16 Mart 2019 – Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi X. Dönem, 10. toplantı

0
Want create site? Find Free WordPress Themes and plugins.

Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin ‘İtalyan/Roma Edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz X.Döneminin onuncu oturumunun konusu Umberto Eco’nun (1932-2016) Baudolino isimli eseriydi. Nilüfer Uğur Dalay yazarın hayatı, eserin geçtiği dönemin özellikleri, eser hakkında bilgi verdikten sonra kitabı Atölye katılımcılarının değerlendirmesine açtı.

Umberto Eco 20.yüzyılın en önemli düşünce insanlarından biridir. Göstergebilim alanında yaptığı çalışmalarla bilinen, Orta Çağ estetiği uzmanı, semiyolog gibi birçok unvanı bünyesinde barındıran çok yönlü bir aydındır. Hıristiyanlığın kutsal metinlerinin analizinde yoğunlaşmış bir bilim insanı olsa da, bilimsel düzeyinin yüksekliğine karşın, ‘anlaşılabilir’ şekilde yazması, meramını kolaylıkla anlatabilmesi nedeniyle yazdıklarını kitlelere okutabilmiş,  edebiyatta hemen her kitabı çok satan olabilmiş bir yazardır.

Umberto Eco güçlü bir temel eğitimden geçer. Avrupa’nın en eski, kuruluşu 1404 yılına uzanan okullarından olan Torino Üniversitesi’nde ortaçağ felsefesi ve ortaçağ edebiyatı okur, mezuniyet tezini 13. Yüzyılda yaşamış Katolik Kilisesi’nin en önemli isimlerinden kabul edilen Aquinolu Thomas üzerine yapar.  Üniversite yıllarında Kiliseyi reddedip inançsızlığı seçmişse de temelde yoğun din tarihi, din felsefesi ve klasik diller eğitimi alır.

Eco cennet ve cehenneme ilişkin bakışını soranlara şöyle yanıt verir: ‘Bir gün Tanrıyla karşılaşırsam, iki seçeneğim var. Bu Eski Ahit’in benden intikamı ise, cehenneme giderim. Yok, bu Yeni Ahit’inki ise, o zaman aynı kitapları okuduk ve aynı dili konuşuyoruz demektir, cennete giderim.’

Atölye’nin konusu olan Baudolino’da Piemonte’de geçen çocukluk yıllarının etkisi görülür. ‘Edebiyata Dair’ eserinde, doğduğu kente ilişkin şu açıklamalar yer alır: “O zamanlar Barbarossa benim için büyülü bir isimdi, çünkü İmparator’a başkaldırmak için kurulmuş bir kent olan Alessandria’da doğmuştum. Buradan hareketle, neredeyse içgüdüsel bir sürü kararım birbiri ardına gelmiştir. Dostları ve düşmanlarından çok, bir çocuğun gözüyle alışılagelmiş geleneğin dışında bir Frederich’i yeniden bulmak (Barbarossa hakkında pek çok okumalar yaparak), aralarında Gagliaudo ve eşeğinin de yer aldığı, kentimin kökeni ve efsanelerini anlatmak.”

Bir demir fabrikasının baş muhasebecisinin oğludur. Babasının savaşa alınmasıyla birlikte annesiyle Piemonte dağlarının eteğinde küçük bir kasabaya yerleşen Eco, sakin bir çocukluk geçirir. Üniversite eğitimini 1954 yılında Felsefe bölümünden mezun olarak tamamlar.  Akademik anlamda en önemli eserlerini verdiği Ortaçağ Estetiği alanındaki uzmanlığını 1961 yılında, semiyoloji profesörü unvanını ise 1975 yılında Bologna Üniversitesi’nden alır. Üst düzey akademik birikimi nedeniyle ölünceye kadar İtalya Beşeri Bilimler Enstitüsü Bilimsel Konseyi başkanlığı ve üyeliğini sürdürür. İtalya ve İtalya dışında ülkelerin önemli üniversitelerinde eğitimler verir, birçok şeref doktorası ve ödüle layık görülür. 1962 yılından itibaren köşe yazarlığı ve televizyon editörlüğü olarak çalışır. Son olarak Barbarlar, Hıristiyanlar, Müslümanlar – Katedraller, Şövalyeler, Kentler – Şatolar, Tüccarlar, Şairler – Keşifler, Ticaret, Ütopyalar konu başlıklarının ele alındığı dört ciltlik Ortaçağı kitap dizisinin editörlüğünü yapar.

Düşünsel altyapısının oluştuğu koşullar İtalya’nın faşizm altında yaşadığı dönemlere ve sonrasına denk gelir. Faşizmin yükselişe geçtiği bir dönemde, Avrupa için oldukça homojen sayılacak bir köyde dünyaya gelmiş,  Fransız kültürünün etkisindeki bir bölgede, Piemonte’de yetişmiştir. Babasının savaşa çağrılması ve bu savaş boyunca kırsalda yetişmesi düşünsel hayatının bu eksende şekillenmesine neden olur. Çağın ve memleketin içinde bulunduğu ortam onu erken yaşta faşistlerle partizanlar arasındaki mücadeleyi gözlemlemeye yöneltir. Küçük yaşlarda çalışmak zorunda kalan Eco’nun işlerinden biri, mum ışığında mahzene inmek ve kömür taşımaktır. Bu işi yaparken mahzende bulduğu kitaplarla haşır neşir olan Eco, bazen kitaplara dalıp saatlerce kömürü unuttuğu da olur. Eco ilk faşist üniformasını aldığında nasıl gururlandığını ve on yaşındayken genç İtalyan faşistleri için bir kompozisyon yarışmasında birincilik ödülünü kazandığındaki mutluluğu anlatır. Ancak onun bu baskı altında şekillenen düşünceleri, Londra Radyosu, sosyalist babasının ve anti-faşist kuzenlerinin görüşleriyle başkalaşır. Kozadaki bir kelebek gibi yavaş yavaş kanatlarını açan Eco’nun düşünceleri, ilerleyen yıllarda aydınlanmacı bir eğilim gösterir. Henüz 14 yaşında Katolik gençlik örgütüne katılan ve aktif görev alan Eco, 22 yaşına geldiğinde örgütün ulusal lideri olursa da edindiği aydınlanmacı görüşten dolayı bu faaliyetten uzaklaşır. İlerleyen dönem içinde Eco’nun din ve Tanrı üzerine yargıları değişir, 50’li yılların başlarında, entelektüel bir Katolik militan olan Eco, doktorasından sonraki yıllarda dini inanç sistemini sorgular, dinin varlığını inkâr ederek Roma Katolik Kilisesinden ayrılmaya karar verir. Tüm bu süreçler onun düşünce dünyasının altyapısını oluşturur.

Eco’nun  Atölye’de incelediğimiz kitabında eğitimin önemi vurgulanır. Baudolino’nun doğduğu yörede eğitim seviyesi oldukça düşüktür ancak o zeki ve yetenekli bir gençtir, dilsel zekâsını kullanmayı ve insanları ikna etmeyi bilen bir yapıya sahiptir. Eco’nun hayatını kendi çabasıyla zenginleştirdiği gibi, eser bir anlamda bir gencin sadece eğitimini değil, belirli aşamalardan geçtikten sonra, kaderini kendi çabalarıyla belirleyebileceğine dair örneklerini gözler önüne serer.

Baudolino, ‘Yaşadığımız dünyanın ne kadar üzücü olduğunu unutmak için başka dünyalar hayal etmekten daha güzel bir şey yoktur. En azından o zamanlar böyle düşünüyordum. Başka dünyalar hayal etmenin de bir sonu olduğunu henüz anlamamıştım,’ der ki bu da aslında Umberto Eco’nun kitabı yazma nedenlerinden biridir.

Konstantinopolis’in 1204 yılında 4. Haçlı Seferi sırasındaki işgali ve yakılıp yıkılışıyla başlayan eseri, bize yalancı bir gezgin olan Baudolino anlatır. Anlatım geri dönüşlü olarak 1155 ile 1204 yılları arasındaki Ortaçağ dönemini kapsar.  Baudolino bizlerle, tarih yazarı Niketas Honiates ile Kutsal Roma Germen İmparatoru Friedrich Barbarossa’nın yanında geçirdiği dönemi, Üçüncü Haçlı Seferinde imparatorun ölümü, sonrasında Dördüncü Haçlı Seferi sırasında Konstantinopolis ve diğer kentlerde geçen yaşantısı hakkındaki bilgileri paylaşır.  Resmi tarih yazımlarında Friedrich Barbarossa’nın Kilikya’da 10 Haziran 1190 tarihinde Göksu Irmağı’nı sığ yerinden atla geçerken atından düşerek boğulduğu rivayet edilse, koca imparatorun bir çayda boğulduğu söylense de, kitabın hemen başında Baudolino, Barbarossa’nın ölümünün bir kaza değil cinayet olduğunu açıklar.

Dönem Avrupa topraklarını, doğudaki devletlere karşı birlikte savunmak durumunda kalan Avrupalıların Haçlı Seferleri’yle birlik olmaya başladıkları dönemdir. Din adına, kutsal değerlerin ‘ savunulduğu’ dönemde, savaşlar sadece Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında yaşanmıyor, her ne kadar Doğu’ya karşı birlik olma durumunda kalmışlarsa da, Hıristiyanlar da kendi içlerinde çatışıyordu. Doğuda, Doğu Roma (Bizans) İmparatoru, Selçuklu Türklerinin hâkimiyetinden endişe duymaktaydı. İtalya’da Legnano Savaşı (29 Mayıs 1176) sürerken, doğuda da 1158 ile 1176 yılları arasında Doğu Roma (Bizans) ile Selçuklu Türkleri arasındaki savaş sürüyordu.

O yıllarda Kutsal Roma Germen İmparatorluğunda, dini liderlik, papalık ile (sacerdotum) laik liderlik, imparator (imperium) arasında egemenlik savaşı sürüyor, geçici anlaşmalarla gerginlik dindirilmeye çalışılıyordu. ‘İmparatorluğun karşı papalarını imparator tek ve gerçek Romalı papa olarak görmekten vaz geçecek, karşılığında da papa Lombardiyalı komünlere verdiği destekten vaz geçecekti.’

Hıristiyanlar arasında ise mezhep kavgaları sürüyordu, özellikle de Katoliklerle  Ortodokslar arasında. İki mezhep arasında, dini yorumlama ve dini uygulama pratikleri arasında küçük farklılıklar  olsa da, özünde bir iktidar savaşı sürüyordu. İki kilise arasında var olan farklılıklar daha çok bölgesel ve kilisenin yönlendirilişiyle ilgili farklılıklardır.

İlk üç yüzyıl boyunca Hıristiyanlar çeşitli ağır baskılara maruz kalmıştır, ama M.S. 312 yılında Hıristiyanlığa dönen Roma imparatoru Konstantin’in emriyle, imparatorluk Hıristiyanlığı resmi din olarak tanımıştır. M.S. 395’de Roma imparatorluğu, Doğuda Konstantinopolis (İstanbul) ve Batı’da Roma başkent olmak üzere ikiye ayrılınca, o zaman kilisede yozlaşmalar ve çatırdamalar başlar.

‘‘Roma Katolik Kilisesi’ adıyla bilinen kilisenin yönetim merkezi Roma’dadır ve evrensel boyutlu olduğundan bu kilisenin başında, öleceği güne dek seçilip, Mesih’in görünür temsilcisi olarak kabul edilmiş bulunan ve Vatikan’da yaşayan Papa bulunur.

Hıristiyanlık, güç peşinde koşmaya başlayınca Doğu Romalılar Konstantinopolis’in dinsel merkez olması gerektiğini ileri sürmeye başlarlar. Böylece 1054 tarihinde Batı’da Roma Katolik ve Doğuda da Ortodoks kilisesi oluşur. Papa’nın yanılmazlığı ve evrensel yetkisinin kabul edilmemesinin dışında, Ortodoksları Katoliklerden ayıran en önemli fark şuydu: Katolikler Kutsal Ruh’un hem Baba’dan hem de Oğul’dan çıktığını ileri sürerken, Ortodokslar Kutsal Ruh’un yalnızca Baba’dan, İsa aracılığıyla çıktığını ileri sürmeleridir. Ortodokslar ayinlerinde Yunanca kullanırken, Roma Katolikleri Latince kullanmaya başlarlar. Diğer dini uygulama pratiğine özgü farklar dışında iki kilise, diğer bütün konularda hemen hemen aynı inanç sistemini paylaşsalar da  Ortodoks ve Katolikler arasında var olan bu ayrılık tarih boyunca politik nedenlerden dolayı daha da derinleşir.

Baudolino, Niketas’a hem çocukluğunu hem de gençlik yıllarını anlatmaktadır; bu sırada yaşadığı ya da uydurduğu olaylar, yaşantısının akışına yön vermektedir. Ancak, eserin belkemiğini oluşturan nokta, yalandan gerçeğe ulaşma yolculuğudur.  Romanın sonunda bilge Pafnuzio resmi tarihçi Niketas’a ‘Kendini dünyadaki tek tarih yazarı sanma. Er ya da geç Baudolino’dan daha yalancı biri çıkıp, onu anlatacaktır,’ der ki bu tarif Umberto Eco ile örtüşür. Belki de  yazarın kitabı yazma nedeni budur.

Pafnuzio ile Niketas’ın sohbetinde tarih yazanların, tarihi yapanlara karşı sorumluluğu tartışılır. Yine  Pafnuzio, ‘Büyük bir tarihte küçük gerçekler, en büyük gerçek ortaya çıksın diye değiştirilebilir. Sen, barbar ülkelerde ve barbar halklar arasında, uzak bir bataklıkta başlayan küçük bir olayı değil, Romalıların imparatorluğunun gerçek öyküsünü anlatmalısın,’ der. Tarih kitapları yazılırken aktarılmayanlar, onları yaşayanlar tarafından sözlü olarak anlatılagelen öykülere dönüştüğüne örnektir kitap.

Bir gün Baudolino’nun aklına sarayda hocası olan Otto’nun bahsettiği çok uzakta ve muhteşem bir zenginliğe sahip krallık, Rahip Johannes’ın krallığı gelir. Otto ölmeden önce Baudolino’ya, Frederick’in İtalya’nın karmakarışık şehir savaşlarından vazgeçip doğuya, bu zengin krallığa ilerlemesini vasiyet etmiştir. Çünkü Otto, Baudolino’nun ne yapıp edip imparatoru kandıracağından emindir. Paris’te vasiyeti hatırlayan Baudolino arkadaşlarıyla birlikte Rahip’in ağzından bir davet mektubu yazar. Roman, imparatorun İtalya şehirleri ile olan savaşını, Rahip Johannes’ın Krallığına gitmeye karar vermesi ve yolculuğa çıkışını, yolculuk maceralarını, imparatorun ölümü ile Baudolino’nun yoluna devam etmesini anlatır.

Roman sadece tarihi bir öykü değil, kilitli bir odada işlenen cinayetin gizemini çözen bir polisiye, mitolojik varlıkların cirit attığı, mitlerin ete kemiğe büründüğü bir fantastik, Boccaccio’nun Decameron’u ile yarışacak bir yolculuk öyküsüdür. Eser, karnavalesk roman özelliklerinin hepsini taşır. Nasıl resmî festivaller varolan düzeni sürdürüken, karnavallar bir süreliğine de olsa varolan düzeni altüst eder,  egemen olan doğrudan geçici olarak kurtulmayı kutlar, hiyerarşik rütbeler, imtiyazlar, normlar ve yasakları askıya alıp ölümsüzleştirilmiş ve tamamlanmış her şeye düşmansa, Eco’nun romanı da roman kural ve özelliklerini bir süreliğine askıya alıp, ileri geri gidişlerle, yalan ve palavralarla resmi tarihle dalga geçer.

Eser, hem birinci kişinin ağzından, hem de diğer karakterlerin ağzından ve onların bakış açısıyla anlatılır. Sadece öyküler bütünü değil, gerek kişilerin fiziksel yapısına ilişkin, gerekse seyahat edilen yerlere ilişkin betimlemeler ile eser zengin bir şekilde, birden çok teknikle beslenir. Toplumsal bakış açısıyla, yerel diller kullanılarak, sosyal, kültürel ve dilsel öğelere ilişkin farklı tarzların, anlatım tekniklerinin bir araya getirilmesiyle, neredeyse kolaj tekniğiyle yapılmış bir resim, hatta bir belgesel film gibi okuyucuya sunulur.

Baudolino, hem bir roman, hem de bir dilbilim tiyatrosu olarak tanıtılmaktadır, çünkü eser, Baudolino’nun ilkyazı denemesi ile başlamaktadır. Baudolino okuma ve yazmayı geç yaşta öğrenmiş, daha sonra Paris’te eğitim almıştır. Bu sebeple, dili ve dilbilgisi farklı kaynaktan beslenmiştir.  Barbarların ve bilinmeyen topraklarda yaşayan insanların dilleri de yer alır. ‘Linguas barbaras et ignotos.’

Umberto Eco metni ortaçağda kullanılan Latince ve İtalyanca ile zenginleştirmiştir.  Orijinal metin, Eco’nun tüm ortaçağ tarih bilgisi ve dil konusundaki ustalığını yansıttır. Çeviriye  yansıması zor olan bir özelliktir bu. Eco, alt tabaka insanların konuşmasını çağına ve yöresine uygun olarak verirken üst tabakanın konuşma dilini de aynı yetkinlikle yansıtır . ‘Quod principi plaguit legis habet vigorem, prensin hoşuma giden her şey yasadır:” dedi Rainald von Dassel. “Evet, çok makul ve kesin geliyor insanın kulağına. Ama bunun İncil’de de yazılı olması gerekir, yoksa herkesi, bu harika fikri kabul etmeye nasıl ikna edebiliriz?’ ‘Roma’da olup bitenleri cok iyi gördük” diyordu Friedrich,“kendimi papaya yağlattığımda, onun gücünün benimkinden ustun olduğunu ipso facto kabul ettim, papayı boğazından yakalasaydım ve Tevere’ye atsaydım, toprağı bol olsun Attila gibi Tann’nın kırbacı olurdum… Kendisini benden ustun görmeden benim yasalarımı, yetkilerimi tanımlayacak birini hangi cehennemde bulurum? Yok böyle biri dünyada.’.

Yolculuklar, yeme-içme, insani ihtiyaçların vurgulanması, abartılı mizah, hiyerarşinin yerle bir olması, çok seslilik… herşeye değer, dokunur. Dualizm özellikle de Hristiyanların kendi içlerinde yaşadıkları inanç karmaşaları hakkında yaptıkları üç konuda: Baba-oğul-kutsal ruh, İsa’nın ruh ve et olarak ikiye ayrılması, evrende boşluğun var olup olmaması ve Tanrı’nın iyi ve kötüyü içinde var etmesi. Düalizm, tartışmaların her iki tarafı da haklı çıkarır nitelikte olmasıyla yaratılır. Ayrıca Dante’ye atıflar yapılır: Baudolino’nun İmparatoriçe Beatrice’ye olan platonik aşkı,  Yeryüzü Cenneti benzetmeleri, Cehennem’de belirtilen günahlarla yüzleşilmesi ve cehennemdeki mahlûkatlara benzer yeryüzü yaratıkları.

Umberto Eco, önsözünü yazdığı Ortaçağ adlı eserde, Ortaçağ’ın karanlık bir dönem olmadığını ifade eder. Ortaçağ’da, savaşlar ve yolculuklar sayesinde, Doğu’dan Batı’ya getirilen sosyal, ticari ve kültürel değerler de vardır. Aynı eserdeki Ortaçağ insanı ve onun düşünce sistemiyle ilgili yorumunda, Baudolino adlı eserindeki gerçeküstü öğeler ve yaratıklarla ilgili olarak birbiriyle tamamen örtüşen ve birbirini tamamlayan satırlara yer vermektedir.

“Ortaçağ insanı dünyayı hem tehlikelerle hem de olağanüstü keşiflerle dolu bir orman gibi, yeryüzünü de muhteşem canavarların yaşadığı uzak ülkelerle kaplı bir yer gibi görürdü. Bu hayal gücü, ilhamını klasik metinlerden ve sonsuz sayıdaki efsanelerden alırdı, dünyada çeşit çeşit yaratıkların yaşadığına kalpten inanılırdı.’

‘Ortaçağ insanları anlamlarla, atıflarla, üst anlamlarla dolu, Tanrı’nın her yerde göründüğü, doğal dünyasında simgesel bir dilin konuşulduğu, aslanların sadece aslan olmadığı, cevizlerin sadece ceviz olmadığı, hipogriflerin aslanlar kadar gerçek olduğu, (çünkü daha üstün bir hakikatin varlığına inanılırdı) tamamı Tanrı’nın eliyle yazılmış gibi görünen bir dünyada yaşıyorlardı.’

Baudolino’da hem kronolojik olarak örtüşen tarihsel öğeler, hem de gerçeküstü öğeler yer alır. Niketas zaman zaman Baudolino’nun anlattıklarından şüpheye düşerek tarihsel gerçeklikleri sorgularken, onu Latinlerin elinden alan kurtarıcısı bu adama minnet duyar. Her ne kadar Baudolino muazzam bir yalancı olsa da, ‘Ben yalanla kutsanmışım,’ dese de, eserde, yalandan gerçeğe doğru bir yolculuk yapsa da onun anlattıklarıyla resmi tarihte örtüşen en büyük gerçeklerden biri, savaşlardaki zulümler, savaşlar sırasındaki ölümler, ölümlerin arkasındaki şüpheli durumlar ve sır perdelerinin aralanmasıdır.

Hükümdarların evlilikleri, kutsal emanetlerle olan bağları, kentlerin yağmalanması, savaşlar sırasında kutsal emanetlere, tarihi ve sanat eserlerine el koyulması, sadece toprak kazanımı değil, manevi değerlere ait nesnelerin de toplumlarda nasıl algılandığı ve karşılandığına ilişkin Ortaçağ düşünce yapısının bugüne benzerliği dikkat çeker. Ortaçağ’da olduğu gibi, günümüzde de toplumsal ve siyasi açıdan önemli olan Suriye-Filistin, Kudüs, Konstantinopolis (İstanbul)’te geçen olaylara bakıldığında, hala din adına birbiri ardına savaşların yapıldığı görüldüğü gibi insanlık açısından birtakım gerçeklerin ve arayışların değişmediği gözlemlenir. Ülkelerin siyasi anlamda zaman zaman sınırlarını değiştirmesi; krallar, imparatorlar, devlet adamları arasındaki birleşmeler ve anlaşmalar; birbirini takip eden saltanat kavgaları ile kutsal topraklara hâkimiyet isteği, dün olduğu gibi bugün de olayların seyrini etkiler.

Baudolino edebiyat eserlerinde az görünse de her toplumda görünebilecek bir kahramandır. Almanya’da böylelerine Schelm (şakacı, kerata) , İngiltere’de Trikster God (allahın düzenbazı) derler. Güvenilmez bir anlatıcıdır, çünkü daha en başından yalancı olduğunu saklamaz. ‘Kendisinin saflığın rengi beyaza bürünemeyen o tuhaf hayvan(bukelamun)  olduğunu düşündü.’ Yalanın her zaman hayat kurtardığını ve gerekli olduğunu da ekler sözlerine. Baudolino hayal ile gerçeği birbirine karıştıran, yani gördüğü şey ile görmek istediği şeyi birbirine karıştıran bir çocuk olarak tanımlar kendini. Karşısındaki kişinin duymak istedikleriyle paralel öyküler anlatarak, insanları kendine inandırmayı becerebilen, ikna yeteneği kuvvetli bir çocuktur. Bir yandan da geçmişteki olayları, haksızlıkları öğrenir ve birbiriyle kıyaslar. Kendisi yalancı olsa da, gerçeklerin de farkında olan ve mantık muhakemesini iyi kullanan biridir aslında. Başlangıçta bozuk dil bilgisiyle yazmış olsa da, İtalyanca, Latince, Yunanca, Almanca gibi, Avrupa tarihi açısından son derece önemli olan dilleri anlama ve konuşmada oldukça yeteneklidir. İfade yeteneği güçlüdür. İmparator Friedrich Barbarossa’nın ileride gerçekleştireceği pek çok sefer ya da barış anlaşmasında, geri plandaki yönlendirici rolündedir. İmparatorun hem evlatlığı hem de bir anlamda, akıl hocası olur. Baudolino, hem gerçeklerin, hem de sosyal zaafların farkındadır ve bunları kullanmayı çok iyi bilmektedir. Amacına hizmet edecek kişilere de kolayca ulaşma yollarını iyi değerlendirir. Friedrich Barbarossa ile karşılaştıklarında yalancı biri olan Baudolino, Friedrich Barbarossa’nın ölümünden on beş yıl sonra da, onun intikamını alarak, adaleti yerine getirmek için birini öldürebilecek kadar, yalandan gerçeğe doğru ilerleyen bir arayış adamı olur. Hocası Otto’nun söylediği şeyleri yazarken, bir yandan da gerçeklerin farkındadır. Aynı zamanda, nelere sebep olduğunun bilincindedir.

Baudolino’nun anlattıklarıyla örtüşen en büyük gerçeklerden biri ise, savaşlardaki zulümlerdir. Kendisi savaşmasa, silaha el sürmese, kendini barışsever olarak tanımlasa da, sonunda o da arkadaşı Şair’i, Friedrich Barbarossa’nın ölümünden sorumlu tutarak öldürmek zorunda kalır. Savaş karşısında taraf olmamız gerektiğini, kirliliğe karşı durmazsak, er ya da geç  kirliliğe bulaşılabileceğini anlatan güzel bir örnektir.

‘İnanç olayları gerçek kılar.’, ‘Artık din ticareti midesini bulandırıyordu.’,  ‘Bir Basileus gücünü iyi şeyler yapmak için kullanır ama iktidarı elinde tutmak için kötülük de yapmalıdır.’,  ‘Bir savaşın nasıl yapılacağını bilen insanların katılacağı güzel bir savaş olmalıydı.’, ‘Teknik, bir kuşatmada, bir savaşta kullanılmazsa ne işe yarar?’, ‘İmparatorlar da insandır ve tarih onların zayıflıklarının da tarihidir.’, ‘Bir zamanlar Zosimos bana öfkenin ruhu her tutkudan daha çok altüst edip sarstığını, ama bazen de ona yardımcı olduğunu öğretmişti. …Talmud’un dediği gibi, bir adamın tüm günahlarını yıkayan cezalar vardı.’,’Kutsal şeylerden söz edildiğinde insan ölçütleri kullanılmamalıdır.’, ‘Marangozun oğlu İsa’nın sade, yoksul çanağı olmalı. Som altın, lapis lazuli şarap çanağı hurafe.’, ‘Andronikos’un onlara (imparatorluk için çabalayan Isaakios taraftarlarına) yaptıkları göz önüne alınırsa, belki de bir tek onların intikam almaya hakkı vardı.’

Bütün bu savaş acıları içinde Baoudolino aşkı da tanır. İmparatoriçe Beatrice, hemşehrisi Colandrina ve Hipatia, Baudolino’nun öyküsünde yer alan kadınlardır. .Uzak diyarlarda âşık olduğu o güzel yaratığın, Hipatia’nın sevişme sonrası keçi bacaklarını görünce, bu bacaklardan utanan Hipatia’nın insani bir tepkiyle Baudolino’ya ‘Başka kadınların bacaklarına bakmanı istemiyorum,’ demesi bu güzel aşkı anlatır.

Olaylar anlatılırken, Ortaçağ’daki yönetim şekillerine, papa ve din büyüklerine de yer verilir. Dolayısıyla, eserde yer alan her olay ve anlatı, birbiriyle ilişkili ve neredeyse iç içe geçmiş küçük paketler gibi, satır araları incelendikçe geriye dönük diğer detayları yansıtan ipuçlarıyla doludur. Baudolino’nun hayatı, aslında pek çok tarihsel gerçeklikle beraber, tarihte gizemli kalmış kentlerle ilgili öğeleri de yansıtmaktadır. Bunlar, kentlerin etimolojik anlamdaki geçmişine de tanıklık eder.

Baudolino’nun hem Batı’ya, hem de Doğu’ya yaptığı yolculuklardan edindiği izlenimler, iki farklı yaşam biçimi, bakış açısı, insanın ruhsal yapısının zaman içindeki değişimi hakkında belirgin ipuçları verir. Önceleri çok konuşan ve konuşmasıyla insanları kendine hayran bırakan Baudolino, yaşlılığında kendini çile çekmeye, halktan gelen bağış niteliğindeki yiyeceklerle hayatını idame ettirmeye adadığı günlerde suskunluğu ve gerektiği zaman bilgece konuşmasıyla, iki farklı kişilik profili ve buna bağlı olarak da yalan – gerçek, doğru – yanlış, tezatlıkları arasında gidiş gelişlerin hâkim olduğu bir anlatı söz konusu olur.

Tarihsel fonda, birçok sahne, tarihi öğe yer alır: Kudüs’ten Konstantinopolis’e doğru yönelim, Konstantinopolis’in Latinler tarafından yağmalanması, Bizanslılar ile Latinlerin çatışması, Bizans İmparatorluğu’ndaki taht kavgaları; cinayetler, kardeş katliamları ve entrikalar gibi. Kutsal emanetlerin kopyalanarak satılması dönemin gerçeğidir ve kitapta önemli bir yer tutar.

Kitapta pek çok kentten söz edilir. Hem Asya hem de Avrupa’daki kentlerin adları, o dönemdeki jeopolitik öneme göre farklıdır ve sınırlar da farklılık göstermektedir. Bazı adı geçen kentler Hıristiyanlık açısından hem kutsal olaylara, hem de savaşlar, katliamlar ve yıkımlara sahne olmuştur. Eco, İstanbul hakkındaki görüşlerini şöyle ifade eder:  “Konstantinopol konusundaki mantık dışı saplantım nedeniyle kitabı yazmak zorlaştı. Epey acı çektim o süreçte.”

Eserde adı geçen karakterlerin bir bölümü tarihi kişilik, bir bölümü kurmacadır.  Ana karakter, Baudolino’dur ve adını, Frascheta’daki bölgenin var olduğuna inandığı ancak varlığı şüpheli Aziz Baudolino’dan almıştır.

Gerçek karakterlerden en çok üzerinde durulanı ise, Friedrich Barbarossa, İmparatoriçe Beatrice, oğulları Altıncı Heinrich ile Schwaben dükü Friedrich, ünlü tarih yazarı olarak, anlatımın akışına yön veren karakterlerden biri olan Niketas Honaites,  ‘Saray hatibi imparatorluğun yüksek örtü yargıcı, sırların logotetes’i ya da başka bir deyişle Latinlere göre Bizans Maliyesinin denetçisi, ayrıca Komnenos ailesinden birçok kişinin ve Angelos’ların tarihçisi Niketas Honiates karşısında duran adam,’ olarak belgelerde adı geçen Zosimos, öğretmenler Otto von Freising ve Rainald von Dassel, Şarlman, İmparatorluk Şansölyesi Christion von Buch,  mitolojik bir kahraman olan, Baudolino’nun babası, ineğiyle Alessandria’yı işgalden kurtaran Gagliaudo Aulari, dönemin piskoposları, papalık elçileri ve patrikleri, Friedrich Barbarossa’nın hukuki anlamda bile değişik görüşte olanların fikirlerine saygı gösterdiği ifade edilen; ‘Bolognalı dört hukukçu, yani en ünlüleri ve büyük İrnerius’un öğrencileri, İmparator’un itiraz kabul etmez yetkileri konusunda öğretisel bir görüş belirtmek için Friedrich’e yollanmıştı ve içlerinden üçü, Bulgaro, Jacobo ve Ugo di Porta Ravegnana, Friedrich’in istediği gibi konuşmuş, yani İmparator’un yetkisinin Roma hukukuna dayandığını söylemişlerdi. Değişik görüşte olan yalnızca Martino adında biriydi.’, Andronikos, İsaakios, Manuel, Enrico Dandolo gibi Bizanslı siyasi karakterler, felsefi konuşmalarda Kolofonlu Ksenofanes, Kosmas İndikopleustes, Monofizitler, Nasturilerdir.

Rahip Johannes, Baudolino’nun, krallığını bulmak için neredeyse bütün bir ömrünü harcadığı, görünmeyen, ancak varlığını ve önemini her bölümde hissettiren karakterlerden biridir ve kurmacadır. Doğu Roma İmparatorluğuna yazılan mektup gerçek olsa da Rahip Johannes tarafından yazılmamıştır. Böylesi bir rahibin varlığı, onunla ilgili bilgiler, halk ve diğer krallar tarafından daha üstün bir kutsal konum imajını önemseyen imparatorlar için önemli olmuştur.  “Tek imparator haline gelen ‘teolog’ imparator inatla ve azimle, Kalkedon Konsili’ne atıfta bulunarak (Nasturilerin İsa’nın ilahi ve insani özelliklerinin apayrı olduğuna dair radikal tezi reddedilmişti) İsa’nın ikili özelliğini savunanlar ile monofizitler arasındaki din tartışmalara katılır. Kalkedon Konsili’nin otoritesini defalarca beyan eder (Justinianus).”

Umberto Eco’nun eserinde, sadece o dönemde yaşamış olan krallara, vasallara, şövalyelere ya da köylüler değil, geçmişteki bilginlere de yer verilmiştir. Umberto Eco’nun entelektüel birikimi, eserin daha iyi anlaşılması için, geçmişteki olayları ve kahramanları, gerçekte yaşamış veya yaşadığı var sayılan karakterlerin birçok açıdan araştırılmasına sevk etmektedir.

Atölye, Umberto Eco’nun dilini ve eserini barışçıl olarak değerlendirmiştir.  Eco ‘Bizler kitaplar için yaşıyoruz. Kargaşa ve yozlaşmanın egemen olduğu bir dünyada hoş bir görev bu…

Kitaplar inanmak için değil, araştırmak için yazılır. Bir kitap karşısında onun ne dediğini değil, ne demek istediğini sormalıyız kendi kendimize,’ der. Atölye Ortaçağa yapılan bu yolculuğu, yaşadığımız günlerin karmaşasından uzaklaşmak için iyi bir fırsat olarak gördü.

‘Biz sadece bizim Tanrı’ya ihtiyacımız olduğuna inanırız ama çoğu kez Tanrı bize ihtiyaç duyar.’

‘Hayat, kaçan bir düşün gölgesinden başka nedir ki?’

‘Stat rosa pristina nomine, nomina nuda tenemus/bir zamanlar gül adıyla anılanlar vardı, salt adlar kalır elimizde…’ Umberto Eco Gülün Adı

‘Meramım şu; madde kaybolunca geride sadece ‘söz’ kalır. Benim yaptığım bu alıntıya, Shakespeare’in (‘Adın ne değeri var? Gülün adı gül değil, başka bir şey olsaydı aynı güzellikte kokmaz mıydı?’) yorumunu getirenler, yanılır. Shakespeare sözün anlamı yoktur, ‘gül’ başka bir adla da anılsa…, gene ‘gül’dür diyerek benim söylediğimin tersini söyler…

Söz’ün de sahibi insan. Geriye kalan ‘gülün adı’, insanın şeylere kendi atfettiği değerler ve ölçülerdir.

‘Mors est quies viatoris – finis est omnis laboris.  Yolcunun dinlenmesidir ölüm – her işin sonudur.

‘Sevgi nedir? Dünyada bana sevgi kadar anlaşılmaz gelen hiçbir şey yoktur; ne insan ne şeytan ne de başka bir şey, çünkü sevgi her şeyden daha çok işler ruha. Yüreği böylesine kaplayan, böylesine bağlayan hiçbir şey yoktur. Bu nedenle, onu yöneten silahlar olmayınca, ruh, derin bir uçuruma atılırcasına sevgiye atılır.”

Did you find apk for android? You can find new Free Android Games and apps.
Share.

Comments are closed.