Konusunu ‘Edebiyatta adalet arayışları’ olarak belirlediğimiz IX. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesinin 7 Şubat Çarşamba akşamki sekizinci oturumunun tartışma konusu Heinrich von Kleist’ın (1777-1811) Michael Kohlhaas adlı eseriydi (gerçek olayın geçtiği yıl 1532, eserin yazıldığı yıl 1810). Nilüfer Uğur Dalay yazarın yaşamı, yaşadığı dönem hakkında bilgi verdikten sonra kitabı ve adalet arayışı konusunu Atölye katılımcılarının değerlendirmesine açtı.
Bernd Heinrich Wilhelm von Kleist 18 Ekim 1777 Frankfurt (Oder) Brandenburg Eyaleti, Kutsal Roma İmparatorluğu topraklarında doğar ve 21 Kasım 1811 Berlin’deki Kleiner Wannsee gölü/Prusya İmparatorluğu topraklarında ölür.
Yetersiz ve kısa bir eğitim görür, 1792 yılında Prusya ordusuna girer, 1799 yılında teğmen rütbesiyle ordudan ayrılır, ardından Viadrina Üniversitesi’nde hukuk ve felsefe eğitimi alır, 1800 yılında Berlin’de Maliye Bakanlığı bünyesinde çalışmaya başlar. Bir yıl sonra düzensiz, umursamaz ruh hali onu Paris’e sürükler. Ardından İsviçre’ye yerleşir, 1802 yılının sonunda Almanya’ya geri gelir. Goethe, Schiller ve Wieland ile tanışır, Leipzig ve Dresden’de kısa bir süre kaldıktan sonra Paris’e sonra da Berlin’deki görev yerine geri döner. 1807 yılında Dresden’e giderken Fransız askerleri tarafından ajan suçlamasıyla tutuklanır, cezaevinden çıktıktan sonra Dresden’e dönen Kleist’ın yolu Alman siyaset ve toplum bilimcisi Adam Müller ile kesişir ve birlikte 1808 yılında Phöbus gazetesini çıkarmaya başlarlar. Kleist 1809 yılında bu kez Prag’a gittikten sonra yeniden Berlin’e yerleşir.
O yıllarda, tıpkı kendisi gibi herhangi bir yaşam amacı kalmamış Henriette Vogel adındaki müzisyenle birlikte olmaya başlar. Vogel, 1808 yılında önemsiz boyutta olan rahmindeki kanserin Kasım 1811’de ciddi bir boyuta ulaştığını öğrenir. Heinrich’den ölümden korktuğu için kendisini öldürmesini ister. Kleist, Vogel’e birlikte intihar etmeyi teklif eder. İkisi de yaşamak için bir amaç görmez ve anlaşırlar. Heinrich ve Henriette, 21 Kasım 1811 sabahında Berlin’de bulunan Kleiner Wannsee gölü yakınlarında intihar ederler.
Kleist’in ardında bıraktığı ve edebiyat dünyasında yeri olan bir sayfalık intihar mektubunda, “Asıl mesele şu ki: Bana bu gezegende hiçbir zaman bir yardım eli uzanmadı,” diye yazar. Kleist, Vogel ile Wannsee mezarlığında beraber gömülürler. Mezarlık bugün önemli bir turistlik ziyaret yeridir, ölüm yıldönümleri anılır, Wannsee istasyonundan mezarlarına hat çekilir. Mezarı 1936’da Nazilerce kırılırsa da yeniden yapılır ve taşında Alman edebiyatçı Max Ring’in yazısı yer alır: ‘Şarkı gibi bir hayat yaşadı ve kederli bir şekilde acı çekti, zor zamanlar geçirdi; ölümü aradı ve ölümsüzlüğü buldu.’
Kleist’ın bütün hayatı ideal ve hayalî mutluluğu bulmaya çabalamakla geçer ve bu çaba onun çoğu eserine yansır. Almanya’nın gelmiş geçmiş en önemli romantik dönem dramacısı sayılır. Adına, doğum yeri olan Frankfurt an der Oder’da Kleist Theatre kurulur ve Alman Edebiyatı için çok saygın Kleist Ödülü koyulur. Kısa ömrüne çok sayıda eser sığdırır; tragedya, komedi, novella, kısa öyküler, retorik, felsefe ve dil alanında makaleler yazar. Yapıtları defalarca filme çekilir, tiyatro eseri olarak oynanır, TV dizisi olur, opera uyarlamaları yazılır, birçok esere ilham kaynağı olur, Kafka ve Suskind’i etkiler, bilimsel çalışmalara konu olur.
Kleist, Michael Kohlhaas isimli eserini 1810 yılında yazar. 19.Yüzyılın başlarında, Napolyon’a karşı sürdürülen savaşın kazanılması ve Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’nun ve prensliklerinin Napoelon’a karşı koymuş oldukları stratejilerin, sert kuralların, Habsburg Hanedanı ve Prusya Devleti’nin baskısıyla yurt içi koşullarındaki istikrarsızlıkların ortaya çıktığı bir dönemdir. Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu 1806 yılında Napolyon Savaşları sırasında tamamen yıkılmış, 1814–1871 yılları arasında sürecek olan Restorasyon ve İhtilal yılları yaşanmaktadır.
Napolyon Bonapart’ın tahttan düşmesinden sonra 1814 yılında toplanan Viyana Kongresi’nde alınan kararlarla Alman Konfederasyonu adı altında 39 bağımsız eyalet kurulmuş ve bu konfederasyonun liderliğine Avusturya-Macaristan İmparatoru seçilmiştir. Viyana Kongresi’ne tepki olarak Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ayaklanmalar çıkmış, Alman halkının çoğunluğu Fransız Devrimi’den ve milliyetçilik akımından etkilenmiş, ulusal birliğin sağlanmasını ister hale gelmiştir. Kleist Fransa’ya karşı ve reformdan yanadır. Her ne kadar siyasi ayaklanmaya karşı olsa da siyasi görüşlerini, gerçek bir olayın belgeleri üzerinden kurguladığı Michael Kohlhaas üzerinden anlatmayı tercih eder.
Hans Kohlhase, 1500–1540 yılları arasında yaşamış, Kleist’in romanı sayesinde tanınan bir tüccar ve at satıcısıdır. Brandenburg Eyaletinde Kolln kasabasında yaşar. Ekim 1532 yılında Leipzig Fuarına gitmek üzere yola çıkar. Saksonya Asilzadesi Günter von Zaschwitz’in kahyası tarafından atları alıkoyulur. Fuarda işleri iyi gitmez, dönüşü gecikir ve dönüşte asilzadenin, atları iade etmek için talep ettiği parayı ödemek istemediği gibi Kohlhase, atlarını alıkoyulması nedeniyle fuarda ortaya çıkan kaybının talep edilmesini ister. Brandenburg Elektörü Joachim I Nestor’dan tazminatının verilmesi için yardım ister. Atlarıyla ilgili tazminatın alınması mümkün olmayınca, Zaschitz’e parayı öder ama hukuksuzluk nedeniyle eyleme geçme hakkının doğduğunu düşünerek hazırlıklara başlar. 1495 Yılında yayınlanan yasal düzenleme Toplum Sözleşmesi ( Ebedi Barış-Eternal Peace) ihlali nedeniyle ayaklanır. Mahkemelerde aradığını bulamayınca Fehdebrief’den yalnızca asilzade karşı değil tüm Saksonya’ya karşı eyleme geçer. Hukuka aykırı davranışı, Saksonya Elektörü 1.Frederick’i kızdırır ve kızgın at satıcısının başına ödül koyar. Bunun üzerine Kohlhase intikam yemini eder ve çevresine, Saksonyalı suçlular, kaybedecek birşeyleri olmayanlardan oluşan bir grup/çete toplar; ganimet toplamaya başlarlar, yağmalarlar, köyleri yakarlar, kentleri talan ederler. İktidarlar bir süre bu gurubu durduramasa da 1540 Martında Kohlhase ve en yakın yardımcısı Georg Nagelschmidt ele geçirilir ve 22 Martta Berlin’de çarkta, dişlide parçalanarak öldürülür.
Hans Kohlhase’nin yaşadığı dönem de 962–1806 yılları arasında egemenlik kurmuş Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’nun, 1448’den itibaren resmi olarak Alman Halkının Kutsal Roma İmparatorluğu (Sacrum Romanum Imperium Nationis Germanicæ) olarak anıldığı çalkantılı yıllardır. Otto Hanedanı (919–1024), Salian Hanedanı (1024–1125), Hohenstaufen Hanedanı (1138–1254) dönemleri yaşanmıştır. Alman prensleri, güney ve doğudaki Slav topraklarındaki etkilerini arttırmış, buraya yerleşen Alman göçmenler Hansa Birliği’ni kurarak ticareti geliştirmişler, o günün Avrupa’sına göre, oldukça zengin duruma gelmişlerdir. İmparatorlukta prens seçimi kurulu (1341 Parşomeni), 1356’da ilan edilen fermanla hükümdarlık seçimi ile ilgili birtakım değişiklikler yapmış, buna göre kralı, başpiskoposluklardan ve etkili eyaletlerdeki prenslerin (elektör) katılımıyla oluşan yedi kişilik bir heyetin seçmesine karar vermiştir. Hanedan çatışmalarını kazanmak için verilen mücadeleyi Habsburg Hanedanı kazanmış ve 15. yüzyıldan itibaren, kral sadece bu hanedanın üyelerinden seçilir olmuştur.
Dönem, siyasi olduğu kadar din alanında da karmaşıktır. 1517’de Martin Luther görevini kötüye kullanan Roma Katolik Kilisesi’ne karşı 95 maddelik bir bildiri hazırlayarak Protestan Reformunu başlatır. 1530’dan sonra, Luthercilik Katolik Kilisesi’nden ayrılır ve birçok Alman Eyaletinde resmi din kabul edilir. Bunun üzerine, Alman ülkesini (Cermanya) harap eden Otuz Yıl Savaşları (1618–1648) başlar. Alman eyaletlerindeki nüfus yaklaşık %30 oranında azalır. 1648’de imzalanan Vestfalya Antlaşması bu din savaşını bitirir. Savaşın sonunda krallık birçok bağımsız eyalete ayrılır. 1740’dan sonra, Avusturya’da hüküm süren Habsburg Hanedanı ve Prusya Devleti, Alman eyaletlerini kendi yanlarına çekip ülkeye tamamen hükmetmeye çalışır. Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu 1806 yılında Napolyon Savaşları sırasında tamamen yıkılır.
Kleist’in bize Michael Kohlhaas üzzerinden anlattığı Hans Kohlhase’nin yaşadığı dönem, Avrupa’da kapitalizm öncesi dönem, 10. ve 15. yüzyıl arasında, ekonomik ve siyasi yapıya feodalizmin egemenliği altındaki dönemdir.
Üreticiler, üretim yaptıkları toprağa bağlı ancak bu toprakların sahibi olmayan, serf adı verilen köylülerdir. Üretim süreci, serflerden, siyasi ve hukuki baskıyla artık ürünü elde eden, feodal lordlar sınıfı tarafından kontrol edilmektedir. Lordlar, üretim sürecinin verimiyle, verimini arttırmakla ilgilenmez, başkalarının, özgür olmayan serflerinin emeklerine askeri güçle ve baskıyla el koymakla yetinirlerdi.
Kilise, Batı Avrupa’nın bu parçalı iktidar ilişkileri içinde, kurumsal yapısıyla ayakta kalabilen, evrensellik iddiası karşılık bulan tek kurum olarak ortaya çıkar ve hiyerarşik toplumsal yapıyı meşrulaştıran bir ideolojik işlev üstlenir, iktidar çatışmalarının önemli bir tarafını oluşturur. Zenginleşen tüccar ve zanaatkârlar oturduğu kentler, yerel yükümlülüklerden muaf, yönetsel ve yargısal özerkliğe sahiptir ve nüfusun küçük bir bölümü siyasi katılım hakkına sahip olduğu için oligarşik bir yapıdadır.
Feodalizm’de yasaları üretme ve uygulama için gerekli kurumsal mekanizmalar yoktur. Mülk sahibi sınıf, sahip oldukları siyasi ve iktisadi gücü, yargılama faaliyetlerinde de kullanır ve uygulanan hukuk, gelenekler temelinde şekillenir. Gelenek hukukunun temel özelliği ise esnekliği ve öznelliğidir. Esnekliğin bir diğer nedeni de yazının kullanımının yaygınlaşmamış olması, hukuk devletinin daha kurulmamış olmasıdır. Doğal olarak farklı bölge ve farklı gelenekler nedeniyle çok hukukluluk geçerlidir.
14.Yüzyılda yaşanan kıtlık ve veba toplumsal krize yol açar. Parçalı iktidar yapısı, geçerli üretim ilişkileri, üretim güçlerinin bu türden krizleri aşmaya olanak tanımaz. Üretim ve toplumsal yapı, sınıf mücadelelerinin şiddetlenmesine yol açar. Siyasi ayaklanmaların ortak özelliği, siyasi talepleri temel almalar olur. Yalnızca yönetici sınıfın iktisadi ve siyasi konumunu güvence altına alan hukukun, siyasi alanın dışında bırakılan diğer sınıflar açısından oluşturduğu belirsizlik ve güvensiz ortamı, köylü ayaklanmaları biçiminde kendini gösteren toplumsal mücadelelerin ana etkenlerinden biri olur. Köylü ayaklanmaları feodalizmin sonunu hazırlayan toplumsal mücadelelerden en önemlisidir. Köylü ayaklanmalarının yarattığı en önemli sonuç, serfliğin ortadan kalkması ve gittikçe özgürleşen yeni bir sınıf olarak ortaya çıkmış olan emekçiler için ödenen ücretlerin artmasıdır. 16. ve 17. yüzyıla gelindiğinde, İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya gibi ülkelerde, feodal ilişkiler sona ermeye başlasa da ekonomi hala tarıma dayanmaktadır. Kapitalizme geçiş süreci, tarımda kapitalist üretim ilişkilerinin kurulmasıyla başlar. Modern siyasi iktidarın meşru biçimi hukuk devleti olarak tanımlanır.
Ekonomi miti/ ekonomi tarihi, pazarların, yerel, kentli bir temelden yola çıkarak, bölgesel, ulusal ve uluslararası pazarlardan geçip bugünkü evrensel/küresel pazara ulaşmasıyla, pazarların gitgide entegre olmalarının tarihidir. Küresel ekonomi Avrupa’da doğmuştur. Dünya ekonomisi, Avrupalı bir dünya ekonomisi, Avrupa merkezli ekonomik bir dünyadır. Oysa yapılan araştırmalar mitin yapıbozumunu ortaya koyar. Pazarın yerelden evrensele doğru genişlediğine dair klasik mite karşın, antropolojik, arkeolojik, sosyolojik, mimari çalışmalar tersine doğru bir gidiş, evrenselden yerele doğru bir işleyişi göstermektedir.
Karl Polanyi 1944 yılında yazdığı Büyük Dönüşüm kitabında “Eski uygarlıkların iktisadi yapılarının temelinde, yeniden paylaşım, üretimin merkezileşmesi ve stoklanması, daha sonra da belirli ilkeler çerçevesinde toplumun üyelerine dağıtılması vardır. İşin topluca örgütlenmesi, pazar ekonomisinin ortaya çıkmasından tamamen bağımsız bir işbölümünün varlığını kanıtlar. Bu işbölümünün getirdiği üretim fazlası, hemen bir pazar alanı oluşturmaz, altyapı çalışmalarının, (örneğin sulama sistemlerinin) ve çoğunlukla dini amaçlı mimari harikalarının önünü açar (Örneğin Mezopotamya ziguratları, Mısır piramitler, Maya tapınakları),”diye yazar. Bu toplumlar ticaretten özellikle kaçınmıştır.
Pierre Chaunu’nun 1977 yılında formüle ettiği İletişim Daireleri Teoremi’ne göre pazar uluslararası ticaretten doğmaktadır. Ortaçağ’da bir çiftçinin ürettiği ürünün %90’ı, oturduğu alanın çevresindeki 800m çaplı bir dairede, birinci dairenin halkalarını aşan ürünlerin %90’ı (toplam ürünün % 8’i), yaklaşık olarak 1.400 m çaplı bir dairenin, bir günlük yürüyüş yolu kadarlık, bir alanda dolaşmakta ve tüketilmektedir. Kalan (%2) uzak ticaret dairesine ulaşmaktadır.
O halde hangi koşullar Avrupa’daki ticarete ivme kazandırmış ve feodalizmden pazar kapitalizmine hazırlamıştır? Avrupa uygarlığının özelliği Britanya’dan Büyük Sahra’ya, İspanya’dan Ortadoğu’ya kadar uzanan Roma İmparatorluğu toprağı olması, kültürel olarak homojen olmasından kaynaklanır. Siyasi güç tek elde toplanmamış, aşırı dağılmıştır. Derebeylikler, krala/prense bağlı ancak siyasi ve ekonomik olarak özerktir. Toprak miras yoluyla intikal edebilir. Biriken veraset kapitalizmin ortaya çıkmasında önemli bir rol oynar.
Merkezi monarşilerden uzak, özerk kentlerin varlığı, bu kentler arasında ticaretin gelişmesine ve bir süre sonra bu ticaretin uzak bölgelere yayılmasına yol açar.12.Yüzyılda itibaren kurulan fuarlarla, özellikle Champagne Bölgesindeki fuarla tüccarlar ve malların değiş tokuşundaki artış yaşanır. Gelişmiş denizcilik kapılarıyla (Genova, Venedik, Pisa, Lubeck, Hamburg, Palais, Lizbon, Porto, Cartagena) dünyanın diğer köşeleriyle iletişim ve etkileşim içinde olunur.
1430-1540 yılları arasında, Avrupalı tüccar-denizci fatihler, Afrika kıyılarını, Hint Okyanusunu, Amerika kıtasını, Çin ve Japonya kıyılarını dolaşırlar. Ticari serüvenlerinin ilk girişimcileri, Avrupa’nın marjinal konumundaki krallıklarının uluslarıdır. Tarihçiler, bu baş döndürücü yayılmanın kaynağının, kıtlığıyla tüccarı sıkıntıya sokan altın açlığı olduğunda birleşir. Keşfedilen yeni kıtalarla nadide taşlar (inci, yakut, zümrüt), değerli madenler (altın, gümüş), beslenme alışkanlıklarını değiştirecek ürünler (kahve, kakao, şeker, patates, domates, mısır, pirinç, tropik meyveler vb.), baharatlar, mamul mallar (pamuk, çivit, Brezilya ahşabı, fildişi) ve esirler Avrupa’ya büyük bir zenginlik getirir.
Michael Kohlhaas burjuva ideolojisinin kendi sınıf çıkarları için şiddete ve sivil itaatsizliğe dayalı ayaklanmaları başlatan ilk burjuva arketipidir. Onu Faust ve Robinson Crusoe izleyecektir. Feodalizme ve hukuk sisteminin, yönetimin hakemlik yapamama absürdlüğüne karşı başkaldırır. Homeros dönemi kahramanları gibi, adaleti savunan, yaşam düzenini eylemleriyle kuran, daha sonraki burjuva kahramanlarında görüleceği gibi egosu gelişmiş, hafif megaloman ve paranoyaktır. Kahramanın sosyal değeri vardır ve kendi hayatını tehlikeye atmaktan korkmadan başkalarının da hayatını değiştirecek eylemlere girişir. Karısının ölümünden sonra toplum dışına çıkar, asi olur ama sonunda hukuk sistemine dahil olur ve boyun eğer. Öyküsü, yeni hukuk düzeninin tesisiyle biter.
Kitabın ana teması adalettir. Ya da haksızlığa uğramış, hukuk tarafından korunamamış bireyin kendi hukuk ve adaletini nasıl sağlayacağıdır. Kişinin, hiçbir kurum onu koruyamazsa kendi yaşamını koruyabilmek için savaşması gibi doğal bir hakka sahip olmasıdır. Direnmek yasal bir haktır. Başkaldırı kişinin politik hakkıdır.
Atölye onurlu bir isyan ile bozgunculuk arasındaki ince çizgide bulunan Michael Kohlhaas üzerinden adaleti sorguladı. Konu:
• Güce karşı mücadelenin haklılığı,
• Haklılığın, şiddeti doğurup doğurmayacağı,
• Şiddet adi suçlara dönüştüğünde, adalet arayışının meşruiyetinin tartışılırlığı,
• Kişisel başkaldırı ve isyan şiddete döndüğünde, sağladığı adaletin zedelenmemesi için bir bedel ödemek gerekir mi?
başlıkları altında irdeledi.
Devlet düzeni karıştığında, hukuk ilkeleriyle düzetmek zorlaşıyordu. Farklı hukuk sistem ve anlayışları çarpışmaya başladığında, sorunlar kanla mı, kana kanla mı, intikamla mı, yeni bir hukuk sistemiyle mi çözülecekti? Toplum Sözleşmesi sarsıldığında, toplumun kuralları ve genel hukuk, bireyi dışarıda bıraktığında sorunlar yaşanmaya başlıyor, adaletsizlikler doğuyordu. Adalet neydi ve kime göreydi?
Adalet, tüm diğer değerler gibi sübjektif bir değerdir. Adaletin sübjektifliği onu talep edenler arasında bir ayrım yaratır. Eğitim ve gelir seviyesi yükseldikçe, devlete olan adalet inancı azalıyorsa da, aslında adalet sistemini kendi lehine kullanabilecek olanlar yine bu eğitimli ve yüksek gelire sahip vatandaşlar olur. Buradaki ikilem, siyasal ve hukuk sisteminin işleyişini bilme gerekliliğinde yatar. Çatışmanın kaynağını sömürü ve mülkiyet sahipliği oluşturur. Devlet belirli bir sınıfın haklarının temsilcisidir. Dolayısıyla adalet herkes için değil, mülkiyet sahipleri için vardır. Üretim kaynaklarına sahip olamayanların sistem içerisinde hak ettikleri adaleti elde etmeleri zordur.
Adaletin tartışıldığı ilk dönemden beri güncelliğini koruması, adaletin hala tüm toplumlar için en temel toplumsal yapı taşı olmasından ve adaletin sağlanmasında sürekli ortaya çıkan sorunlardan kaynaklanır. Bugün sağlanan bu adalet duygusu yarın da korunmaya muhtaç olacaktır.
Adalet kavramının özünde, insan onurunun, özgürlüğünün ve sahip olduğu haklarının dokunulmazlığı ve bu dokunulmazlıklar karşısında bütün insanların eşitliği fikri yatar. Bu dokunulmazlıklar karşısında her eşit olmayan muamele ve dokunulmazlıkların ihlali bir adaletsizlik olarak değerlendirilebilir. Hukuk adalet, hukuksuzluk adaletsizliktir; tiranlık, oligarşi ve timokrasi bozulmuş rejimlerdir.
Adaletin işlevi, toplumu bir arada tutarak düzeni sağlamak ve adalet sistemini bireyin üzerinde ve dışında bir olgu olarak kabul edip bireylerin birbirine olan bağımlılığını bir ahenge sokmaktır.
Adaleti hukuk sisteminde talep ederken belirleyiciliği olan gelir düzeyi, statü, eğitim gibi unsurlar; adaleti sağlayanlar tarafında hiçbir anlam ifade etmediği zaman ancak gerçek adalete yaklaşmış olunur. Eğer toplumsal yapıda birileri daha eşit ve adaleti daha çok elde eden olmaya başlamışsa, toplumsal yapıdaki çürümenin işaretleri verilmiş demektir. Bu nedenle toplumsal adalete verilen her zarar hem o toplumu yöneten devleti çürütür hem de vatandaşların ülkelerine olan inançlarını zedeler. Birbirine karşı toplumsal bağlılığı ve güveni kalmayan bir kalabalığa da toplum denemez. İşte bu yüzden adalet, toplumsal yapının en temel değeridir. Bir toplumdaki gelir dağılımı, adalet dağılımına benzer. Eğer bazı kurallar bazıları için geçerliyse, bozulan toplum sözleşmesi her türlü kaosa fırsat verecektir. İnsanın cezalandırılması, bir başkasının varlığının kabulü ve bu farklı kişiler arasındaki ilişkide adaletin sağlanması demektir.
Toplumların özgürlük anlayışları değiştikçe, bir vatandaş olarak bilinç kazandıkça yönetimlerin adaleti sorgulanmaya başlanır. Değişen ekonomik sistemlerin toplumsal hayatta yarattığı değişimler de, yine bireylerin devletler karşısında güçlenmesi ve yurttaşlık hakkı ve bilinci kazanmasıyla paralellik gösterir.Güçlenen birey, adalet kavramını da yeniden şekillendirerek hümanizmi yaratmıştır.
Heinrich von Kleist eserinde Michael Kohlhaas’ı şu sözlerle anlatır: “Bir taşra öğretmeninin oğlu olan Michael Kohlhaas, devrinin en dürüst ve haksever, aynı zamanda da en dehşetengiz insanlarından biriydi… çocuklarını Tanrı korkusuyla, çalışkanlık ve sadakat aşılayarak yetiştiriyordu; komşularının arasında yardımseverliğinden ya da hakkaniyetinden nasiplenmemiş bir kişi bile yoktu; kısacası, bir erdemi aşırıya vardırmasaydı, dünya onun hatırasını saygıyla anacaktı. Fakat adalet duygusu, onu haydut ve katil yaptı.” Kohlhaas’a göre bu gibi yolsuzlukların önünü almak Tanrı’ya karşı da bir hizmettir ve gerekirse davanın yürütülmesi için gereken tüm giderleri kendisi karşılamaya hazırdır. Kohlhaas “Dünyayı böylesine korkunç bir bozuk düzenin içinde” görmekten acı duyan, adil, ‘makbul bir vatandaş’tır.
Kohlhaas doğal hakkının gücüne yani Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’nde belirttiği ilk ve doğal haklarına kavuşur. “Çünkü toplum sözleşmesi bir kere ihlal edilmiştir ve topluluğun kanunları artık onu koruyamamaktadır. Buna göre sözleşmeye bağlı özgürlüğe karşılık, o zamana kadar vazgeçmiş olduğu doğal özgürlüğüne tekrar kavuşur ve hakkını kendi gücüyle alma yetkisini tekrar elde eder.”
Feragat etme kısmı tüm halkı kapsar iken devletten gelecek olan koruma ve adalet yalnız bir kesime yönelirse, toplum sözleşmesi ihlal edildiğinden feshedilmiş sayılır ve bireye feragat ettiği haklar iade edilir. Dolayısıyla Kohlhaas’ın yalnız basit bir isyankâr değil yönetim şeklini ve Toplum Sözleşmesi’ni iyi kavramış bir tüccar olduğu ortaya çıkar. Artık kendisini “imparatorluktan ve dünyadan bağımsız, yalnızca Tanrı’ya boyun eğen bir efendi” olarak tanımlar. Martin Luther’e gider ve adamlarını dağıtması karşılığında affedilmesi anlaşmasını yapar.
Eğer gereken adalet, yönetme hakkına sahip kişilerce sağlan(a)mıyorsa yapılması gereken tek bir şey kalır: adaleti, haksızlığa uğrayanın bizatihi sağlaması. Dolayısıyla adalet savaşı bir takım adaletsizlikler de doğurur. Kohlhaas’ın yaptığı adaletsizlikler kendi hakkının ortadan kalkmasına da yol açmayacaktır. Martin Luther’in “Kim sana keyfi yargılarınla Junker von Tronka’yı baskına uğratıp şatosunda bulamayınca onu koruyan tüm halkı ateş ve kılıçla kırıp geçirme hakkı verdi?” sorusuna şu cevabı verir: “…İnsan topluluğuna karşı açtığım savaş, …bu topluluğun dışına atılmış olmasaydım, bir suç sayılabilirdi!…Kanunun korumasından yoksun bırakılanı, ben devlet topluluğunun dışına atılmış sayarım! Çünkü benim huzur ve barış içinde zanaatımı uygulayabilmem için bu koruyuculuğa ihtiyacım var, hatta işte bu yüzden de emeğimle kazandığım her şeyle birlikte bu topluluğa sığınıyorum. Bunu kim benden esirgerse, beni ıssızlığın vahşiliğine doğru itmiş olur, işte o kişi, sizin de inkâr edemeyeceğiniz gibi, kendimi koruyacağım silahı elime vermiş olur!”
Fakat değişmeyen gerçek, mevcut hukuk sisteminin haklarını savunmadığı bireyin, gayri resmi olarak toplum dışına itilmiş sayılmasıdır. Bireylerin topluma olan aidiyetleri, din, dil, ırk gibi bir takım ortak unsurların yanı sıra, toplum içindeki huzur ve güven duygusuna da bağlıdır. Birey kendini mutlu hissetmediği bir toplum içinde nadiren fark edilebilen şeffaf, koruyucu bir kalkan yaratır.
Michael Kohlhaas bir toplumsal hareket oluşturur. Toplumsal hareketler değişen toplumsal yapılarla birlikte evrilmektedir. Dolayısıyla her türden toplumsal hareket özellikle dönemin otoriteleri tarafından bir tehdit olarak algılanarak durdurulmak istenir.
Kohlhaas’ın yarattığı toplumsal etki, küçük ordusuyla şehir halkının hayatına dokunuşudur. Hem şehir halkını zarara uğratmış hem de halka, hükümdara karşı gelmeyi öğretmiştir. Başlarda affedildiği halde sonunda ölüm cezasına çarptırılmasının asıl nedeni de budur. Hükümdar, otoritesinin sarsılmadığını ispatlamıştır. Her toplumsal hareket gibi, Kohlhaas’ınki de özünde bireysel sivil itaatsizliklerin toplamıdır.
İktidarlar toplumsal hareketlerin bu ilerleyiş yapısını çok iyi bildiklerinden, bu türden eylemlerde grubu harekete geçiren kişileri ilk olarak hedef alırlar. Kohlhaas’ın başarılı bir sonuç elde etmesi söz konusu dahi değildir. Yapılacak şey ancak halkın doğrudan tepkini çekmek yerine affedici bir role bürünerek zaman kazanmaktır. Toplumsal hareketler tarihin her safhası mevcut bir otoriteye yöneliktir. Çünkü her ne kadar şehri her yakışında halka maddi kayıplar vermişse de, halk içten içe Asilzade’ye ve yaptığı haksızlıklara karşı tepkilidir.
Her ne kadar günümüzde bireyler mevcut konumları ve gelir düzeylerini kaybetmemek uğruna sıklıkla adaletsizliklere göz yumuyorsa da, çevresinde olup bitenlere karşı girişilen bu kayıtsızlığın da bir bedeli olur. Kohlhaas’ın kendi ölümüne giderken duyduğu iç huzur, modern insanın iç sıkıntısı içinde boğulurken hiçbir zaman tadamadığı, yabancı bir his olarak kalır.
Eserde halkın, Kohlhaas’ın idamı sonrasında nasıl bir dönüşüm geçirdiği yer almaz. Fakat toplumsal hafıza çok önemli bir kaydedici olarak her daim çalışır. Toplumların ilerleme süreçlerinde tarihsel olayların hep bir sonraki kuşaklara aktarılması ve birilerinin düşünce dünyasında fikirler yaratması olağan bir durum olduğundan, bölge halkının Kohlhaas’ı unutmayarak günümüze kadar getirtmiş olması toplumsal bir tavrın ürünüdür. Kohlhaas bir sivil itaatsizlik örneği olarak tek başına bir isyan başlatmış, oluşturduğu ordusuyla isyanını toplumsal bir hale getirmiştir. Verdiği adalet mücadelesi her toplumsal hareketin özünde yer alan bir talep olduğundan, her ne kadar yöntemi farklı da olsa, Kohlhaas bir toplumsal hareket başlatmıştır denilebilir.
O halde bir erdem olan adalet duygusu diğer insanlarda yoksa ya da diğerlerinin başka türlü bir adalet anlayışları varsa -güçlüyü korumak gibi- toplumsal adaletten bahsedilemez. Adalet erdemi ancak tüm toplum üyelerinde benzer düzeylerde yer edindiği zaman işleyen bir sistem haline gelebilir.
Adalet net ve su gibi duru bir kavramdır: haklı ile haksızın ayırt edilmesi, hakkın gözetilmesi, bireylerin özgürlük, özel mülkiyet, fikir özgürlüğ gibi en temel hakları başta olmak üzere, haklarının çiğnenmesine engel olunmasıdır. Adalet kavramı nettir fakat net olmayan insanların günlük çıkarlarıdır. O çıkarlar ki, her gün yeniden hangi tarafa ait olduğunun analizini gerektirir. Oysa erdemler her koşulda aynıdır.
Kohlhaas kendi rahat düzenini, zenginliğini bırakıp çok basit ve temel bir hak arayışına girişerek, bizlere, sessizce koltuklarımızda otururken bir sonraki haksızlığın kurbanı olmadan da adaletin gerçekleşmesinin savunuculuğunu yapmamız gerektiğini hatırlatır. Kohlhaas’ın bizlere anlatmak istediği; adalet birilerine göre değildir, herkes içindir, aksi halde toplum sözleşmesi ihlal edilmiş olur ve başkaldırı doğru bir politik haktır.