sürekli güzellik – çirkinlik ikilemini  dile getirdiği için değerlendirildi. Ayrıca Swann’ın kendi ailesinin sosyal statüsünden söz etmesi ve Verdurin Evinde yaşananlar, konuklara bakış açısı da sınıfsal bir üstten bakışı gösteriyordu. “Swann zeki insanlar sınıfındandı.”

Proust’un eserindeki bellek, bilinçaltı oyunları, rüyalar, hayaller, geri ve ileri gidişlerin modern yazar olarak sonsuzluk arayışına, ebedi ve ezeli olanı yakalama çabasına bağlandı ki bu da kapitalist ekonomik modelin geçmişte ve gelecekteki en mükemmel ve en geçerli sistem olarak anlatımına uygun olarak görüldü. Yine fiil zamanı olarak imparfait’yi kullanması (geçmişte başlayan o anda devam eden, bitmemiş, tamamlanmamış, hikaye şimdiki zaman) bu sonsuzluk arayışının bir göstergesi olarak görüldü. Zamanın parçalanamaz bir bütün olduğu tezini ortaya atmak adına böyle bir fill zamanı seçtiği konuşuldu.  

1 Kasım 2022 – 30 Mayıs 2023 tarihleri arasında sürecek olan 14. Dönem Fransız Edebiyatında Savaş ve Barış Atölyesinin takvimi şöyledir:

Fransız Edebiyatında Savaş ve Barış
Yazarın hayatıKitapYazarSayfaTürAnlatıcıTarih
1873-1954Dişi kediSidonie-Gabrielle Colette111romanŞengül Çiftçi8 Şubat
1900-1999Altın MeyvelerNathalie Sarraute136romanYıldız Önen22 Şubat
1908-1986Sessiz bir ölümSimone de Beauvoir126anıCeren Aydos8 Mart
1914-1996Hiroşima SevgilimMarguerite Duras120film hikayesiKamer Badur Eğilmez22 Mart
1915-1980Yas günlüğüRoland Barthes268günlükGülsüm Ekinci5 Nisan
1940-SenelerAnnie Ernaux72Aliye Zorlu19 Nisan
1940-Göçmen YıldızJean-Marie Gustave Le Clézio320romanYıldız Önen3 Mayıs
1940-Cahil Hoca-Zihinsel Özgürleşme üstüne beş dersJacques Rancière144hikaye/felsefeYasemin Kilit Aklar17 Mayıs
1948 –Amerikan İşgaliPascal Quignard142romanHatice Morkaya31 Mayıs

Did you find apk for android? You can find new Free Android Games and apps.
Share.

Comments are closed.