Temasını ‘Alman Edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin XIII. Döneminin 10 Kasım Çarşamba günkü ikinci toplantısında Faruk Sevim bizlere Johann Wolfgang Von Goethe’nin (1749-1832) hayatı ile ilgili bilgi verdikten sonra, yazarın Genç Werther’in Acıları (1774) kitabını tanıttı ve Atölye katılımcılarının tartışmasına açtı.
Alman edebiyatçı, siyasetçi, ressam ve doğa bilimi alanında çalışmaları olan Goethe‘Fırtına ve Coşku’ akımının (1767-1785) öncüsü ve en önemli temsilcilerinden biri olarak bilinir.
1749 Yılında Frankfurt’ta dünyaya gelir. Babası Frankfurt Meclis üyesi ve Kral danışmanıdır, annesi Frankfurt Belediye Başkanının kızıdır. Burjuva bir aile olarak, çocukluğundan itibaren iyi bir eğitim alır. Aydınlanma çağı düşüncesiyle yetiştirilir. 1756-1758 arasında bir devlet okulunda öğrenim görür, Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Latince, Yunanca öğrenir, resim dersi alır, çello ve piyano çalmayı, biniciliği, eskrimi ve dans etmeyi öğrenir.
Edebiyatla erken yaşta ilgilenmeye başlaması, annesinin gece anlattığı hikâyeler ve neşeli bir Luther – Protestan aileden aldığı İncil derslerinden ileri gelir. Babası ona yaklaşık 2000 ciltten oluşan bir kitaplık oluşturmuştur ki bu Goethe’nin daha çocuklukta Dr. Faust’un farklı hikâyelerini öğrenme imkânı bulmasının yolunu açar.
Küresel çapta gerçekleşen ilk savaş olarak tanımlanan Yedi Yıl Savaşları (1756-1763), Avusturya’nın Veraset Savaşı ile aynı stratejik hedeflere yönelik savaşlar olması nedeniyle savaşlar dizisi olarak kabul edilen askeri çatışmalardır. Bir yanda Büyük Britanya ve Fransa arasında denizaşırı sömürgelerin ve dünya denizlerindeki üstünlüğün kontrolü hedeflenirken diğer yandan Orta Avrupa’da Avusturya ile Prusya arasında, bir güçler dengesi arayışı, Orta Avrupa hegemonya savaşları olarak bilinir.
Yedi Yıl Savaşı’nın sonucundaki Paris Antlaşmasıyla, Büyük Britanya dünya çapında deniz üstünlüğünü ve sömürgeciliğini pekiştirmiş, Fransa hem ekonomik hem de politik bakımdan güç kaybetmiş olur. Bu durum, Fransız Devrimi’ne zemin hazırlar. Hubertusburg Anlaşması’yla ise Prusya, Avrupa’nın askeri ve politik anlamda güçlü devletlerinden biri haline gelmiş, Avusturya karşısına daha etkin bir biçimde Almanya toprakları üzerinde politik bir güç olarak ortaya çıkmış, bu durum da Almanya’nın birleşmesi süreci için elverişli bir zemin hazırlamıştır.
Yedi Yıl Savaşlarında Avusturya ve Fransa birliğinin Frankfurt’u işgal etmesinden hemen sonra, Goethe’lerin evi karargâh binası yapılır, küçük Goethe, güzel sanatlara düşkün komutanlar sayesinde Fransız sanatıyla tanışma fırsatı bulur, Frankfurt’ta sergilenen Fransız tiyatro topluluklarının oyunlarından etkilenir ve Fransız edebiyatına ilgi duymaya başlar.
Goethe, 1766’da, Leipzig’de hukuk öğrenimine başlar. Antik sanat anlayışı ile yakınlaşır, bir bakır ustasının yanında, oymacılık ve gravür tekniklerini öğrenme imkânı bulur. 1768 yılı Haziran ayında hastalanır, tedavi için 1770’te Frankfurt’a döner, ‘Arnette’ adlı ilk şiir kitabını yayınlar. Öğrenimine 1770 yılı Nisan ayında Strasbourg’da devam eder. Teolog, sanat ve edebiyat kuramcısı Fırtına ve Coşku döneminin öncülerinden Alman yazar Herder’le tanışır. Herder, Goethe’yi Homeros, Shakespeare gibi yazarların eserleriyle tanıştırır.
Goethe ailesinden uzakta özgürlüğün tadını çıkarırken, tiyatro gösterilerine ileriki zamanlarda bir edebiyat klasiği haline gelecek olan ünlü draması Faust’un birinci bölümü için kendisine esin kaynağı olacak Auerbach lokantasında, arkadaşlarıyla akşamları vakit geçirir. İlk aşk macerasını da Leipzig günlerinde yaşar; bir zanaatkâr kızı olan Kätchen Schönkopf ile yaşadığı aşk, iki yıl sonra, iki tarafın da rızası ile sona erer. Yaşadığı bu duygusal karışıklık, Goethe’nin yazı stilini etkiler. Daha önceleri Rokoko kültürünün etkisi altında şiirler yazan, üslup bakımından daha özgür ve daha coşkulu olan Goethe, gerçek duygularla, Rokoko kültürünün her şeyi hafife alan üslubunu bütünleştiremez ve Leipzig’i sevemez. Geçirdiği ağır hastalık yüzünden geri dönerek, 1770’e kadar Frankfurt’ta kalır. Daha sonra öğrenimini Strassburg’da tamamlar. Burada Sesenheim rahibinin kızı Friederike Brion’a aşık olur.
Goethe, 25 yaşında yazdığı ‘Genç Werther’in Acıları’ romanıyla ‘fırtına ve çoşku’ akımının öncülerinden olur.
Deha Çağı olarak da bilinen Fırtına ve Coşku akımı 1767 ile 1785 yılları arasında, özellikle 20 ila 30 yaşlarındaki genç yazarlardan oluşan Aydınlanma Çağının edebiyat akımıdır. Adını, Alman şair Friedrich Maximilian Klinger’in Fırtına ve Coşku (Sturm und Drang) isimli dramasından almıştır. Bu akım, ‘insan ve sanat ideali olarak, orijinal dâhi’yi tanrılaştırdığından dolayı” Deha Çağı olarak da adlandırılır.
Alman edebiyatı çevresine bir çığ gibi düşen bu yenilik hareketi, kendi özünde doğa insanını ve gençliği sembolize ederek, yoğun bir idealizm düşüncesi barındırır; kalp bütünlüğü ve duyguların özgürleşmesi, sezgi ve içgüdü, akıl yerine duygu. Fırtına ve Coşku döneminin öncülerinden olan Johann Gottfried Herder, Aydınlanma Çağının egoist yaklaşımını eleştirir ve sanat sayılan halk şiirleri ve edebiyatının tanınması konusunu destekler.
Gençliğin kişisel ideali, sona eren 18.yy’ın Alman edebiyatında otorite ve geleneğe karşı savaş açar. Akımın temeli Historizm (Tarihselcilik) ve İrrasyonalizm (Akıldışıcılık) ile şekillenir. Aydınlanma çağının görüşleri bir yana bırakılır, duygunun merkezine inilmeye başlanır. Tabiata karşı içten bağlılık ve duygusallık şeklinde kendini gösteren yeni davranış eğilimi, deha idealinin temel trajik anlayışıyla bağdaştırılır. Akım içinde Feodal sisteme yönelik eleştiriler de yer alır.
Fırtına ve Coşku dönemi yazarları küçük ve orta sınıf soylularıdır. Edebiyat alanında geçimlerini sağlayamadıklarından, özel öğretmenlik veya papazlık yaparak edebi mesleklerine katkıda bulunmaya çalışırlar. Akımın merkezleri Straβburg, Göttingen ve Frankfurt olur. Dönemin en önemli temsilcileri Johann Georg Hamann (1730-1788), Johann Gottfried Herder (1744-1803), Gottfried August Bürger (1747-1794), Johann Wolfgang Goethe (1749-1832), Jakob Michael Reinhold Lenz (1751-1792), Friedrich Maximilian Klinger (1752-1831), Friedrich Schiller (1759-1805) olur.
Goethe, 1771’de avukat olarak Frankfurt’a döner, 1772 Mayıs’ında Wetzlar Alman Yüksek Mahkemesi’nde göreve başlar. Burada arkadaşı Kestner’in nişanlısı Charlotte Buff’a âşık olur, ama işler zora girince iki ay sonra Wetzlar’i terk eder. 1774’te Genç Werther’in Acıları adlı romanında yaşadığı ve tanık olduğu aşk tecrübelerini bir araya getirir. Aşırı melankoli içeren bu eseri, kısa zamanda Goethe’yi tüm Avrupa’da ün sahibi yapar. Eser, özellikle Avrupa’da yankı uyandırır. ‘Genç bireyin manifestosu’ olarak adlandırılarak, gençler arasında etkili olur, intihara yönelmelerine ve Werther gibi giyinmelere neden olur. Almanya sokakları bir “Werther salgınına” uğrar, ortalığa mavi ceket, sarı pantolon giyen duygulu gençler istila eder.
Goethe, Charlotte Buff’a olan aşkının esiniyle çok güzel şiirler ve baladlar yazar. İphigenie Tauris’ta (1787) ve Tarquato Tasso (1780-87) adlı yapıtlarındaki kadın kahramanlar, Charlotte von Stein’den izler taşır.
Goethe, aynı dönemde konusunu bir Alman efsanesinden alan, tiyatroda oynanmak için değil de okunmak için dizelere dökülmüş olan Faust kitabını yazmaya başlar ve 63 yıl sonra tamamlar. 1775 Yılında, Weimar Dük’ünün özel danışmanı, 1782’de de maliye bakanı olur. Bir yandan köylülerin baskıcı ve ağır vergi yükünden kurtulmaları için çaba gösterirken, bir yandan da gençlerin Prusya ordusuna zorunlu olarak katılmasını, konuşma özgürlüğünün sınırlandırılmasını savunur.
1780 yılında, sistematik olarak bilimsel doğa sorunlarını araştırmaya başlar. Bunları, madencilik, çiftçilik ve kömür işletmeciliği alanlarındaki sorunlarla resmi uğraşlarına uygular. Ancak bu konuda yazdıkları genel olarak bilim dışı kategoride görülür.
Goethe’nin Weimar’da geçirdiği on yıl içerisindeki en önemli ilişkisi, bir saray nedimesi olan Charlotte von Stein ile olur. Bu ilişki ile ilgili ardında yaklaşık 2000 mektup ve not bırakır. İlişki, Goethe’nin, 1786’da yaptığı Roma seyahati ile sona erer. 1786 yılında bunalıma girmiş, hükümetteki görevlerinden istifa etmiş ve iki yıl sürecek İtalya seyahatine başlamıştır. İtalya seyahati, güçlü deneyim kazandırır ki bunu ‘yeniden doğuş’ olarak nitelendirir. Bu deneyimin sonunda kendini yeniden bulur, gelecekteki faaliyetlerini sınırlandırmak için, karakterine nelerin uygun olacağına dair kararlar alır, Fırtına ve Coşku döneminden sıyrılarak, Klasisizme geçer.
İtalya’dan dönüşünden birkaç hafta sonra, 23 yaşındaki Christiane Vulpius ile 30 yıl sürecek bir ilişkiye başlar, 1789’da bir çocuğu olur, 1806 yılında evlenir. Resmi görevlerini sürdürmeye devam eder. 1791-1817 arasında Weimar Saray Tiyatrosu’nun yöneticiliğini yapar. 1807 yılında Jena Üniversitesi’nde görev alır. Fichte, Georg Hegel, Friedrich Schelling ve Friedrich Schiller gibi birçok tanınmış profesörü üniversiteye davet eder, doğa bilimleri fakültesinin genişletilmesi için çaba gösterir.
1789 Yılında, Goethe’nin evrimci geçişlerden yana olduğundan olumsuz gözle baktığı Fransız Devrimi, Avrupa’yı sarsar. Konuya yaklaşımı şöyledir: “Herhangi büyük bir devrim, asla ulusun değil, tamamen hükümetin hatasıdır. Hükümetler, devamlı olarak adalete uygun davrandıkları ve geliştikleri sürece, devrimler tamamen gereksiz hale gelir.”
1792 yılında, devrimci Fransa’ya karşı ilk ittifak savaşına katılır. Weimar Dukalığı, 1796 yılında, Prusya ile Fransa arasında imzalanan Basel Barış Antlaşmasında taraf olur. 1796-1806 yılları arasındaki barış dönemi, savaş nedeniyle sarsılan Avrupa’da, Weimar Klasik’in en parlak devrinin yaşanmasına olanak sağlar.
1794 yazında, Jena yakınlarında yaşayan tarih profesörü Friedrich Schiller’le yaşamları boyu sürecek bir dostluk kurar, dört cilt tutan mektupları Alman edebiyatının bu en verimli dönemine ışık tutar.
Her iki yazar da dostluk yılları boyunca verdikleri ürünlerle Alman edebiyatında Klasik Dönem’in önde gelenleri olurlar. Schiller çıkarmakta olduğu Horen isimli kültür ve sanat dergisi için, Goethe’ye işbirliği teklifinde bulunur. Her ikisi de, Antik döneme yönelim ve devrim anlayışını reddetme konusunda hemfikirdirler. Goethe bu dönem için: “Onlar, bana ikinci bir gençliği aşıladılar, beni tekrar yazarlığa yükselttiler” der. Goethe Alman Göçmenlerin Sohbetleri adlı eserini, Hazine Avcısı, Büyücü Çığlığı gibi en tanınmış baladlarını bu dönemde yazar. Weimar Klasik dönemi, 1805 yılında Schiller’in ölümü ile sona erer.
1805 Yılında Schiller’in ölümü ile sarsılan Goethe, hastalanır. 1806’da ‘Faust’un ilk cildini’ tamamlamayı başarır. 1809 yılında, bir otobiyografi yazmaya başlar. Bir yıl sonra, çok uzun süre onu meşgul eden ‘Renk Teorisi’ adlı eserini yayımlar. Alman halkı Fransız egemenliğine karşı başkaldırırken, Goethe, zihnen Yakın Doğu’ya yönelir: Arapça ve Farsça öğrenmeye başlar, Kuran’ı ve İranlı şair Hafiz’i okur.
1817 Yılında, saray tiyatrosu yöneticiliğinden istifa eder, 1817’de ‘Bitki Bilimi Öğreniminin Tarihçesi’ni, 1821’de ‘Wilhelm Meister’in Seyahat Yılları’nı, 1824 yılında ‘Genel Olarak Doğa Bilimlerine Dair’ başlıklı eserini yayınlar.
1823 yılında, kalp zarı iltihabı hastalığına yakalanır, bir süre tedavi görür, iyileşir. 73 Yaşındayken 19 yaşındaki Ulrike von Levetzow’a evlenme teklifinde bulunur, 1824’te ‘Faust’ eserinin ikinci bölümünü yazmaya, daha doğrusu genç şair Johann Peter Eckermann’a yazdırmaya başlar. 1828 Yılında, Goethe’nin oğlu August hayatını kaybeder. Aynı yıl içerisinde, ‘Faust’un ikinci bölümünü tamamlar. 22 Mart 1832’de Weimar şehrinde ölür.
Goethe 25 yaşında iken yazdığı Genç Werther’in Acıları eseri ile şöhretinin doruğuna ulaşır. Eser her okur sınıfına hitap eder, ‘din, dünya görüşü ve sosyal politika’ya ilişkin sorunlara eğilerek, büyük bir tartışmaya neden olur. Daha sonraki yayınları ise okurun beklentilerine karşılık vermez. Hermann ve Dorothea ve Faust’un ilk bölümü dışında eserleri tam olarak anlaşılamamış ve fazla basım görmemişse de yaşamı boyunca Almanya için önemli bir yazar kabul edilir.
Goethe’nin değeri, ölümünden sonra azalır, ancak 1860’li yıllarda Alman okullarında derslere konu edilir. Goethe Çağı 1871’de imparatorluğun kurulmasıyla başlar. ‘Yüce’ Goethe, kurulan imparatorluğun dehası ilan edilir, 1885 yılında kurulan Goethe Vakfı, kendisini Goethe çalışmalarının araştırılması ve yayılmasına adar. Weimar Hükûmeti (1919-1933) Goethe’yi, yeni devletin manevi temeli olarak nitelendirirse de bir çok kesim tarafından eleştirilir. Örneğin Herrmann Hesse “Goethe, orta sınıf kahramanı, bugün çoktan solmuş olan bir ideolojinin yaratıcısıdır” der. Nasyonal sosyalizm, Goethe’yi pek olumlu bulmaz ve onun hümanist, liberal anlayışı faşist ideolojiye uygun gelmez.
Toplumsal ve teknolojik ilerlemeye, insanlık erdemlerini yadsımadan doya doya yaşamaya inanır. Kafka, Goethe’yi “hayat üzerine söylenebilecek olan her şeyi söyleyen biri” olarak tanımlayarak onun yapıtlarındaki ayrıntı fazlalığına ve felsefi derinliğe dikkat çeker.
Goethe 1945’ten sonra, farklı yönlerden benimsense de her iki Alman devletinde de, ‘bir yeniden doğuş’ yaşar. Geçmiş yıllarda barbarlığın hâkim olduğu Almanya’da, daha iyi ve daha insancıl bir toplumun temsilcisi olur. Georg Lukács’ın öncülüğünde, Goethe, Fransız Devrimi’nin müttefiki, 1848-49 devriminin öncüsü; Faust eseri ise, “sosyalist toplumun oluşması için önemli” ilan edilir. Buna karşılık Federal Cumhuriyet’te, geleneksel Goethe portresinden yola çıkılarak o şekilde benimsenir.
Genç Werther’in Acıları’nda tutku ve duyguların geleneksel feodal sistem ve aristoktasi tarafından nasıl bastırıldığı anlatılır. Doğa ile aklın çatışması arasında kalan romanın kahramanı Werther, çareyi intihar etmekte bulur. Fırtına ve coşku akımında konu edilen baş kişilerden hiçbiri mücadelesinde hedefine ulaşabilmiş değildir; sonuç hüsrandır.
1774 Yılında ve iki haftada yazılmış mektup romandır. Werther adındaki genç bir hukuk stajyer avukatının, başkası ile nişanlı olan bir kadın olan Lotte ile intiharına kadar kurmuş olduğu ilişkisini konu alır.
Wetzlar’de evli bir kadına aşık olduğu için umutsuzluktan intihar eden elçilik sekreteri arkadaşının yaşadıkları Goethe’ye esin kaynağı olmuştur. Romanın ilk basımları Leipzig kitap fuarlarına yapılır ve en iyi satan kitap haline gelir. Gerek anlatımı, gerek duygularının coşkunluğu ve çağdaş gençliğin duygu ve düşüncelerini yansıtmaktaki başarısıyla evrensel bir üne kavuşur.
Werther, yaşadığı büyük kentin streslerinden ve yarattığı ruhsal bunalımlarından kaçarak küçük bir yerleşim yeri olan Wahlheim’e yerleşen aydın bir gençtir. Buraya gelmeden önce en yakın arkadaşı Wilhelm’ın kardeşi Leonore’a aşık olmuş Wilhelm’a düzeleceğine dair söz vererek yaşadığı yerden ayrılmıştır. İlk mektubunda ruhsal sıkıntılar yaşayan Werther, insanlardan ve büyük şehirden kaçmaktan memnundur. Parti için gittikleri bu evde soylu bir ailenin güzel kızı olan Lotte’ye rastlar ve daha ilk andan itibaren ona aşık olur. Lotte bu aşkına kayıtsız değildir ama Albert adında biri ile nişanlıdır. Albert işi gereği uzaklarda olduğu için onun yokluğunda Werther ve Lotte birçok kez bir araya gelir ve güzel bir dostluk kurarlar. Albert ve Lotte evlenince Werther bu aşktan vazgeçmesi gerektiğini düşünmeye başlarsa da, ne yaparsa yapsın Lotte’a gittikçe daha büyük bir sevgiyle bağlanmaktan kendisini alamaz. Werther bunun böyle olmayacağını düşünerek her gün acı çekmektense intihar etmeyi düşünür. Lotte’ye bir mektup yazarak ”Alınyazısı bu, önüne geçilmez. Lotte! Elveda Lotte! Elveda” sözleriyle mektubuna ve yaşamına son verir.
Werther toplumsal hiyerarşiden hoşlanmadığını sıklıkla dile getirir ve toplumun iktidar ilişkilerini anlamsız bulur. Wahlheim ve Lotte’den uzaklaşmak için gittiği köy ortamında köylülerle, yaşlılarla, çocuklarla ve toplumdan dışlanmışlarla arkadaşlık etmeyi tercih eder. Georg Lukacs’a göre ‘’Werther, burjuva devriminin hazırlanma süreci içerisinde, burjuva toplumu içinde doğup ortaya çıkan o yeni insana, insan olmanın bu yeni serüvenine çok yanlı faaliyetleriyle, yaratıcı insana giden o yolun hazırlığına işaret eden ateşli bir itiraftır. Bu insandan yana bir tavır ortaya koymuştur ama işte aynı toplumun beraberinde getirdiği ilişkiler, burjuva toplumu insanın kaçınılmaz çöküşünün de hazırlayıcısıdır‘’ Werther, ölü ve katılaşmış, yozlaşmaya yüz tutmuş soylu sınıfın ve çürümüş burjuvazinin karşısında hep ‘’yeni insan’’ın temsilcisidir.
‘Sınır’ sözcüğü anahtar niteliğindedir çünkü Werther için sınırların ötesine geçme olanağı yok, aksine bu sınırların oluşturduğu duvarlar gittikçe daralıp onun mahvına sebep olurlar. Eserde Lotte ile Werther’in Homeros okumaları aşk göstergesiyken; ceviz ağaçlarının kesilmesi, mektuplar ve başka intiharlar sona yaklaşan göstergelerdir. Bu yönüyle eser romantizm akımının sembolleştirme özelliklerine uyar.
Rousseau’nun savunduğu doğaya dönüş görüşü Werther’de görülür. Rousseau’ya göre insan özünde iyidir, onu kirleten toplumdur. Ona göre, toplum bireyi okulda, sokakta devlet dairesinde akla gelebilecek her yerde kirletir ve bozar. ‘’İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur. Falan kimse kendisini başkalarının efendisi sanır ama böyle sanması onlardan daha da köle olmasına engel değildir.’’
Lotte, geç de olsa mutlu olamadığını fark edip de Werther’i sevmeye başlayınca trajik sona yaklaşılır. Lotte ve Albert arasındaki bağ, bağların en güçlüsüdür; evlilik. Toplumun, dinin, ahlâkın ve vicdanın desteğini almıştır arkasına, Lotte’nin de fark ettiği bu aşk yerleşik kabullere aykırıdır. Werther ve Lotte arasındaki bağ romantik bireyin kendisini gerçekleştirmesi için gerekli en kuvvetli duygu olduğu gibi yerleşik ahlâka kafa tutabilecek de yegâne duygudur; aşk. Ahlâksız olmayan Werther. Bu iki değer arasında aşkından feragat edebilmek adına verdiği mücadelenin acılarıyla doludur. Kıymetlerden birini feda edebilse, çıkışı bulabilecektir belki ama yapamaz; ahlâksız değildir ama aşksız da yapamaz. Çıkışsız kaldığını bütünüyle fark ettiği anda intihar eder. Werther’in neden intihar ettiği anlaşılabilir; intihar, ölümü özlemek değil ama yaşamaya tahammül edememek noktasıdır. O kadar ki mahiyeti meçhul ölüm sonrası bile bundan daha kötüsü olamaz. Goethe hangi kıymeti yüceltmektedir? Eser aşkın önüne geçilmez ama evlilik de kutsaldır demektedir. Söylemek istediği trajedinin ölümcül olduğudur.
Roman, tıpkı savunanlarda olduğu gibi, eleştirmenlerde de oldukça güçlü duygusal tepkilere neden olur. Goethe Werther ile orta sınıf normlarına tamamen aykırı düşen bir kişiyi merkeze koymuştur. Burjuva toplumu Werther’i, -düşüncelerine tamamen aykırı bir şekilde- yuva bozan, asi ve hür fikirli biri olarak niteler. Edebiyatta birçok kez, yarar sağlayan ve eğlendiren bir şeyler beklemişlerdir. Fakat Goethe’nin bu romanı, beklentilerine karşılık verememiştir. ‘Yararlı’ olanı direkt olarak olayların içerisinde aramışlar, kendileriyle özdeşleştirdikleri ve davranışlarından çıkarımlar yapabilecekleri birisi ile olmak istemişlerdir. Fakat roman, burjuvazi normlarına göre akla hayale sığmayacak şekilde, bir intiharla sona ermiştir. Birçok okur, baş kişiyi kendi değer yargılarına aykırı düşmesi ve prensiplerine yönelik bir tehlike arz etmesi nedeniyle, Goethe’nin eserini sert bir şekilde eleştirir. Genç Werther’in Acıları onlar için, geleneksel edebiyatla birlikte hoş olmayan bir hayal kırıklığını temsil eder. Kitabı, kendi ilgilerinin dışında kalan değerlerin ve intiharın yüceltilmesi olarak görürler.
İntiharın yüceltilmesi konusundaki eleştiriler, büyük ölçüde kilise ve bazı çağdaş yazarlar tarafından yapılır. Werther’i ‘Hıristiyan olmamak’ ve ‘edepsiz’ olarak değerlendiren muhafazakâr Teolog Lavater, buna bir örnektir. Bu eleştirilerin temeli olarak diğer sebeplerin arasında, birçok gencin tipik sarı-mavi karışımı Werther kıyafeti içerisinde intihara kalkışarak, bu girişimi tekrarlamış olması yatar. Hatta kilisenin beyan ettiği tahmin edilen intihar sayısı o kadar yüksek olmuştur ki bu tür intihar girişimlerinin olup olmadığının bugün bile hala bilinmediği bir sürece girilir. Bununla birlikte bazı bölgelerde (Leipzig, Kopenhag, Milano gibi) kitap yasaklanır. Goethe ise, insanın, ruhundaki ızdırapları yazıya dökmesi gerektiğini dile getirerek, kendi yaşanmışlığını, en iyi örnekle karşıladığını ispat etmiş, kendisinin oldukça soğukkanlı ve makul olduğunu göstermiştir.
Goethe Werther ile orta sınıf normlarına tamamen aykırı düşen bir kişiyi merkeze koyar ve bu haliyle gençliğin sisteme bir başkaldırısı olarak okunabilir. Köylü bir toplum olan Almanya’da hümanist değerlerin giderek ortaya çıkmasına dikkat çekilir.
Toplumdan dışlanmışlar romanda yer alır. “Eşit olmadığımızı ve olamayacağımızı biliyorum; ama bence, saygınlık bulmak için, sözde ayaktakımından uzak durması gerektiğini sananla, yenilmekten korktuğu için düşmandan kaçan alçak arasında bir ayrım yok.” İnsanın var oluşu sorgulanır.“Bu insan soyu denen, pek tekdüze bir şey. Pek çoğu, zamanın en büyük bölümünü sırf yaşamak için harcıyor ve kalan bir parçacık özgürlükten de öylesine korkuyor ki, ondan kurtulmak için elinden geleni yapıyor.”, “Sana şunu söyleyeyim, insan hiçbir şeye dayanamayacak duruma gelince, mutlu bir tevekkülle varlığının dar çevresinde yürüyen, günü birlik yaşayan, yaprakların düştüğünü görünce, kış geliyordan başka bir şey düşünmeyen böyle bir yaratıkla karşılaşmak, sıkıntıları hafifletiyor.”, “Dünyada her şey bir rezilliğe çıkıyor ve kendi tutkusu, gereksinimi olmadan, başkaları istiyor diye, para ya da şan için çalışıp didinen bir insan budalanın tekidir.”, Siz insanlar, diye çıkıştım, bir şey söylemek için, hemen ağzınızı açarsınız: bu ahmakça, bu akıllıca, bu iyi, bu kötü! Ne demek oluyor bunların hepsi? Bunun için bir faaliyetin iç ilişkilerini mi araştırdınız? Niçin meydana geldi, niçin meydana gelmek zorundaydı, bunun temelindeki sebepleri kesinlikle ortaya çıkarabiliyor musunuz? Bunu yapsaydınız, yargılamakta bu kadar aceleci olmazdınız.”, “Hırsızlık bir kötülüktür; ama kendini ve yakınlarını, karşı karşıya bulundukları açlıktan ve ölümden kurtarmak için soyguna çıkan insan, acımayı mı yoksa cezayı mı hak ediyor?” ,“Haklı bir öfke halinde kendisini aldatan karısıyla sevgilisini kurban eden kocaya, haz dolu bir saatte aşkın durdurulamaz mutluluğunda kendini yitiren bir kıza kim ilk taşı atar? Yasalarımız bile, bu duygusuz titizler bile, insafa gelip, cezadan vazgeçiyor.”, “büyük bir şey, olanaksız görünen bir şey yapan bütün sıra dışı insanların oldum olası sarhoş ve deli olarak çağrıldıklarını kendi ölçülerim içinde kavramak zorunda kaldım.”, “Bir zalimin dayanılmaz boyunduruğu altında inleyen bir halk, sonunda patlayıp zincirlerini kırarsa, ona zayıf diyebilir misin?”
Kitap Atölye tarafından her ne kadar aşk hikayesi olarak görülse de arka plandaki toplumsal eleştirinin önemine vurgu yaptı. Aşkın hallerinin içinde şiddetin barındığına da dikkat çekildi; kendine ve başkasına zarar verme kararı. Bu durum günümüzdeki kadına yönelik şiddetin, kadın cinayetlerinin ‘aşk’ temalı olmasını da kökenlerini anlatıyordu. Eser katılımcılar tarafından hümanist ve barışçıl olarak değerlendirildi.
“Dünyada insana sevgiden daha gerekli bir şeyin olmadığı kesin.”
“Nasıl oluyor da insanı mutlu eden şey, aynı zamanda yıkımının da nedeni olabiliyor?”
“Sevmek insanca bir şey, ancak insanca sevmeyi bilmek lazım!”
“Bu dünyada birinin diğerini anlaması o kadar kolay bir şey değil.”
“Kendi kendinizi kandırdığınızı, bilerek kendinizi mahvettiğinizi anlamıyor musunuz?”
“Bu dünyada nadiren iki insan birbirini anlıyor.”
“Bir insanın karşısında, kendisine doğru açılan yüce bir ruh görmekten daha gerçek bir sevinci olamaz sanırım bu dünyada.”