14.Dönemine giren ‘Fransız Edebiyatında Savaş ve Barış ’temalı XIV. Dönem Atölyenin 11 Ocak 2023 tarihli altıncı oturumunda Özlem Tatlıcan bizlere Emile Zola’nın (1840-1902) yaşadığı 19.yüzyıl Fransa’sı, yazarın yaşamı ve atölyenin konusu olan Thèrése Raquin adlı eser (1867) hakkında kısa bir bilgi verdikten sonra kitabı katılımcıların tartışmasına açtı.
Fransa (19.yüzyıl)
Temmuz Monarşisi, Fransa’da 1830 yılında meydana gelen Temmuz Devrimi sonucu X.Charles’ın devrilerek Louis-Philippe’in tahta çıkmasıyla başlayan döneme verilen isimdir. XVIII. Louis’in 1824’te ölümü üzerine kardeşi X. Charles iktidara geçer. Aşırılardan yana olan X. Charles bir dizi gerici karara imza atınca liberal burjuvazinin muhalefetini arttırmasına yol açar. Kral’ın meclisi dağıtması, oy hakkını kısıtlaması ve basın üzerindeki sansürü arttırması sonucu 27 Temmuz’da Temmuz Devrimi başlar. Bu olay, Fransa’da restorasyon döneminin sonu olur.
Burbonların bir kolu olan Orléans ailesinden gelen Louis-Philippe liberal tutumu nedeniyle burjuva kral olarak adlandırılır. İktidarı mali sermaye ve büyük burjuvazi tarafından desteklenir. Birçok cumhuriyetçi ayaklanma ve işçi ayaklanmalarıyla karşı karşıya kalan Temmuz Monarşisi İkinci Fransız Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1848 Devrimleri ile sona erer.
1848 devrimleri
1848 Devrimleri, 1848 yılında Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ortaya çıkan ayaklanma, devrim ve özgürlük hareketleridir. Özellikle İtalya, Almanya, Fransa, Avusturya, Polonya, Romanya ve Macaristan bu dönemde büyük sarsıntılar geçirirken diğer büyük güçler Rusya, Osmanlı Devleti, Birleşik Krallık ve Hollanda Krallığı ise bu olaylardan fazlaca etkilenmez.
19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Avrupa’da Sanayi Devrimi büyük ölçüde tamamlanmış, sanayicilerin ve şirketlerin gelirlerinde büyük bir artış görülmesine karşılık köylerde ve kentlerde yaşayan fakir halk bu zenginlikten nasibini almamıştır. İşçiler günde 13-15 saat çalışıyor, sağlıksız ve kirli konutlarda zor koşullarda yaşamaya devam ediyorlardır. Köylerde artan nüfus işsizliğe ve toprak yetersizliğine yol açarak altyapının yetersiz kalmasına neden olur. 1845-1846 Hasat mevsimlerinde Belçika’da ortaya çıkan ve diğer Avrupa ülkelerine yayılan Patates Hastalığı Avrupa’da büyük bir açlık salgınına yol açar, toplumun yoksul kesimlerinde büyük bir tatminsizlik duygusuna neden olur.
Aynı yıllarda Karl Marx ve Friedrich Engels’in birlikte yazdığı ve 1 Şubat 1848 tarihinde yayınlanan Komünist Manifesto, özel mülkiyeti bir devrimle ortadan kaldırarak sınıfsız ve devletsiz bir toplum düzenini gerçekleştirmesi gerektiğini iddia etmektedir. Bu koşullar altında devrim düşüncesi toplumun çeşitli kesimlerinde çok sayıda taraftar bulur ve sonunda 1848 yılında bu devrimler bütün şiddetiyle patlak verir.
Kitlesel hareketlerin başını çeken devrimci militanların çoğu zanaatkar, özellikle Paris’te metal işçileri ve Berlin’de dokumacılardır. Zanaatkarlarla beraber işçiler ve öğrenciler, Paris, Berlin ve Viyana’da barikatlar kurarak sokak savaşını başlatır. Onlarca yıldır toplumun patlamaya hazır unsurları, iktisadi değişimlerin getirdiği sorunlarla karşı karşıya kalan mağdur olan kesimdir. İş adamları ve hukukçular ilk başlarda, eylemcilerin kendiliğinden giriştikleri ayaklanmaya sempati ile yaklaşsalar da zaman geçtikçe tehlikeli ve irrasyonel olarak gördükleri güçleri kontrol altına almanın ve devrimleri daha sınırlı ve özel hedeflerin elde edilmesine yönlendirmenin bir yolunu aramaya başlarlar. 1848 Yılında çeşitli geçici hükûmetlerin kurulması yönündeki görüşlerini açıkça ifade ederler ve bu süreci etkilerler.
1848 İhtilali, Fransa’da ilk bakışta önceden görülmemiş ve kaza eseri olmuş bir olay gibi gelir, çok ani olmuştur. Parlamento muhalefetinin, olaylar üzerinde büyük bir etkisi olmaz. Yürüyen Paris halkıdır, askeri birliklerin direnmesi için önlemler alındığından sert çarpışmalar yaşanır, kayıplar verilir. Sosyalist ve demokrat propagandası Şubat Devrimi’nin kaynaklarından biri olarak kabul edilebilir. 1848 Devrimlerinin çoğu örgütlenmemiş hareketler olarak, ezilen sınıfların sokak mücadelesi olarak tarihe geçer.
Fransa’da cumhuriyetçi ve işçi ayaklanmalarıyla karşı karşıya kalan Temmuz Monarşisi, Kral Louis-Philippe’in tahttan indirilerek İkinci Cumhuriyet’in kurulmasına karar verir ve 1848-1852 yılları arasında 4 yıl süren bir cumhuriyet yönetimi yaşanır. Ayaklananların Temsilciler Meclisi’ni işgal etmesi üzerine oluşturulan ve Louis Blanc gibi radikal önderlerin de yer aldığı geçici hükümet, cumhuriyeti ilan etmiştir. Bunu izleyen günlerde radikal kanadın baskısıyla herkese iş sağlamaya yönelik ulusal atölyeler sistemi kurulur. Yasama Meclisi’nin ve cumhurbaşkanının, erkek nüfusun katılacağı genel seçimlerle seçilmesi kabul edilir. Bir süre sonra ılımlı ve radikal kanatlar arasında çatışmalar baş gösterir. Hızla bozulan ekonomik durumu düzeltmek için emlak vergisinin artırılması köylüleri devrimden uzaklaştırır. Böylece seçimler sonunda Kurucu Meclis’te ılımlı ve tutucu adaylar çoğunluğu oluşturur. Ulusal atölyelerin dağıtılması üzerine ayaklanan Parisli işçilerin bastırılmasıyla radikal kanadın gücü kırılır. Meclis altı aylık görüşmelerden sonra yetkili cumhurbaşkanlığı kurumuna da yer veren, temsili demokrasiye dayalı bir anayasayı kabul eder.
Louis-Napolyon Bonaparte dönemi
Aralık 1848’deki seçimlerde cumhurbaşkanlığına, değişik çevrelerden destek gören Louis-Napolyon Bonaparte seçilir. Monarşi yanlılarını karşısına almaktan kaçınan Louis-Napolyon, oy hakkını ve siyasal özgürlükleri daraltan ve kiliseyi yeniden güçlendiren yasaları direnmeden onaylar. İkinci kez cumhurbaşkanlığına seçilemeyeceğini görünce, Aralık 1851’de bir darbeyle monarşi yanlılarını tasfiye eder. Bunu izleyen direniş kırıldıktan sonra, cumhurbaşkanlığına geniş yetkiler veren yeni bir anayasayı halk oylamasına sunar. Halkın, büyük çoğunlukla otoriter yönetimi onaylamasından cesaret alarak, 2 Aralık 1852’de Senato kararıyla kendisini imparator ilan ettirir.
Toplumsal desteğini köylülerden, iş çevrelerinden, yerel eşraftan ve kiliseden alan Louis-Napolyon, 1859’a değin demokratik kurumları göstermelik bir duruma getiren baskıcı bir yönetim sürdürür. Düzeni korumanın reform kaygısının önüne geçtiği bu dönemde ekonomi büyük bir canlanma gösterir. Sanayi üretimi iki, dış ticaret üç, buhar enerjisi kullanımı beş, demiryollarının uzunluğu ise altı kat artar. Yatırımlar Fransa sınırını aşarak bütün Avrupa’ya yayılır. Bu gelişmede denizaşırı ülkelerden gelen altının etkisiyle dünya ekonomisinin düzelmesinin yanı sıra özel girişime sağlanan elverişli koşulların da önemli bir etkisi olur.
Louis-Napolyon, imparatorluğa dönüş yapan Fransa’ya karşı Avrupa’da duyulan kuşkuları dağıtmak için ılımlı bir dış yumuşamanın ve Yasama Meclisi’nin yetkilerini artırmanın yanı sıra İngiltere’yle gümrük antlaşması imzalayarak ekonomide korumacılığa son verir. İşçilere örgütlenme hakkı tanır; eğitim sistemini modernleştirir. Yumuşama politikasından yararlanarak güçlenen muhalefet, 1863 ve 1869 seçimlerinde önemli başarılar elde eder. Bu arada Meksika’da imparatorluk kurma girişimi ve Prusya’yla baş gösteren çatışma dış politikada yönetime güçlükler çıkarmaya başlar. Liberal muhalefetle uzlaşma yolunu seçen Louis-Napolyon, yarı parlamenter bir sisteme geçmek amacıyla Mayıs 1870’te yeni bir anayasayı halk oylamasına sunar. Bu anayasayla Yasama Meclisi’ne dayanan hükümet yürütme mekanizmasında önemli bir rol üstlenir.
Temmuz 1870’te İspanya tahtının veraseti konusunda patlak veren anlaşmazlık çok geçmeden Fransız-Alman Savaşı’na dönüşür. Hantal Fransız ordularını yenilgiye uğratan Prusya kuvvetleri Louis-Napolyon’u tutsak alarak Fransa içlerine ilerlemeye başlar. Savaşı sürdürmek için oluşturulan geçici hükümet, Paris’in kuşatılmasından sonra Tours’a çekilerek sürdürdüğü direnişin sonuç vermemesi üzerine, 28 Ocak 1871’de ateşkes antlaşması imzalar. Barış görüşmelerini yürütmek için oluşturulan Ulusal Meclis’te çoğunluğu ele geçiren monarşi yanlıları, yürütme gücünün başına Louis-Napolyon’un önde gelen muhaliflerinden Adolphe Thiers’i getirir. Artan muhalefetten çekinilerek başkent Paris’ten Bordeaux’ya alınır. Savaşın resmi olarak bitmesinin ardından hükûmet Paris’e dönmektense Versay’a gelir.
Paris Komünü
Şubat 1871 seçimlerinde Monarşistlerin çoğunlukta olduğu bir Meclis oluşur. Monarşistler, Meşrutiyetçiler (Bourboncular) ve Orleancılar olarak bölünür. Meşrutiyetçi ve daha sonra muhafazakâr cumhuriyetçi Adolphe Thiers, 19 Şubat’ta merkez sağdan ve ılımlı Cumhuriyetçilerden oluşan bir hükümet kurunca, Adalet Bakanlığına Jules Dufaure getirilir. Şehirdeki hükûmet karşıtı tutumdan çekinen Versay hükûmeti 18 Mart 1871 günü sabah erkenden şehirdeki ağır silahları almaya kalkar. Paris emekçileri ayaklanır. Harekât için gelen hükûmet askerleri Parisli askerler tarafından yakalanır ve harekât başarısız olur. Hükûmet karşıtı Parisliler artık şehirde kontrolün ellerinde olduğunu ilan ederek Paris Komünü’nün kurulduğunu ilan ederler. Gelişmeler üzerine Thiers, komün üyeleriyle görüşmeyi reddeder. Böylelikle, 18 Mart 1871’de Emekçiler seçim yaparak Komünü ilan etmiştir.
Paris Komünü, Paris’te 18 Mart – 28 Mayıs 1871’e uzanan kısa sürede iktidarda olan sosyalist hükümettir. Versay, 10 Mayıs 1871’de Almanlarla koşulları ağır bir barış anlaşması imzalar ve Almanlardan da destek alarak Komün’e karşı ordu kurar. Paris Komünü, bir anlamda resmî olarak 1871 baharı boyunca iki ay iktidarda kalmış yerel bir yönetimdir. Fakat içinde şekillendiği koşullar, tartışmalarla yürüyen kararları ve acılı sonu onu zamanının en önemli politik olaylardan biri yapar.
Komünün (daha doğru bir deyişle “Komünal Konsey”in) 92 üyesinin içinde vasıflı işçiler, birçok profesyonel (doktor ve gazeteci) ve reformcu cumhuriyetçilerden, değişik sosyalist anlayışlara sahip insanlara, 1789 Devrimine özlem duyan Jakobenlere kadar çok sayıda siyasi eylemci vardır. Karizmatik sosyalist Louis Blanqui Konsey Başkanı seçilir, fakat bu seçim Blanqui 17 Mart’ta tutuklandığı ve gizli bir hapishanede tutulduğu için onun yokluğunda gerçekleşir. Yerel bölgelerin kuşatmadan kalan örgütlenmeyi sürdürmesine rağmen Paris Komünü 28 Mart’ta ilan edilir.
Zamanın azlığından dolayı (Komün 60 günden az bir süre iktidarda kalmayı başarabilmiştir) yalnızca birkaç emir gerçekten uygulanabilir. Bu emirler şöyledir:Tüm kuşatma boyunca kiraların hafifletilmesi (çünkü kuşatma sırasında tarla sahipleri tarafından oldukça arttırılmıştı); Paris pastanelerinde gece işinin kaldırılması; giyotinin kaldırılması; etkin görev sırasında öldürülen Ulusal Muhafızların eşlerine olduğu kadar, eğer varsa çocuklarına da aylık bağlanması; savaş sırasında tüm işçiler aletlerini rehine vermeye zorlandığından şimdi hepsinin karşılıksız iadesi; borçların ertelenmesi ve faizin kaldırılması; reformist ilkelerden önemli bir kopuş olarak, sahipleri tarafından terk edilmiş fabrikaları işçilerin işletmeye devam etmesi.
Paris Komünü, mecburi askerliği sona erdirir, orduyu silah kullanabilen bütün şehirlilerden kurulu Ulusal Muhafızlarla değiştirir. Hedeflenen devletten ayrı kilise kanunu, kilisenin bütün mülkünü devletin yapar ve dini okuldan uzaklaştırır. Kiliselerin dinsel faaliyetlerinin devamı ancak ve ancak akşamları yapılan politik toplantılara kapılarını açarsa mümkün olabilecektir. Bu durum kiliseleri Komünün asıl siyasi merkezleri haline getirir. Diğer kanunlar eğitimi iyileştiren ve teknik eğitimi herkes için mümkün hale getiren reformlarla ilgilidir. Komün, önceden kaldırılmış olan Fransız Cumhuriyetçi Takvimini benimser ve üç renkten ziyade kızıl bayrağı kullanır. Komün içindeki ayrılıklar, girişilen toplumsal reformlarda uyumsuzluklara yol açmanın yanı sıra etkili bir silahlı örgütlenmeyi de önler. Aynı dönemde Lyon, Marsilya ve Toulouse gibi kentlerde oluşturulan komünler kısa sürede bastırılır. Almanların desteğinde savaş tutsaklarından yeni bir ordu oluşturan Thiers, 21 Mayıs’ta Paris’e karşı saldırıya geçer.
Komün sonrası dönem
21 Mayıs 1871’de Paris’e girilerek Cumhuriyetçilerin de desteğiyle Komün kanlı biçimde ezilir. Tarihe kanlı hafta olarak geçen bu çarpışmalarda yaklaşık 20 bin komüncü öldürülür, binlercesi ceza adalarına sürgün edilir. Paris Komünü’nün acımasızca bastırılması, Fransız toplumunda cumhuriyet eğiliminin güçlenmesi sonucunu doğurur. 24 Mayıs 1873 tarihinde, Komünü ezen meşrutiyetçi General Mac-Mahon, Cumhurbaşkanı seçilir. Mac-Mahon, dini değerlere dayalı bir ‘Ahlaki Düzen’ siyaseti izleyeceğini ilan eder. Komüne düşmanlığın simgesi ve Komünün günahlarının kefareti olarak Paris’te Monmartre tepesine Sacré-Coeur Bazilikası inşaatına başlanır. Dinin ve Kilisenin toplumdaki gücü artar, izlenen cumhuriyet karşıtı siyasetle birlikte yürütülen dincileşme, monarşistlerin bir araya gelmesini de teşvik eder. Ancak Cumhuriyetçiler 1876 seçimlerini kazanır. Sosyalist hareket, 1880’lerde bölünmelere uğramakla birlikte önemli bir muhalefet odağı durumuna gelir. 1884’te yasal olarak örgütlenmeye başlayan ve 1895’te genel iş konfederasyonu adı altında toplanan sendikalar, genel grev yoluyla toplumu dönüştürmeyi savunan devrimci sendikalizm çizgisine yönelir.
1894 Yılında casuslukla suçlanarak ömür boyu hapse mahkum edilen Alfred Dreyfus adli yüzbaşının haksızlığa uğradığının anlaşılmasıyla 1898’de açılan kampanya, siyasal ve toplumsal güçlerin yeniden saflaşmasına yol açan bir çalkantıya neden olur. Dreyfus olayı, casuslukla suçlanan Yahudi bir kurmay subayın askeri mahkemede yargılanmasıyla ortaya çıkar. Olay, büyük romancı Emile Zola’nın cumhurbaşkanına gönderdiği açık mektupla karara karşı çıktığı ve daha sonra kendisinin de orduya iftira etmekten suçlu bulunduğu 1898 yılında çok önemli bir davaya dönüşür. Dreyfus’a karşı öne sürülen deliller oldukça şüphelidir, fakat muhafazakârlar açısından bu davayı sürdürmek, kendileri adına ülke içinde otorite ve düzeni, ülke dışındaysa vatansever girişimleri temsil eden kurum olan ordunun onurunu korumakla aynı anlama gelir. Kendilerini tek gerçek vatanseverler olarak gören muhafazakârlar, kendi şovenliklerini sorgulayan tüm ‘kötü’ Fransızlara düşmanlardır ve özellikle toplumsal reformu finanse edebilmek için ürkütücü gelir vergisi teklifleri getiren Caillaux gibi Radikalleri, sosyalistleri, sendikacıları, Yahudileri kınamaktadırlar.
Yaşanan bunalımların etkisiyle toplumda geleneksel kurumlara karşı güçlenen tepki, 1899’dan sonra radikal, sosyalist ve merkez grupların oluşturduğu cumhuriyetçi blokun istikrarlı bir yönetim kurmasını sağlar. Bu dönemde ordu ve kiliseyi sivil yönetimin denetimi altına almaya yönelik sert önlemler alınır. Dinsel tarikatların çoğu dağıtılarak devlet ve din işleri resmen birbirinden ayrılır. Eğitim sisteminde köklü değişiklikler yapılır.
Dış politikada 1880’den başlayarak sömürgecilik yarışına etkin biçimde katılan Fransa 1885’e doğru Tunus, Annam ve Tonkin üzerinde himaye kurmanın yanı sıra Kongo havzası ve Madagaskar’a girer. Avrupa’da Bismarck’ın oluşturduğu üçlü ittifakı bozma yönündeki çabalar, 1891’de Rusya, 1902’de de İtalya ile varılan antlaşmalarla sonuca ulaşır. Sömürge rekabeti nedeniyle özellikle Güney Afrika Savaşı(1899-1902) sırasında İngiltere ile başlayan çekişme, Almanya’nın giderek artan tehdidi üzerine yerini işbirliğini öngören İngiltere-Fransa Dostluk Antlaşması’na (1904) bırakır. Bu yeni ittifak Fransa’nın Fas üzerinde himaye kurması yönünde önemli adımlar atmasını sağlar.
1885’ten 1907’ye kadar yeni seçilen meclisler, basın özgürlüğü, ücretsiz ve zorunlu eğitim, dernek kurma özgürlüğü, laiklik ve toplantı özgürlüğüyle ilgili temel yasalar çıkarırlar. Daha sonra 1914’te Birinci Dünya Savaşı’na girip savaşı kazanan Fransa, 1939’da başlayan II. Dünya Savaşı sırasında kötü bir dönem geçirir. Fransa, 1940’ta Almanya’nın işgali altına girer. Böylece, 1940 senesinde Üçüncü Cumhuriyet sona ermiş olur.
Émile Zola
Bu karmaşık dönemler içinde Émile Zola, 2 Nisan 1840 tarihinde Paris’te dünyaya gelir. Babası, François Zola adında Venedikli bir İtalyan mühendistir. Mühendislik eğitimini askerî okulda aldığından Venedik, Napolyon Bonapart tarafından ele geçirildikten sonra Fransız ordusunda subay olarak görev yapar. Venedik’in Fransız hâkimiyetinden çıkıp Avusturya İmparatorluğu hâkimiyetine girmesiyle birlikte Avusturya’ya gidip mesleğini orada icra etmeyi sürdürür. Kendisinin Avusturya’da ilk demiryolu hattını inşa eden kişi olduğu söylenir. François Zola, 1830 yılında Fransa’ya gider. Fransa’nın ilk kemer barajını (Zola Barajı) inşa eder. Émile Zola, henüz 3 yaşındayken, annesi ve babasıyla birlikte Paris’i terk ederek Fransa’nın güneyine, Aix-en-Provence’a yerleşir. Ancak aile ülkenin güneyine gittikten kısa bir süre sonra, Émile Zola 6 yaşındayken, François Zola zatürreden hayatını kaybeder. Eşinin vefatı üzerine yazarın annesi Émilie Zola, eşinin şirketteki unvanı, hissesi ve geliri üzerine hak iddia edemez. Kendisi, şirketin diğer paydaşları tarafından baskılanır ve susturulur. Bunun üzerine ekonomik gelirini kaybeden Émilie Zola, oğluyla çok ciddi maddi sıkıntılar yaşamaya başlar. Bu nedenle Émile Zola, henüz küçük yaşlarında yoksulluğu ve yoksulluğun insanlara çektirdiği zorlukları yaşar. Émile Zola, annesine her zaman hayranlık duyar. Yazarın ‘başkaldırıcı/isyankâr’ yanının annesiyle birlikte bu yıllarda yaşadığı zorluklardan kaynaklandığı düşünülür.
Aix-en-Provence’ta yaşamaya devam eden Zola, burada başarılı bir öğrencilik hayatı geçirir. Ayrıca ünlü yazar, burada çocukluğunda edinmiş olduğu bazı dostluklarını hayatı boyunca sürdürür; ressam Paul Cézanne, bilim insanlarından Jean-Baptistin Baille ile çocukluk yıllarında tanışır. 1858 Yılında annesiyle Paris’e döner, iki kez girdiği üniversite sınavlarında başarısız olur. Hayatının bu döneminde Zola sürekli olarak Dickens, Molière, Montaigne, Michelet, Musset, Shakespeare, Hugo gibi farklı yazarları okuyup kendini edebî alanda geliştirmeye çalışır. 1862 Yılında Hachette Yayınevinde paketleme işinde çalışmaya başlar, bir süre sonra dikkat çeker ve terfi alarak yayınevinin basın sözcüsü olur. Zola, burada modern edebiyat ve felsefe dünyasıyla tanışır. Böylece edebî tarzını bulma yolunda ciddi adımlar atar. Yine bu dönemde gazetecilik kariyerine başlar ve kariyerini ömrünün sonuna kadar devam eder, sürekli gazetelerde yazmayı sürdürür. Gazetecilik deneyimi esnasında kullandığı ‘saha çalışması’ yöntemi, yazarın romanlarında da kendini gösterir ve eserlerini gerçekçi bir çerçevede yazmasını sağlar.
1864 Yılında, Zola’nın ilk eseri “Ninon’a Öyküler”, 1865 yılında ilk romanı “La Confession de Claude”, edebiyat dünyasında ilk başarısını sağlayacak olan Thérèse Raquin” 1867’de yayımlanır. Emile Zola bu romanının ikinci baskısının ön sözünde dünyada ilk kez olarak “natüralist” kavramını kullanır. Zola, bu dönemde sanat eleştirmenliği de yapar. İzlenimcilik akımını ve bu akımın temsilcileri olan dostlarını yazılarıyla savunur. Bazille, Degas, Renoir, Fantin-Latour, Pissaro, Monet, Cézanne ve Manet, Zola’nın savunduğu izlenimci dostlarına örnek gösterilebilir. Bunların arasından Manet, sanatını savunduğundan dolayı kendisine teşekkür edebilmek amacıyla Zola’nın portresini yapar.
1867 yılında Honoré de Balzac’ın İnsanlık Komedyası adlı serisini okumayı tamamlamış olan Zola, “Rougon-Macquart” adlı serisi ile ilgili çalışmalarına artık başlama kararı alır ve bu dönemde çalışmakta olduğu yayınevinden ayrılarak kendini artık eserlerine, gazeteciliğe ve eleştirmenliğe adar. Yazmaya başlamadan önce bütün diziyi tasarladığını söylemişse de gerçekte 10 romanlık bir dizi tasarlamış, yazmaya başlayınca bu sayı 20’ye yükselmiştir.
Émile Zola, 1864 yılında tanışmış olduğu Alexandrine Meley ile 1870 yılında evlenir. Alexandrine Zola, eşi için hiçbir fedakârlıktan kaçınmaz. Evliliğinin on sekizinci yılında, 1888 yılında, Jeanne Rozerot adındaki bir kadına âşık olur, bir ilişki yaşar ve bu ilişkiden iki çocuğu olur. 1888 Yılından vefatına kadar Zola, iki kadınla iki farklı hayat yaşar. Émile Zola, 1889 yılında Paris’te şık bir apartman dairesine taşınarak burayı birincil konutu yapar. Zola bu dairede yaşarken Dreyfus Olayı patlak verir ve yine Zola, bu dairesindeyken, 12 Ocak 1898 tarihinde, “İtham Ediyorum” başlıklı mektubunu yazar.
Emile Zola 25 Kasım 1897’de Le Figaro gazetesinde Dreyfus lehine ilk yazısını yazar ancak ilk mektup beklenen etkiyi yapmaz ve 4 Aralık’da Başbakan Brisson mecliste “Artık Dreyfus davası diye birşey yoktur” açıklamasını yapar. Bunun üzerine Zola, 13 Aralık’ta “Gençliğe Mektup” adlı ikinci makalesini yazar. Ancak beklenen yine olmaz ve Zola 4 Ocak’ta L’Aurore gazetesine “Fransa’ya Mektup” adlı üçüncü mektubunu yazar. Ama Zola kararlıdır, 13 Ocak 1898 tarihli L’Aurore’un (LUHOR) ilk sayfasında boydan boya “J’accuse!” (İTHAM EDİYORUM! ) yazılıdır. Gazetenin söz konusu sayısı sadece Paris’te 200 bin satmıştır. Yazısında “sağduyudan, gerçeklerden ve adaletten uzaklaştık, kör ve aptalca bir şey bizi çağlarca geriye götürüyor, bu öyle bir durum ki dinsel katliamlara benziyor. Bu tür bir şey her ülkeyi kan gölüne çevirir” diyerek halkı uyaran ve Orduyu Dreyfusla ilgili gerçekleri örtbas etmekle suçlayan Zola’nın etkisi büyük olur. Bakanlar kurulu Zola’yı ordunun ve devletin prestijini zedelemek suçundan mahkemeye vermeyi kararlaştırır. Zola’nın yanında J. Reinach, M. Prévost, G. Clemenceau, E. Durkheim, A. France, M. Proust gibi önemli entelektüeller ve senatör A. Scheurer-Kestner vardır ancak bu destekler yetmez ve Zola 7 Şubat’ta yargılanmaya başlar. Ardından Zola, 23 Şubat 1898’de bir yıl hapis ve 3.000 Frank para cezasına çarptırılır. Zola hapse girmemek için, yakınlarının zorlamasıyla, İngiltere’ye kaçmak zorunda kalır, bir yıl boyunca İngiltere’den dönemez. Fransa’ya ancak 1899 yılında dönebilir. Bununla birlikte, Zola, yazdığı açık mektupla amacına ulaşmıştır. Çünkü yazdığı mektupla gerçek suçlunun aslında kim olduğu meselesinin tekrar gündeme gelmesini ve halk nezdinde tartışılmasını sağlamıştır.
26 Temmuz 1898’de Zola’dan 1893 yılında layık görülen Légion D’honneur nişanı geri alınır. Zola, ancak 1901 yılında söz konusu nişanı geri alabilir. Bununla birlikte ünlü yazar hiçbir zaman Fransız Akademisi’ne kabul edilmez. 12 Ağustos’ta dava düşer. Anatole France, Jean Jaures, R. W.Rousseau gibi saygın kişilerin sürdürdükleri kampanya sayesinde, Dreyfus’un yeniden yargılanmasına karar verilir. 9 Eylül 1899’da yapılan duruşmada Dreyfus yeniden suçlu bulunur. Ama Cumhurbaşkanı sorunu çözmek için Dreyfus’u affetmeye karar vermiştir. Artan toplumsal huzursuzluk karşısında Cumhurbaşkanı Dreyfus’u affeder; bunu bir genel af izler. Zola, bu affı masum bir insanın yeniden mahkûm edilmesi olarak görür. Dreyfus eleştirilere rağmen suçsuzluğunu kanıtlamak için sonuna kadar çaba gösterme hakkını saklı tutarak af önerisini kabul eder. Böylece Fransa’yı ikiye bölen Dreyfus Davası hukuken sona ermiş olur. 1904’de yeniden yargılanma hakkını kazanan Dreyfus 21 Temmuz 1906’da yani olayın patlak vermesinden tam 12 yıl sonra resmen orduya kabul edilir ve Légion d’honneur nişanı alır. Rütbelerinin yeniden takılması töreni sırasında halk bu sefer “Çok yaşa Dreyfus” diye bağırıyordur. Dreyfus’un buna yanıtı “Hayır beyler hayır, çok yaşa Fransa!” olacaktır.
28 Eylül 1902’de Emile Zola bacanın tıkanmasından meydana gelen bir karbonmonoksit zehirlenmesi yüzünden uykuda ölür, eşi Alexandrine Zola kurtulur. Olayın bir suikast olduğu ileri sürülür. 4 Haziran 1908’de Zola’nın külleri Panthéon’a yerleştirilirken, Louis Grégori adlı bir gazeteci Dreyfus’a iki el ateş eder, Dreyfus kolundan hafifçe yaralanır. 12 Temmuz 1935’de ise Yüzbaşı Dreyfus hayata gözlerini yumar. 13 Ocak 1998’de itham ediyorum adlı mektubun yayınlanışının 100. Yıldönümünde, Başbakan Lionel Jospin ve tüm Fransa Parlamentosu Emile Zola’nın gerçek ve adalet uğruna verdiği mücadelenin anısı önünde saygı ile eğilirler. Mektubun dev bir röprodüksiyonu parlamento duvarına asılır ve Askeri Akademi’nin duvarına bir hatıra plaketi çakılır.
Emile Zola, 1880 ile 1890 yılları arasında Fransa’da ortaya çıkmış olan natüralizm akımının en önemli temsilcisidir. Natüralizm, edebiyatta insanı ve toplumu, deneye dayanan bir gözlemcilik anlayışıyla tabiatın bir kopyası olarak ele alan ve uygulayan bir akımdır. Romantik edebiyata tepki olarak doğan realizmin bir ileri aşaması olarak görülür. Neden sonuç ilişkisi bakımından onunla benzeşmesine rağmen her ayrıntıya girmesi, belgeselci tarafıyla ondan ayrılır. Natüralizm, realizme tepki olarak doğmaz tam tersine, realizmi daha da ileri götürür. Realizm ve natüralizmin ortak yönleri veya benzerlikleri vardır. Realizmin anket ve gözlem yöntemine natüralizm deneyi de eklemiş, toplumu ve doğayı laboratuvardaki gibi algılamıştır. Emile Zola, natüralizmi “Le Roman Experimental” (1880) adlı eserinde detaylarıyla anlatır. Ona göre romancının görevi, insanın sosyal gerçeğini gözlemlemek, bunu bilimsel yaklaşımla belgeler haline getirmek, önceden varsayılan sonuca göre ilerlemek ve nihayetinde bunu insan ve toplum deneyine dönüştürmektir. Buna bağlı olarak roman ve hikayedeki tasvirler aşırı bir dereceye ilerletilerek bir fotoğraf makinesi objektifinden görülür gibi çizilir. Örneğin fizyoloji ile psikolojik özellikler arasında ilgi kurmak için kişi tasvirleri ayrıntılı olarak yapılır. Bunu besleyen bir başka husus ise karakterlerin kendi kültür seviyelerine ve dil özelliklerine göre konuşturulmasıdır.
Emile Zola doğalcı (natüralist) düşüncenin ve doğalcı edebiyat akımının evrensel bir temsilcisi olduğu gibi, insanlığın belleğinde kalıcı izler bırakan romanlarıyla dünya edebiyatının önemli bir kilometre taşıdır. Romanlarının sayfalarına doğalcı estetik unsurlarını ustalıkla dokuyan bir edebiyat öznesi olarak Emile Zola hem çağdaşlarını hem de kendinden sonra gelen yazarları etkilemiş, çoğu birer başyapıt olmuş klasiklere imzasını atmıştır.
Emile Zola, Thérèse Raquin’de kişilerin ruhsal yapısını biyolojik gereksinmeleri ve fizyolojik süreçlere bağlayarak Thérèse ile Laurent arasındaki aşkın temelinde organik ihtiyaçların doyuma ulaştırılmasının var olduğunu düşünür. Bu tutku ve gereksinimlerini yeterince karşılayamayan ve gizlice yaşadıkları cinselliği ve ilişkilerini yasal çerçevede ve toplum önünde rahatlıkla yaşamak isteyen Thérèse ile Laurent, arada engel olarak gördükleri Camille’i planlı ve kasıtlı bir cinayet sonucu öldürürler. Bundan sonra her ikisini de korkular, kâbuslar ve korkunç bir vicdan azabı kaplar. Sonunda beraberce zehirli su içerek ölürler.
Thérèse Raquin
Emile Zola, Thérèse Raquin’in önsözünde romanında insanların karakterlerini değil mizacını işlediğini yazar. Karakter, kişileri diğerlerinden ayıran duygu ve davranış biçimlerinin bütünü olarak, toplumun şekillendirdiği bir yapılanmadır. Karakteri oluşturan temel unsur, kişinin içinde yaşadığı ve yetiştiği toplumsal koşullardır. Mizaç ise kişide doğuştan gelen ve davranışlarını belirleyen psikofizyolojik özelliklerin tümüdür. Mizaç toplumsal değil, doğuştan getirilen bir özelliktir. Emile Zola, romanının önsözünde ayrıca şunları yazmıştır: “Ben Thérèse ile Laurent’da tutkuların gizli işleyişlerini, içgüdünün itişlerini, bir sinir krizi sonucunda meydana çıkan bazı zihin bozukluklarını adım adım kovalamaya çalıştım. Amacım her şeyden önce bilimseldi. Ayrı mizaçta iki insan arasında olabilecek garip bir birleşmeyi anlatmaya çabaladım. Roman dikkatle okununca görülecektir ki, her bölüm meraklı bir fizyoloji olayının incelenişidir.”
Romanın daha ilk sayfalarından itibaren gösterilen sosyal çevre, insanların yaşadığı korkunç koşullar ve sefalet, bütün detaylarıyla gerekirciliği (determinizm) hazırlar. Emile Zola’ya göre romancı bir sanatçı değil, bir bilim adamı gibi yansız kalabilen insandır. Bu tarafsızlığın ilk koşulu gözlemdir. Yazarın roman yönteminin ikinci aşaması deneylemedir. Emile Zola, “Natüralist roman, yazarın gözlemlerinden yararlanarak insan üzerinde yaptığı bir deneyleme uygulamasıdır,” diye görüşlerini belirtmiştir.
Emile Zola kadın kahramanının suçluluğunu baba mirası genetiği içinde çözer, Thérèse’in damarlarında Afrika kökenli (Cezayirli) bir anneden gelen kanı akar. Güçlü ve doymak bilmez arzu ve tutkularının temelinde , Zola’ya göre, ilkel bir içgüdünün yönlendirmesi ve annesinden gelen ırksal genetik özellikleri vardır. Yazara göre, Afrikalı anne, neredeyse vahşi, doymak bilmez bir ilkelliğin öznesidir ve Thérèse’in mizacının ana kaynağıdır. “Bütün o sinirli kadın içgüdüleri duyulmamış bir şiddetle fışkırıvermişti. Anasının kanı, damarlarını yakan o Afrikalı kanı, bakir kalmış zayıf bedeninde delice akmaya başlamıştı”.
Natüralistler bakımından kişinin davranışlarına yön veren asıl unsur mizaçtır. Bu düşünce, o dönemde gelişen biyoloji, genetik ve fizyolojinin bazı bulgularının bir sonucu olmakla birlikte, aynı zamanda insanı ve yaşamı mekanik süreçlere indirgeyen özellikleriyle tartışılabilir bir düşüncedir. Natüralizm, suçu da mizacın getirdiği özelliklerden kaynaklanan bir durum olarak tanımladığı için suçtaki kişisel irade arka planda- gölgede kalır. Suç neredeyse kadere ya da mizacın yarattığı kaçınılmaz bir sona dönüşür. Genetik şifrenin belirlemiş olduğu mizacın yönlendirmesiyle kişi nedensellik bağları içinde adım adım suça ya da başka olumsuzluklara doğru gider. Onu suça doğru yönelten toplumsal koşullar arka planda kalırken, fizyolojik ve genetik koşullar ön plandadır. İnsanlar, bu süreçler içinde suç işlemeye yönelir.
Atölye eseri birçok boyutu ile tartıştı. Ancak en çok, herkesin neden olduğu, yol açtığı şiddetten söz edildi. Aile içi şiddet, psikolojik şiddet, bedensel şiddet, yaşanılan sosyal ve toplumsal ortamın yarattığı şiddet, ırka dayalı şiddet, yaşanılan mekanların yansttığı şiddet, morgun önünden geçenlerin ölü insanlar hakkındaki düşüncelerindeki, umarsamazlıklarındaki şiddet…Yaygın bir korku psikolojisi tüm bölümlerde etkili oluyordu.
Herkes kendi çıkarının peşindeyken bir diğerine şiddet uyguluyor, kötü bir yaşama mahkûm ediyordu.
Karakterlerin tümü umutsuz, mutsuz ve kötü düşünceli olarak anlatılıyordu. Bu natüralist yazarın, insan doğasının özünde kötülük olduğunu düşündüğü fikrini getiriyordu. İyi yoktu, iyiye yönelme, kötüden ders çıkarma da. Kurgulanan hikâyenin ölümle sonuçlanması da bu görüşü güçlendiriyordu. Kötü olan, kötülük yapan kötü bir sonla karşılaşıyordu.
Kitap iki evli çiftin ya da iki sevgilinin aşkı üzerinden anlatılsaydı farklı bir sonuç olurdu diye konuşuldu. Ancak aşk ve sevgi değil fizyolojik ihtiyaçlar, intikam alma duygusu ve tembellik, çalışmadan yaşamak isteme arzuları ağır bastığından iyilikle sonuçlanabilme olasılığı yoktu.
Eser ahlaklı mı ahlaksız mı? Suçlar kimi zaman cezasını bulmaz, suçlu toplumda bir şey yapmamış gibi dolaşmaya devam eder. Eserde hukuki bir suç-ceza düalizmi yoktur. Aynı zamanda Allahtan, dini kitapların yazdığı cehennem korkusundan söz edilmez. Saf ahlakla, iki kişi işledikleri suça kendileri ceza verir. Bu anlamda anlatıda ahlaktan söz edilebilir.
Ayrıca anlatıda aynı anda hem doğru hem de yanlış olma durumu, paradoksu olduğu irdelendi. Ele alınan konuların yaşanılan dönemden sonraları tartışılmış olması da eseri anakronik olarak görme yaklaşımı tartışıldı. Belki de bu kişiler farklı zamanlarda, farklı yerlerde, kendi zaman ve mekanlarından kopartılarak o köhne dükkana sıkıştırılmıştı.
Atölye, şiddet içerikli, aşağılaycı tutumlara, dile ve üsluba karşın, çok yönlü tartışılabilecek bir kitapla karşı karşıya olduğunu kabul etti.
1 Kasım 2022 – 30 Mayıs 2023 tarihleri arasında sürecek olan 14. Dönem Fransız Edebiyatında Savaş ve Barış Atölyesinin takvimi şöyledir:
Fransız Edebiyatında Savaş ve Barış | ||||||
Yazarın hayatı | Kitap | Yazar | Sayfa | Tür | Anlatıcı | Tarih |
1799-1850 | Gizli Başyapıt ve Sarrasine | Honore de Balzac | 80 | iki öykü | Şengül Çiftçi | 18 Ocak |
1871-1922 | Swann’ın Bir Aşkı | Marcel Proust | 192 | duygusal | Didem Arslanoğlu | 25 Ocak |
1873-1954 | Dişi kedi | Sidonie-Gabrielle Colette | 111 | roman | Şengül Çiftçi | 8 Şubat |
1900-1999 | Altın Meyveler | Nathalie Sarraute | 136 | roman | Yıldız Önen | 22 Şubat |
1908-1986 | Sessiz bir ölüm | Simone de Beauvoir | 126 | anı | Ceren Aydos | 8 Mart |
1914-1996 | Hiroşima Sevgilim | Marguerite Duras | 120 | film hikayesi | Kamer Badur Eğilmez | 22 Mart |
1915-1980 | Yas günlüğü | Roland Barthes | 268 | günlük | Gülsüm Ekinci | 5 Nisan |
1940- | Seneler | Annie Ernaux | 72 | Aliye Zorlu | 19 Nisan | |
1940- | Göçmen Yıldız | Jean-Marie Gustave Le Clézio | 320 | roman | Yıldız Önen | 3 Mayıs |
1940- | Cahil Hoca-Zihinsel Özgürleşme üstüne beş ders | Jacques Rancière | 144 | hikaye/felsefe | Yasemin Kilit Aklar | 17 Mayıs |
1948 – | Amerikan İşgali | Pascal Quignard | 142 | roman | Hatice Morkaya | 31 Mayıs |