10 Mayıs 2023 – Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi, XIV. Dönem, 15. Toplantı – Göçmen Yıldız

0
Want create site? Find Free WordPress Themes and plugins.

‘Fransız Edebiyatında Savaş ve Barış’ temalı XIV. Dönemine giren Atölyenin 10 Mayıs 2023 tarihli on beşinci oturumunda Yıldız Önen bizlere Jean-Marie Gustave Le Clézio’nun ((1940-) hayatı, post-kolonyal dönem edebiyatı hakkında bilgi verdikten sonra, Atölyenin konusu olan Göçmen Yıldız (1992) adlı eser hakkında kısa bir bilgi verdi ve kitabı katılımcıların tartışmasına açtı.

Jean-Marie Gustave Le Clézio 13 Nisan 1940 yılında İngiliz kökenli Maurituslu bir baba ve Fransız bir annenin çocuğu olarak Fransa’nın Nice kentinde doğar.  Çocukluk yılları II. Dünya Savaşı’na denk gelen Clézio, babası Nijerya’da askerî doktor olarak görev yaptığı için 1947’de yedi yaşında onun yanına gidene kadar annesi ve anneannesiyle büyür, aile 1949 yılında Nice’e taşınır. Savaşın bitmesiyle öğrenimine İngiltere’de devam eder, ardından Nice Üniversitesi’nde edebiyat öğrenimi görür. 1960 Yılında evlenir ve ertesi yıl kızları dünyaya gelir. 1964 Yılında Provence Üniversitesi’nden Henri Michaux üzerine bir tezle yüksek lisans derecesi alır.

Henri Michaux (1889-1984) Belçika asıllı Fransız yazar, şair ve ressamdır. Yapıtlarında, insanın düşlerinde yansıyan ya da halüsinojenlerin etkisiyle ortaya çıkan iç dünyalarını işlemiştir.  Michaux şiirlerinde insanlığın durumuna karamsar bir gözle bakmış, bireyin, kendisini baskı altında tutan yaşamı anlamlı kılmasının olanaksızlığını vurgulamış, gerçek yaşamın boşluğu karşısında düş gücünün zenginliğine yönelmiştir.

İlk romanı Tutanak 1963 yılında yayımlanır. Büyük beğeni toplayan kitap Renaudot Ödülü’ne layık görülür. 1967 bYılında askerliğini yapmak için Bangkok’a gider ama burada karşılaştığı çocuk istismarına/seks işçiliği karşı çıktığı için Meksika’ya gönderilir. 1970-1974 yılları arasında Panama’da Embera-Wounaan kabilesiyle yaşar.  1975 Yılında Fas asıllı Jémia Jean ile evlendir ve bu evlilikten de iki kızı olur.  1980 Yılında yayımlanan Çöl romanıyla Paul-Morand Ödülü’ne layık görülür.

            1983 Yılında Perpignan Üniversitesi için Michoacán eyaletinde yaşayan Purépecha halkının işgali üzerinden sömürge Meksika tarihi üzerine bir doktora tezi yazar. Bir Fransız dergisinde tefrika edilir ve 1985 yılında İspanyolcaya çevrilerek yayınlanır.  1992 Yılında Göçmen Yıldız yayımlanır. Le Clezio Lire dergisinin okurları tarafından 1994 yılında Fransız dilinde yazan, yaşayan en büyük yazar seçilir. 1997 Yılında Altın Balık romanı yayımlanır. 2008 Yılında yayımlanan Açlığın Şarkısı’ndan kısa bir süre sonra “yeni yola çıkışların, şiirsel serüvenin ve bedensel coşkunun yazarı, hüküm süren uygarlığın ötesindeki ve aşağısındaki bir insanlığın kâşifi” olarak Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülür.

Le Clézio dünya çapında birçok üniversitede ders vermiş ve vermektedir. Sık sık Güney Kore’yi  ziyaret eder ve 2007 akademik yılında Seul’deki Ewha Womans Üniversitesi’nde Fransız dili ve edebiyatı dersleri verir. 2013 Yılında Çin’deki Nanjing Üniversitesi kadrosuna profesör olarak katılır.

Post-kolonyalizm ortamında doğan Le Clézio, kitaplarının yanı sıra, verdiği çeşitli röportajlarında ve yaptığı konuşmalarda, Batı kültürü ve yerli kültürlerin bir arada bulunabilmesinin ancak yeni bir birlikte yaşama biçimi olan kültürlerarasılık kavramının yaygınlaşmasıyla mümkün olabileceğine vurgu yapar.

Kültürlerarasılık kavramının insanların bir arada ve barış içinde yaşayabilmesi için tek çare olduğunu savunurken, sıklıkla suistimal edilen yerli kültürlerin korunmasına yönelik olarak çalışmalar yapar.

Guardian gazetesine verdiği röportajda (https://www.theguardian.com/books/2010/apr/10/le-clezio-nobel-prize-profile) Fransa ve Mauritus vatandaşı olan Le Clezio “kendimi her zaman çok kültürlü olarak gördüm. Çoğunlukla İngiliz ve Fransız fakat aynı zamanda Nijeryalı, Meksikalı, Tahitili…tüm kültürlerin üzerimde etkisi var.” der.

Annesinin Fransa Nazilerin eline geçmeden ay kadar önce Alman işgaline yakalanmak istemediği için iki oğlunu araba ile Britanya’ya götürüşünü Le Clezio “Ancak Almanlar geldi ve bizi geri gönderdiler. 1942’de Güney Fransa faşist İtalya’nın egemenliğindeydi daha sonra Almanya’nın. Savaşın sonlarına doğru çok açtık, beyaz ekmek ve çikolata dağıtan Amerikalılardan yemek dileniyordum. Bunlar yazdığım anılarım da var.” Diye anlatır. Savaş her zaman yazılarında bir obsesyon olarak kalır. “Soğuk ve yoksulluk, her şeyin sona ereceğine dair karamsar duygular. Beni ilgilendiren çok küçük çocuklar ile benim yaşlı dede ve ninelerim gibi çok yaşlı insanların bu anları nasıl yaşadığı oldu.”  Elinde hala kendi ailesinin “bir grup mülteci” olarak yazıldığı bir Alman belgesi vardır. “Bu insanların bir parçası olarak bir sığınak için dramalardan nasıl kaçıldığını iyi biliyorum.” der.

Göçmen yıldızı kitabında Nice’teki savaş ortamını bu yüzden bu kadar iyi anlatabildiğini anlarız. Almanların Fransa’dan Yahudileri boşaltılmasından önce Le Clezio, bu Yahudi çocuklarla oyunlar oynamıştır.

“Her şeyi anlatmak gerek, hikayenin tek bir tarafını anlatamazsın: hem Güney Fransa’da Almanların Yahudileri öldürmesini ve hem de Filistin kamplarında açlık ve hastalıktan ölenleri anlatmalısın” der. “Britanya yönetimindeki Nijerya’daki şiddet sahneleri beni çok şaşırttı. 1947’de O yaşta politik olarak tam anlayamadım. Büyük olsaydım büyük bir utanç duyardım.”

            Fransa’da Fransız edebiyatının dünya edebiyatından yararlanması gerektiğini savunan bir bildiriye imza atan, “tüm kültürler tabi ki eşit değil, hala sesleri eşit çıkmıyor diyen” Le Clézio “çocuk olduğum döneme göre bir ilerleme var, yeterli değil.” Diye kendini ifade eder. “Kendimi tanımak için yazıyorum” diyen Le Clézio kendisini “hem çok güzel şeyler yaratan hem de çok kötü davranabilen Batı medeniyetinin bir ürünü olarak” kabul eder.  New York Times’daki haberde Nobel ödülü sonrası yapılan basın toplantısında bir mesajı var mı diye sorulduğunda verdiği şöyle cevap verir: “Mesajım çok net. Ben roman okumaya devam etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Çünkü romanlar içinde yaşadığımız dünyayı hem çok otomatikleştirmeden hem de çok şemalaştırmadan sorgulamamızı sağlıyorlar. Romancı ne filozof ne konuşulan dilin teknisyenidir. Romancı her şeyden önce ve roman yazarken soru soran kişidir.”

Atölye’nin konusu olan Göçmen Yıldız, II. Dünya Savaşı’nın sonunda, 1948 yılında İsrail devletinin ilanının ardından iki genç kızın kesişen kaderlerini anlatır: Holokost’tan kurtulan ve yeni Yahudi devletine göç eden Esther ile vatanının bölünmesiyle yaşadığı topraklardan bir daha dönmemek üzere uzaklaştırılan Filistinli Nejma.

Kutsal Topraklar için verilen umutsuz savaş, romanda genç bir İsrailli asker tarafından son savaş, Yahudilerin Eretz Yisrael’e sahip olmasını sağlayacak savaş olarak tanımlanır. Ancak Yahudi yerleşimi Filistinlilerin sürülmesini gerektirmektedir ve bu acı ve savaş bugün, 75 yıl sonra ra da hala kan ve gözyaşı akıtmayla devam etmektedir.

Le Clézio kitaplarında sürekli olarak  “Neden her yerde yıkım ve acı vardır? Özgürlük ya da mutluluk mümkün olabilir mi?” sorusuyla karşılaşılır, yanıt bulunmaya çalışılır. Ne yazık ki Le  Clézio’nun yanıtı kötümserdir: “Savaş her yerde,  kimse zarar görmeden hayatta kalamayacak.” Bu soru Göçmen Yıldız’ında da sorulmaktadır. Ne yazık ki eser kanayan bir yara olarak  “Esir alınan çocuklara” adanmıştır.

Roman çatışmanın ortasında kalanlarla ilgili bir endişeyi yansıtıyor ve Esther ve Nejma’nın ikiz tarihlerini takip ederken Le Clézio, savaşta ortaya attığı masum kurbanlar sorununa geri döner: “Var mı – ve soru bu, gerçek soru – tek bir kız var mı, sadece bir tane, adı Bea, Eva ya da Djema olsun, savaşı yaşamamış olan?”

Göçmen Yıldız  1943-1982 yılları arasında 40 yılı süren bir göçmenlik serüvenini anlatır; Avrupa’dan Orta Doğu’ya, Kanada’ya ve tekrar geriye dönüş. En uzun bölüm Esther’in İsrail’e kaçmadan önce; önce Fransa’nın dağ köyü Saint-Martin-Vésubie’de Dördüncü İtalyan Ordusu’nun nispeten iyi huylu işgali altında yaşadıklarına, sonra da İtalya’nın teslim olup çekilmesinin ardından dağları aşarak İtalya’ya kaçışına ayrılmış. Onun ardından İsrail’e gidiş, burada nejma ile karşılaşma, Kanada’ya gidiş, İsrail’e dönüş ve en son Fransa’da roman biter.

Romanın en güçlü vurgusu Le Clézio’nun insanın mekânla olan bağına, sürgün ve mülksüzleştirmenin ıstırabına dair yarattığı duygudur. “Güneş hepimiz için parlamıyor mu?” diye sorar yaşlı mülteci. “Bu topraklar herkese ait değil mi?” diye sorar Ester. Ester gibi zulme uğrayan Avrupalı Yahudiler, çileli hayatlarında İbranice Tekvin’in Başlangıç Kitabı’nın vaat edilmiş bir toprak vaadiyle ayakta dururlarken Filistin mitolojisinde aynı manzara Tanrı vergisi cennetleri. Demek ki bu topraklar tarih boyunca herkesin toprağı olmuştur.

            Atölyemiz, Esther Yahudilere Avrupa yapılan ayrımcılık ve zorunlu göç edilme anlatım ağırlığının, İsrail’e giden Ester ve yanındaki göçmenler nedeniyle yerinden edilen Nejma ve yanındaki Filistinli göçmenleri anlatmaktaki ağırlıkların eşitsiz olduğu konusuna değindi. Paralel kurgu tekniği ile ilerleyen iki genç kızım hayat çizgilerindeki hem benzerlikler hem de farklılıklar dikkat çekiyordu: benzerliklerine karşın ne kadar farklıydılar ve farklılıklarına karşın ne kadar da benzerdiler! Şimdi farklı olmalarının nedenleri sonradan mı oluşmuştu yoksa içlerinde mi vardı?

Ötekileştirme romanda çok sıkça karşımıza çıkıyordu, “Hatta ona dinsiz anlamına gelen ‘goy’ bile demişlerdi. ‘komünist’ de demişlerdi.”, “Almanlar gelmeden tüm Yahudiler buradan gitmek zorunda.”

Savaş koşullarında hırpalanan, rollerin değişmek zorunda kaldığı aile ilişkilerine değiniliyordu: “Elizabeth, Esther’in yanında sessizce ağlıyordu…. Esther bunun dünyanın bütün seslerinden ve çığlıklarından daha korkunç olduğunu düşünüyordu… Annesine bir çocuk gibi var gücüyle sarıldı.”, “Esther ilk kez başka biri olduğunu anlıyordu. Babası onu bir daha asla Estrellita diye çağıramayacaktı… geriye bakmanın hiçbir yararı yoktu, bütün bunlar var olmaktan çıkmıştı.”,  “Sanki çocuk olan o, bense anneyim… Paris’te bir bebek olmuştum her gece altımı ıslatıyordum. O bana bebek gibi bakmıştı.”

            Savaşın yan yana getirdiği, ortak acıyı paylaşanlar arasındaki dayanışma-paylaşma duygusuydu belki savaşa son verecek olan: “Bir dilim siyah ekmek kesip Esther’e uzattı. Esther hayır demeye çekindi ama aynı zamanda mahcup hissetti çünkü kendisi az önce peynir ve incir yemiş fakat kimseyle paylaşmamıştı.     

            Soykırım, savaş, zorunlu göçler milliyet tanımıyordu. Ama ne yazık ki birinin nedeni diğerinin sonucu oluyordu: “Hepsini alıp götürmüşler, yaşlı kadınlarla çocukları bile. Trenlere doldurmuşlar bir daha asla geri dönmeyecekler. Hepsi ölecek.”, “General Sheahtiel’in bildirisini okumuştu: “Düşman gözünü Kudüs’e ezeli kavmimizin ezeli yurduna çevirdi. Bu amansız dönüşü olmayan vahşi bir zafer olacak. Kaderimizde ya zafer kazanmak ya da tamamen yok olmak var. Hayatta kalabilmek için başkentimiz için tek kişi kalana kadar savaşacağız.”, “Ester Elizabeth’e sormuştu yürüyerek yanlarından geçenleri ‘Nereye gidiyorlar?’…Öteki kadın düşüncelerini okumak istermiş gibi Esther’e bakarak konuşmaya devam etti: “Masum insanlar değil, bizi öldürülenlerin anaları ve karıları onlar. Esther “ya çocuklar” dedi. Korkudan büyümüş gözler aklından çıkmıyordu, onların bakışını hiçbir şeyin silemeyeceğinden biliyordu.”, “Bu bombalar yüzünden kaçan şehirli insanların kampa geldiği ilk zamanlardı…”, “Ölüm sessizliğiydi bu ve ben gözlerimde tek damla yaş hissetmiyordum. Savaştaki gibi etrafındaki her şeyi donduran türden bir ölümdü.” , “Sen niye savaşta değilsin, tüfeğini alıp savaşacağına neden kadınlarla beraber kaçıyorsun?”, “Geri dönmek, gitmekten daha zor. Michel için dönüyorum, sonunda toprağını ve göğünü bulsun diye, sonunda kendi evinde olsun diye.”, “Çok az zamanım var. Hastalığın nerede olduğunu bulamazsam hayatımı ve gerçekliğimi kaybedeceğim. Göçebe gibi dolaşmaya devam edeceğim.”

            Savaş bitse de izi kalıyor ruhlarda hem de hiç silinmeyecek gibi: “Babam Kudüs’ten ışıklar şehrinden böyle Yeni Dünya’nın üstündeki bir bulut ya da seraptan bahseder gibi bahsederdi. O şehir nerede? Gerçekten var mı?”

            “Esther bir anda savaşın ne demek olduğunu anlamıştı. Savaş varsa insanlar, polisler ve komik tüylü şapkalarıyla askerler, Mösyö Ferne’in evine gidip piyanosunu almaya ve onu Terminus Oteli’nin yemek salonuna götürmeye cüret edebiliyordu. Oysa bu piyano Mösyö Ferne’in dünya üzerinde bağlı olduğu, hayatta ona kalan tek şeydi.”, “O kadar kötü niyet ve kıskançlık vardı ki Esther bu yüzden korkuyor, kendini kötü hissediyordu.”, “Bırak kızı, bunlar belki de son günlerimiz.”, “Utanca ve korkuya bir son vermek için umutsuzca saklanacak bir delik arıyordu.”, “Esther şaşırmıştı…İnsan nasıl olur da zevk için trene ya da gemiye biner!”, “Savaş sonlanana kadar yolculuğumun asla bitmeyeceğini, asla huzur bulamayacağımı orada anladım.”, “Unutmak lazım! Unutmak için gitmek lazım! Benim de bu yolculukta unutmamm gereken bu işte.”, “Nasıl öleceğiz, ölümün yüzüne bakmak istiyorum.”, “Ölülerin üzerinde yürüyoruz.”,

            “Bizler yeryüzünden sonsuza kadar silinip yok olalım diye yabancılar böyle karar vermişler.”, “O sessizliğin değerini bilirdi.”, “O kadar uzun zamandan beri bu kampta eşit tutuluyoruz ki daha öncesini, Akka’nın nasıl bir yer olduğunu hatırlamakta zorluk çekiyorum.”, “Dünyanın ve hayatın en uzağında terk edildik.”, “Bu bakışlarda artık kin, öfke yok, gözyaşı yok, arzu, endişe yok. Belki su kıtlığı yüzündendir, su, yumuşaklık. O bakışlarda, ölmekte olan beyaz köpeğin bakışlarındaki gibi bir perde var.”, “Delirişin çığlığı.”, “Ve Allah en murdar yerde, pisliğin ortasında muazzam güzellikte bir şeyin ortaya çıkabileceğini göstermek ister gibi, çocuğun orada, o dere yatağında doğmasını istedi.”, “Farelerin böyle kaçtıkları şey ölümdü.”, “Savaştaki gibi, etrafındaki her şeyi donduran türden bir ölümdü.”,

            “Kendimi herhangi bir yerde, her yerde, hiçbir yerde gibi hissediyorum.”

            “Ama her şey yabancılaşmıştı ya da yabancılaşan bendim.”

            “Geriye bakmanın hiçbir yararı yoktu, bütün bunlar var olmaktan çıkmıştı.”

            “ Artık kendisi gibi evi olmayan, aynı gökte, aynı suda hakkı bulunmayuan ötekilerle birllikte yürümek zorundaydı.”

            “Neden savaş olması gerekiyor? Barış içinde yaşanamaz mı?”

            “Gördüklerim yüzünden utanıyordum.”

            “Eskiden insanlar bu kadar geçimsiz değildi.

            “ Toprak herkesin değil mi? Güneş herkes için parlamıyor mu?”

            “Burası, savaşı aklına getirmeden yaşayabileceği ilk yerdi. Akka’dayken surların altında denize  baktığı ve geleceğe ihtiyacı olmadığı zamanları anımsatıyordu.”

            “Başlangıçtan itibaren her şeye yeniden başlamak gerek.”

Did you find apk for android? You can find new Free Android Games and apps.
Share.

Comments are closed.