Temasını ‘İngiliz Edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin 04.03.2020 Çarşamba günkü dokuzuncu oturumunun konusu olan Emily Brontë’nin (1818-1848) Uğultulu Tepeler (1847) kitabı için, Kamer Badur Eğilmez bize yazarın hayatı ve yaşadığı dönem hakkında bilgi verdi. Daha sonra kitabı Atölye katılımcılarının tartışmasına açtı.
Emily Brontë: Bir önceki Atölye’nin yazarı Elizabeth Gaskell gibi o da Recency Dönemi’nin (1795-1837) sonuyla Kraliçe Victoria (1837-1901) Döneminin bir bölümünde yaşar. Özellikle ahlaki yasakların ve baskıların yoğun olduğu dönem İngiltere’nin her zamankinden daha fazla güçlendiği, Britanya’da sanayi devriminin yükselişiyle İmparatorluğun en parlak dönemi olarak kabul edilir.
Emily Brontë 1818 yılında İrlandalı bir papazın kızı olarak Yorkshire’de dünyaya gelir. Haworth adında, dimdik bir tepenin üzerinde, doğup büyüyenlerin dışında hiç kimsenin ziyaret etmek istemeyeceği bir kasabada doğar, yaşar ve ölür. Kasabanın küçük kilisesi ve hemen arkasındaki derme çatma papaz evi, cinayet romanlarına konu olacak niteliktedir. Evin pencerelerinin perdeleri her zaman sımsıkı kapalı olduğu için o evde neler yaşandığını tahmin etmeye imkân yoktur. Haworth kasabasının papazı olan babası çok aksi tutucu bir din adamı, sert bir babadır ama çocuklarının eğitimine önem verir. Ancak çocuklar evden dışarıya pek adım atmazlar.
Onların kadın olmaktan ve ekonomik koşullardan kaynaklı zorlu yaşamlarını anlatan en iyi ifade Charlotte Bronte’ye aittir. “Burada hepimiz gömülüyüz duygusu içindeyim” diyerek yurtlarda geçen, öğretmenlik yapmak için durmadan çalıştıkları, hastalıklarla dolu hayatlarını özetler. Öğrenci olarak Brüksel’e gider. Sonradan Yine Brüksel’de müzik öğretmenliği, daha sonra başka bir özel bir okulda da öğretmenlik yapar. Tüm bu süreç sırasında yaptığı çalışmaların pek azı elimize ulaşır. Yaşadıkları zorlu koşulların olumsuz etkisinden payını alır, 1848 yılında otuzuna bastığı sırada veremden ölür. Geriye tek bir romanı kalmış olmasına karşın bu romanı güçlü bir şekilde kaleme almış olmasından dolayı hem çok okunmuş hem de bugün de adından çok söz ettirmiştir.
Emily Brontë İngiliz Edebiyatı’nın tanınmış en iyi kadın şairi olarak anılır. Kardeşleri Charlotte’un ve Anne’in izlediği yoldan farklı olarak şiirlere olan ilgisini hep sürdürür, yazmaya devam eder, üçünün birlikte yazdıkları şiirlerde önemli bir etkisi olur. Tek romanı olan Uğultulu Tepeler, 1847 yılında, toplumsal baskıdan dolayı takma ad kullanılarak (Ellis Bell) yayınlanır.
İntikam, sınıf, önyargı, tutku ve İrlandalıların çektiği acılara dair tek bir kimlik iması, onu tek bir romanıyla ölümsüz kılar. Kendi sıra dışı ve sırlı yaşamı, romanına yazdığı deliliği; hayatıyla da paylaştığını ve bundan mutlu olmasa bile kendini kurtarmak için çırpınmadığını gösterir. Yazarın şiirlerindeki mistik hava, dini içerikli bir mistisizm, tanrıya yönelik değil doğaya aittir. Doğayla bütünleşme isteği, onu doğa mistisizmine götürür. Doğa tutkusu, romanının adından karakterin ismine kadar kendini gösterir. Uğultulu Tepeler‘in hırçın karakteri Heathcliff, fundalık ve sarp yokuş sözcüklerinin birleşimiyle oluşan bir isme sahiptir ve bunun dışında romanın her yanından doğa taşar.
Romanın karakterleri Charlote Brontë’nin Jane Eyre romanının karakterlerine benzerlik gösterir; şeytani Heathcliff ve nevrotik Catherine Earnshaw, Emily’nin şiirsel diliyle ölümü aşan bir aşk yaşar. Catherine ölüme varan tutkusu ve ölümden sonraki zombilikler, Heathcliff’ ve İrlanda olayına, yoksulluğa ya da ezilmişliğe verdiği cevaplar ve motiflerdir.
Catherine, İngiliz burjuva sınıfından bir kadındır. Kardeş gibi büyüdüğü ama yetişkin olduğunda duyduğu yoğun tutkuyu cinselliğe dökmemek için Edgar Linton’la yaptığı evliliği, Heathcliff tarafından lanetlenir. Catherine’de roman boyunca dadısı Nelly tarafından zapt edilerek Heathcliff’le olan ilişkisi engellenir. Emily romanında, yerel milliyetçilik eleştirisi yapmak yerine; “lanetli İrlandalı”ya tüm mülkleri verir ve Catherine’i delilikle kutsayarak bağışlar. Hem yaşamdaki annesizlikleri hem de romandaki annesizlik, dilsizlik, şiddet, tutku iki kardeşin değindikleri ortak noktalardır.
Edebiyat tarihinde her sınıftan, ırktan, dilden, dinden ve milliyetten kadının başına gelen erkek egemen iktidarın sömürgeleştirme oyunlarına maruz kalmaya karşı, delirerek ve oradan da yazıya ulaşarak başarı kazanmanın ancak Emily gibi birkaç deha kadın yazara nasip olduğu söylenir. Erkeklerin ve kadınların aşk ilişkilerinde insan olarak birbirleriyle kurmaları gereken ilişki modelini örneklendirdiği için Emily Brontë’den övgüyle bahsedilir.
Brontë, Uğultulu Tepeler’i Viktorya çağı gibi karmaşalarla dolu, toplumdaki rolü değişmeye başlayan kadına toplumsal/geleneksel bakış açısının değişmediği bir geçiş döneminde yayınlayabilmiştir. Eser, yarattığı etkiyi, gotik unsurlarla iç içe geçmiş, şiddeti içselleştirmiş ve analizi ilk bakışta zor görünen bir aşk hikayesine, Catherine ve Heathcliff’in sıra dışı/cinsiyetler üstü aşk hikayesine borçlu kabul edilir. Ancak, toplum tarafından kadına yüklenen edilgenliğin, çaresizliğin ve her türlü haktan mahrum olmanın doruk noktasına vardığı böyle bir dönemde, eserin yazarı Emily Brontë’nin bir kadın olarak bu tutku dolu romanı yayınlaması toplumsal cinsiyet dayatmalarına karşı atılmış önemli bir adım, adeta bir başkaldırıdır. Brontë o dönemlerde çok daha yaygın olan herhangi bir erkeğin bir şeyi olma unvanını kullanmak yerine, kitabını bastırabilmek için olumlu bir anlama sahip dini bir erkek ismi olan Ellis’i kullanmayı tercih eder, Currer ve Acton isimlerini kullanan kız kardeşleri Charlotte ve Ann gibi.
Romandaki gibi sosyal yaşamdan izole edilmiş, doğayla iç içe bir mekânda, Yorkshire’ın kasvetli kırsal bir bölgesinde neredeyse kendini toplumdan yalıtarak yaşayan yazar, baş kadın karakteri Catherine’e de benzer bir ortam ve toplum kurallarından habersiz, ve böylece bağımsız, yalnızca hırçın fakat hayat dolu yaradılışının gerektirdiği biçimde yaşama özelliği tanır.
Emily Brontë’nin kaderinde, güzel bir kadın olduğu halde aşkı asla tanıyamayan, ama tutku alanında yüreğini daraltan bir bilgi zenginliğine sahip olmak vardır. Bu bilgi, aşkı yalnızca aydınlığa değil, aynı zamanda şiddete ve ölüme de bağlar. Çünkü ölüm, onun için aşkın gerçeğidir, aşkın da ölümün hakikati olması gibi. Kötülük, tutkuyu sergilemenin en kuvvetli yoluymuş gibi sinmiştir kitaba. Sadizm, bir yıkımı seyretmekten zevk almak önemli bir yer tutar. Sadizm, kötülüğün ta kendisidir.
Catherine toplumsal ilişkilerden yalıtılmış denebilecek bir ortamda büyür, geleneksel ataerkil düzenin evdeki temsilcileri ağabeyi Hindley, hizmetçileri Nelly ve yaşlı bağnaz uşakları Joseph’tır. Heathcliff’le ilişkileri ise hep iyi olmuş ve giderek daha da birbirlerine bağlanmışlardır. En önemli ve onları bütünleştiren ortak noktaları ikisinin de ‘öteki’ oluşudur. Heathcliff ötekidir, çünkü davetsiz ve tekinsiz bir misafir gibi bir gece aniden Earnshaw ailesinin hayatına girer ve o günden beri de evden huzursuzluk ve uğursuzluk eksik olmaz. Dahası, çingene olduğu için kapkara bir teni vardır ve soyu belli değildir. Onun ötekiliği evdeki ilk gecesinden bellidir, çocuklar babalarına ısmarladıkları hediyeleri alamamalarından sorumlu tuttukları Heathcliff’i dışlayarak odalarına sokmazlar. Evde kendisine eziyet etmeyip sözüne kıymet veren tek insan olan yaşlı Earnshaw öldükten sonra, Hindley’nin yüzünden bütün gün parya ve uşak muamelesi görerek ağır işlerde çalıştırıldığından beri, derslerinden de geri kalır ve sonra ders çalışmayı tamamen bırakır. Bu entelektüel gerileme, onun zaten içe dönük tabiatını hırçın bir suratsızlıkla dile getirmesine neden olur, böylece kapkara teniyle zaten var olan öteki olma özelliği kalıcı hale gelir. Ataerkil düzenin aman vermez temsilcisi Hindley, ona her türlü hakareti edip şiddet uygularken, o hiç karşılık vermeden edilgen tavrını sürdürür. Aynı edilgenlik, onunla evlenemeyeceğini Nelly’ye açıkladığı güne kadar, Catherine’e karşı da artarak devam eder, onun her türlü kaprisine ve hakaretine sabırla dayanır.
Catherine’in öteki olmasında, yaradılış itibarıyla bir kız çocuğuna yakışmayacak hırçınlığının ve baş kaldıran tabiatının yanı sıra, Heathcliff’in de rolü büyüktür. Çünkü “onun gelişi küçük kızın babasının idaresinden çıkıp tam vahşi bir çiftlik kızı olmasına ve ataerkil düzenin sessiz kızı rolünü yadsımasına neden olmuştur. Böylece her ikisi de ataerkil düzen karşıtları olarak sistemin dışında kalan öteki haline gelirler. Ancak Heathcliff’in güçsüzlüğünden, sosyal konumundan ve maddi imkânsızlığından kaynaklanan ötekiliği edilgenliğine neden olurken, aksine Catherine’in yaramaz, asi ve aksi tabiatından ve bulunduğu sosyal konumdan gelen etkenliği ötekileşmesine yol açar.
İkisi de toplumsal cinsiyet rollerinden habersiz oldukları için taşımaları gereken toplumsal cinsiyet özelliklerini göstermezler; ama ikisi birlikte androjen bir bütün oluştururlar, tıpkı farklı sosyal tabakalara ait insanlar olarak sınıf ayrımı kavramını aştıkları gibi, toplumsal cinsiyet sınırlarını da aşarlar. Çünkü birlikte büyüdükleri Uğultulu Tepeler çiftliğinde toplumsal kurallar ve sınıf ayrımı çok önemli değildir: Evin efendisi yaşlı Earnshaw sokakta rastladığı açlıktan ölmek üzere olan kimsesiz Heathcliff’i eve getirir ve bu çingene çocuğu evlat edinir, ona çocukken ölen oğlunun ismini verir, evin küçük kızı bu yetim çocukla yer, içer, oynar, ergenlik çağına gelene kadar aynı yatakta yatar, hizmetçilerle efendiler aynı sofrada yemek yer, vb. Kısacası ataerkil düzende önemli bir yeri olan sınıf ve cinsiyet ayrımı, baba Earnshaw ölene kadar tam olarak yaşanmaz bu evde.
Ancak Hindley, kural koyucu, şiddet dolu sert tavırlarıyla ataerkil düzenin ve toplumsal kuralların güçlü bir tezahürü gibidir; ergenlik çağına gelen Catherine ve Heathcliff’i toplumsal cinsiyet dayatmasıyla ilk tanıştıran o olur, ilk ayrılıklarını onun yüzünden yaşarlar, artık birlikte yatmamaları gerekmektedir. Bu ilk ayrılığın Catherine’e yaşattığı acıyı ve öfkeyi, şans eseri onun meşe dolap içindeki yatağında yatmak zorunda kalan anlatıcı Lockwood’un bulduğu günlükten öğreniriz. Fakat yalnızca bir başlangıç olan bu ayrılık, peşi sıra cinsiyet ayrımı kavramını belirginleştirecek başka bir olayla perçinlenir: Uğultulu Tepeler’den kaçıp Thrushcross Grange malikânesindeki komşularını, Linton ailesini, gizlice gözetledikleri akşam, erkek çocuk ve kız çocuğun nasıl farklı davrandıklarını Edgar ve Isabella’nın kavgasından öğrenirler. Uğultulu Tepeler çiftliği ile Thrushcross Grange malikânesi doğa-kültür ikiliğini temsil eder. Bu temsil kadının özdeşleştirildiği doğanın kültürle, yani babanın yasasıyla çatışmasını sembolize etmesi açısından anlamlıdır. Doğa tüm hırçınlığından, saflığından ve güzelliğinden Uğultulu Tepeler sakinlerine ne armağan etmişse, kültür de Linton ailesini sükûnet, anlayış, yumuşak başlılık, huzur, sıradanlık ve toplumsal kurallarla bir o kadar donatmıştır.
Linton ailesiyle yaşayan genç kız toplumsal cinsiyetin kendisine ve hemcinslerine ne ifade ettiğini ve nasıl kadın gibi davranılacağını öğrenir, adeta tüm vahşiliğini ve yaramazlığını Thrushcross Grange’de bırakarak evine geri döner. Toplumsal olarak dişilleştirilmiştir artık, ayrıca toplumsal sınıf bilincini de kazanmıştır. Gerisi çorap söküğü gibi gelir: “İçerideki o kalpsiz adam Heathcliff’i bu kadar geriletmemiş olsaydı, Edgar’la evlenmeyi aklımdan bile geçirmezdim. Şimdi Heathcliff’le evlenmek beni alçaltır. Bu yüzden zaten kendisini ne kadar çok sevdiğimi asla bilemeyecek.” der dadı Nelly’ye.
Catherine Earnshaw’la kimsesiz çocuk Heathcliff arasındaki aşk hikâyesinin özü aynı olmaları, tek bir ruhları, tek bir yaradılışları olmasıdır. İkisi de birbirini tanır, çünkü biri diğeridir. … Onlar birlikteyken insandırlar, bir insan bütünüdürler, iki kat fazla benliktirler; ayrıyken ikisi de delicesine, korkunç bir şekilde yalnızdır, ayrılıktan kaynaklanan bir biçimde şekilsizleşmiş ve sakatlanmıştır.
Sınıf ayrımı ve toplumsal cinsiyet bilincinin gölgesinde olgunlaşan bu yetişkin ayrılıkta, Heathcliff edilgenlikten etkenliğe geçer ve bir sadist, yani bir erkek olur; Catherine ise “kendisinin bir gölgesi” yani edilgen, mazoşist, dişilleştirilmiş bir kadın olur. Aralarındaki tek fiziksel temas, Catherine ölmeden bir hafta önce Heathcliff’in onu ziyaretinde yaşanır, ama sevecen ve yumuşak dokunuşlardan ziyade hoyrat ve şiddet dolu hayvani tavırlarla sarılırlar birbirlerine. Catherine sevgilisinin bir tutam saçını yolar, Heathcliff de onun sımsıkı tuttuğu kolunu morartır, sonra nefesleri kesilesiye sarılıp ağlaşırlar.
Brontë’nin Uğultulu Tepeler romanında toplumsal cinsiyet dayatmalarının, bireyleri toplumsallaştırmanın ve ataerkil düzenin esnemez kurallarının sınıf, ırk ve cinsiyet gibi her türlü ayrımdan arındırılmış cinsiyetlerüstü bir aşkın kahramanlarının felaketini hazırladığı söylenebilir. Bireye yüklenen toplumsal cinsiyet rolleri onun kendisiyle barışık gerçek bir insan olabilmesini ve mutlu kalabilmesini engeller
İki yabani çocuk, Heathcliff ve Catherine, toplumsal baskının tek hedefidir. Saf egemenlik talebinden vazgeçmeleri, yetişkinlerin teklif ettiği akıllıca anlaşmaya razı gelmeleri beklenir. Toplumsal anlaşma akıllıca tasarlanmış ve toplum yaşamını üstün kılacak biçimde düzenlenmiştir. Eserde, bu çelişki kuvvetli bir biçimde vurgulanır. “Catherine ve Heathcliff’in duyguları daha çocukluk yaşlarında yerleşir”. Her ne kadar çocuklar, bir an için olsun yetişkinlerin dünyasını unutabilecek kadar güçlü olsalar da, onlar yetişkinler dünyasına adanmışlardır. Heathcliff’inı varlığı anlaşılır ve Catherine ile gezdikleri fundalıklardan, o muhteşem krallıktan kaçmak zorunda kalır. Catherine, kabalığı artık neredeyse kalıcı hale gelmişken çocukluğunun yabanıllığını reddeder, genç, zengin, duyarlı ve kibar bir erkeğin cazibesine kapılarak kolay bir hayatın kollarına bırakır kendini.
Evlendiği Edgar Linton çocukluğa özgü o doğal kibirden vazgeçmemiştir ama buna bir çekidüzen verme kaygısı da taşımaktadır. Egemenliği, içinde bulunduğu maddi koşulların ürünüdür; aklın yerleşik dünyasıyla tam bir uyum içinde olduğu için bu koşullardan sonuna kadar yararlanmayı becerir. Uzun bir yolculuktan zenginleşmiş olarak dönen Heathcliff, kendi yokluğunda olanları öğrenince yıkılır: Catherine, onunla birlikteyken bütün bedeni ve ruhuyla ait olduğu, çocukluğun o mutlak egemen krallığına ihanet etmiştir.
Anlatıcı Dadı Nelly, Heathcliff’in ölçüsüz şiddetini büyük bir sükûnet ve yalınlık içinde dile getirir. Kitabın konusu, kendi yarattığı krallıktan kaderin sillesiyle kovulan, yitirilmiş krallığa kavuşma ateşiyle yanıp tutuşan ve hiçbir nedenle bu arzudan vazgeçmeyen bir lanetlinin, Heathcliff’in isyanıdır. Hiçbir güç, bir an için bile olsa Heathcliff’in öfkesini dindiremez; ne yasalar, ne zor kullanma, ne ona acıma, ne de onunla anlaşmaya çalışma. Hatta ölüm bile onu durduramaz; kendine ait gördüğü ve hep elinin altında tuttuğu Catherine’in hastalanmasına ve nihayet ölmesine sebep olurken en küçük bir pişmanlık duymadığı gibi, tutkuyla izler bu ölümü.
Emily Brontë’nin hayal gücünden ve rüyalarından doğan isyanın ahlaki anlamı, kötülüğün iyiliğe karşı isyanıdır. Aklın egemen olduğu, varlığını sürdürme isteğinin temellendirildiği bu gerçek dünyaya isyan etmesinin nedenleri vardır. En yaygın olan ve günümüzde sıkça görülen isyanın nedeni, dünyanın akılcı özelliğiyle anlaşmazlığa düşmektir. Bu tür bir isyan iyiliğin, şiddet içeren davranışla ya da nafile çabasıyla tanınan kötülüğe karşı isyanıdır.
Heatlcliff’in büyük bir öfkeyle verdiği mücadele, bilinçli bir mücadeledir; çılgınca savaştığı dünyanın iyiliği ve aklı temsil ettiğini çok iyi bilir. İnsanlıktan ve iyi davranışlardan nefret eder çünkü her ikisi de onda şeytanca duygular yaratmaktadır. İyilik dünyasına, yetişkinler dünyasına başkaldırmış ve mükemmel isyanıyla kendini kötülüğe adamış çocuğun gerçeğidir bu. Bu öyle bir isyandır ki, Heatlcliff hiçbir kuralı ihlal etme zevkinden mahrum bırakmaz kendini:”Yasaların bu kadar katı, zevklerin bu kadar narin olmadığı bir ülkede doğsaydım, keyifli bir akşam geçirmek için bu iki yaratığı canlı canlı kesip inceleme zevkini bahşederdim kendime.”
Catherine Earnshaw, bir ahlak abidesidir. O kadar ahlaklıdır ki, çocukken sevdiği insandan kopamadığı için ölür. Kötü olduğunu için için bildiği halde, “Ben Heathcliff’im” diyecek kadar sevmektedir onu. Böylelikle, doğal olarak tasarlanmış kötülük, yalnızca kötü yürekli insanın değil, bir bakıma iyinin de rüyasıdır. Ölüm bu tuhaf rüyanın aranan, buyur edilen cezasıdır.
Romanın konusu, yasanın trajik bir ihlalidir, tragedyalar gibi. Tragedya yazarları yasakları benimser ve onların ihlal edilişini anlatır. Tragedya heyecanını, yasakları ihlal edenlere duyduğu yakınlık üstüne kurar ve bu heyecanı ortaya döker. Her iki insan için de kefaret, yasaklara uymama tutumunun bir parçasıdır. Heathcliff’ i seven Catherine, sadakat kurallarını, bedeniyle değilse bile ruhuyla ihlal ettiği için ölür. Catherine ‘in ölümü “hiç bitmeyecek bir acı”dır ve şiddetinin büyüklüğü nedeniyle Heathcliff de buna katlanır. Aynı Yunan tragedyasında olduğu gibi, Uğultulu Tepeler’de de kurallar kendilerini ifşa etmezler. Yasaklı olan alan trajik alandır, diğer bir deyişle kutsal alandır. İnsanlığın bu alanı dışlamasının nedeni onu yüceltmektir. Yasak, ulaşılmasına engel olduğu her şeyi tanrısallaştırır. Kavuşmayı kefarete -ölüme- bağlı kılar. Yasak bir davet olduğu kadar bir engeldir.
Eserin ana mesajı Yunan tragedyalarında verilmek istenen mesajla aynıdır; hesaplamalardan oluşan akıl dünyasının kaldıramayacağı tanrısal bir sarhoşluk hali hüküm sürer. Bu hal iyiliğin karşıtıdır. İyilik, en başta ortak çıkar kaygısı üstüne kuruludur; bu kaygı ise, özünde, geleceğin hesaba katılmasını kapsar. Yasakların dokunulmazlığı arttıkça, onları geçici olarak ihlal etmenin imkânları da çoğalır. İhlal etme -ve kefaret ödeme- davranışlarıyla karşımıza çıkan Emily Brontë ve Catherine Earnshaw, ahlak alanından çok, yüksek ahlak alanına aittirler. Bu yüksek ahlak, ahlakı hiçe saymanın başlangıç noktasıdır ve eserin birinci anlamıdır. “Emily Bronte, kendini özgürleştirme becerisini … göstererek, ahlaki ve toplumsal her tür önyargıdan kurtulur. Böylelikle, rengarenk ışık huzmelerine benzeyen pek çok hayat serpilip gelişir; dramın temel uzlaşmaz çelişkileri göz önüne alındığında, bu renklerden her biri toplum ve ahlak karşısında bütünsel bir özgürleşmeyi yansıtır. Hem hayatı bütünselliği içinde daha sıkı kucaklamak, hem de gerçekliğin reddettiği şeyleri sanatsal yaratımda bulmak üzere dünyadan kopma isteğidir bu. Bu, varlığından kuşku duyulmayan sanallıkların uyanışı, daha doğru bir deyişle ortaya sürülmesidir. Kuşkusuz bütün sanatçıların böylesi bir özgürleşmeye ihtiyaçları vardır; ancak özgürleşme, ahlaki değerlerin çok derinlere işlemiş olduğu insanlarda daha yoğun hissedilebilir.”
Emily Brontë, coşkulu metodizmin izlerini taşıyan Protestan dünyada büyümüştür. Ahlaki gerginlik ve katılık, bir çember gibi bu dünyayı sarar. Ancak, Emily Brontë’nin tutumuyla tehlikeye giren katılık, Yunan tragedyasının temel aldığı katılıktan farklıdır. Tragedya, aklın kabul etmediği cinayet ve ensest gibi temel dini yasaklarla ilgilenir. Emily Brontë ise Ortodoksluk ile olan bağlarını koparmıştır; o, Hıristiyan yalınlığından ve saflığından uzaklaşmış, bununla birlikte ailesinin dini inançlarıyla kurduğu tüm köprüleri atmamıştır. Hıristiyanlık, aklı temel alan iyiliğe sıkı sıkıya sadık kaldığı ölçüde … Heathcliff’in ihlal ettiği ve iradesine karşın Heathcliff’i sevdiği için Catherine Eamshaw’un onunla birlikte ihlal ettiği- kural, aklın kuralıdır. En azından belli bir kolektivitenin kuralıdır ve Hıristiyanlık bu kuralı ilkel din yasağı, kutsallık ve akıl üçlüsünün uzlaşmasına dayandırır.
Kutsallığın temelini oluşturan Tanrı, Hıristiyanlık’ta, nedensiz şiddet davranışlarından arındırılmıştır; oysa çok eski zamanlarda tanrısal dünyanın temeli, nedensiz şiddete dayanır. Gerçekte, eski tanrısal dünyada da bir kayma başlamıştı: İlkel yasaklar, öncelikle şiddeti dışlamaya yönelirler. Emily Brontë’nin Hıristiyanlığın bu uzun karmaşasından kaynaklanan tavrı, dokunulmaz saydığı bir ahlaki sağlamlıktan yana olduğu için kutsal şiddetin hayalini kurar; örgütlü toplumla yapılacak hiçbir uzlaşma, hiçbir anlaşma bu şiddeti yumuşatamaz. Hareketliliğini saflıktan ve masumiyetten alan çocukluk krallığının yolu kefaretin dehşetinden geçer. Aşkın saflığı ise, kendi mahrem gerçekliğindedir; bu, aynı zamanda ölümün gerçekliğidir. Tanrısal sarhoşluk anı ve ölüm.
Emily Brontë’nin en şiddetli ve en şiirsel yapıtı olan eserin adı, gerçeğin gün yüzüne çıktığı o “yüksek yer”in adı, Heathcliff’in misafir edildiği ve beraberinde laneti sürüklediği evin adıdır. Bu lanetli yerden uzak kalanların yok olup gitmeleri etkileyici bir çelişkidir. Heathcliff’ in burada egemen hale getirdiği şiddet, yalnızca “şiddet kullananların yararlanabildiği” mutluluk ve mutsuzluğun da kaynağıdır. Emily Brontë’nin iç karartıcı anlatısı, yumuşacık bir ışığın aniden belirmesiyle son bulur. Şiddetin gölgesine girdikçe, ölümün yüzü belirginleştikçe her canlı için hayat saf bir lütuf halini alır. Hiç kimse hayatı yok edemez. Ölüm, hayatın yenilenmesinin koşuludur.
Emily’nin kadınlara dayatılan uysallığın ve romantik aşkların yerine yıkıcı, tutkulu ve tekinsiz bir aşk öyküsünü anlattığı Uğultulu Tepeler, Sanayi Devri İngiltere’sinin sınıfsal mülkiyet ilişkileri zincirinin bir eleştirisidir denilebilir. “Kadın bireyselliğinin tüm Viktoryen ataerkil kuşatılmışlığını simgeleyen bir başyapıt” olarak değerlendirilen romanda tutku vardır ama cinsellikten söz edilemez. Victoria döneminde aşka verilen onay, gem vurulmamış fiziksel tutkulara geçit verilmesi anlamına gelmez. Çekim ne kadar güçlü olursa olsun, cinsel ilişki evlilik sonrasına bırakılmalıdır.