Dünyadan Haberler
Joe Reilly: Sinn Fein İngiltere ile barış görüşmeleri yaparken İRA hep masadaydı
DİHA – 19.12.2010
Kürt sorunun çözümünde özellikle muhataplık ve arabuluculuk konusunda örnek olarak gösterilen İRA-İngiltere görüşmelerinin mimarlarında olan Sinn Fein’in tecrübeli tesmilicilerinden Joe Reilly, görüşmeler sırasında IRA’nın zaten hep masada olduğunu belirterek, “Taraflar ancak düşmanları ile barış yapabilirler. Türkiye’de de böyle olması gerekir. Çözüm için halk kimi işaret ediyorsa onun muhatap olarak alınması gerekiyor. Türkiye devletinin muhatap seçme şansı yok” diyor.
Kürt sorunun çözümünde dönem dönem dünyadaki çözüm örnekleri gündeme geliyor. Bunlar arasında benzerlikleri ve farklılıklarıyla İrlanda Kurtuluş Ordusu’nun (IRA) siyasi kanadı Sinn Fein’in İngiltere hükümeti ile görüşmeleri pek çok tecrübeyi içeriyor. Ancak İngiltere hükümetinin gösterdiği cesareti göstermediği siyasi çevrelerde kesin bir kanı olarak konuşulan AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik geçtiğimiz günlerde yaptığı bir değerlendirmede BDP’ye “Sinn Fein kadar cesaretli olsun” değerlendirmesinde bulundu. BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ise buna karşılık, “Onlar Tony Blair’in onda biri kadar cesaretli olsunlar” cevabını verdi. Süren tartışmaların içeriğini oluşturan İrlanda barış sürecini ve İRA-Sinn Fein, barış deneyiminin içeriğini en iyi bilenlerde biri Joe Reilly. Reilly, IRA ile bağlantısı dolayısı ile yıllarını cezaevinde geçirmiş, cezaevinden çıktıktan sonra İngiltere ile barış görüşmelerini yapan grup içerisinde yer almış Sinn Fein içinde belediye başkanlığı dahil pek çok aktif görevde bulunmuş 40 yıllık siyasetçi. Türkiye’nin Kürt sorununa ilişkin için de bulunduğu noktayı değerlendiren Reilly, halkların dillerine konulan sınırlandırmaların hiçbir koşulda anlaşılmaz olduğuna vurgu yaparken, muhatap karmaşası üzerine de çok net bir değerlendirmede bulundu.
Reilly; “Muhatap Kürt halkının seçtiğidir, belirlediğidir. Her iki taraf için de aynı şey geçerlidir. Taraflardan hiç biri ‘senin halkının seçtiği muhatapla ben görüşmem’ deme hakkına sahip değildir” dedi. Barışı inşa etme süreçlerinin genel olarak oldukça zor ve riskli süreçler olduğunu vurgulayan Reilly, her iki taraf için de artık birbirini yenememe durumu kesinleştiğinden bu riski almak ve diyalog üzerinden belirlenen asgari ortaklıkları geliştirmek için çaba göstermek gerektiğini söyledi. Reilly DİHA’nın sorularını yanıtladı.
Görüşmeler kamuoyunca benimsenen barış destekçileri ile yapılmalı
*Özgürlük isteyen İrlanda halkının siyasi yapılanmalarının İngiltere hükümeti tarafından ilk olarak muhatap alınması ne zaman gerçekleşti. Gerek İngiltere hükümeti gerekse IRA ve Sinn Fein bu süreci nasıl yürüttü?
İngiltere hükümeti ile Sinn Feinn arasındaki diyalog 1988’de gizli görüşmelerle başladı. Bu görüşmeler doğrudan barış süreci ile ilgili değildi ilk aşamada. Görüşmeler daha çok başka şeylerin düzenlenmesine yönelikti. Buradan öğrendiğimiz derslerden birisi görüşülecek kişilerin barışı destekleyen barış sürecinin içinde bulunacak kişilerin olması gerektiği. Herşeyin kameraların önünde olması da gerekmiyor. Fakat sürecin iyiliği için görüşme yapanların kamuoyunca kabul edilmesi ve aynı zamanda kendi halkı ile de bağlantıda olması gerekir. Böyle bir güveni sağlamış tarafların görüşmelerde bulunması gerekir. Çünkü görüşmelerin içerisinde yer almak politik olarak inisiyatif ve aynı zamanda risk almak anlamına gelir. Bunlardan biri eksik olduğunda süreç işlemez. Eğer kendi destekçileriniz yaptıklarınız hakkında bilgi sahibi değilse ve yaptıklarınıza güvenmiyorsa sorun yaratır. Görüşmelerde olmazsa olmaz olan kural belirli düzeyde güvenin sağlanmasıdır. Ama aynı zamanda da halkınıza iki tarafa da neler yaptığınız hakkında bilgi vermeniz de gerekir.
*Görüşmelerin başlaması için silahların bırakılması koşulu var mıydı?
IRA Londra’da silahlı eylemlerini sürdürürken, İngiltere Sinn Fein ile ilişkiye geçti. Bu inisiyatif belki de bunu durdurabilirdi. Bu süreç o nedenle oldukça belirsiz bir ilişkiydi. Yine de bu süreçte Sinn Fein barış olasılığına yönelik çalışmaları formüle etmeye çalışıyordu ve kendi içimizdeki fikirler birbirine yakınlaşmıştı. IRA’nın politik pozisyonu ya da silahsızlanma. vs. gibi hiçbir şey, şart olarak kararlaştırılmış değildi ancak bir kimi adımlar vardı. Biz o süreci ‘barış görüşmelerine, barış sürecine şans tanımak için sahneyi bırakmak-terketmek’ diye adlandırıyoruz.
Biz aslında 1987’de barış süreci için girişimde bulunduk. Sonra 89′ da, 90’da İngiliz hükümeti ile yapılan görüşmeler sürecinde görüşmelerde bir mesafe vardı sonrasında ABD hükümeti, Güney Afrika ve içerde İrlanda yönetimi sürece müdahil olmaya başladı. İşte ozaman süreç değişime doğru hız kazandı. Good friday antlaşması bu süreçtedir. (1998’de Kuzey İrlandalı Katolik ve Protestanlar ile İngiltere ve İrlanda, ABD’nin katkısıyla hazırlanan Good Friday Anlaşması’nı imzaladı. Anlaşma bütün paramiliter grupların silahsızlandırılması ve Katolikler ile Protestanlar arasında yetki paylaşımına dayalı bir siyasi sistem kurulmasını öngörüyordu. Fakat Katolikler siyasi süreçle IRA’nın silahsızlanmasının eşzamanlı olarak yürütülmesini savunurken, Protestanlar IRA’nın silahsızlanmasını siyasi sürecin ön şartı olarak sundu.)
Barışı yapılandırmak oldukça riskli bir süreçtir. Fakat o derece de değerli bir çalışmadır. Bu sürecin dahil olan herkes için oldukça zor ve riskli bir süreç olduğu ancak aynı zamanda da yapılacak tek şey olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Hiçbir dış etki bu noktaya odaklaşmanın önüne geçmemelidir.
Çatışmanın merkezindekiler, çözümün de merkezinde olmalıdır
*Barış karşıtı güçlerin tavırları nasıldı, görüşmeleri nasıl etkiledi?
Askeri ve politik kurumlardan ve en önemlisi de basın tarafından barışa düşmanca yaklaşımlar da sergilenmiştir. ‘Teröristlerle görüşülmesine ve buna göre kimi düzenlemeler yapılmasına karşıyız’ diye diretenler elbette vardı ama biz bu konuda şanslıydık. Bu benim şahsi görüşümdür. Bence Blair, Bill Clinton, Garry Adams ikinci dünya savaşı sonrası kuşağıdır. Bu kuşak Vietnam savaşı sürecine tanıklık etmiş, savaş karşısında yeralmış. Diğer politik avantajların yanında böyle bir şansımız da vardı ve sürecin ilerlemesine katkıda bulunmuştur. İRA içerisinde de elbette barış görüşmelerine karşı çıkan taraflar, direnişler vardı. Gerekçeler buradakilerden farklı değil. Yıllarca savaşılmış, bir çok insan, bu yolda hayatını kaybetmiş, aileler parçalanmış, binlercesi hala hapishanede. Muhaliflerle konuşmamak için öne sürülen her gerekçe doğrudur. Ancak barış süreci de kendini dayatmıştır ve IRA ile ya da IRA’sız bu süreç işleyecektir. Barış sürecinde inisiyatifin sadece IRA’nın elinde bulunması barış sürecini engelleyeceği gibi süreçte IRA’nın bulunmaması da süreci engelleyecekti. Çatışmanın merkezinde olan insanların aynı zamanda değişimin de merkezinde olması gerekir ki değişime yönelik güven inşa edilmesi söz konusu olsun. Sonuçta her zaman değişime karşı bir tepki vardır. Tepkiler birçok olaylarla şiddetli bir şekilde kendini göstermiştir ama bunlarla kararlaştırılan barış süreci kesintiye uğramamalıydı ve büyük ölçüde uğramadı da. Sonuçta taraflar olarak sizler de kendi insanlarınızı sürece ikna etmelisiniz. İkna tarafları da yakınlaştıracağı için zorlukların üstesinden ancak böyle gelebilirsiniz.
Bu zorlukların biteceği düşünülmemeli çünkü hemen her gün böyle engellerle karşılaşılacaktır. Bu engellere karşı yapılan mücadelenin gücü ve doğruluğu aynı zamanda barış sürecinin ve girişimlerinin güçlenip güçlenmeyeceğini de belirler. Eğer pozitif anlamda ve kolektif olarak mücadele oturtulabilir ve barışa odaklanma sağlanabilirse bu süreci güçlendirir aslında. Eğer bu yan etkilerin ortak çalışmayı olumsuz etkilemesine izin verilirse süreç zayıflar. Sürecin yürümesini sağlayacak asıl şey ise diyalogdur.
Seçilmiş temsilciler muhataptır, PKK’nin müdahilliğinin de yoludur
*Ancak burada Kürt halkı diyalog için muhatap olarak PKK’yi gösteriyor, Türkiye Hükümeti kabul etmiyor bu nasıl çözülür sizce, diyalog ama kiminle?
Düşmanınla. Taraflar ancak düşmanları ile barış yapabilirler. Türkiye’de de böyle olması gerekir. Ancak Kürt tarafının birlikte oturulacak muhatabının kim olduğuna Kürt halkı karar verir. Türk hükümeti de bunu ve Kürtlerin haklarını tanımak zorundadır. Türk hükümeti de kendi temsilcisine kendi karar verir, Kürtler de aynı şekilde.
İngiltere hükümeti de hiçbir zaman teknik olarak IRA ile masaya oturmadı. Ama seçilmiş temsilcilerle görüştü. Onlar IRA’yı görüşmelerin parçası haline getirdiler. Süreç içerisinde İrlanda halkının seçilmiş temsilcileri aynı zamanda IRA ile barış sürecini paylaştı. Burada böyle bir şart olmamalıdır. Silahlı grup ile masaya oturmak bu noktada çok da gerekli değil. Sonuçta politik temsilciler bu işi yapabilirler.
*Dilinizle ilgili ne tür sorunlarla karşılaştınız? Türkiye’deki uygulamalar gibi dilinizin yasaklandığı bir durum oldu mu?
Öncelikle belirtmek isterim ki bir toplumun, bir bireyin her durumda kendi dilini kullanması, eğitimini istiyorsa kendi dili ile gerçekleştirmesi reddedilemez bir insan hakkıdır. Ancak dil sadece halkın ihtiyaçları için değil aynı zamanda muhalifleriniz tarafından size karşı kullanılan politik bir silah haline de gelebilir. Biz bu nedenle diyoruz ki bizim dilimiz hiçbir partiye veya organizasyona ait değildir, bu dili konuşmak, öğrenmek ve öğretmek isteyen herkesin dilidir. O nedenle insanları aşağılamak, kimi tartışmalarda silah olarak kullanmak için değil insanların en doğal hakkı olduğu için dilimizi savunuyoruz. Hangi dili kullanacağınız sizin seçiminize bağlıdır ve demokratik olarak bu bir haktır tıpkı dilinizin diğer uluslarca ve yaşadığınız politik çevreler ve ulusça tanınmasının da en önemli gereklilik olduğu gibi. İrlandalıların dili şu anda örneğin Avrupa Birliğinde resmi olarak tanınmış bir dildir.
Dilimiz üzerinde bizim tarihimizde de çok ağır baskılar oldu. Farklı dili bir tehdit olarak görmek aslında kendi gücüne güvensizlikten kaynaklanıyordu büyük ihtimalle. Çünkü baskı arttıkça halkın İngilizceyi kullanmaya yönelik talebi artmıyor. Bu başka topluluklar için de geçerli. Her dilin, farklı halkların kendi dillerini, kültürlerini gönüllülük çerçevesinde geliştirmeye çalışmalarının hiçbir sakıncası yoktur ve modern bir devlet olmanın gereği de budur.
Barış olasılığı tüm negatif gerekçeleri ortadan kaldırır
*Son olarak Türkiye’de yaşanan Kürt sorununun çözümüne ilişkin önerileriniz nedir?
İrlanda ve Türkiye’yi birebir eşleştiremeyiz tabiî ki ama temel olan şeyler var ki eğer barış sürecinin başarılı olmasını istiyorsanız insanların, halkların taleplerini kabul etmelisiniz. Taraflarla hiçbir ön koşul, değişmez kanı olmadan diyaloga girmelisiniz. Barış talebine yönelik ortak bir bütünlük olmalı. Bunları uygulamamak için birçok neden olduğunun bilincindeyim. Ben de Tony Blair ile konuşmamak için yüzlerce neden sayabilirdim ama bir iyi neden onunla konuşmam için yeterliydi ki bu neden de barış olasılığıdır. Burada da hem Türk hem de Kürt tarafı barışı inşa etmek için sorumluluk almalıdır. İki tarafın birbirini yenemeyeceği yıllardır anlaşılmış, aşikar bir gerçek. Eğer birbirini yenemiyorsan, kısır şiddet döngüsünü kırmak gerekmektedir. Bunun alternatifi de masaya oturmak ve var olan problemleri diyalog yöntemi ile çözmeye çalışmaktır. Son olarak söylemek isterim ki çözüm uluslar arası katkıları da içermelidir ama tabii ki vatandaşların da desteğini almalıdır. Toplum sürece ilişkin ikna olmalıdır. Bu durumda kimi zaman tarafların yapamayacağı şeyleri olur kılabilir. Toplumun öne çıkardığı güçlü insanlar kimi zaman büyük organizasyonlar, örgütlenmeler gibi toplumu yönlendirebilir ve süreci hızlandırabilir.
Ermenilerden İncirlik için tazminat davası
Hürriyet – 17.12.2010
ABD’de yaşayan 3 Ermeni, bugün ABD’nin de kullandığı İncirlik Üssü’nün bir zamanlar atalarına ait olduğunu iddia edip, arazilere 1915’teki “soykırım”da el konulduğu gerekçesiyle Türkiye Cumhuriyeti ile Merkez Bankası ve Ziraat Bankası aleyhine dava açtı. Ermeniler California’da açtıkları davada, 63.9 milyon dolar tazminat istedi. Temmuz’da yine California’da bu sefer avukat Mark Geragos tarafından açılan ve “Davoyan Davası” olarak bilinen tazminat talebine benzeyen davada şikâyetçilerin isimleri; Anais Haroutunian, Rita Mahdessian ve Alex Bakalian. Davanın avukatı ise ABD’de Ermeni davalarının en ünlü ismi, aynı zamanda şikâyetçilerden Mahdessian’ın kocası olan Vartkes Yeghiayan. Üç Ermeni, 44 sayfalık uzun dava dilekçesinde 1915 Olayları’na geniş bir şekilde değindikten sonra, Adana’da, İncirlik’in dahil olduğu 50 hektar alanı soykırım olaylarına kaybettiklerini iddia ediyorlar. Ve ABD Savunma Bakanlığı verilerine dayanarak bu araziler için tazminat istiyorlar. Arazilerin tapularına sahip olduklarını belirten 3 Ermeni, Türkiye’nin bu arazileri ABD’ye kiralayarak menfaat elde ettiğini iddia ediyor. Yeghiayan, şimdiye kadar Ermeni Soykırımı iddialarını eksen alan 10’a yakın dava açtı. Bunlardan birinde iki sigorta şirketini Ermenilere tazminat ödemeye razı etmişti.
Mavi Marmara anıtlaştı
Star – 19.12.2010
İsrail’in Gazze’ye yardım götüren Mavi Marmara gemisine düzenlediği kanlı saldırıda hayatını kaybeden 9 Türk için, İspanyol aktivistlerin girişimiyle Madrid’de anıt dikildi
Gazze’ye insani yardım götürdüğü sırada uluslararası sularda İsrail askerlerinin kanlı saldırısına uğrayan Mavi Marmara gemisinde hayatını kaybeden 9 Türk için İspanya’nın başkenti Madrid’de bir anıt dikildi. Mavi Marmara yolcuları arasında bulunan 3 İspanyol aktivistin başını çektiği proje, İspanya’daki sivil toplum örgütlerinin de destek vermesiyle hayata geçirildi. Madrid’in Leganes ilçesindeki Filistin parkına konulan anıtın dün gerçekleşen açılış törenine Türkiye’nin Madrid Büyükelçisi Ender Arat, Filistin’in Madrid Büyükelçisi Musa Odeh, Leganes Belediye Başkanı Rafael Gomez Montoya, Madrid’de bulunan İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani yardım Vakfı Başkan Yardımcısı Ahmet Emin Dağ ile İspanyol sivil toplum örgütü yetkilileri katıldı.
ANIT TRAJEDİYİ ANLATIYOR
Heykeltraş Roxanne Robinson ve Arevalo Beteta tarafından hazırlanan anıt, Filistin’i tasvir eden yıkık dökük duvarların önünde masum bir çocuğun, insani yardım malzemelerinin yüklü olduğu “Mavi Marmara” gemisini sulara bırakmasını temsil ediyor. Törende konuşan Emin Dağ, İspanya ve yardım faaliyetlerinde görev alan İspanyol aktivistlere teşekkür ederek, Filistin’e uygulanan ambargonun sadece Türkiye’nin değil, uluslararası toplumun sorunu olduğunu kaydetti.
Filistin’in haklarını savundular
Madrid’in Leganes ilçesindeki Filistin parkına yerleştirilen anıta, Gazze’ye Özgürlük filosunun, Filisitin halkının haklarını savunmak için bölgeye gittiğine işaret edilen bir kitabe de eklendi. Bu arada Gazze’ye yardım organizasyonda faal görev alan İspanyol aktivistlerin 2011’in bahar aylarında İspanya’dan Gazze’ye insani yardım yüklü 2 gemi göndermeyi planladığı da açıklandı.
İran’da camiye saldırı: 10 ölü
DİHA – 15.12.2010
İran’ın Çabahar kentinde Kerbela şehitlerinin yas törenlerine katılan halka yönelik gerçekleştirilen saldırılarda ilk belirlemelere göre 10 kişi hayatını kaybetti, onlarca kişi yaralandı.
İran Devlet televizyonunun geçtiği habere göre, ülkenin güney doğusunda bulunan Sistan-Belucistan eyaletinin Çabahar kentinde buluna İmam Hüseyin Camisi’ne bu sabah saldırı düzenlendiğini bildirildi. Kerbela şehitleri için düzenlenen yas törenlerine katılanları hedef alan saldırıda 10 kişinin öldüğü, onlarca kişinin yaralandığı belirtildi.
Saldırıyı planlayan ve gerçekleştirenlerin üç kişi olduğu, bunlardan birinin sağ, birinin yaralı olarak polis tarafından ele geçirildiği belirtilirken, üçüncü saldırganın kabalığın arasına karışarak üzerine yerleştirdiği patlayıcıları infilak ettiği kaydedildi. Olay ilgili güvenlik birimlerinin başlattığı çalışmaların sürdüğü ifade edildi.
Saldırının ardından henüz olayı üslenen olmazken, bölgede zaman zaman benzer eylemler düzenleyen Cundullah örgütünden şüphe ediliyor.
Bundan öncede Zahedan’daki Merkez Camii’ne 15 Temmuz 2010’da düzenlenen iki ayrı intihar saldırısında 28 kişi hayatını kaybetmiş, 306 kişi yaralanmış, saldırıyı Cundullah örgütünün üslendiği belirtilmişti.
BM Güvenlik konseyi, Kuzey Kore için toplanacak
Star – 19 .12.2010
Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi, Kore yarımadasındaki gergin durumu görüşmek üzere, bugün New York’taki BM Genel Merkezi’nde toplanacak.
BM’deki Amerikan misyonunun sözcüsü, Güvenlik Konseyi’nin bugün 11.00’de (TSİ 18.00) Kuzey Kore konusunda danışmalarda bulunmak üzere toplanacağını bildirdi.
Konseyin daimi üyesi Rusya, dün gün içinde Kore yarımadasındaki gerginliğin görüşülmesi için acil toplantı yapılmasını istemişti.
Kuzey Kore ile Güney Kore arasındaki gerginlik, Pyongyang’ın üzerinde hak iddia ettiği Güney Kore’nin Yeonpyeong Adası’na 23 Kasımda bombardımanı sonucu ikisi asker dört kişinin ölmesinden sonra giderek artmıştı. Güney Kore, gelecek haftalarda, Yeonpyeong Adası’nda gerçek mühimmatla topçu tatbikatı düzenleyecek. Kuzey Kore, Seul’un bu manevradan vazgeçmemesi halinde “felaket” olacağı tehdidinde bulundu.
Füze savunma denemesi başarısız oldu
Star – 16.12.2010
ABD’nin Pasifik Okyanusu’nda, uzun menzilli balistik füzelere karşı yapılan füze savunma denemesinin başarısız olduğu bildirildi.
ABD Savunma Bakanlığına bağlı Füze Savunma Dairesi sözcüsü Richard Lehner, Pasfik Okyanusu üzerindeki denemenin başarısızlığa uğradığını açıklayarak, yetkililerin, bunun nedenini araştıracağını söyledi.
Nükleer Caydırıcılık Efsanesi Yıkılıyor
Bianet – 17.12.2010 / Kanya Dalmeida
Dünyadaki nükleer silahların yüzde 95’i ABD ve Rusya’nın elinde. Yıllar boyunca ABD bu silahları caydırıcılık teorisine yaslanarak meşrulaştırdı. Şimdi nükleer silahsızlanmanın önünü açacak şekilde bu efsane yıkılmaya başlıyor.
1980’lerin sonlarına doğru Soğuk Savaş’ın kabusları hafiflerken ABD başkanı Ronald Reagan ve Rusya devlet başkanı Mikhail Gorbaçov İzlanda’nın başkenti Reykavik’te buluşarak “nükleer silahların tamamen ortadan kaldırılmasını” konuştu.
Aradan 20 yıldan uzun bir zaman geçmişken küresel siyaset liderleri hala devasa nükleer cephanelikler oluşturmayı sürdürüyor.
Silahsızlanma, Barış ve Güvenlik konuları üzerine Birleşmiş Milletler STK Komitesi’nden verilen 2010 istatistiklerine göre şu an dokuz devlet nükleer silaha ya da nükleer silah geliştirip dağıtacak yeteneğe sahip. Bu ülkeler içinde yer alan ABD ve Rusya’nın cephanelikleri toplam silahların yüzde 95’ine karşılık geliyor.
Yıllar boyunca, özellikle de ABD dış politikasının söylemi açısından tartışma nükleer tehdidin kendisinin bir devletin düşmanlarını püskürteceğini söyleyen Caydırıcılık Teorisi etrafında döndü.
Silahsızlanma üzerine STK Komitesi’nin bu hafta düzenlediği bir panelde konuşan uzmanlar John Burroughs ve Ward Wilson, bu teorinin zayıflığını vurgulayarak silahsızlanma üzerine diyalogu daha yapıcı alanlara yönelmeyi önerdi.
Silahsızlanma Çalışmaları Merkezi’nde (CNS) de araştırmacı olan Wilson uluslar arası toplumun “bir paradigma değişikliğine, silahsızlanmaya yaklaşımda Kopernik’in dünyayı anlamamıza sağlayan devrimine eşdeğer radikal bir değişime gitmesi gerektiğini” söyledi.
Ona göre, uzun yıllar boyunca ülkeler, özellikle de ABD caydırıcılık teorisini “tehlikeli muhtemelen ahlaksız ancak kesinlikle gerekli” olarak değerlendirdi.
Fakat Wilson’un araştırmalarına göre tarihin sayfaları nükleer silah tehdidinin ya da kullanımının savaşları önlemediğini, teslimiyet yaratmadığını ya da zaferi garantilemediğini gösteren örneklerle dolu.
Nükleer silahların verimine ilişkin belki de en sık kullanılan örnek Japonya’nın Hiroşima’ya atılan atom bombasının ardından teslim olması. Wilson’a göre, yıllar boyunca ABD bu trajediyi bir başarı hikayesi olarak anlatarak daha sonra nükleer silah geliştirmeye bir dayanak olarak kullandı.
Wilson’sa Hiroşima’nın sona yaklaşırken aylarca acımasızca bombalanan 68 Japon şehrinden yalnızca biri olduğu gibi, asla ana akıma çıkamamış ve kenarda kalmış bilgilere dikkat çekerek bu fikri sarstı.
Hiroşima’nın bombalanmasıyla yaşanan ölümler sayısal olarak o dönemde ülkede yaşanan vahşet sıralamasında ancak dokuzuncu ya da onuncu sırada yer alırken, neden Japonlar atom bombasının kullanılmasının ardından teslim olmayı seçti?
Wilson’a göre sorunun cevabı efsane yazımından ibaret. Pek çok tarihçi, hukuk uzmanı ve akademisyen şimdi Japonya’nın gerçekte Sovyet işgalinin ardından ve Negazaki’ye atom bombası atılmasından önce teslim olduğunu kabul ediyor.
Bu efsanenin yıkılmasının, başta uluslar arası insani hukukun ihlali olmak üzere sayısız hukuki sonucu olabilir.
Nükleer Politika Üzerine Hukukçular Komitesi’nin (LCNP) başkanı olan John Burroughs yakın geçmişte ortak imzayla “ABD’nin Nükleer Silahlara Bağlılığını Sonlandırmak ve Nükleer Silahların Küresel Ölçekte Ortadan Kaldırılması: Akılcı Politika ve Hukuki Zorunluluk” başlıklı bir bildiri yayınlayarak caydırıcılık ya da başka nedenle nükleer silahlara sahip olmanın hukuk dışılığını detaylı biçimde ortaya koydu.
Yazarlar “Bu ortamda sayıları binleri bulan ABD nükleer cephaneliği ABD’nin güvenliğine hizmet etmiyor. Nükleer silahların kendisi ABD’nin karşılaştığı en ciddi güvenlik tehdidi haline geldi” diye yazdı.
Makale savaş hukukunu ve silahlı çatışmayı Lahey ve Cenevre Anlaşmaları’nın yanı sıra Uluslar arası Ceza Mahkemesi’nin Roma Statüsü ve Uluslar arası Adalet Divanı’nın 1996 tavsiye kararı etrafında kavramlaştırıyordu.
Burroughs’a göre, “uluslar arası hukukta nükleer silah kullanımının yasadışı kabul edilmesi, ABD’nin bu silahları kullanma tehdidinde bulunmasını da hukuk dışı hale getiriyor ve caydırıcılık politikasının da hukuk dışı olduğunu gösteriyor. Bir ülke eğer kullanmayacaksa neden nükleer silahlara sahip olmak ister ki?”
Burroughs IPS’e “Tümden yok oluş tehdidine yaslanan üzücü bir durumla karşı karşıyayız. Bu içinde yaşamak isteyeceğimiz bir dünya değil” dedi. Öte yandan ABD, uluslararası tepkileri İran, Kuzey Kore ve Suriye gibi ülkelere yönelterek aynı zamanda nükleer cephaneliğini de geliştirmeye devam ediyor.
Burroughs IPS’e “BM Güvenlik Konseyi’nin kalıcı üyelerinin nükleer silah sahibi olduğu göz önüne alınırsa şu an devletlerin nükleer silahları caydırıcılık aracı olarak kullanmasının önüne geçmek için mahkemenin 1996’daki tavsiye kararının ötesinde bir uluslar arası dayanak bulunmuyor” dedi.
“Fakat şimdi Meksika Roma Statüsü’nün değiştirilerek nükleer silahların kullanılmasını ya da tehdit unsuru olarak gösterilmesini suç haline getirecek bir değişiklik öneriyor” diye ekledi.
“Üye devletlerin yakın gelecekte bu değişikliğe onay vermesi mümkün. Nükleer silahları da Roma Statüsü’nde yasaklanan silahlar arasında sokmak nükleer silahların kullanılmaması ilkesini güçlendirecektir.”
Lübnanlılar neden Wikileaks’ten duacı?
Habertürk – 13.12.2010 / Ceyda Karan
Ortadoğu’nun ‘günah keçisi’ haline getirilmiş Lübnan’ın ahalisi şu sıralar ‘Allah Wikileaks’ten razı olsun’ dese yeridir. Zira Wikileaks’ten ‘sızan’ yeni bilgiler, ülkede kaçınılmaz görünen krizi hiç olmazsa bir süreliğine öteleyecek gibi. Peki kriz neydi? Wikileaks ‘sızıntılarının’ bu krizi ve tüm bölgeye yayılması riskini teskine katkısı ne oldu?
Hikaye elbette Başbakan Refik Hariri’nin 2005’te Beyrut’da öldürüldüğü suikastı soruşturan BM Özel Mahkemesi’nin kısa süre öncesine kadar açıklanacağı düşünülen iddianamesiyle alakalı. Bu mahkeme 2006’dan beri Suriye ve Hizbullah’ın üzerinde ‘Demokles’in Kılıcı’ misali sallandırılıp duruldu. Olup bitenleri anlamak için önce beş yıllık süreçte yaşananları anımsatalım…
‘OLAĞAN ŞÜPHELİ’ SURİYE
George W. Bush dönemi boyunca ‘Suriye yönetiminin üzerinde hak iddia ettiği Lübnan’ı ele geçirmek için Hariri’yi öldürttüğü’ tezi işlendi. 2005 Ağustos’unda Şam yanlısı dört Lübnanlı general davayla ilgili tutuklandı. Hariri suikastının gazıyla Lübnan’da ‘Sedir Devrimi’ gerçekleştirildi, Suriye’nin ülkedeki etkisi ‘sıfırlandı’. Gel gör ki İsrail’in 2006 yazında Lübnan’ı işgale kalkışması gidişatı değiştirdi. İsrail’i hezimete uğratan Hizbullah, Lübnan’ın tek savunucusu olarak sivrildi. Bu süreçte Refik Hariri’nin yerine geçen Başbakan Fuad Sinyora’nın kanatları altında kalan ve daha sonra yerine geçen Gelecek Hareketi’nin Suudi Arabistan ve ABD destekli lideri oğlu Saad Hariri’nin de bir biçimde müdahil olduğu, Hizbullah’a karşısına Fetih el İslam türünde aşırı dinci Sünni grupların çıkartılması operasyonları yapıldıysa da işe yaramadı. Yine de istikrarsızlığın sürmesine kafi geldi. Nüfusun çoğunluğunu Şiilerin oluşturduğu ülkede Hizbullah’ın da dahil olduğu bir birlik hükümeti kurulabilmesi için iki yıl geçmesini beklemek gerekti. Hükümet kurulmazdan hemen önce Mayıs 2008’de Hariri yanlıları ile Hizbullah destekçileri arasındaki çatışmalarda en az 80 kişinin can vermiş olması da cabası!
TÜRKİYE’NİN BİRLİK SÜRECİNE KATKISI
Türkiye’nin bu denli güçlü aktörlerin bulunduğu Lübnan’da birlik hükümeti sürecine sessiz ama derinden katkıları herkesin malumu. Türkiye Lübnan’daki tüm tarafların yanı sıra Suudi Arabistan ve Suriye ile yakın temas halinde birlik hükümetinin kurulmasında önemli bir rol oynadı. Nihayetinde Bush yönetiminden kurtulup Barack Obama’nın işbaşına gelmesi sayesinde sonraki iki yıllık süreçte Lübnan da dünyanın geri kalanı gibi bir ‘nebze nefes aldı’. Gel gör ki 2006’da alınan kararla Hariri suikastını aydınlatmak gerekçesiyle kurulmuş BM Özel Mahkemesi’nin Lübnan üzerindeki gölgesi hiç eksik olmadı. Mahkemenin kurulmasına bizzat Saad Hariri önayak olmuştu. Bölgedeki denklem, 2009’un başındaki kanlı Gazze’ye ’Dökme Kurşun’ operasyonu yüzünden Türkiye ile de karşı karşıya gelen İsrail’in aleyhine dönerken, Saad Hariri başbakan olduğu bir yıllık süreçte Hizbullah’la geçinmesini de, Şam’la ilişkilerini bir nebze rayına oturtması da bildi. Fakat şimdi tam da mahkemenin iddianamesini hazırlaması öncesinde hayli zora düşmüş görünüyor.
HİZBULLAH’I SUÇLAMAK
Gelelim Wikileaks sızıntılarına… BM Özel Mahkemesi’nin beklenen iddianamesinde hedef tahtasına Hizbullah’ı oturtması bekleniyor. Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ‘Bir tek mensubumuzun kılına dokunulamaz’ resti çekti. Lübnan kabinesi 10 Kasım’dan bu yana toplanamadı. Nasrallah geçen ağustosta, suikastın arkasında İsrail’in bulunduğuna dair bazı belgeleri açıklayıp bunları BM’ye de sunmuştu. Ama kimse dikkate almadı. Birlik hükümeti çökerse, bütün bölgeyi etkileyebilecek bir iç savaşın fitilinin ateşleneceğinden korkanlar çok. Başbakan Tayip Erdoğan’ı geçenlerde Lübnan’a sürükleyen kaygıların sebeb-i hikmeti de buydu.
ABD LÜBNAN İÇ POLİTİKASINI NASIL ETKİLEDİ?
İşte bu süreçte Lübnan’ın Daily Star ve El Akbar gazetelerinin yayınladığı Wikileaks sızıntıları devreye giriyor. Lübnan’la ilgili 4 bin gizli belge var. Kaynaklar Amerika’nın Beyrut büyükelçiliğinden çıkan yazışmalar. Bunların bir kısmı ABD’nin ve İsrail’in BM Özel Mahkemesi dolayımıyla Lübnan’ın iç politikasına nasıl sızdığını ortaya serdi.
Buna göre mahkemenin 2006’da CIA ile bağlantıları ortaya çıktığı için görevinden ayrılmak zorunda kalan Alman savcısı Detlev Mehlis’in yerine geçen bir öncesi savcı Serge Bremmertz, suikast soruşturmasının çarpıtıldığı ve siyasileştirildiği tespiti yapmış. Suriye’nin suikastta doğrudan rol oynayamayacağını söylemiş. Yetmemiş, davayla ilgili 2005’te tutuklanan dört Lübnanlı generalin de yasadışı biçimde hapiste tutulduğunu söylemiş. Cemil el Sayid, Mustafa Hamdan, Ali Hac ve Raymond Azar, 2009’da bırakılmıştı. Yazışmalara göre dört yıllık esarette generallerin intikam alabilecekleri korkusu rol oynamış. Yazışmalar ABD’nin elinde suikastın yerine dair uydu görüntüleri bulunduğu ve FBI’ın DNA örnekleri topladığına da işaret ediyor.
Özel Mahkeme’nin bugünkü savcısı Daniel Bellemare de Bremmertz’i teyit ediyor. Yetmiyor, ABD büyükelçiliğinin kendileriyle kedi-fare oyunu oynadığını ortaya seriyor. ABD’lilerin kendilerine 40 bin sayfa Arapça belge verdiğini anlatıp, “Onları tercüme ettikten sonra hiç ilginç bir şey bulamadık. Buna şaşırdılar ve bize 40 bin sayfa daha verdiler” diyor. Daily Star’ın aktardığı bir başka yazışmada Hariri suikastına Hizbullah’a ajan sokulan Abdül Mecid Gamluş’un karıştığı iddiası yer alıyor.
Sızıntılarda neler yok ki! ABD ve İsrail’in Hizbullah’a yönelik dinleme faaliyetleri, Dürzi lider Velid Cambolat’ı direnişe karşı sahaya sürmek (kendisi şimdi Hizbullah ve Hıristiyan ortaklarının cephesine yakın duruyor), Salafileri Narh el Bared ve Ayn el Helve Filistin mülteci kamplarına yerleştirmek, Sünni, Şii ve Hıristiyanlar arasındaki dinsel ve mezhep gerilimini artırmak, bazı medya organları, onların yatırımcıları ve bazı sosyal hizmet organizasyonlarını ‘terörist’ diye etiketlemek, USAID projelerini Lübnan’ın bölünmüşlüğünü pekiştirecek temelli projelerle devreye sokmak ve İsrail saldırganlığına karşı zayıf bir Lübnan’ın devamlılığını sağlamak…
İHTİLAF TOHUMLARI…
Yani ‘Sedir Devrimi’yle Suriye’nin gölgesinden çıkıveren Lübnan, ABD’nin Beyrut Büyükelçiliği’nin, bir anlamda İsrail’in gölgesine girivermiş oluyor. Yani içişlerine karışmama ilkesi filan hava cıva… Lübnan sevdalıları için söylüyorum, böylesi bir durum Lübnan ahalisine huzur ve istikrar getirse hadi neyse. Görünen o ki daha ziyade Lübnan üzerinden bölgeye ‘ihtilaf tohumları’ ekilmekte.
İhtilaf tohumları dedik ya. Bir başka sızıntı da Suudilerin bu işteki parmağına dair. Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Suud el Faysal, 2008’de birlik hükümeti kurulmazdan önce ABD’nin Irak özel danışmanı Davit Satterfield’e Hizbullah’ı ezmek üzere Lübnan’a ABD ve NATO’nun hava ve deniz güçleri destekli bir Arap Gücü yerleştirilmesi gibi önerilerde dahi bulunmuş. ABD ise bu planın işleyebilirliğine ikna olmamış. Washington’ın muhtemelen 1983’te Lübnan’dan çekilmesine sebebiyet veren 233 Amerikan denizcisinin öldüğü saldırının hayaleti aklına düşmüş olsa gerek.
İDDİANAME DE YARGILAMA DA KISA SÜREDE ZOR
Wikileaks sızıntılarının krizi nasıl teskin ettiğine gelince… Anlaşılan bazı güçler bu sızıntılardan ürktü. Öncelikle iddianameyi kısa sürede beklemeyin. Mahkemenin yeni mukayyiti Herman von Hebel geçen hafta yargılamaların ‘en iyi senaryoyla’ Eylül ya da Ekim 2011’de başlayabileceğini söyledi. Buna göre ön duruşmalarda iddianamenin onaylaması yahut reddetmesi 6-10 haftayı bulacak. Onaylanırsa, olası yargılama 4-6 ay sonrasında başlayabilecek. Von Hebel’in iddianamenin siyasi hareketleri değil kişileri itham edeceğini söylemesi de dikkat çekici.
Son olarak de iddianame yüzünden Lübnan’da bütün bölgeyi etkileyebilecek bir krizin patlamaması için Suriye ile Suudi Arabistan arasında uzlaşma çabalarının yoğunlaştığını aktarayım. İddiaya göre pazarlık iddianamede bazı Hizbullah üyeleri suçlansa dahi hareketin şiddete başvurmaması karşılığında, Hariri’nin de olayın üzerine gitmemesini içeren bir yol haritasında düğümleniyor. Kıssadan hisse.. Wikileaks şimdilik en çok da Lübnan’a yaradı…
Filistin, bağımsız devlet olarak tanınma istedi
AA – 16.12.2010
Filistinli müzakereci, El Fetih Merkez Komitesi üyesi Nebil Şaat, Batı Şeria’da İsrail’in yerleşim inşaatlarının devam etmesi karşısında, Avrupa ülkelerinden, 1967 sınırlarına dayalı bağımsız Filistin devletini tanımaları çağrısında bulundu.
Şaat, AB barış süreci temsilcisi Marc Otte ile Fransa, İngiltere, İsveç ve Danimarkalı büyükelçi ve diğer diplomatlarla, Ramallah’ta, El Fetih’in Dış İlişkiler Bürosunda bir toplantı yaptı. Toplantıda Şaat, AB ve diğer ülke temsilcilerine, ABD’nin Ortadoğu Özel Temsilcisi George Mitchell’in son bölge ziyareti ve Arap Birliği İzleme Komitesi’nin toplantısı hakkında bilgi verdi, barış sürecinin bugün içinde bulunduğu çıkmazı anlatıp, bundan sonra atacakları adımlara destek istedi.
Nebil Şaat, ABD’nin, Batı Şeria’daki yerleşim inşaatlarını durdurması için İsrail’e baskı yapmayı bırakmasının ardından, 4 Haziran 1967 tarihindeki sınırlara dayalı bağımsız Filistin devletini tanımalarını talep etti.
Öte yandan, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın da, İsrail’in yerleşimlerinin kınanması amacıyla bir karar çıkartılması için BM Güvenlik Konseyi’nin toplantıya çağrılması yönünde, BM’deki Filistin gözlemcisine talimat verdiği belirtildi.
İsrail ile barış görüşmeleri, eylül ayından bu yana çıkmaza girmiş ve Filistinliler’i alternatif çözüm arayışına sevketmişti.
Filistin’i tanıyacak
Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales İsrail’i “Ortadoğu’da soykırımla” suçladı
Habertürk – 19.12.2010
BOLİVYA Devlet Başkanı Evo Morales, gelecek hafta Filistin’i bağımsız bir devlet olarak tanıyacaklarını açıkladı. Morales, ülkesinin de Brezilya ve Arjantin’i takip ederek, gelecek hafta bağımsız bir devlet olarak Filistin’i tanıyacağını belirtti ve Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’a bu konuyu bildirdiği bir mektup gönderdiğini söyledi. Açıklamasında, İsrail’i “Ortadoğu’da soykırımla’’ suçlayan Morales, Gazze’ye yönelik operasyonu protesto etmek için İsrail ile diplomatik ilişkilerini Ocak 2009’da kesmişti.
Fransa Lübnan’a TANK SAVAR FÜZE satıyor, İsrail RAHATSIZ
Radikal – 19.12.2010
İsrail, Fransa’nın Lübnan’a tank savar füzesi temin edecek olmasından duyduğu endişeyi dile getirdi.
Adının açıklanmasını istemeyen İsrailli üst düzey yetkili, bu silahların Hizbullah’ın eline geçme riski bulunduğunu belirtti. Aynı yetkili, “Hizbullah’ın Lübnan hükümeti içinde giderek daha çok güçlendiğini ve bu silahların Hizbullah’ın eline geçebileceği konusundaki endişelerimizi ifade ettik” dedi.
Lübnan hükümetinden bir yetkili, Fransa’nın 100 adet tank savar füzesi hibe edeceğini açıklamıştı.
ABD Afganistan’dan çekilmeye hazırlanıyor
CnnTürk – 17.12.2010
ABD, 2011 Temmuz ayından sonra Afganistan’dan askerlerini çekmeye başlayacak. Amerikan Başkanı Barack Obama, Afganistan’da Taliban ve El Kaide ile mücadelede önemli ilerlemeler sağlandığını söyledi. Taliban ise, Obama’nın Afganistan stratejisini başarısız buluyor.
Obama, Beyaz Saray’da Afganistan stratejisiyle ilgili yapılan toplantının ardından konuştu.
ABD Başkanı, “Hedeflerimizi başarmak için doğru yoldayız, ancak birçok yerdeki kazanımlarımız hala kırılgan ve tersine çevrilebilir” dedi.
Obama, amaçlarının Afganistan’a yönelik her tehdidi yenilgiye uğratmak ya da ulus inşası olmadığını, bunları Afganlıların kendisinin yapacağını belirtti.
Savunma Bakanı Robert Gates ise, Amerikan askerlerinin, Afganistan’dan çekilmesinin ne kadar hızlı olacağının bölgedeki koşullara bağlı olduğunu vurguladı.
Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da, askerler çekilse de Amerika’nın Afgan halkını terketmeyeceğni söyledi.
Taliban: “ABD başarısız”
Taliban ise, ABD Başkanı Barack Obama’nın Afganistan stratejinin başarısız olduğunu iddia etti.
Taliban sözcüsü Zebilullah Mücahid, e-postayla gönderdiği açıklamada, ABD’nin Afganistan stratejisinin hem askeri hem de sivil yönetimi alanlarında başarısız olduğunu öne sürdü.
Mücahid, son 9 yıldır süren savaşın, asker sayısı artırmanın etkili olmadığını kanıtladığını belirtti.
Taliban sözcüsü, “Bu sadece askeri olarak değil, sivil ve yönetim işleri bakımından da başarısız bir strateji” diyerek, Afganistan’da kamu hizmetlerinde başarısız olunduğunu, yolsuzluk, emniyetsizlik ve sivil kayıplarının başarısız Amerikan stratejisinin sonucu olduğunu ifade etti.
Mücahid, ABD Başkanı Obama’nın savaş stratejisiyle ilgili değerlendirmesinde ilerlemeden söz ettiğini, ancak herkesin, gerçeğin Obama’nın söylediklerinin tam aksi olduğunu bildiğini kaydetti.
Sözcü, ABD’nin değerlendirmesinin “asılsız umut” ortamı yaratmak için yapılmış bir propaganda olduğunu savundu.
Taliban sözcüsü, Obama’nın Afganistan’dan gelecek yıl asker çekmeye başlama amacının başarının değil, Afganistan’daki Amerikan güçlerinin, Amerikan askerlerinin verdiği büyük kaybın ve savaşın yüksek maliyetinin sonucu olduğunu da belirtti.
Mücahid, Taliban’ın koalisyon güçleriyle savaşmayı sürdüreceğini de kaydetti.
Merkel: Afganistan’dan asker çekeceğiz
AA – 19.12.2010
Afganistan’a sürpriz bir ziyaret yaparak Kunduz çevresinde görevli Alman askerlerini teftiş eden Almanya Başbakanı Angela Merkel, şartlar uygun olduğu takdirde 2011 ya da 2012 yılında Alman askerlerini bu ülkeden çekmeye başlayacaklarını söyledi.
Afganistan’a sürpriz bir ziyaret yaparak Kunduz çevresinde görevli Alman askerlerini teftiş eden Almanya Başbakanı Angela Merkel, şartlar uygun olduğu takdirde 2011 ya da 2012 yılında Alman askerlerini bu ülkeden çekmeye başlayacaklarını söyledi.
Alman “Bild am Sonntag” gazetesi, Merkel’in ziyareti sırasında, “Şartlar uygun olursa 2011 ya da 2012 yılında asker çekmeye başlayacağız” dediğini yazdı.
Gazetenin haberine göre Merkel ayrıca, Alman askerlerinin Afganistan’da girişmek zorunda kaldıkları çatışmaları savaş olarak nitelendirmenin mümkün olduğunu belirterek, “Burada sadece savaş benzeri bir ortamda yaşanmakla kalınmıyor, askerlerimiz aynı zamanda sadece savaşlarda görülebilecek çatışmalara giriyor. Bu bizim için yeni bir tecrübe. Bu tür şeyleri bugüne kadar sadece 2. Dünya Savaşı’na katılan ailelerimizden duyduk” diye konuştu.
Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle de gazeteye verdiği demecinde, 2011 yılı sonunda ilk kez Afganistan’daki Alman askerlerinin sayısını düşüreceklerini tekrarlayarak, 2014 yılında ülkedeki güvenlik sorumluluğunun tümüyle yetkili Afgan makamlarına devredilmesinin öngörüldüğünü söyledi.
Gazetenin 2 muhabirinin yaklaşık 2,5 aydan beri İran’da tutuklu bulunduğunun hatırlatılması üzerine de Westerwelle, Alman gazetecilerin serbest bırakılması için her türlü çabayı harcadıklarını belirtti. Westerwelle, İran hükümetine seslenerek, gazetecileri İslam dünyasında da saygı duyulduğunu ifade ettiği Noel tatili döneminde serbest bırakması çağrısında bulundu.
Irak 5 senede 257 kişiyi idam etti
Milliyet – 16.12.2010
Irak’ın, 2005 yılından bu yana, 6’sı kadın 257 idam mahkumunun cezasını infaz ettiği bildirildi.
Irak Adalet Bakan Yardımcısı Buşu İbrahim, infazların, 2005 yılının ağustos ayında başladığını, idam hükümleri onaylanan 37 mahkumun daha cezalarının infaz edilebileceğini belirtti.
İbrahim, Irak’ın, 2003 yılındaki işgalin ardından ABD’nin koyduğu idam cezasıyla ilgili moratoryumu kaldırmasından bu yana 251 erkek ile 6 kadının idam edildiğini kaydetti.
Bakan yardımcısı, bu yıl içinde 17 kişinin idam edildiğini, geçen yıl idam edilen mahkum sayısınınsa 4’ü kadın 124 kişi olduğunu açıkladı.
İdam cezası, cinayet, terörizm, insan kaçırma, uyuşturucu kaçakçılığı ve insanlığa karşı suçlarda uygulanıyor.
Buşu İbrahim, ayrıca Irak’ta, 2015’e kadar sürmesi beklenen geniş çaplı bir cezaevi modernizasyonu programının başlatıldığını söyledi.
Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu Bülteni, 20 Aralık 2010
İletişim: www.kureselbak.org, kureselbak@gmail.com; 00905362196341