‘Fransız Edebiyatında Savaş ve Barış’ temalı XIV. Dönemine giren Atölyenin 15 Mart 2023 tarihli on birinci oturumunda Ceren Aydos bizlere Simone de Beauvoir’in (1908-1986) yaşadığı 20. yüzyıl Fransa’sının siyasi ve edebi hayatı, yazarın yaşamını anlattıktan sonra, atölyenin konusu olan Sessiz bir ölüm adlı eser (1964) hakkında kısa bir bilgi verdi ve kitabı katılımcıların tartışmasına açtı.
Simone de Beauvoir, 1908’de Paris’te doğar. Çocukluğunu mutlu bir aile ortamında geçiren Avukat olan babası Georges Bertrand de Beauvoir tiyatroya ilgi duyar bir kişidir. 1906 Yılında Verdun’lü zengin bir bankerin kızı olan, Oiseaux Manastırı’nda yetişmiş, Françoise Brasseur ile evlenir, birlikte amatör tiyatro çalışmaları yaparlar ve Simone’a repertuvardaki piyesleri yüksek sesle okuyarak onun da bu kültürden yararlanmasını sağlar. Ailenin soyluluk kökeni 19. Yüzyıla dayanmaktadır.
Aile kışları Montparnasse’de, yazlarını Limousin bölgesindeki mülklerinde geçirir. Simone ve küçük kız kardeşi Henriette burada Paris disipliniyle zıt düşen bir özgürlüğün tadını çıkarır. Doğanın içine dalmak onun için ömrü boyunca vazgeçmediği bir tutku olacaktır. Hem soylu hem burjuva, hem Parisli hem taşralı olan ailesi, onda çeşitli meraklarının uyanmasını sağlar. Okuma ve yazma arzusu bunların başında gelir. Sekiz yaşında La Famille Fenouillard’ı taklit ederek herkes tarafından beğenilen La Famille Cornichon’u kaleme alır.
Annesinin babasının iflas etmesi, babası Georges’u alt tabakadan zengin bir kadınla evlenerek bel bağladığı drahomadan yoksun bırakır. 1914 Yılında cepheye gönderilen ama bir kalp rahatsızlığı geçirdiği için geri dönen baba 1918’e kadar Savaş Bakanlığı’nda çalışır. Savaş sonunda geleceğe olan inancını yitirir, avukatlık yapmaz ve aile ekonomik olarak zor duruma düşer, daha dar bir daire taşınır ve baba düşük, rastgele işlerde çalışmaya başlar. Kızlarına drahoma hazırlayamayacağı anlaşılınca kızlarını evliliğe bel bağlamak yerine bir meslek sağlayacak olan öğrenime devam etmeleri konusunda yüreklendirir. Git gide hırçınlaşan Georges bir süre sonra evi terkedince annesi katılaşır, sofulaşır ve kızlarının üstünde baskı kurmaya başlar. Bu durum, Simone’un evliliğe karşı ilk önyargılarının filizlenmesine sebep olur, zira birbirlerini seven annesiyle babası bile bağırış çağırışlardan ve iki kişilik yalnızlıklardan kaçamamıştır. Simone’a göre babası, çalışıp çabalayarak elde edilen başarıları hor görmektedir; ona göre soylu bir ailede doğmuşsanız her değere sahip, yok edilemez birtakım nitelikler taşıyordunuzdur: zeka, yetenek, cazibe, soy gibi.
Koyu bir Katolik olan annesi ise kadının erkeğe itaat etmesi gerektiğine inanan güleç, neşeli, kibirli ve buyurgan bir kadındır. Simone dini eğitim alacağı özel bir okula yazdırılır, ders çalışmayı sevdiğinden hep sınıf birincisi olur. Burada, Elisabeth Lacoin, nam-ı diğer Zaza ile tanışır. Zaza’nın ailesine kabul edilen Simone, oradaki gerçek zenginlik ile kendi ailesinin yarı geçim zorluğu arasındaki mesafeyi hisseder. Burjuva sınıfına mensup bir genç kız olmanın temel öğelerinden kendini kopartarak kişiliğini kendi elleriyle kuran Simone on dört yaşında dini inancını tümüyle yitirir, Zaza ise son derece dindar biri olarak kalır.
Simone de Beauvoir ilk kez 1959 yılında Les inséparables (Ayrılmaz İkili) adındaki romanında sözünü ettiği daha sonra da romanlarında yer alacak olan arkadaşıdır Zaza. “Beauvoir’ın onu ‘tam anlamıyla büyüleyen’ okul arkadaşı Elisabeth Lacoin ‘Zaza’ ile olan arkadaşlığını kaleme alma girişimlerinin pek çoğundan biridir”. Roman dokuz yaşındaki iki kız arkadaşın, Sylvie ve Andrée’nin birbirne hayranlığını, iki dostun tanrı, savaş, adalet hakkındaki diyaloglarının öne çıktığı bir romandır. Roman, toplumun kadınların kendi özgürlüklerini elde etmelerindense evlenmek için diretmesine rağmen bu iki kızın bağımsızlığa ve eğitime ulaşma hikâyesini anlatır.
1924 Yılında bakaloryasının ilk aşamasını iyi dereceyle geçer, 1925’te hem felsefe hem de temel matematik alanında ikinci aşamayı başarıyla geçer. 1926 Yılında ilk romanını yazmaya koyulur. Annesinin kurduğu baskı ağır gelmeye başlar. Bir Hristiyan kültür hareketi olan ‘Equipes sociales’ (Sosyal Ekip) adındaki kuruluşa sefin karizmasına kapılarak katılır. Böylece, Belleville’deki işçilere konferans verme bahanesiyle sokakları arşınlar ve Rus balesini izlemeyi başarır. 1929 Yılında Fransız felsefeci Merleau-Ponty ile Zaza aşk dolu bir birliktelik yaşamaya başlarsa da Lacoin ailesinin karşı koymasıyla evlilik planları suya düşer. Simone burjuva ahlakı adına kılık değiştirmiş bir cinayet işlendiğini düşünecektir çünkü 25 Kasım 1929 yılında Zaza genç yaşında ölür.
1928-29 Öğrenim yılı boyunca Leibniz üstüne yazdığı incelemeyi jüri önünde savunarak agregasyon sınavına girmeye hak kazanır. Lise öğretmeni ya da üniversite öğretim üyesi olarak çalışmaya yeterli sayılmak amacıyla adayların girdiği bu özel sınava hazırlanır ve bu sırada ikisinin yaşamları kesin bir biçimde birbirine bağlanacağı Jean-Paul Sartre’la tanışacaktır. Felsefeci Rene Maheu ile arkadaşlık kurar, ona Castor (Kunduz) adını veren ve yoldaşlar kabilesine sokan Maheu olur. Maheu gibi diğer iki ENS (École normale supérieure) öğrencisi de Paul Nizan ve Jean Paul Sartre’dır. Sartre “Onunla tanışmaya kesin kararlıydım çünkü güzeldi. İlk karşılaştığımızda başında küçük çirkin bir şapka olsa da onu hep güzel bulmuşumdur.” der. Sınava beraber hazırlanırlar. Agregasyon sınavında, Sartre birinci, Simone ikinci, Nizan beşinci, olur. Maheu ise başarı gösteremez.
Simone evliliğe karşıdır. Sartre ise evlilik ve kariyer gibi bir kuruma çakılıp kalmak dışında her şeye istek duyar. Sartre, Castor’a bir anlaşma imzalamayı önerir: aralarındaki zorunlu aşka sadık kalmaya devam edeceklerdir, öte yandan olumlu aşklar yaşamayı birbirlerine yasaklamayacaklardır. İki yıl boyunca ikisi de kendini karşısındakine adayacak, sonra gündelik rutine düşmemek için kendi yollarına gideceklerdir. Dünyanın herhangi bir yerinde karşılaşacaklardır nasıl olsa. Söz konusu iki yıl, elli bir yıl sürecek bir birlikteliğe dönüşecektir.
1931 Yılında Beauvoir Marsilya’ya, Sartre ise Le Havre’a, bir sonraki öğretim yılında birbirlerine biraz daha yakın yerlere tayin edilir, 1936 yılında Simone, 1937 yılında Sartre yeniden Paris’te görevlendirilirler. Montparnasse’te aynı otelde ama ayrı odalarda kalır, fazla içli dışlı olmanın nahoşluklarından kaçınarak mahremiyetin hazlarından yararlanır, edebiyat, felsefe, sinema, resim, caz ve operayla ilgilenir, Fransa içinde ve dışında yolculuk etmek için bütün okul tatillerinden yararlanırlar.
1938 Yılında Sartre Bulantı’yı yayınlar. İspanya İç Savaşı onları yakından ilgilendir, tehdit edici hale gelmeye başlayan bir tarihe karşı Beauvoir kişisel mutluluğu kıyasıya savunur, 1938 Eylülü’nde kara bulutlar toplanmaya başlarsa da Münih anlaşması yurttaşların çoğu gibi Beauvoir’i de rahatlatır. Ancak aşk hayatı karmaşıklaşır. 1938 Eylül ayı itibariyle Simone, (kendisi, Jean-Paul Sartre ve Maurice Merleau-Ponty tarafından kurulan ilk sayısı Ekim 1945’de yayınlanan, adını Charlie Chaplin’in 1936 yapımı filminden alan) Les Temps Modernes’in yönetim kurulunda yer alan gazeteci Jacques-Laurent Bost ile sevgi dolu, gizli ve sürekli bir ilişki kurar. Sartre’ın Le Havre Lisesi’nden öğrencisi olan Bost, Olga ile neredeyse nişanlanmıştır. Sartre kısa süreli bir takım serüvenlerinin yanında geçmişte büyük bir tutku beslediği ve karşılık bulamadığı Olga’nın kardeşi Wanda’yla birlikte olur, geçmiş hayal kırıklıklarını onunla gidermeye çalışır.
Olga Kosakiewicz (1915–1983) Simone de Beauvoir’ın öğrencisidir. 1935 Yılının sonbaharında 19 yaşındayken Jean-Paul Sartre ve Beauvoir üçgenine katılmış, o ve kız kardeşi Wanda Kosakiewicz, Beauvoir’in ilk romanı Konuk Kız’ın ana karakterlerini oluşturmuşlardır. Sartre’nin roman üçlemelerinden olan Les Chemins de la Liberté (Özgürlük Yolu) kitabında Ivich karakteri Olga’nın tasviri olarak kabul edilir. de Beauvoir’ın, Sartre’ye yazdığı mektuplarında Olga’dan ‘vaftiz çocuğumuz’ olarak bahsettiği bilinir. Olga Kosakiewicz, de Beauvoir’in eski sevgilisi Jacques-Laurent Bost ile evlenir ve 1983 yılında tüberkülozdan ölür.
1939 Yılında savaşın ilan edilmesi ile tasasız geçen on yıl geride kalır, Sartre meteoroloji dairesinde askere alınır, Bost cepheye gönderilir, Paris’te tek başına kalan Beauvoir, ölümünden sonra yayınlanan yoğun bir mektup yazma uğraşına girişir. 1940 Yılında Sartre tutsak düşer, Almanya’ya gönderilir, Mayıs ayında yaralanan Bost ise başka yere gönderilir ve Paris işgal edilir. Simone de Beauvoir’a devlet memurlarının çoğu gibi, Ekim ayında Ari kökenli olduğunu belgeleyen bir kağıt imzalatılır; ailesini ve birçok arkadaşını geçindiren Beauvoir maaşını kaybetmeyi göze alamaz. Sartre, 1941 yılının Mart ayında serbest bırakılır ve geri döner.
Sartre, Beauvoir ile birlikte Nazizm’e karşı kuramsal bir direniş grubu kurmak ister. Bu amaçla bisikletle Fransa’nın işgal altında olmayan güneydoğu kesimini gezerler ancak amaçlarına ulaşamadıkları için proje iptal edilir. Aynı yılın (1941) Temmuz ayında Simone babasını kaybeder. Daha da karanlık geçen 1942-1943 kışında, Nathalie isimli öğrencisini zorla evlendirmek isteyen annesi tarafından reşit olmayan çocuğu ayartmakla suçlanır ve öğretmenlikten el çektirilir. İşsiz kalan Beauvoir, Sartre ve Ulusal Yazarlar Komitesi’nin (CNE) Nazi karşıtı yazarlarının da tembihleri doğrultusunda radyoda kültür yayınları yapmak üzere bir sözleşmeyi kabul eder.
Sartre, Olga ve Simone üçlüsünden esinlenen ilk romanı Konuk Kız 1943 yılında, Başkalarının Kanı ise 1945 yılında yayınlanır. Bu romanda “en iyi nedenlerle olsa da başkalarının canını tehlikeye atmaya hakkımız var mıdır?” diye sorar. Sorumlulukla suçluluğun trajik biçimde birbirine bağlayan sayfalarda çerçeve olarak Alman işgali alınmıştır. Halkın beklediği büyük direniş romanı olarak görülür ve Camus tarafından kardeş kitap diye söz edilir.
Sartre ve Beauvoir yapıtlarıyla pek ilgili olmayan bir medya gündeminin ön planında bulurlar kendilerini. İşgalden kurtuluşu izleyen çılgınca yaşama sevinci, kimilerine sefahatin doruk noktası gibi görünen bu davranışlar varoluşçu olarak nitelenir. Bu varoluşçuluk, Varlık ve Hiçlik’te açıklanan felsefenin çok uzağındadır. Gazeteciler, yazarların peşinde onların gittiği kahvelere, be-bop dansı edilen ve iyi caz çalınan yerlere giderler ancak onlar zamanlarının çalışarak geçirirler. 1945 Ekimi’nde Les Temps Modernes dergisinin ilk sayısı yayınlanır. Yayın Kurulu’ndaki dönemsel sorumluluğunun yanı sıra Simone makaleleriyle de katkıda bulunur. Aynı yıl yazdığı tek tiyatro oyunu Les Bouches İnutiles (Lüzumsuz Ağızlar) arkadaşı Michel Vitold tarafından 1945 sonbaharında sahneye konur.
Ölümsüzlük üzerine fantastik bir öykü olan üçüncü romanı Sevenler de Ölür 1946 Kasımı’nda,
Tanrı’nın ve değerlerin olmadığı bir dünyada insanı umutsuzluğa mahkum etmekle suçlanan varoluşçuluğu savunmak için Bir Muğlaklık Ahlakı İçin 1947 yılında yayınlanır. Aynı yıl bir dizi konferans vermek üzere ABD’ye davet edilir. Bu gezide, kendisine Chicago’yu gezdiren yazar Nelson Algren ile tanışır. Aynı yıl Algren ile buluşmak için yeniden döner ABD’ye. Bu ilişki sonucunda mektup sanatının uzun zaman gizli kalmış başyapıtları ortaya çıkar. 1948 Yılında Les Temps Modernes’te çıkan dört makaleden oluşan Varoluşçuluk ve Ulusların Bilgeliği başlıklı küçük bir derleme yayımlar. Sonra Algren ile buluşarak Meksika ve Guatemala’ya uzun bir yolculuğa çıkar. Beauvoir’ın Algren’in istediği gibi Sartre ile olan bağını tamamen kopartarak kendisi ile olması mümkün değildir. Ama Beauvoir, Algren’in derin sadakati gündelik temasa yeğleyeceği umudunu taşır.
Bu tutkulu ve sorunlu ilişkiye paralel olarak Beauvoir, iki yılda ünlü Le Deuxieme Sexe’i (İkinci Cinsi) kaleme alır. Kendisi hakkında yazmak isterken, sıkıntısını çekmemiş olsa da kadın olduğunun bilincine varır ve Sartre’ın yüreklendirmesi ile düşüncesini kadınlık durumunun geneline yayar. Araştırmasını biyoloji, psikanaliz, Marksizm, tarih, antrapoloji alanlarına yayar. İki cilt varoluşçu bakış açısının birleştirdiği bir derleme olur. En ünlü düsturu “Kadın olunmaz, doğulur” olur. Dişilik bir doğa olgusu değil, bir kültür olgusudur, değiştirilemez bir özden türemez, tarihsel bir varoluştan ileri gelir. Bir kader değil bir üründür. Oysa sözde bir dişi yaradılış adına binlerce yıldır kadınlar bağımlı ve ikincil bir konumda tutulmuştur. Erkek özne ve aşkınlık konumuna yükseltilirken, kadın nesne ve içkinliktir, edilgenliktir. Kadın erkeğe göre mutlak ötekidir. Simone, geleneğin beraberinde getirdiği baskıyı ifşa eder. Kadın bu tuzağı bozabilir ve bozmalıdır. Sosyalist toplumun sınıf çatışmalarıyla birlikte cinsiyetlerin eşitsizliğinden doğan dayanılmaz adaletsizliği de yıkacağı umuduyla noktalar yapıtını. Daha sonra bakış açısını yeterince materyalist bulmasa da bu tezlerden asla vazgeçmeyecektir. Kitabın yayınlanmasıyla Vatikan kara listeye alır, kitapçılar satmayı reddeder, Komünist Parti bunun işçi kadınları ilgilendirmediğini ilan eder.
Çocukken aldığı din eğitiminin İkinci Cins’te yazdığı tezlerden birini oluşturmasına yardımcı olduğunu belirttir. Kadınlık sorununu yansızlaştırmama sebebiyet veren birinin de içinde çok güçlü bir din duygusu taşıyarak geçirdiği dindar çocukluk dönemi olduğunu düşünmektedir. Öyle ki kendisini hep bir ruh gibi düşündüğü için bu düzeyde kadın/erkek arasındaki sorunlar söz konusu olmayan cinsiyet dışı bir alandır. Düşünsel olarak eşitlikçi temaların işe dahil olmasından önce, insanoğlu olarak bir tür ahlaksal, manevi eşitlik duygusunun verildiğini belirtir. Nitekim azizler ile azizeler arasında fark yoktu ve Tanrı erkek olsaydı da aynı derecede sevecekti.
1950 Yılında Algren’in eski karısı ile evlenmesiyle ilişkileri sona erer. 1952 Yılında de Beauvoir, Les Temps Modernes’deki çalışma arkadaşı ,kendisinden 17 yaş küçük olan Claude Lanzmann’la yeni bir ilişkiye başlar ve ikili birlikte yaşamaya başlarlar.
1954 Yılında Goncourt ödülünü kazanan Les Mandarins (Mandarinler) ise savaş ertesinde 1945-1948 yılları arasında, Fransızların umutlarının, hayallerinin, hayal kırıklıklarının anlatıldığı bir yapıttır. Arka planını tarih ve siyasetin ördüğü bu yapıtta birçok bireyin yaşamı, Soğuk Savaşın tırmanmasıyla, Sovyet çalışma kamplarının ortaya çıkarılmasıyla, direnişçiler arasındaki hesaplaşmaların yarattığı tiksintiyle oluşan gerilim içinde öne çıkar. Roman Algren’e ithaf edilmiştir.
Otuzlu yıllardaki seyahatlerinde yolu sık sık faşizmle kesişir. Ancak Beauvoir, tehdit edici hale gelmeye başlayan bir tarihe karşı kişisel mutluluğu kıyasıya savunur. Savaş ise tutumunu kökten biçimde değiştirecektir. Dayanışmayı öğrenir, daha sonraki yolculuklarında bağlanmaya inanmış, militan bir nitelik kazandıracak olan siyasal bilinç uyanır içinde.
1945 Yılında Portekiz’de konferans vermeye davet edilen yazar, Combat’a Salazar ve Franco’yu öyle sert eleştiren yazılar yazar ki gazete yazıların basımını durdurmak zorunda kalır. 1947 Yılında ABD’de yeni bir konferans dizisine girişir. O yılki iki Amerika yolculuğu Günü Gününe Amerika adlı kitabı esinler. Yapıt, Kuzey Amerika toplumunun toplumsal eşitsizlik, ırkçılık, konformizm vb. yaralarına parmak basar. 1955 Yılında, Maocu hükümetin davetlisi olarak iki aylığına Sartre ile birlikte Çin’e giderler. Birer yoldaş olarak ilerleme aşamasındaki Devrim’e popülerlik kazandırmaları beklenmektedir. 1 Ekim Şenlikleri’nde Sartre Mao Zedung’a takdim edilir ama Beauvoir edilmez ama dönüşte Uzun Yürüyüş kitabını yazan Simone olur. Beauvoir tarafından yerinde inceleme olarak tanımlanan kitap 1957 yılında yayınlanır ve ulusal komünizme geçiş sürecindeki Çin’in tablosunu çizer.
Beauvoir gözlerini üçüncü dünyanın gerçeklerine açmıştır. Les Temps Modernes Sovyet Kamplarını, Stalin davalarını, Budapeşte darbesini ilk duyuranlardandır, bununla birlikte halk demokrasilerine umut beslemeyi sürdürürler. Latin Amerika’ya hemen hemen resmi nitelikte iki gezi yaparlar. Küba’da devlet başkanı gibi karşılanırlar. Fidel Castro, Che ve diğer devrim önderleriyle tanışırlar. Sartre başarıya ulaşmış gördüğü bu doğrudan demokrasi deneyiminin ve Castro’nun büyüsüne kapılır. Beauvoir ise, ömürlerinde ilk kez şiddet yoluyla kazanılmış bir mutluluğa tanıklık ettiklerini dile getirir. Ardından Brezilya’yı ziyaret ederler. Yolculuk etmek Beauvoir’ın hiç vazgeçemediği bir tutkudur. Sonsuz bir değer atfeder yolculuğa: Bilinci değişik yerleri keşfederken kendini de keşfeder; bir tür misyondur onun için yolculuk.
Les Mandarinas’ın yayımlandığı günlerde, 1 Kasım 1954’te bir arabaya düzenlenen saldırı ile Kanlı Ermişler Yortusu Cezayir Olaylarının başlangıcı olur. Lanzmann FLN’yi (Ulusal Kurtuluş Cephesi) destekler. 1957 yılında, işkence tanıklıklarını okur, silahlı direnişe katılan öğrencisi lehine tanıklık eder ve bu dönemde Bir Bozgunun Günlüğünü kaleme alır. Bu karanlık günlerde kendini ülkesinde sürgün hisseder ve Fransa’nın anlamsız cinayetlere rıza göstermesi onda dehşet uyandırır.
Les Temps Modernes ekibi bu dönemde De Gaulle karşıtıdır ve Beauvoir aktif bir militana dönüşür. Gösteri yapmak için sokağa iner. 1960 Yılında sorgulamalar sırasında tecavüze uğrayan FLN (Front de Libération Nationale – Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi) üyesinin yanında yer alır. 1962 Yılında Fransız askerlerini suçlayıcı tanıklıklardan oluşan bir derlemeye imza atar, 1960’da birinci sayfadan çıkan haber ise 121’ler Manifestosu’dur. Les Temps Modernes’in önayak olduğu bu metin Cezayir’de askere çağrılanların sivil itaatsizlik hakkını savunmaktadır, Ekim sayısı toplatılır ve metnin altında imzası bulunanlar hakkında suç duyurusunda bulunulur. Simone de Beauvoir ve Sartre o sırada Brezilya’dadır.
De Gaulle Cezayir’in kendi kaderini tayin hakkını referendum ile onaylatır, Fransa’daki Cezayir yanlıları radikalleşir, 1961 Nisanı’nda başkent Cezayir’de darbe olur, Sartre ve Beauvoir somut tehdit altındadır. Sartre’ın evine iki kez plastik patlayıcı konur, ikincisinde evi kısmen yıkılır. Les Temps Modernes ekibi Cezayir’in bağımsızlığı lehindeki antifaşist toplantıyı destekler. Cezayir bağımsızlığını 18 Mart 1962 tarihli Evian Antlaşması ile kazanır.
1958- 1964 Yılları arasında Simone de Beauvoir anılarını 3 cilt olarak yayımlar. Anıları, annesinin ölümünü Atölyemiz kapsamında okuduğumuz Sessiz Bir Ölüm adlı kitapla noktalanır. Yaşamını anlatmak, ilk yıllarına dönmek, Zaza’ya hak ettiği yeri vermek eskiden beri arzusudur. Doğumundan 1929’a kadar kendini anlattığı ilk kitabın adı Bir Genç Kızın anılarıdır. Genel hamle bir özgürleşme hamlesidir. Sınamalardan, denemelerden, bunalımlardan geçer ama toplumla bütünleşmesi söz konusu değildir. Tam tersine özgürlük değerlerini benimser ve özgür bir burjuva kızı olmanın onu sürüklediği konformizmi reddeder.
Olgunluk Çağı yazarın Sartre ile birlikteliğiyle başlayıp Fransa’nın Alman işgalinden kurtuluşuna kadar geçen dönemi 1929-1944 yıllarını kapsar. 30’Lu yıllarda siyasetin dışında olmasına rağmen, anlatıcı okuyucuya on yıla ilişkin tarihsel ve eleştirel bir bakış açısı sunar. Bireyselden toplumsala, kişiselden tarihsele evrilir.
Üçüncü kitap, Koşulların Gücü ise 1944-1962 yılları arasını kapsar. Fransa’nın Alman işgalinden kurulması ile Sartre Claude Lanzman (Büyük Holokost Yahudi Soykırımı’nı anlatan 1985 yapımı belgesel film Shoah ile dikkat çeken Fransız film yapımcısı, yönetmeni ve yazar) ile yapılan yolculukları ve Cezayir Savaşı’ndan oluşur. Yaşamı tutkuyla seven Beauvoir için yaşlanmanın getirdiği kaçınılmak bir melankoli, bir hayal kırıklığı hissedilir bu eserde.
1968 Yılında ’de MLF’a (Mouvement de libération des femmes – Kadın Özgürlüğü Hareketi) katılır. ABD’nin Vietnam’da yaptıklarını yargılayacak olan savaş suçları mahkemesinin/Russell Mahkemesi oturumuna katılırlar. Cezayir savaşında duyduğu öfkeyi yeniden duyan Beauvoir, ABD’nin hatalarını kabul etmesini bekleyerek söz konusu ifşa eylemine katılır.
Koşulların Gücü’nün sonunda ihtiyarlamanın bilinci Beauvoir’ın bazı soruları sormasına sebep olur ve İkinci Cins’dekine benzer bir yöntem izleyerek 1970 yılının Ocak ayında yayınlanacak olan Yaşlılık’ı (La Vieillesse) yayınlar. İhtiyarlamak nedir? Toplumlarımızda ne anlama gelir? İhtiyarların durumunda zorunluluğun payı nedir, olumsallığın payı nedir? Kaçınılmaz bir yazgı mıdır söz konusu olan, yoksa değiştirilebilir insan edimlerinin sonucu mu? gibi soruların cevaplarını arar. Yaşlılara reva görülen yaşama koşulları tam bir rezalettir. İhtiyarlık utanılası bir sır ve yasaklanmış bir konudur. Bu tabuya karşı savaş açınca, uygarlığımızın başarısızlığı apaçık görülür. Beauvoir, ihtiyarlamanın bir işçi için bir öğretmene göre, bir kadın için bir erkeğe göre nasıl da daha trajik olduğunu saptar. Yaşamı elinde çalınan herkes ihtiyarlığın getirdiği çöküşten çok daha fazla zarar görür. Artık üretkenliğini yitirmiş erkekleri ve kadınları eleyerek biyoloji yasalarını daha da ağırlaştıran kapitalist toplumu tartışma konusu eder.
Kadınlar için sosyalizme geçilmesini beklemek gerektiğine inanmamaktadır. Kadınlar kendi kaderlerini derhal kendi ellerine almalılardır. 1971’de 343 kadının imzasını taşıyan bir manifestoya imza atmayı kabul eder. Bu manifestoyla kürtaj yaptırdığını kamuya açıklayarak bile isteye yasanın kapsamına girerler. Mayıs 1968’in ürünü MLF ile yürür. 1972 Haziran ayında, kürtaja ceza uygulamasının kaldırılması ve doğum kontrol özgürlüğü talebinde bulunan Choisir (Seçmek) derneğinin başkanlığını üstlenir. Şiddete uğrayan kadınlarla ilgili de eylemlere katılır.
1974 Yılının Ocak ayında MLF’nin medya uzantısı olan Kadın Hakları Derneği’nin başkanı olur. Aynı yıl Sartre’ın rahatsızlığı nedeniyle devam edemeyeceği Les Mots (Sözcükler) ile başladığı sözlü biyografiye sözlü devam etmesini önerir ve o yıl Roma’da Sartre’ın yapıtları ve yaşamı ile ilgili yapılmış bir dizi söyleşiyi hayata geçirir. 14 Nisan 1980’de Sartre ölür. Bu ölümün üstesinden 1981 yılında evlat edineceği eski öğrencisi, dostu yoldaşı Slyvie’nin yardımıyla gelir. Onca nefret ettiği ihtiyarlığı unuttuğu, umulmadık bir dirilişle Zaza’yla yakınlığının sıcaklığını yeniden yaşadığı duygusunu taşır. Sartre’ın ölümü için ise, “Ölüm bizi ayırıyor. Benim ölümümse birleştirmeyecek. Bu böyle güzel olan, yaşamlarımızın bu kadar uzun zaman uyum içinde sürmüş olması zaten.” diyecektir. Bu dönemde yazarın son on yılını anlatan Veda Töreni (La Ceremonie des adieux) isimli kitabı yayınlar
Fransa’da 1981’de solun iktidara gelişiyle birlikte Mitterrand’ın Kadın Hakları Bakanı olarak atadığı, 1981-1986 yılları arasında bu görevi üstlenen gazeteci, çevirmen Yvette Roudy ile birlikte Kültür ve Kadın Komisyonu’nu yönetir. 1983 Yılında Danimarka’nın Nobel’i sayılan Sonning ödülünü alır. 14 Nisan 1986 yılında ani bir şekilde ölene kadar çalışmaya devam eder.
Simone Beauvoir, yaşamında hiç zaman kaybetmeyen, telaşlı ve her şeye karşı büyük bir hevesle yaklaşan biri olarak tanınırdı. Bu kesintisiz aciliyet duygusu ile yaşamın kısalığı, ölüm saplantısı ile sözcükleri çabuk çabuk söylemesi ya da günlerini randevu ile doldurması arasında bağlantı vardır. Felsefi ve otobiyografik eserlerinin yanında fenomenolojik /metafizik roman kategorisinde eserler verir. Beauvoir’e göre fenomenolojik roman, başka hiçbir anlatım biçiminin yapamayacağı kadar varoluşun perdesini kaldırır. İnsanoğlunu ve insana ilişkin olayları dünyanın bütünselliğiyle birlikte yakalamaya çabalaması nedeniyle fenomenolojik romanı, romanın en eksiksiz yerine getirilme biçimi olarak görür. Salt felsefe gibi salt edebiyatın da başarısızlığa uğradığı alanda sadece o başarıya ulaşabilir. Felsefe ve kurmaca onun için birbirini tamamlar. Denemeleri seçimlerini, düşüncelerini yansıtırken romanları insanlık durumunun kabaca ya da ayrıntısıyla onu içine düşürdüğü şaşkınlığı yansıttığı söylenir. Bununla ilgili, “İki ayrı tarzda kendimi ifade ettiysem bu çeşitlilik bana gerekliydi de ondan ettim.”
Yaşamını, birinci tekil şahısla, otobiyografi gibi anlatmaya başlamasını pek çok yazardan farklı olarak ilerleme olarak görür. Çünkü otobiyografinin kuşku çağına karşı yeni romanın yapmacıklarından daha iyi yanıt verdiğini düşünür. Roman, olup bitenlerin yaşanmış anlamını aktarmak için meydana getirilirken, yaşamda anlamsızlığın sıradanlığın payı vardır. Eğer onları fazlasıyla kökten bir biçimde silip atarsa, kendisini gerçekle ancak çok uzaktan bağlantısı olan, gerçeğe ihanet eden bir nesnenin karşısında bulacağını bilir. Ona göre klasik romana getirilebilecek en büyük eleştiri, bağların gevşek ve muğlak olduğu ve zorunluluktan uzak olduğu bir dünyanın yerine mantığın, tutarlılığın, zorunluluğun bulunduğu bir evren koymasıdır. Otobiyografi ise, sıradanlıkları, yapaylıkları silip atmak yerine sıradanlıktan, yapaylıktan destek almaya dayalı bir yöntem olarak görür. Romanda yazar ancak dolaylı olarak dahil olurken, otobiyografide tam tersine bir genelliğe kavuşmak, çağın, yaşadığı ortamın genelliğine ulaşmak için kendi yaşamının tekilliğinden yola çıkmak söz konusudur. Beauvoir’e göre bir otobiyografi yazmak, kişinin ardında anı biçiminde duran olayları gerçekten yeniden yaratması demek.
Atölyemiz açısından değerlendirdiğimizde ise annesinin ani bir şekilde ortaya çıkan hastalığı sonrasında annesine karşı duygularıyla yüzleştiği Sessiz Bir Ölüm adlı yapıtında yoğun duyguları barışçıl bir dil kullanarak ifade ettiğini söyleyebiliriz. Ölümle karşılaşma ya da sessiz ve sinsice gelen bir ölümün anlatıldığı eserde yoğun bir edebiyat duygusu sezinlenir. Bir kızın annesiyle hesaplaşması, aralarındaki yabancılaşmanın ortadan kalkması ya da iyice ortaya çıkması, annenin bütün yaşamının ve ölümünde bu yaşamın etkilerinin görüldüğü bir anlamda yazar/kızın bir kendi yaşamıyla yüzleşmesini okuruz.
“Ama bu yatağa mıhlanmış, felci, ölümü yanına yaklaştırmamak için didinen, çırpınan hasta kadınla dayanışma halindeyim.” , “o ağızda ölümün yalnızlığı, yaşayışın yalnızlığı vardı.”, “Annemin bütün kişiliği, bütün ömrü ağzımda biçimleniyor, ona acıma duyduğum acıma içimi paramparça ediyordu.”, “Pek çok düşünden vaz geçmiş annem.”, “Burjuva evliliğin doğaya aykırı bir kurum olduğuna kanmam için, annemin durumuna bakmam, onu görmem yetebilirdi.”, “Rahibe okulunda bedeni aşağılaması öğretilmişti kendisine; bu aşağılamayı, gerek kızları gerek kendi için, sağlığa önem vermemeye dek vardırıyordu.”, “”Hiç değilse ben, hiçbir zaman bencil olmadım; başkaları için yaşadım…evet başkaları için ama aynı zamanda başkalarından da beslenerek.”, “Toplumsal ahlaka yenilmiş, kendi ahlakımı yadsımıştım.”, “ Bir tabanca edinmek, annemi vurmak; onu boğmak…”, “Şimdiden sonra ölümü geciktirmeye kalkmak, sadizm olur.” , “Diri diri çürüyor.”, “Hemşire emin olun pek zahmetsiz, pek sessiz bir ölüm oldu bu diye karşılık vermişti.”, “Pişmanlık acısı duymaktan kurtulduk, hemen hemen kurtulduk, hiç değilse…”, “Ancak kimsecikler için elimizden geleni-hiçbir zaman – yapmadığımızdan (kendi elimizle çizdiğimiz, tartışabilecek sınırlar içerisinde bile elimizden geleni yapmadığımızdan) kendimize, gene de bol bol sitem edecek sebepler buluruz. Şu son yıllarda, annemin karşısında, özellikle savsaklamalardan, yapılması gerekeni geri bırakmaktan, çekimsemelerden suçluyduk.”, “Yirmi dört saat içinde kırk yıl birden yaşlanmış…Bu cümle de uzun süre aklımdan çıkmamıştı.”, “Yalanların yozlaştırdığı altı haftalık bir içli dışlılıktan artakalanlar… kitaplar, çamaşırları, ufak tefek tuvalet eşyası, kağıtları.”, “Varsın, herkes duygularının karışıklığı içinde bildiği gibi sıyrılsın işin içinden.”, “Tanrı çok uzakta.”, “Her François de Beauvoir deyişinde bu sözler annemi diriltiyor, çocukluğundan evliliğine, dulluğuna, tabutuna kadar uzanan ömrünün toplamını çıkarıyordu.”
“İnsan doğduğu için, yaşamış olduğu için, yaşlandığı, kocadığı için ölmüyor. Bir şeylerden ölüyor.”
“Bütün insanlar ölümlüdür: Ama her insan için, ölümü, bir çaparızdır, ölümünün geleceğini bilse bile ona boyun eğse bile, insan için bu ölüm, olağana aykırı bir yamanlık taşır.”