16 Şubat 2022 – Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi, XIII. Dönem, 8. Toplantı – Malte Laurids Brigge’nin Notları

0
Want create site? Find Free WordPress Themes and plugins.

Temasını ‘Alman Edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin XIII. Döneminin 16 Şubat Çarşamba günkü sekizinci toplantısında Özlem Tatlıcan bizlere Rainer Maria Rilke’nin (1875 – 1926) yaşadığı dönemi ve hayatını anlattıktan sonra, Atölye’nin konusu olan Malte Laurids Brigge’nin Notları (191) adlı kitabını tanıttı ve Atölye katılımcılarının tartışmasına açtı.

Rilke’nin doğumundan dört yıl önce, 18 Ocak 1871 yılında  2.Reich  Alman İmparatorluğu (Deutsches Reich)  kurulur. 1815 Yılında Viyana Kongresi ile kurulan ve Avusturya yönetiminde olan Alman Konfederasyonu yıkılmış  yerine,  Prusya yönetiminde Avusturya’nın içinde olmadığı  Alman İmparatorluğu  kurulmuş olur. Önce Danimarka’yı ardından Avusturya’yı sonra 1870’te Fransa’yı mağlup eden Prusya artık bölgenin hâkim gücüdür. Yeni İmparatorluğu Hohenzollern Hanedanı yönetir, başkent Berlin yapılır. Kurucusu Prusya Başbakanı Bismarck’ın  ‘Bertaraf edilmesi gerekilen devletleri yalnızlaştırdıktan sonra onlarla savaşmak.’ üzerine kurulu stratejisi ve tarihe izini bırakacak olan diplomasisi sonucu başarı kazanılır. Almanya’nın,  milli birliğini tamamlaması Avrupa diplomasisi için yepyeni bir dönemin de başlangıcını teşkil eder. 19. Yüzyılın son çeyreğinde çok etkili izler bırakacak olan bloklaşma ve ittifaklar dönemi başlar.

 Sanayi devrimi ile birlikte artan üretim, ekonomik sonuçlar doğurduğu gibi silah sanayide ve demiryolu yapımında üretim artışına/genişlemeye yol açar. Dönemin büyük güçleri de bu durumdan etkilenerek birbirleri ile adeta silahlanma yarışı içine girer ve hem Avrupa kıtasında hem de Afrika ve Doğu Asya gibi bölgelerde sömürgecilik olgusundan kaynaklanan çıkar çatışmaları ortaya çıkar.

Alman İmparatorluğu sömürge çabalarına1884’te Afrika Talanı ile başlar ve Afrika’da üçüncü en büyük sömürge imparatorluğunu kurar; bugünkü Burundi, Ruanda, Tanzanya, Namibya, Kamerun, Gabon, Kongo, Orta Afrika Cumhuriyeti, Çad, Nijerya, Togo, Gana, Yeni Gine ve diğer birçok Batı Pasifik/Mikronezya adası dahil birkaç Afrika-Pasifik ülkelerinin bir bölümüne yayılır.

    Bu dönemde Alman İmparatorluğu demir- çelik, ağır sanayi, kimya sektörü ve optik üretimi alanında kayda değer atılımlar gerçekleştirir.  Almanya 1890 yılında Avrupa’nın en büyük 2. ekonomisi düzeyine ulaşırken uluslararası ticarette de oldukça önemli bir sıçrama gerçekleştirir. Bu atılımlarda, Bismarck’ın görev yaptığı 19 yıl boyunca dış politikada oldukça ihtiyatlı davranmasının, silahlanma, sanayi ve ekonomi başta olmak üzere Almanya’nın ulusal güç kapasitelerini artırabilmek için uzun süreli bir barış ortamının var olmasının gerekliliğine inanması yatar.

1888 II. Wilhelm Alman İmparatorluğunun kralı olur,1890 tarihinde Bismarck Almanya Şansölyeliğinden istifa eder ve 1898 tarihinde vefat eder.  Yeni dönem siyasi tarihe  ‘Weltpolitik’, II. Wilhelm  tarafından 1890 yılında ortaya atılan politikanın ismi olarak geçer. Almanya’nın bu politikadaki agresifliğinden korkan Britanya, Fransa, Rusya ve Belçika ile ittifak kurarken Almanya’nın Avusturya-Macaristan ve İtalya ile ittifak kurarak cevap verir ve böylece 1. Dünya Savaşı’na zemin hazırlar ki Afrika’yı paylaşma mücadelesi I. Dünya Savaşı’nı n başlamasını hızlandıran faktörlerden biri olur.

Avusturya -Macaristan Arşidükü Ferdinand’ın 28 Haziran 1914’te suikaste uğraması ile I. Dünya Savaşı patlak verir. Almanya, savaşı’nın hemen öncesinde Avrupa’nın en büyük üçüncü ordusunu kurmuştur. Her şeye karşın Almanya’nın içinde olduğu İttifak Devletleri savaşı kaybeder. 1914Yılında tüm kolonilerinin İtilaf Devletleri tarafından işgal edilir, sömürge imparatorluğunun kontrolü kaybedilir. Haziran 1919’da imzalanan  Versay Antlaşması ile Almanya tüm kolonilerini kaybetmiş olur. Bu antlaşmanın Almanya’yı aşağıladığı düşünülür ki bu, daha sonra Almanya’da nasyonal sosyalizmin yayılmasını hızlandıran bir duygu halidir.  

I. Dünya Savaşı’nın sonunda Friedrich Ebert önderliğinde anayasal monarşiden parlamenter demokrasiye geçiş süreci yaşanır. 3 Kasım’da Kiel’de denizcilerin ayaklanmasıyla  devrim başlar. Başta tersane işçileri olmak üzere binlerce Kiel’li işçi gösteri düzenler. Subaylar göstericilere ateş edince askerler de ayaklanarak asker konseyleri kurarlar. 20.000 denizcinin kurduğu asker konseylerini, çoğunluğunu tersane işçilerinin oluşturduğu işçi konseyleri takip eder.  Demokratik bir cumhuriyet kurma hedefi İmparator II. Wilhelm’in tahttan çekilmesiyle sonuçlanır ve 9 Kasım 1918’de Weimar Cumhuriyeti kurulur. Almanya’daki radikal solcuların komünist bir rejim kurmak istemeleri bu devrimi, komünist devrimciler ile anti-komünistler arasındaki bir iç savaşa dönüştürür ve devrimin ikinci aşamasına geçilir. 11 Ağustos 1919’da  Friedrich Ebert devlet başkanı olarak hükûmeti kurar.

 Weimar Cumhuriyeti Almanya’nın  1918–1933 yılları arasındaki dönemidir. İsmin kaynağı, millî meclisin yeni anayasayı oluşturmak için 1919 yılında toplandığı Weimar kentidir.

      Birinci Dünya Savaşı, Almanya’ya büyük bir insani yıkım, parçalanmış bir ulus bırakır; Almanya dağılır. 1919 Yılında yapılan seçimleri kazanan Siyah-Kırmızı-Altın Koalisyonu’na dayanan yeni bir hükûmet kurulur ve cumhurbaşkanlığına Ebert seçildi. Almanya’da 18. yüzyıldan sonra genelde kırda oluşturulan düzensiz silahlı birliklere,  özellikle de I. Dünya Savaşı’ndan sonra Weimar Cumhuriyeti’nde özellikle komünistlere karşı devlet eliyle örgütlenen düzensiz silahlı birliklere Freikorps adı verirlir. Freikorpslar ve  gönüllü paramiliter örgütler solcu kışkırtıcılara karşı görevlendirilir. Aşırı sol ve sağ grupların şiddetli çatışmaları Almanya’da kan dökülmesine, binlerce kişinin ölmesine yol açar. Spartaküs Birliği  (Spartakusbund) ise I. Dünya Savaşı sırasında Almanya’da Marksistler tarafından kurulan siyasi örgüttür ki bu hizip daha sonra Almanya Komünist Partisi adını alır. 4 Ağustos 1914’te Almanya Sosyal Demokrat Partisi hükümetin savaş bütçesini onaylayınca partinin sol kanadında yer alan ve savaş karşıtı olan Karl Liebknecht, Rosa Luxemburg, Franz Möling ve Clara Zetkin önderliğindeki üyeler muhalif hareket oluşturur. Parti içi muhalefet hareketi Emek Birliği ile Gruppe Internationale olarak iki ayrı hizbe bölünür.

    Rusya’daki Ekim Devrimi’nden sonra Spartaküs üyeleri dağıttıkları broşür ile kitleleri devrime çağırsalar da etkili olmazlar. 3 Kasım’da Kiel’de denizcilerin ayaklanmasıyla Spartaküs’ten bağımsız olarak Alman Devrimi başlar.  Spartakistler 10 Kasım’da kurulan Almanya Sosyal Demokrat Partisi ile Almanya Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi’nin (Unabhängige Sozialdemokratische Partei Deutschlands) koalisyonuna muhalefet eder ve zamanla Berlin’deki Bağımsız Sosyalist Demokrat Parti içindeki aşırı sol “Revolutionäre Obleute” ile yakınlaşır. 29 Aralık 1918 ile 1 Ocak 1919 tarihleri arasında Berlin’de Spartaküslerin parti kongresinde grup Almanya Komünist Partisi (Kommunistische Partei Deutschlands) adını alır.

    Rosa Luxemburg’un  Die Rote Fahne ye yazdığı makalesi işçi ve devrimci askerleri isyana yöeltince  Friedrich Ebert, Freikorps’u üstlerine yolladı, şiddetli çatışmalar yaşandı, Spartaküs isyanı bastırıldı ve yüzlerce Spartaküs öldürüldü. 15 Ocak’ta Luxemburg, Liebknecht ve Wilhelm Pieck Freikorps tarafından yakalandı. Liebknecht silahla vurularak öldürüldü, Luxemburg dipçikle dövülerek öldürüldükten sonra cesedi ırmağa atıldı, Pieck ise kaçmayı başardı ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra Doğu Almanya’da Deutschen Demokratischen Republik’de (DDR) sosyalizmin kurulmasına öncülük etti. Pieck DDR’nin ilk cumhurbaşkanı oldu.

      Bu büyük karışıklık ve hengame sırasında General  Wilhelm Groener komutasındaki ordu, Sosyal Demokrat Şansölye  Friedrich Ebert’e bir anlaşma teklif etti: askeri birliklerde reforma gidilmemesi ya da silahlı kuvvetlerin gücünün azaltılmaması garantisi karşılığında düzeni korumada ve hükümeti savunmada ordu destek verecekti. Ebert-Goener Paktı olarak bilinen antlaşma kabul edildi. Bazı tarihçiler, bu antlaşmayı demokratik değerlere ihanet olarak kabul eder.

   Şiddet eylemlerinin bastırılmasıyla aralarında sosyolog Max Weber, hukukçu Hugo Preuss, siyasetçi Friedrich Naumann ve tarihçi Friedrich Meinecke’nin de bulunduğu 25 kişi, 1919 Şubat- Temmuz aylarında kanunlaşacak yeni bir anayasayı kaleme aldılar;11 Ağustos 1919’da Weimar Anayasası yürürlüğe kondu. Bu yeni anayasanın taslağını yazanlar, fazla radikalleşmeden hem solun hem de sağın kabul edebileceği bir hükümet oluşturmak gibi zor bir görevle karşı karşıya kaldı. Her iki grubu da memnun etme konusunda uzlaştılar.

    Hükümet bir başkan, bir şansölye ve bir parlamento çevresinde tesis ediliyor, başkan, halkoyuyla yedi yıllığına seçiliyor, orduyu kontrol ederek yeni parlamento seçimleri yapılmasını isteyebilen etkin siyasi güce sahip oluyordu. Kurucular, fazla demokrasiden korkan muhafazakârları ikna etmek için de Başkan’ın acil durum yetkileri üstlenmesine, insan haklarını askıya almasına ve sınırlı bir süre boyunca parlamento onayı olmadan icraatlarda bulunmasına izin veren 48. Madde gibi unsurlar eklerler. Bu sistem, Almanların hükümette ilk kez söz sahibi olmasını sağlasa da partilerin yoğun şekilde bölünmesine de yol açar ve bu durum, partilerin çoğunluğu elde etmelerini ya da koalisyon hükümeti kurmalarını zorlaştırır. Orantılı temsil, sonraları Nazi Partisi gibi daha aşırı partilerin nüfuz kazanmasına kapı aralar.

Mart 1920’de bir grup sağcı paramiliter, Kapp Darbesi olarak bilinen olayla yönetime el koyunca Weimar Cumhuriyeti, 1920’lerin başında daha acil sorunlarla karşı karşıya kalır. İlk başlarda başarılı olan bu darbe girişimi işçilerin genel grev ilan etmesi üzerine başarısızlıkla sonuçlanır. Bu darbe girişiminde alınan başarısız sonuç ileride Adolf Hitler’in darbe politikasını etkileyecek ve iktidara halk desteği ve hukuksal yollarla gelmenin önemini anlatacaktır

Siyasi şiddet, 1923 yılında Hitler’in ordu tarafından bastırılan Birahane Darbesi girişimiyle en yüksek seviyeye ulaşır. Birahane Darbesi (Almanca: Bürgerbräukellerputsch ya da Hitler-Ludendorff-Putsch ya da Hitlerputsch), Adolf Hitler, General Erich Ludendorff ve diğer Kampfbund liderleri tarafından Bavyera eyaletinin yönetimine el koymak amacıyla 8-9 Kasım 1923 tarihinde gerçekleştirdiği başarısız bir darbe girişimidir. Yaklaşık iki bin Nazi, şehir merkezindeki Feldherrnhalle’ye yürür,16 Nazi Partisi üyesi ve dört polis memurunun ölümüyle sonuçlanır.

Çatışma sırasında yaralanan Hitler, tutuklanmaktan kurtulur ve kırsal kesimde güvenli bir yere götürülür, iki gün sonra tutuklanır ve vatana ihanetle suçlanır. Darbeyle Hitler’i ilk kez Alman ulusunun dikkatini çeker ve dünyanın dört bir yanındaki gazetelerde manşetlere çıkar. Hitler’in, 24 gün süren yargılanması, tutuklanması, ona geniş çapta duyurulan ve kendi milliyetçi duygularını ulusa ifade etmesi için bir ortam sağlar. Hitler vatana ihanetten suçlu bulunur, Landsberg Hapishanesinde beş yıl hapis cezasına çarptırılır. Burada mahkum arkadaşları Emil Maurice ve Rudolf Hess’e Mein Kampf’ı  dikte ettirdi. Dokuz ay sonra, 20 Aralık 1924’te, Hitler serbest bırakılır, odağını devrim veya kuvvet yerine yasal yollardan gücü elde etmeye yöneltir ve buna göre taktiklerini değiştirerek Nazi propagandasını daha da geliştirir.

    Weimar Cumhuriyeti’nin liderleri, hem ekonomik çeşitlilik, hem İmparator’un hem de generallerin dışa dönük liderliklerinin omuzlarına yıktığı yük ağırlıklı olmak üzere, hâlâ ürkütücü zorluklarla karşı karşıyadır. Savaşın aşırı yüksek maliyeti ve bunun Almanya’nın sivil ekonomisine verdiği zararla,  Versay Antlaşması’nda müttefiklerin savaş tazminatını Almanlara ödetmesi, Batı Almanya’nın en verimli bölgelerinin bir kısmını işgal etmeleri Cumhuriyeti zoru sokar.  Bu anlaşmayla Almanya, kömür üretiminin %16’sını, demir cevheri üretiminin %48’ini içeren topraklarının %13’ünü kaybeder.

    Almanya’da yaşamanın maliyeti, 1914 ile 1922 yılları arasında on iki kat artar. Hükümet, savaş tazminatını ödemek için çareyi daha fazla para basmakta bulunca Alman parasının değeri hızla düşer ve bu durum, hiper enflasyona yol açar. Ekonomik felaketin sosyal sonuçları kendisini orta sınıf olarak gören pek çok Almanı, yoksul hâle getirmesi olur. Yine de Weimar Hükümeti borçlarını ustalıkla yeniden müzakere ederek, yeniden yapılandırarak ekonomiyi tekrar kontrol altına alır. Bu süreçte 48. Madde, ekonomiyi istikrarlı hâle getirmek amacıyla acil önlemler almak için liberal şansölyeler tarafından sık sık kullanılır.

    Weimar döneminde Almanya, 1929 yılındaki Büyük Buhran nedeniyle yarıda kesilene kadar kendi ‘Kükreyen Yirmiler’ini yaşar. Şehirler, taşradan iş aramaya gelen yeni insanlarla renklenir, canlı bir kent hayatına yol açar, Berlin gibi kent merkezleri, Avrupa’nın sosyal açıdan en liberal yerlerinden biri hâline gelir, Berlin’de barlar ve kabarelerle dolu büyüyen bir gece hayatı yaşanır, cinsel özgürlük, gerçek bir fenomen olarak yaşanır. Kadın haklarında görülen önemli gelişmeler, dönemin bir diğer kazanımı olur. Weimar Anayasası, oy kullanma hakkını 1919 yılında, 20 yaş üzerindeki tüm erkek ve kadınları kapsayacak şekilde genişletir.  Alman Yahudileri de artan sosyal ve ekonomik özgürlüklerden paylarını alırlar.

    Bu dönem, kültürel açıdan önemli ve uzun soluklu sonuçlar doğurur: “Cumhuriyet çok az şey yarattı; o, önceden var olan şeyleri özgürleştirdi.” Weimer, Dr. Caligari’nin Muayenehanesi (1919) ve Nosferatu (1922) gibi ilk çekilen filmlerin en önemli aşamalarının bir kısmına tanıklık eder. Franz Kafka, Vladimir Nabokov, W.H.Audaen, Virginia Woolf ve Graham Greene gibi ünlü yazarlara ev sahipliği yapar. Sanat dünyasında Otto Dix ve George Grosz’un dışa vurumcu çalışmalarını öne çıkar. Berthol Brecht’in oyunları Alman sahnelerinde boy gösterir. Çağdaş Bauhaus hareketi, mimarînin çehresini değiştirir. Theodor Adorno ve Herbert Marcuse gibi büyük düşünürler bu dönemde yetişir. Aralarında ünlü fizikçi Albert Einstein’ın da bulunduğu Alman bilim insanları, 1918’den 1933’e kadar her yıl en az bir Nobel Ödülü kazanır.

    Ancak, Amerika’daki Büyük Buhranın yarattığı küresel ekonomik gerilemenin Weimar Cumhuriyeti’nde yıkıcı etkileri olur.  Panik Wall Street’i vurunca ABD hükümeti, eski müttefikleri Britanya ve Fransa’yı savaş borçlarını ödemeleri için sıkıştırır, parası olmayan Britanya ve Fransa’nın da Almanya’yı daha fazla savaş tazminatı ödemesi için baskılar ve böylelikle ekonomik buhrana yol açılır. Ekonomik sıkıntı, Weimar sistemine duyulan genel güvensizlikle bir araya gelince parlamenter siyasetin istikrarı bozulur, gittikçe artan radikal sol ve sağ partiler arasında Parlamentoda çoğunluk hükümeti ve hatta koalisyonlar kurmak zorlaşır, sık sık seçim yapılır. Cumhuriyet’in kurulmasına dayanan siyasi ve ekonomik memnuniyetsizlikler, Hitler’in iktidara gelme koşullarının oluşmasına yardımcı olur. Hitler, marjinal ulusalcı partileri Nazi Partisi’nde birleştirerek Parlamento’da kendisini bir siyasi aktör hâline getirecek sayıda sandalye elde eder. Nihayet onu kontrol etmeyi ve popülerliğinden menfaat sağlamayı umut eden muhafazakârlar, Hitler’i hükümete getirir. Ancak Hitler, anayasal düzeni bozmak ve diktatörlük yetkiler üstlenmek için Weimar Anayasası’nda yazılı açıkları (48. Madde gibi) kullanır ve 1933’te şansölye olarak atanmasıyla Weimar Cumhuriyeti sona erer.

Rainer Maria Rilke, işte bu karmaşanın içinde, 1875 yılında, o dönem Avusturya- Macaristan İmparatorluğu sınırları içinde yer alan Bohemya’nın başkenti Prag’da doğar, 1926 yılında Montreux’deki Valmont Sanatoryumu’nda ölür. Babası Joseph Rilke, Bohemya doğumlu demiryolu müfettişi, annesi, Prag doğumlu, zengin ve aristokrat bir aileye sahip Sophia Rilke’dir. Sofia Rilke, oğlundan önce doğan kızının yasıyla oğlu Rilke’yi altı yaşına kadar bir kız çocuğu gibi giydirir. Soylu bir aileden gelen hırslı Sofia Rilke, oğlunun subay olmasını, soyluluk arzularını onun gerçekleştirmesini ister. Rilke’nin çocukluğunun, eserlerine korku ve içtenlik olarak yansımasında annesinin rolü büyük olmuştur. Rilke  9 yaşındayken,   annesi ile babası ayrılır. Rilke annesinin yanında kalır ve Prag’da Katolik eğitim veren bir ilkokula gider, 1886’da, St.Pölten’deki askeri liseye başlar ama uyum sağlayamaz, hastalanır ve  sağlık nedenleriyle okuldan ayrılır,Avusturya’nın Linz şehrindeki Ticaret Akademisi’ne yazılır. Annesine karşı duyguları da sevgi ve nefret arasında değişken duyguları şiirlerine yansır. Bir mektubunda “Keşke bu ihtiyar gibi yorgunluğuyla mutlu ve yorgunluğuyla dindar sade bir annem olsaydı” diye yazar.

     1892 Yılında Prag’da özel ders alarak lise bitirme sınavlarına hazırlanır.1896 Yılında saray noteri olan amcasının mesleğini sürdürüp hukukçu olsun diye ailesinin isteği ile hukuk bölümüne geçer ve Prag Üniversite’nde hukuk ve siyasal bilgiler okumaya başlar. Ancak burada da uzun süre kalmaz, üniversite eğitimi için Almanya’ya Münih Üniversitesi’ne gelir ve sanat tarihi ve estetik derslerine devam eder.

1897 Yılında 22 yaşındayken Münih’te,  entelektüel çevrenin önde gelen isimlerinden  ve kendisinden 14 yaş büyük Rus asıllı  Lou Andreas- Salome ile tanışır. Doğu dilbilimci-orientalist Friedrich Carl Andreas  ile evli olan Salome’ye aşık olur, ilişkileri başlar; Salome ona ‘tek gerçekliğim’der, Rilke ona unutulmaz şiirler yazar. Birlikte, 1899 ‘da ve 1900’de iki kere Rusya’ya giderler. Salome, Rusya’da onu Tolstoy da dahil sözünün geçtiği pek çok sanat çevresiyle tanıştırır, bir tür akıl hocalığı yapar. İlişkleri yaklaşık dört yıl sürer ve ardından mektuplardan da anlaşılacağı üzere Rilke’nin ölümüne kadar sürecek bir dostluğa dönüşür. Yetişkin dönemleri boyunca Salome, Rilke’nin danışmanı, sırdaşı ve tek gerçek aşkı olarak kalır. Freud’, “O, büyük şairin hem ilham perisi hem de özenli bir annesiydi.” diye söz eder onlardan.

Rusya gezileri,  Rilke’nin en önemli eserlerinden ‘Saatler Kitabı’nın oluşmasına zemin hazırlayan deneyimler ve yaşantılara kaynaklık eder. Lou onu Bremen yakınlarında bir sanatçılar köyü olan Worpswede’ye gitmeye teşvik eder. Rilke, 26 Ağustos 1900’da bu köye doğru yola çıkar, oradaki sanatçı ve edebiyatçılar tarafından coşkuyla karşılanır, ressam ve heykeltraş Clara Westhoff’la tanışır ve Salome ile   ayrılığının ardından onunla 1901 Nisan’ında evlenir, 12 Aralık’ta bir kızları olur. Ancak evlilikleri uzun ömürlü olmaz; “Evlilik aslında, kurum olarak geleneksel gelişimi sayesinde ulaştığı kadar önemsenmeyi hak etmiyor. Yalnız yaşayan birinden mutlu olmasını istemek kimsenin aklına gelmez; ama biri evlendi mi böyle olmadığına çok şaşırır.” diye yazar. 1904 Yılının Noel’inde eşini ve çocuğunu gidip gördükten sonra, Noel’i ailesinin yanında geçirmenin, çan seslerini işitmenin, uzakları, çocukluğunu anımsamanın, ortalıktaki sessizliğe katlanmanın, kızı Ruth’un getirdiği yeniliği kavramanın kendisine güç geldiğini, Ruth’un cana yakın, sorgulayan yaklaşımı karşısında tutunabilmenin, sevgiyi oluşturan o gücü, iyi kalpliliği, özveriyi gösterebilmenin üstesinden gelmede zorluk çektiğini yazar Salome’ye.

Rilke bu dönemde sık sık seyahatlere çıkar,  ailesini geçindirmek için yoğun bir biçimde çalışır fakat ruhu bu durumdan çok büyük darbeler alır. 1903 Yılında para kazanmak için önemli kişilerle ilgili monografiler yazma kararı alır, Rodin’in monografisini yazma önerisini sadece yazmak için değil, aynı zamanda bir sanatçının nasıl olması gerektiğini anlamak için kabul eder ve Paris’e gider. Rodin ve Paul Cezannne ile dostluğunu geliştiren ve ikisinden de çok etkilenen Rilke, yeni bir şiir ve yazı anlayışına kavuşur.  Hayat ve sanat dengesini kurmak için  Rodin’e şu soruyu sorar: “Nasıl yaşamalıyım?” Rodin, bu çok  tanınmayan yazarın hayatına girmesine izin verdiğinde gücünün zirvesindedir. Rilke ise, önce etrafında dolaşıp duran öğrencisi olur, üç yıl sonra ise en güvendiği yardımcısı hâline gelir. Rilke, tüm bu süre boyunca ustasından duyduğu her özlü ve nükteli sözü kaydeder. Yaşantısına bir Cézanne resmi ya da bir Rodin heykeli gibi biçim vermeyi, sözlerle adeta şiirler resmetmeyi, şiirler yontmayı, izlenim dünyasından yazmayı bir bakıma onlardan öğrenir. Rilke, Rodin hakkında yaptığı monografi çalışmasında (1903) ve Salome’ye yazdığı mektuplarda sanat nesnesini her türlü belirsizliği, zaman ve uzamı aşmış, yaratıcı kişinin ediminin dışında, saf ve duru bir kendilik hakikati içinde bulunan bir olgusallık şeklinde açıklar. “Kendi ellerinden sadece biraz daha büyük olan yüzlerce ama yüzlerce figüre bütün tutkuların yaşamını, bütün arzuların çiçek açmasını ve bütün kötülüklerin yükünü verdi.” (Auguste Rodin adlı monografi çalışması).

Rilke, 1903 – 1904 arasında e kadar Roma’da, daha sonra altı ay boyunca Danimarka ve İsveç’te yaşar. İşte burada ‘Die Aufzeichnungen des Malte Laurids Brigge’adlı romanını yazmaya başlar, ‘Die  Weise von Liebe und Tod des Cornets Christoph Rilke’nin ikinci yazılımı yayımlar. 1905’de  İnsel -Verlag’ın kurucusu, yayıncı Anton Kippeberg’le tanışır ve ‘Das Stundenbuch’  (Saatler Kitabı)  yayımlanır. Kitap büyük bir etki yaratır ve Rilke’yi Alman şairler arasında yirminci yüzyılın ilk büyük şairi katına yükseltir.

1907 Yılında Paris’te yaşıyordur. Konferansları için çeşitli seyahatler yapar. 1907 Fransa döneminde yazılan ‘Neue Gedichte’de kurgu ve kompozisyon, lirizm kadar, bazen daha da fazla önem kazandığını gösterir. 1909 Yılında Paris’te Prenses Marie von Turn und Taxis-Hohenlohe (1855-1934) ile tanışır ve onun dostluğunu ve koruyuculuğunu kazanır ki prenses, Lou Salome’den sonra Rilke’nin sanatını belirleyen ikinci güçlü kadın olur ve bu tarihten sonra yeni bir yaratıcılık sürecine girer.

Goethe’nin yazdığı Doğu-Batı Divanı (West-Östlicher Diwan) adlı eserinden etkilenerek  1910 yılında yaptığı Cezayir ve Tunus  gezinin de etkisiyle, Muhammed’in Yakarması (Mohammeds Berufung) şiirini yazar. Ekim’den itibaren 1912 Mayıs ayına kadar Duino şatosunda yaşar. 1912 Ocak ayının sonunda Duino Ağıtları’nın (Duineser Elegien’in) ilk iki ağıtı yazar. Şairin vasiyeti ve bir kriz dönemi eseri olarak  adlandırılan Duino Ağıtları ancak 1922 yılında tamamlanır. Şair, hayatın anlamı olarak gördüğü sanattan olduğu kadar, kendi sanatçı kişiliğinden de kuşku duymaktadır. Bu kuşkuyu aşabilmek on yılını alır bu yıllar aynı zamanda I. Dünya Savaşı’nın yaşandığı yıllardır ve Rilke’nin ruhunda fırtınalar koparır. İnsan varlığının sınırlı ve eksikliklerle yüklü olmasından duyulan derin bir umutsuzluk dile gelir bu şiirlerde ve bu umutsuzluğun doğurduğu yeni bir melekten söz edilir. Ağıtlar, hayatın ve sanatın anlamını sorgulayan, yoğun biçimde felsefe ağırlıklıdır. Eser 1913’de Paris’te yayınlanır.  

I. Birinci Dünya Savaşı patladığında Münih’te olan Rilke, bir ara askere de alınsa da, dostlarının yardımıyla bu görevden bağışlanır. Savaş yıllarında, Paris’teki evinde bulunan kitaplarıyla ufak tefek eşyasına Fransız hükümetince el konur. Ancak, ünlü Fransız yazarları, Rilke gibi bir ozana böyle davranmanın yakışık almayacağını düşünerek, ozanın eşyalarından, hiç değilse bir kısmını kurtarırlar.  1915’de Rilke askere çağrılır ve Bohemya’ya gönderilir. Kasım ayında Duino serisinin en karamsarı olan ‘Dördüncü Ağıt’ ı yazar. 1916 Yılında önemli dostlarının araya girmesiyle Viyana’da askeri arşivde görevlendirilir ve bir yarı yıl burada çalışır, daha sonra da askerlikten muaf tutulur ve Münih’e döner. 1920 Yılında Cenevre’de hayatının son aşkı olan  ressam  Baladin Klossawska ile tanışır ve onun sayesinde son yıllarını mutlu yaşar. 1922Yılında Duino Ağıtları’nın eksik kalan bölümlerini tamamlar. 1922 Yılının Şubat’ı Rilke’nin hayatındaki en verimli zaman dilimi olur; 1922’de yayımlanan 55 şiirlik Orpheus’a Soneler bu dönemin ürünüdür. 1923 Ağustos-Eylül aylarında  Montreux’deki sanatoryumda tedavi edilir, ama sağlık durumu gittikçe bozulmaya başlamıştır. Duino Ağıtları ve Duineser Elegien ve Orpheus’a Soneler yayımlanır. 1924 Yılının Ocak sonuna kadar sanatoryumda kaldıktan sonra, 1925’de Paris’e gider. Ancak hastalığı nükseder ve 1926 Mayıs ayına kadar sanatoryumda kalır, hastalığına lösemi teşhisi konur. Rilke, 29 Aralık 1926’da Valmont Sanatoryumu’nda   ölür ve 2 Ocak 1927’de İsviçre- Raron Mezarlığı’na defnedilir.

Rilke, çocukluğunu ve gençlik yıllarını, Doğu Avrupa ve Slav Kültürü’ne açık , kozmopolit bir kent olan Prag’da mutsuz bir evlilik sonucunda doğan bir çocuk olarak korkuyla örülü çocukluğuna çeşitli ruhsal rahatsızlıkları, fiziksel zayıflıkları ve yine fizyolojik rahatsızlıkları sanatına yansımış bir şairdir. Rilke’nin yetişme yılları, modern zamanların sancılı başlangıç yıllarıyla örtüşür. Hızla sanayileşen Avrupa’da, doğadan ve geleneksel yaşam biçiminden kopan birey, büyük şehrin izole edici, sıradanlaştırıcı etkisine karşı olan biteni yavaş yavaş sorgulamaya başlar. Bireyin kimliğini, kaybettiği Tanrıyı, bütünleştirici bir güç olarak sanatı sorguladığı bu arayış modernizmin getirdikleridir. Rilke’nin sanat serüveni baştan sona bir modernizm serüveni gibi okunabilir ve modernizm fenomeniyle kendi özel ilişkisini kurduğu görülür. Rilke’nin eserlerinin genelinde hakim olan çocukluk, korku, kaygı, ölüm, melankoli, Tanrı, hayat gibi konular onun gerçek dünyadaki yaşantısından izlerdir. Eserlerinin genelinde lirik bir ton hakim olsa da empresyonist gibi farklı akımların etkilerinin de görülmesi kendisini devamlı olarak yenileyen yapısına bağlıdır.

Rilke, Rusya’nın uçsuz bucaksız doğasının ve naif, sevecen , yoksul, inançlı sade insanlarının kendisini değiştirdiğini, orada varlığın onu özgürlüğe kavuşturan başka boyutlarını yakaladığını söyler. Rilke’nin , bir yandan içinde Salome’ye karşı duyduğu aşk ve bunun yarattığı coşku, öte yandan çevresinde gördüklerinden büyülenme derecesindeki etkilenme onun kendi içindeki bir sınırı, ilk şiirlerinin gelip dayandığı sınırı aşmasına yol açmış, içindeki coşkuyu dile getirebilmesine ve böylece kendi özgün dilini yaratmasına olanak vermiştir. Başlığı olmayan, birinin bittiği yerde diğerinin başladığı, tamamen serbest biçimde yazılmış  kafiyesi ve müthiş bir iç müziği olan bu şiirler okuyucuda bozkırlardaki rüzgarları ve dalgalanmaları ve onun verdiği sonsuzluk duygusunu yaratır. Böylece insanın dünyadaki yerini ve anlamını sorgulayan, farklı bir deyişle, insanın varoluşunu sorgulayan bir süreç de başlamış olur; insan-tanrı, hayat- ölüm ilişkisi irdelenir sürekli.

‘İmgeler’ kitabı bir geçiş dönemi eseri, ‘Yeni şiirler’ kitabı kurgu ve kompozisyonun, lirizm kadar önem kazandığı bir eser, ‘Duino Ağıtları’ sancılı bir yaratılış sürecinin, krizin ürünü, hayatın anlamı olarak gördüğü sanattan olduğu kadar, kendi sanatçı kişiliğinden de kuşku duyduğu bir eser, ‘Orpheus’a Soneler’ ise çok farklı özellikler gösteren, sanatın baş tacı edildiği, hayatın tüm acılarına rağmen onaylandığı hatta yüceltildiği, Rilke’ye ait tüm üslup özelliklerinin bir arada olduğu gerçek bir son eserdir.

  Robert Mussil (1880-1942) “ Bu büyük şair, Alman Şiiri’ni ilk kez mükemmel yapmaktan başka bir şey yapmadı…o bir anlamda Novalis’ten bu yana en dindar şairdi ama onun bir dini olduğuna emin değilim” der.  Onun söz ettiği dindarlık, her türlü sınırlamaya ve kalıplara karşı olan biri olarak, tüm normları sorgulandığı, Tanrı’yı klişeleri aşarak hayatın içinde nesnelerin, varlıkların özünde, gerçeklikte, kendi içinde arandığı ve bunu yaparken de ruhunun derinliklerinde en dindar insandan da daha dindar kalabildiği bir dindarlıktır. Arayıştaki amaç ona erişmek veya onu tanımlamak değil, sadece onu ya da ona giden yolları aramak olduğunu bir dindarlıktır. Stefan Zweig ise“ Bugün biz Almanya’da şair dediğimiz zaman hala onu (Rilke’yi) düşünmekteyiz…” der.

Rilke 51 yıllık yaşamında bir çok ülkede yaşar, çok sayıda ülkeye seyahat eder ve aslında hiçbir yere ve hiçbir kimseye bağlanmaksızın özgür bir gezgin yaşamı sürdürür. Yanında her zaman yalnızlığı ve sanatı olur; şiir başta olmak üzere roman, oyun, mektup ve anı gibi farklı yazın türlerinde kaleme aldığı metinlerin zenginliğinden de anlaşıldığı gibi, tam anlamıyla sanata adanmış bir yaşam geçirir. Rilke, Alman dilinde yazar ve Alman Edebiyatı ve kültürünün değerleri ile, örneğin Alman Romantizmi ile beslenir ama doğduğu yer itibariyle bir Alman şair değildir; doğduğunda Prag, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun toprakları içinde olduğundan bir Avusturyalı şair sayılabilse de o bunu aşmış sanatı ile gerçek bir Avrupalı şair niteliğine kavuşmuştur.

Bir yüzyılın sona erdiği, bir başka yüzyılın başladığı, bir dönemin değerlerinin yok olmaya yüz tuttuğu ve başka bir dönemin değerlerinin yeşermeye başladığı bu döneme Alman Edebiyat Tarihi’nde ‘Jahrhundertswende’ (Yüzyıldönümü) adı verilir. Bu dönem eski, yeni, birbirinden çok farklı, hatta karşıt değerlerin yan yana ve iç içe olduğu, birbiriyle çarpıştığı, edebiyat tarihinin en ilginç dönemlerinden biridir. Bir yanda 19. yüzyıla has realist ve natüralist akımlar, diğer yanda geçmişe duyulan özlem ve onun yeşerttiği ‘sanat sanat içindir’görüşü ve 20. yüzyılla beraber giderek modern dünyanın gelişini gösteren yeni oluşumlar…

Sanayi Devrimi ve onun bir yansıması olarak sanat ve edebiyat alanında ortaya çıkan natüralist akım, işçi sınıfının ortaya çıkışı ile birlikte, bireyi bir nesne durumuna indirgerken, sanatı da yüce bir amaç olmaktan çıkarır, yalnızca sosyal konuları düzenleyen bir araç durumuna sokar. Bu duruma çok geçmeden yeni bir akımla Neoromantizm ile karşı çıkılır. Neoromantizm geçmişe, klasik ve özellikle de romantik döneme, onun değerlerine duyulan bir özlemin ve geleceğe yönelik bir arayışın sonucudur; bireye ve sanata kaybettiği değerleri, yüce ve tanrısal değerleri yeniden kazandırmak amacını güder. ‘Sanat sanat içindir’ görüşü de bu akım içinde yer alır. Fransız Edebiyatı bu akıma sembolizm adını verir ve  Verlaine, Baudlaire, Mallarme ve  Rimbaud gibi 20. yüzyılın sanatını da etkileyecek şairleri bu akım içinde değerlendirirler. Almanya’da Stefan George, Fransa’dan gelen bu güçlü rüzgarın, bu yeni akımın etkisinde kalırken, Avusturya’da  Hugo von Hofmannsthal  ve Rilke,  Alman Romantizmine daha yakın düşen Neoromantizm akımı içinde yer alır ve daha özel bir yol izlerler. Öte yandan yalnızca gözle görülen gerçekleri, dış gerçekleri algılayan, sadece onları önemli sayan natüralist bakış açısı gitgide yetersiz kalmaya başlayacaktır. İç gerçekler, insan ruhunun sonsuz derinlikleri keşfedilmeyi beklemektedir. Freud ve arkadaşları “psikanaliz”,”bilinçaltı” gibi kavramlarla yeni bir çığır açacak ve 20.yüzyılda kendilerinden çokça söz ettireceklerdir.

Rainer Maria Rilke, bir günce romanı olan ama kendisinin bir roman olarak görmediği ‘Malte Laurids Brigge’nin Notları”’adlı eserini 8 Şubat 1904‘de Roma’da yazmaya başlar. Klasik okuyucuları şaşkınlığa düşürmüş bir eserdir çünkü bir olayın anlatılmasını bekleyen fakat herhangi bir olayın olmadığını gören klasik okuyuculara epeyce uzak kalır. Kurmaca olan ama özde şehir, sokak, hastane isimlerinin bildik olması, şahısların isimlerinin yine toplumun tanınmış gerçek karakterlerinden seçilmiş olması, yaşanmış hatıralardan örülü olması bakımından kurmacayla gerçek olanı iç içe geçirir. 1904-1910 Yılları arasında kaleme alınan bu farklı metin, Rilke’nin en sevdiği temaları, Tanrı düşüncesi, nesnesi olmayan (intransitive) aşk, ölüm, anne ve kadınla özdeşleşme, kadının yüceltilmesi, çocukluk, hayat gibi konuların hepsini bir araya getirir ve Duino Ağıtları, Orpheus’a Soneler gibi olgunluk dönemi eserlerinin de ipuçlarını içerir.

Rilke’nin dev bir metropolle, Paris’le, ilk karşılaşmasının harekete geçirdiği bir dizi tepki sonucu ortaya çıkan roman, yirmi sekiz yaşındaki Danimarkalı aristokrat Malte Laurids Brigge’nin şair olma isteğiyle, sanatını geliştirmek, kendi deyimiyle ‘görmeyi öğrenmek’ için geldiği Paris’te, büyük şehirle ve onun cisminde şekillenen moderniteyle karşılaşması sonucu yaşadığı estetik ve varoluşsal krizi, küçük notlar şeklinde dile getirir. Rilke çok geçmeden Malte’yi sıkıcı bir günlük kahraman olmaktan çıkarır.  Okuyucu, zamanın lineer biçimde aktığı bir metin yerine, kurgudan çok, kriz halindeki bir bilincin kontrolünde yazılmış, birbirini izleyen küçük anlatı parçaları ile karşılaşır.

Rilke, eserine başlarken sahip olduğu ruh halini ilk olarak Lou Andreas Salome’ye yazdığı 15 Nisan 1904 yılındaki mektubunda belirtir: ”Son zamanlarda çok rahatsız edildim ve bunların arkasının kesilmeyeceğini 8 Şubat’ta yeni çalışmama başlarken tahmin ettim.” Yetmiş iki nottan oluşan, günce ve fragman özellikleri taşıyan Malte Laurids Brigge’nin Notları 1910 yılında yayımlatır. Yazar eserin fragman ve notları andıran hali ile ilgili olarak Helen von Nostitz’e yazdığı mektupta şunları belirtir: ”Her iki mektubunuzda da Malte’yi anmanız, hele Karl der Künhe ile ilgili sayfaları okutmayı düşünmeniz beni çok duygulandırdı. Bu kitap benim için olağanüstü değer taşıyan bir yapıt haline geldi. Oturup, bir yabancının eseriymiş gibi, onun hakkında yazılar yazabilir, güzelliğini övebilirim. Sınırsız çocukluğumun tüm birikimi onda yatıyor. En büyük acıları çekerek, en derin mutluluklara vararak on yıllar geçirseniz de bunca birikimi bir araya getiremezsiniz.”

Kitapta notlar, kesintiye uğramasına rağmen sayfalar sonra bir sözcükle ya da bir durakla dahi birbirinden bağımsız ama birbirlerini anımsatır şekilde kurgulanmıştır. Bunlara rağmen eseri oluşturan notları bir tarih sırasına ya da anlatım sırasına oturtmak mümkün değildir. Bu haliyle enstantanelerden örülü bir yumağı andırır. Bir neden açıklamaz ve yalnızca nesnel dünyada algıladıklarını açıklama yapmadan birbirinden kopuk bir biçimde aktarmakla yetinir. Anlatıcı endişeli bir ruh portresi çizer; adeta iç dünyasında meydana gelen ve en küçük hücresinden tüm bedenine kadar yayılan bütün titreşimleri dış dünyaya bir an önce belli etmek niyetinde gözükür. Tek kaygısı buymuş gibi davranır.

Rilke biyografik özellikler taşıdığını söylediği eserini ilginç bir anlatım tekniğiyle kaleme almıştır. Anlatış tekniği bakımından 20. yüzyıla kadar yazılanlar arasında bir dönüm noktası olur. Geleneksel olandan farklı anlatış tekniğiyle yazılmış olması açısından eser bir mihenk taşıdır. Konunun bir başlangıcı ve sonu yoktur, anlatımın belirgin bir sırası görülmez, olaylar iç içe girmiş, çağrışım yollarıyla bir araya getirilmiştir, geriye dönüşlerin içinde yeniden geriye dönüş yapılmış ve en son noktadan notların yazıldığı ana sıklıkla sıçramalar yapılmıştır.

 Lou Andreas-Salomé’nin Rilke’yi anlattığı kitabının 1928’de, hemen ardından Rilke’nin mektuplarının ilk cildinin 1929’da yayınlanmasıyla, Malte’yi Rilke’den zorla ayırıp bağımsız bir kurgusal karakter olarak görmenin ne kadar komik olduğu anlaşılır. Hayatı boyunca hep ‘Malte kompleksi’ni, Malte’nin sorunlarının büyük bir kısmını taşımış olan Rilke, kısa ve öz biçimde, ‘Er [Malte] war mein Ich, er war ein anderer’ (‘O [Malte] benim kendimdi, o bir başkasıydı’) diyerek, zaten Malte’yle arasındaki bağın niteliğini gözler önüne sermiştir.

 Rilke, bu  eserinde varoluş kaygısından, korkulardan, ölümden, sıkıntılardan  dolayı üzerinde taşıdığı ağırlıkları üst üste, karmaşık, komplike bir biçimde rastgele yığar. Eser bu bakımdan karışık, iç içe geçmiş sözcüklerin, imgelerin yığılmasını gibidir. Ve bu o dönemin genel ruh halini yansıtan bir durumdur. Bu süreç, Pablo Picasso’nun kübizminin duyulduğu bir dönemdir aynı zamanda doğayı kendince gören ve doğayı objektif bir gerçek olarak değil, kendilerinde yarattığı izlenimi resmeden emspresyonistlerin tek tek yuvalarından görünür olduğu bir dönemdir. Rilke tenhaların, gözden uzak, küçük kasabaların, ıssız şatoların şairi olmuş, şehir hayatından hep belli bir rahatsızlık duymuştur. Onun bu hassasiyeti, çok daha yoğunlaşmış bir biçimde, yarattığı kahraman Malte’de vücut bulur. Malte şehir karşısında dehşete kapılır, çaresiz kalır

‘Ben’ anlatıcı konumundaki Malte, başından geçenleri yazarken okuyucu da onunla birlikte yeniden yaşar olayları. Bu şekilde okuyucu, Malte’ye kuşbakışı bakma fırsatına sahip olur ve dünyada neler gördüğünü, anlatıcının nesnel dünyayı nasıl incelediğini yine onun bakışıyla tanıma şansını bulmakla beraber onun bilinçaltına inme fırsatını da yakalar. Görünmeyeni görünür kılan Malte, bu yönüyle okuyucunun da gözü olur ve eserde Paris’in planını büyüterek sokak aralarına, evlerin köşelerine ve kalabalıkların içindeki insana odaklanır ve okuyucu da onunla birlikte görür tüm bunları. Eser, çağrışıma oldukça açıktır. Tek bir gönderge dahi okuyucunun zihninin karışmasına yeterlidir. Deşifre edilmeyi bekleyen bir biçimde yazılmıştır. Bu bakımdan eser okuyucusuna meydan okuyan bir tarzda kurgulanmıştır.

 Rilke, Malte’nin her anımsadığında şeyde geçmişini yeniden yaşar ve sırf bu nedenle bu eserden pek memnun değildir. Onu rahatsız eden bir şeylerin varlığını sezinler eserde. Rilke bu durumdan Prenses Marie von Thurn und Taxis-Hohenlohe’ye yazdığı 6 Eylül 1915 tarihli mektubunda bahseder: ”Durumumun iç yüzüne gelince: önceki gün öğrendiğime göre, Paris’teki eşyamın tümünü, yani aşağı yukarı, yaşamda edindiğim her şeyi yitirmişim: Nisan ayında yapılan bir açık artırmada, evimde bıraktığım her şey satılmış! Buna çok üzüldüm, diyemem; çünkü Paris’te 12 yıl süresince çevremde biriken bu şeylere M.L. Brigge’nin kalıtı gözüyle bakıyordum. Benimle yaşamış bu kitap ve benzerlerini, aile yadigarı birkaç küçük parçayı dağıtıp, kendimden uzaklaştırmayı, zaten aklıma koymuştum. Böylece M.L. Brigge kompleksinden kendimi kurtarmış olacaktım.”

Romanın başından itibaren parçalanma teması ölümle iç içe verilir. Malte’nin dedesi Brigge ölüm döşeğindeyken, annesinin öldüğü, yıllardır kimsenin girmediği odaya taşınmak ister. Evdeki insanların odaya doluşmasıyla kırılan eşyaları anlatırken, Malte’nin gösterdiği empati dikkat çekicidir. Sanki kırılan objeler canlıdır. Romanın doruk noktasında, Malte’nin paramparça olma korkusu ve  tamamlayıcı bir varlığa duyduğu gereksinim birleşip bizi ayna sahnesine götürür. Lou Andreas-Salomé, Rilke’nin bu sahneyi, kendi çocukluğundan birebir romana aktardığını söyler.

 Malte, çatı katındaki kullanılmayan odalarda oynamayı sever. Buradaki dolapları karıştırıp bulduğu çeşitli giyecekleri giyip aynanın karşısına geçer. Kendini seyretmeyi çok sever çünkü aynada gördüğü her bir farklı kıyafetteki hayal, onun kendine karşı hissettiği karmaşık duyguları güçlendirmekte, o çelişkilere adeta görsel karşılıklar sunmaktadır. Malte, kılık değiştirince başkası ve başkaları olur.  Bütün bunlara rağmen Malte kontrolünü kaybetmeden, ayna karşısında hem gören, hem de görülen olduğunun bilincinde, oynamayı sürdürür. Mutludur, ama ateşle oynadığının farkında değildir. Aynadaki görüntünün her an galip gelebileceğini, egosunu yenip onu yıkabileceğini hesaplayamaz.

Malte dolapların birinde bulduğu karnaval kıyafetlerinin çekiciliğine dayanamaz, şallara, pelerinlere sarılıp bulduğu bir maskeyi geçirir yüzüne. Sabırsızlıkla aynaya doğru sürükler kendini. İşte oradadır, tam bir kahraman gibi. Aynanın karşısında bir zafer edasıyla dönerken kostümleri idare edemeyip sehpanın üstündeki cam eşyalara çarpınca olan olur. Kırılan eşyalar sadece oyununu bozmak, canını sıkmakla kalmaz, artık aynadaki büyü de bozulmuştur. Ayna karşısında yaşanan ‘gören’ ve ‘görülen’ ikileminden çok daha fazla, işte bu kırılmanın, Malte’deki krizi başlatması  şans eseri değildir. Şişelerin parçalanması, sürekli kırılan objelerle özdeşleşen Malte’nin de parçalanmasına sebep olur. Sonunda tamamen silinir. Aynadaki görüntü kendi benliğine üstün gelmiştir. Yandaki odaya gider ve oradaki aynadan medet umar. Ama bu ayna, ona istediği bütün görüntüyü vermekten çok uzaktır. Malte’nin dehşeti daha da artar. Sonunda yere yığılır. Ayna adeta içindeki bütün ‘ben’i , benliğini emmiş,  geride  ona hiçbir şey bırakmamıştır. Hareketsiz olduğu gibi kalır, neredeyse motor koordinasyonu gelişmemiş bir bebek gibi olur.

Rilke,  Malte’nin geleceği için bir çözüm üretmemiştir. Roman belirli bir sonda bitmez. Sonuçta karşımıza, biçim ve içerik açısından yakalanması ve takip edilmesi zor ama bir o kadar da önemli bir metin çıkar. Modernist eleştirinin uzun tarihi, romandaki parçalar arasında birbirini tamamlayıcı öğeler ve anlamlar araştıran sayısız çalışma ile doludur.

Atölyede eserin, tüm kaleme alındığı dönemin savaş ve karmaşıklık dönemi olmasına karşın, birkaç küçük sıfat dışında savaşçıl bir dili olmadığı konusunda görüş birliğine varıldı. Bir barış çağrısı da değildi elbette hatta yazarın gizli bir kızgınlığı, küçümsemesi, kırgınlığı daha da ötesinde gizil bir şiddet damarı olduğu  değerlendirildi.

Eser bir açık yapıttı ve farklı okumalara açıktı. Dönemin özelliğine uygun, yazar zaman zaman, kendi dünyasına çekilip, seçtiği dille okuru yabancılaştırıyordu da. Kendine yazılmış bir eser izlenimi ediliyordu. Geniş kitleler için değil sanat için yazılmış gibiydi.

Seçkincilik, örneğin bir kulübe giriş kartının olmasını  yarattığı üstünlük duygusunun bir fakire göz dağı gibi verilmesi, fakirin temizlik alışkanlıklarının sınırlı olması gibi anlatımlar sınıf farkı, yoksulluk- zenginlik açılarından üstün görme  veya kendini aşağıda hissetmek anlamında ötekileştirme yoluna gidebiliyordu. Fakirlik,  alt tabaka, sınıf farkı duygusunu yaşatıyordu.

Ülkeden kovulmuşlar ifadesi bunlar kimler sorusunu sorduruyordu. Ülke sınırlarına sığdırılamayan ötekiler kimlerdi? Gelmekte olan faşizme zemin mi hazırlanıyordu?

Yaşamın içinde olan ölüm anlatımları güçlüydü. Daha başlarken “Demek insanlar buraya yaşamaya geliyorlar; doğrusu, ben burada ölünür diye düşünürdüm.” “Eskiden insanın, ölümü bir meyvenin çekirdeği gibi içinde taşıdığını biliyorlardı (belki de bunu seziyorlardı) Çocukların içindeki küçüktü, büyüklerinki büyük. Kadınlarınki kucaklarında, erkeklerinki göğüslerinde. Buna sahiptiler ve bu, insana acayip bir asalet ve sakin bir gurur veriyordu.” “Her birinin kendi ölümü oldu.”

“Artık yaşayamayacağımı bildiğim halde direniyorum, bana eziyet edenler şimdi beni terk etseler bile.”

Did you find apk for android? You can find new Free Android Games and apps.
Share.

Comments are closed.