‘Postkolonyal Dönem Edebiyatında Savaş ve Barış’ temalı XV. Dönemine giren Atölyenin 17 Ocak 2024 tarihli altıncı oturumunda Kamer Badur Eğilmez bizlere Toni Morrison’un (1931-2019) hayatı, edebi kişiliği, kitaplarında yaygın olarak işlenen kölelik olgusu hakkında kısa bir bilgi verdikten sonra, Atölye’nin konusu olan Sevilen’i (1987) genel hatlarıyla tanıttı ve kitap Atölye katılımcılarının tartışmasına açıldı.
Kölelik
Atlantik Okyanusu üzerinden yürütülen insan (köle) ticareti Batının unutmak istediği, kısmen üstünü örttüğü acımasız bir tarihi geçmişi olarak kabul edilebilir.
Aslında kölelik, köle ticareti kapsamında insan uygarlığı kadar eski ve hatta toplumsal kabul görmüş bir olgudur. Köle ticaretinin suç tipi olarak yasaklanması ancak 18. Yüzyıl ve sonrasında gerçekleşecektir. Mezopotamya, Çin, Mısır ve Hint gibi medeniyetlerin hemen hepsi köleliği toplumun bir gerçeği olarak kabul etmiş, Güney Amerika uygarlıklarından Aztek, Maya ve İnka’lar da kölelerden yoğun şekilde yararlanmıştır. Antik dönemlerde köleler genellikle savaş esirlerinden veya ülke dışında fethedilen yerlerin sakinlerinden seçilmiş, tarımsal faaliyetlerde veya ev hizmetlerinde kullanılmıştır. Roma ve Yunan düşünürleri, kölelik olgusu karşısında katı bir tutum almadıkları gibi, Aristoteles gibi bazı Yunan düşünürleri köleliği şiddetle savunmuştur. Kölelik antik dönemlerin iktisadi hayatının zorunlu bir unsuru olarak görülmüş, toplumun maddi ihtiyaçlarının karşılanması için kullanılmış, kölelerin yaptığı işlerin para karşılığında özgür vatandaşlar tarafından yapılması bazı toplumlarda ayıplanmıştır.
Toplumların genişlemesi, uygarlıkların ilerlemesi köleliği ortadan kaldırmamış, farklı biçimlerde ve yoğunlukta devam etmiştir. Dinler, Musevilik ve Hıristiyanlık, uygarlıkları, sosyal ve siyasal yapıları derinden etkilerken, köleliği kabul ederek engelleyici hükümler koymamış, İslamiyet kölelik olgusunu sosyal hayatın bir gerçeği olarak kabul etmişse de zamanla azalması ve koşulların iyileştirilmesine yönelik hükümlere ağırlık vermiştir.
Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ile birlikte Ortaçağ’da feodalizm ve toprağa bağlı kölelik gelişmiş, aradan birkaç yüzyıl geçtikten sonra, toprağa bağlı kölelik (serf) ortadan kalkmış, bu yapının boşluğunu yeni ülkelerin keşfi ve sömürgeleşmeyle birlikte ırksal, tehcire dayalı ve acımasız bir kölelik olgusu, ‘Atlantik köle ticareti’ doğmuştur. Milyonlarca Afrikalı zorla bulundukları topraklardan koparılarak, Amerika kıtasına, Avrupa ülkelerinin sömürgelerine götürülmüş, yollarda hastalanmış, ölmüş, travmalara dönüşen acılar çekmiştir.
18. Yüzyılda köleliğin kaldırılması, yeryüzünden silinmesi için ulusal ve uluslararası alanda çalışmalara başlanmış, bir kimsenin köleliğe, esarete tabi kılınmasının kanuna aykırılığı hukukun genel ilkesi/buyruk kural (ius cogens) olarak kabul edilmiştir. Günümüz toplumlarının gelişmesine, insan ticaretinin yasaklanmış ve yaptırım altına alınmış bir fiil olmasına, insan ticareti ya da bireyleri esarete tabi kılarak alıp satmak, hukuka aykırı bir faaliyet olmasına karşın, alınan tüm önlemlere rağmen halen bir kısım insanlar, başka insanları farklı formlarda köleliğe mahkûm etmeye devam etmektedir.
16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar geçen dönemde tarihte eşi benzeri görülmemiş biçimde Afrika halklarının köleleştirilmesi sistematik olarak uygulanır. Daha önceki çağların kölelik anlayışından farklı olarak bu köleliğin kaynağının sadece yer olarak Afrika ve ırksal olarak siyahi yerliler olması ve kölelerin zorla topraklarından alınarak zalimce tehcir edilmeleri ayırt edici bir özellik olarak karşımıza çıkar.
Köleler toplandıkları merkezlerden Amerika kıtasına insanlık dışı koşullarda götürülür. Hemen hemen yöntem her ülke kolonyalistleri ve gemi şirketleri için aynıdır. Literatürde bu safhaya ‘middle passage’ (orta geçit) adı verilir. Toplanan köleler nakliyeyi yapacak şirket tarafından satın alındığında göğüslerine bu şirketin ayırt edici markası kızgın bir demirle dağlanır. Yola çıkılacağı gün bol yemek verilir ki bu onların Afrika’ya veda edeceklerinin işaretidir. Doyurulduktan sonra ayak bileklerinden ikişer ikişer zincirlenmiş şekilde gemilere götürülürler. Gemiye bindiklerinde çırılçıplak soyulurlar. Avrupalı tacirler bu uygulamayı çıplaklığın seyahat sırasında temizliği ve sağlığı garanti edecek tek yöntem olduğu düşüncesiyle savunsalar da kimi hallerde ödül olarak kölelere giysi verilmesi bu uygulamanın başka amaçlara hizmet ettiğini göstermektir. Çıplak durumda bulunan kadın ve erkekler farklı hücrelere konulur, kadınların ve çocukların genellikle güvertede kalmalarına izin verilir. Bazı tacirler geminin yan taraflarına yarı güverteler inşa ettirir ve köleleri iki sıra halinde biri diğerinin üstünde istif edilmiş şekilde taşır. Erkek köleler sürekli olarak zincirli şekilde taşınır, gündüzleri güverteye sabitlenmiş uzun bir zincirden halkaları geçirilerek güverteye çıkartılır, gemi doktorları tarafından muayene edilir ve yıkanacaklara su verilir.
Kölelere günde iki öğün yemek verilir, beslenmeleri kontrol edilir çünkü kölelerin aç kalarak zayıflamaları istenmez. Fırtınalı havalarda varış süresi uzayabileceğinden (40 ila 69 gün) erzak kısıtlaması olur. Örneğin 1781 yılında yiyecek ve su sıkıntısına düşen Zong adındaki köle gemisinin kaptanı 136 köleyi gemiden denize atmıştır. Kadın kölelerle cinsel ilişki yasak olmakla birlikte bu kurala hiçbir şekilde uyulmadığı ve yolculuk süresince kadın kölelerin bu duruma katlanmak zorunda kaldıkları kaynaklarda ifade edilmektedir.
Gemilerdeki ağır koşullar dolayısıyla köle ölümleri yaşanır. Örneğin, 1680 ve 1688 yılları arasında Royal African Şirketi tarafından 249 gemi ile taşınan 60.783 köleden, sadece 45.396’sı yolculuğu tamamlayabilir. 1790 Yılında Batı Afrika’dan ticaret yapan 522 adet gemideki ölüm oranı %6.6 iken ilerleyen dönemlerde %18 ila %52 gibi yüksek ölüm oranlarına rastlanır. Yapılan bir araştırmada 1590–1867 yılları arasında Portekiz, İspanyol, Fransız, İngiliz ve Hollandalı tacirlerce 5966 deniz yolculuğunda taşınan kölelerin %12,4’ü yolculuk sırasında ölmüştür.
Köleler götürüldükleri sömürgelerde maden ve tarım alanlarında, Amerika’nın çeşitli bölgelerindeki şeker kamışı ve tütün gibi bitkilerin yetiştirilmesinde yoğun şekilde kullanılır.
Atlantik köle ticaretinin sona erdirilmesinde pek çok unsur etkili olmuştur. Bunda, her ne kadar günümüzde insani unsurlara dikkat çekilmekle birlikte, ekonomik nedenler ve ülkelerin iktisadi çıkarları, tarıma dayalı ekonomiden ziyade, endüstri devriminin etkisiyle sanayileşme, sömürgeciliğin ve buralardaki faaliyetlerin biçim değiştirmesi gibi faktörler daha etkin rol oynar.
Avrupa’da köle ticaretinin ve köleliğin kaldırılması konusunda önemli adımlar ilk olarak İngiltere tarafından atılmıştır. 1772 Yılında sahibi tarafından zorla İngiltere’den gönderilmek istenen bir köle hakkında karar veren Yargıç William Murray 1. Mansfield Lordu (1705 – 1793) “Kölelik kurumu öylesine mide bulandırıcıdır ki, pozitif yasa hariç hiçbir şey onu desteklemeye katlanamaz. Kararı hangi uygunsuz durum izlerse izlesin, İngiliz yasalarının olaya izin verebileceğini ve onaylayabileceğini söyleyemem, dolayısıyla siyah serbest bırakılmalıdır” diyerek kölelik karşıtlığının ilk resmi açıklamasını yapar.
Yüksek Mahkeme Yargıcı Lord Mansfield’in hukuk tarihinde en bilinen, yukarıdaki kararı açıkladığı dava 1772 yılında Londra’da Sommersett’s Case olarak görülmüştür. İktisat tarihi açısından da önemli bir kavşak sayılır; köle ticaretine sırtını dayamış ticaret/sanayi/ulaşım burjuvazisi ile yeni yeni palazlanmakta olan finans /sigorta burjuvazisi arasında önemli bir çatışma ve kırılma noktasıdır. Bu konuda 2013 yılında çekilmiş 18.yüzyıl İngiliz toplumsal hayatını anlatan Belle filminin linki aşağıdaki gibidir.
https://www.imdb.com/title/tt2404181/
Yüksek Mahkeme Yargıcı Lord Mansfield’in verdiği bu karar İngiltere’deki diğer kölelerin serbest kalmasını sağlamasa da köleliğin kaldırılmasına ilişkin faaliyetler 1806 yılında kabul edilen bir kanunla önemli ölçüde başarıya ulaşır. Bu kanun, köle ticaretinin toptan yasaklanması şeklinde olmasa da fethedilen adalara ve yabancı kolonilere köle ticaretini durdurmasını sağlar. Köleliğin tümden kaldırılması 1 Mart 1807 tarihinde yasalaşan bir kanunla gerçekleşir; köle ticaretinin müeyyidesini başlangıçta para cezası olarak düzenleyen Parlamento, 1811 yılında yaptırımı ağırlaştırarak ceza kolonilerine gönderilme olarak belirler. İngiliz sömürgelerinde köleliğin kaldırılması 1833 yılında yasalaşan bir kanunla 1 Ağustos 1834’ten itibaren geçerli olsa da bu bölgelerde tüm kölelerin özgürlüklerine kavuşmaları ancak 1 Ağustos 1838’de gerçekleşir. Köle ticaretini 1815 tarihinde yasaklayan Fransa, 1848’de İngiltere’yi takip ederek kendi kolonilerinde köleliği kaldırır.
Köleliğin kaldırılması ABD’de ilk kez 1688 yılında yayımlanan bir bildiriyle gündeme gelir. 1754 Yılında Quaker John Wollman ‘Considerations on Keeping Negroes’ (Zenci Sahibi Olma Hakkındaki Düşünceler) isimli kitabında konuyla ilgili eleştirilerini dile getirir. 1775-1776 Yıllarında Quakerlar tarafından kölelik karşıtı girişimlere devam edilir.
Quakers (Dostların Dînî Derneği), mevcut Hristiyan mezheplerinden ve tarikatlarından memnun olmayanlar tarafından 17. yüzyıl ortalarında İngiltere’nin kuzeybatısında ortaya çıkmış bir mezheptir. Quaker Kilisesi; Mennonite Kilisesi ve Brethren Kilisesi’yle birlikte Hristiyan pasifizmini savunan üç tarihî barış kilisesi’nden biri olarak değerlendirilir. 18. Yüzyılın ikinci yarısından 19. yüzyılın ortalarına kadar olan süreçte kadınlar, köleler ve esirlerin hakları için birçok Quaker’in barışçıl ama radikal savaşları, barışa katkı, açlık ve sömürünün hafifletilmesi ile devam eder.
Köleliğin kaldırılmasına yönelik çalışmalarda Metodistler’in de önemli rolü olur. Bağımsızlık Savaşı’nın sonunda ABD’inde köleliğin varlığı, Amerikan Devrimi’nin ilkeleriyle çelişki oluştursa da kölelik o dönemlerde ekonominin lokomotif görevini üstlenen bir faktör olduğundan 1787 yılındaki anayasal metin köle ticareti sorununa yasaklamayı erteleme şeklinde bir çözüm getirir. 2 Mart 1807 yılında kabul edilen bir yasayla 1808 yılının Ocak ayının ilk gününden itibaren ABD’nin yargılama yetkisi dâhilindeki bir liman veya bölgeye köle ithali yasaklanır. Köle ticaretinin kanun dışı ilan edildiği 1808 yılından güneyde büyük köle ayaklanmasının çıktığı 1831 yılı arasında köleliğin kaldırılmasına yönelik talepler artar.
Kölelik karşıtı hareketler Kuzey’e oranla Güney’de daha yoğundur çünkü A.B.D.’indeki kölelerin çoğu güney bölgesindeki tütün, pirinç ve diğer bitkilerin yetiştirilmesinde kullanılmaktadır. Kuzey eyaletlerinde kölelik uygulaması görülmesine karşın hiçbir zaman güneydeki kadar yaygın olmamış ve 1800 yılına kadar büyük ölçüde kaldırılmıştır.
Köleliğin yasal olarak kaldırılması mümkün olmayınca halktan bazı kimseler tarafından oluşturulan fonlarla (azat edilmelerine karşılık sahiplerine ödeme yapılarak) bazı köleler özgürlüklerine kavuşur. 1860 yılına kadar 4.000 civarında köle bu yolla Afrika’ya geri gönderilir. 1833 Yılında köleliğin İngiliz kolonilerinde yasaklanmasının ardından Amerikan Kölelik Karşıtı Topluluğu kurulur. Bu grup yayınladıkları yazılar, düzenledikleri konferanslar ve dağıttıkları mecmualarla 1840 yılına gelindiğinde yasaklama hareketini ulusal bir seferberliğe dönüştürür. Kampanyaların Kuzey’deki etkisi ve Güney’deki kölelik taraftarlığı neticesinde sorun önemli bir ayrılığa dönüşür ve nihayet Kuzey ve Güney arasındaki bölgesel uyuşmazlıklar 1861 yılında iç savaşın çıkmasıyla doruk noktasına ulaşır. 1861 Yılında sona eren iç savaşın ortasında Abraham Lincoln, Azat Bildirgesi’ni (Emancipation Proclamation) yayınlayarak güneydeki tüm kölelere özgürlüğün tanındığını duyurur. Savaşın bitmesinden hemen sonra Anayasa’da yapılan 13 üncü değişiklikle kölelik tüm ülkede tamamen kaldırılmış olur.
Toni Morrison
1993 yılında Nobel Edebiyat ödülünü alan Toni Morrison ‘Afrikalı Amerikan’ edebiyatının tanınması ve gelişmesinde önemli rol oynayan bir yazardır. Eserlerinde çoğunlukla ABD’deki ırkçılık ve bu ırkçılığın yıkıcı sonuçlarını, siyahilerin kimlik sorununu konu edinir.
İşçi sınıfı bir ailenin dört çocuğundan ikincisi olarak Ohio eyaletine bağlı Lorain’de dünyaya gelir. Babası George Wofford on beş yaşındayken iki siyah iş adamının beyazlar tarafından linç edildiğine tanıklık eder ve Morrison’a göre bu durum babasında travma yaratır. Linç olayından sonra George Wofford, ailesiyle birlikte gerek ırkçılıktan kaçmak gerek de ekonomik sebeplerden ırkların iç içe geçtiği, endüstrisi gelişmekte olan Ohio’nun Lorain bölgesine göç eder. Morrison’ın annesi Ramah Wofford ise dindar bir ev kadınıdır.
Morrison iki yaşındayken, ailesi ev kirasını ödeyemediği için oturdukları ev, aile içindeyken ev sahibi tarafından ateşe verilir. Morrison, ailesinin bu durum karşısında çaresiz hissetmek ya da ümitsizliğe düşmek yerine, ev sahibine gülerek tepki gösterdiklerini belirtir. Aile Afrikalı Amerikan halk hikâyeleri, hayalet öyküleri ve Afrikalı Amerikan ezgileri aracılığıyla çocuklarının Afrikalı Amerikan kimlik bilinci geliştirmesini sağlar. On iki yaşında Katolik olarak Anthony adını alan Morrison, daha sonra mahlas olarak Toni’yi kullanmaya başlar.
1949 Yılında siyahi entelektüel çevreye katılmak amacıyla çoğunlukla Afro-Amerikalılara ayrılmış Howard University’ye kayıt olur. Okul, ırkların segrege edildiği (renklerine göre ayrıştırıldığı) restoranlar ve otobüsler ile ilk kez karşılaştığı yer olan başkent Washinton D. C.’dedir. Üniversitenin İngilizce Dili ve Edebiyatı bölümünden 1953 yılında mezun olduktan sonra yüksek lisansını 1955 yılında Cornell Üniversitesi’nde yapar; tezi Virginia Woolf ve William Faulkner üzerinedir. Texas Southern University’de iki yıl, Howard University’de ise yedi yıl İngilizce dersleri verir. Howard University’de eğitmen olarak görev yaptığı esnada Jamaikalı bir mimar olan ve 1958 yılında evleneceği Harold Morrison ile tanışır ve 1964 yılında boşandıklarında ikinci çocuk sahibidir. Röportajlarda evlilikten ender olarak bahseder ancak kocasının 1950’lerin geleneksel kadınını istediğini ve kendisinin asla öyle olmadığını ve olamayacağını ima eder.
Boşandıktan sonra yaşamına Random House’ta editörlük yaparak devam eder ve Random House’un hikâye/öykü alanında ilk kıdemli siyahi kadın editörü olur. Siyah edebiyatının ana akım medyada görünür hale gelmesinde önemli rol oynar. Üzerinde çalıştığı ilk kitaplardan biri koleksiyon niteliğinde olan ve çığır açan Modern Afrika Edebiyatı (Contemporary African Literature) adlı çalışmasıdır. Önemli bir diğer çalışması kölelikten 1970’lere dek Amerikalı siyahilerin hayatından fotoğraflar, araştırma yazıları, illüstrasyonlar ve diğer bilgilerin bir antolojisi niteliğinde olan ve 1974 yılında yayınlanan The Black Book’dur.
Morrison yazım hayatına Howard University’de şairler ve yazarların oluşturduğu gayrı resmî bir grubun parçası olarak başlar. İlk romanı olan En Mavi Göz’de mavi gözlere sahip olmak isteyen küçük bir siyahi kızın hikâyesini anlatır. 1975 Yılında yayınlanan ikinci romanı iki siyahi kadının arkadaşlığın anlatan ‘Sula’dır ve National Book Award adaylığına seçilir. Üçüncü romanı olan ‘Süleyman’ın Şarkısı’ ile ulusal anlamda ün, beğeni kazanır ve pek çok ödül alır. Bir sonraki romanı ‘Tar Baby’de dış görünüşü konusunda takıntılı olan model Jadine ve Jadine’in âşık olduğu meteliksiz bir serseri ve siyahiliğiyle barışık olan Son’un hikâyesini anlatır. İlk oyunu Dreaming Emmett, beyaz erkekler tarafından öldürülen Emmett Till adlı siyahi genç hakkındadır. En çok ödül alan ve 1987 yılında yayınlanan Sevilen (Beloved) ile Nobel Edebiyat Ödülü’nü alır.
Anlatıları, erkeklerin, kadınların, çocukların ve hatta hayaletlerin seslerini katmanlı çokseslilikle birbirine karıştırılmış biçimdedir. Mit, sihir ve batıl inanç, gündelik gerçeklerle ayrılmaz bir şekilde iç içe geçer; bu romanlarının sıklıkla Gabriel García Márquez gibi Latin Amerikalı büyülü gerçekçi yazarların romanlarına benzetilmesine yol açan bir tekniktir.
Çalışmaları kölelik ve onun mirasına dair bitmek bilmeyen kaygısının etrafında birleşir. Kurgularında geçmiş çoğu zaman yürek parçalayıcı bir şimdiki zamanda ortaya çıkar; alkolizm, tecavüz, ensest ve cinayetle dolu bir dünya, korkusuz ayrıntılarla anlatılır. Geçmiş, aile, toplum ve ırk bağlarında da aynı derecede güçlü bir şekilde kendini gösterir; kültür, kimlik ve aidiyet duygusunun ebeveynlerden çocuklara ve torunlara aktarılmasını sağlayan bağlar. Çalışmaları, bu nesiller arası bağlantıların, insan deneyimindeki yegâne kurtarıcı zincirleri oluşturduğunu daima öne sürer.
Morrison, The Dictionary of Literary Biography’den alıntılanan bir röportajda, “Siyahi kurguyu çok önemsiyorum çünkü siyahi eserlerin geliştirilmesine katılmak istiyorum… Siyahilerin beyazlar için yazdığı ve beyazların bu tür kendini kırbaçlamayı teşvik ettiği siyahi eğlencesinde ilk hamleyi yaşadık. Artık siyahilerin siyahi insanlarla konuştuğu yazma sanatına geçebiliriz” der.
Sevilen
Başyapıtı sayılan Sevilen’de yazar tarihsel bir çerçeveye sahip olan kurguda kökleri gerçek bir 19. yüzyıl trajedisine dayandırır ve Sivil Roman’ın sona ermesinden yaklaşık on yıl sonra ortaya çıkar. Roman, köleleştirilen Afrikalı Amerikalı bir kadın olan Margaret Garner’ın Amerikan İç Savaşından sonra yaşanmış gerçek hikâyesinden esinlenilerek yazılır. Kölelikten kaçan Garner, köle avcıları tarafından takip edilmektedir ve köleliğe geri döneceğini anladığında yakalanmadan önce iki yaşındaki kızını öldürür. Ancak kendi yaşamına son vermeden önce köle avcıları tarafından yakalanır. Romanda ölen bebek yıllar sonra hayalet olarak annesi ve ailesini ziyaret eder.
Sevilen Afrikalı Amerikan edebiyatının bir alt türü olan Yeni-Köle Anlatısı (Neo-Slave Narrative) olarak ve büyülü gerçekçilik öğeleri barındıran bir eser olarak değerlendirilir. Roman başlangıcından itibaren okura, fantastik olayların yer alacağının sinyalini verir; ilk bölümde canlı ile cansız, bilinç ile bilinçdışı arasındaki sınır ortadan kalkar, doğaüstünün sınırları aşılır. Bu bağlamda Sevilen’e bir hayalet öyküsü denilebilir. Romanda kölelik olgusu önemli bir yer tutar. Yazar, köleliğin yarattığı travma nedeniyle ruhen neredeyse aciz kalmış bir kölelik sonrası toplumuna, unutulmak istenen hatıraları hiç sakınmadan sunarken, kendinden önceki kölelik anlatılarından farklı olarak konuşulmamış olanı hatırlamak ve yeniden kurgulamak niyetindedir sanki.
Edebiyat eleştirmenlerine göre Morrison yalnızca, “bir aile içi şiddet öyküsünü, köle kadınların sınırlandırılmış anneliği üzerinde duran bir anlatıya” dönüştürmekle kalmaz, kasıtlı olarak Euripides’in tragedyası Medea’yla postmodern bir bakış açısıyla ilişkilendirir. Böylelikle köleliğin dehşetini, Sethe’nin çocuk katlini hafifletmek için değil, içinde yaşadığı toplumun Sethe’yi neden suçladığını ayrıntılarıyla işlemek için yansıtır. Sethe çocuğunu öldürmesinin nedeninin çocuklarını “korkunç olduğunu bildiği” şeyden korumak için olduğunu söylese de bu eski kölelerden ve özgür doğmuş siyahlardan oluşan çok katmanlı topluluğun onu suçlamasına engel olmamıştır. Sethe’nin kendi çocuğunu öldürmesi, köleliğin tüm acımasız hatıralarını su yüzüne çıkarmıştır. Medea mitinin modern edebiyattaki bir görünümü olarak yorumlanabilecek romandaki Sethe, Afrikalı Amerikalı bir Medea olarak ortaya çıkar.
Medea figür olarak edebiyatta sürekli yinelenen evrensel karakterlerden biri olarak anne arketipini temsil eder. Anne arketipi romanda olumlu ve olumsuz yönleriyle birlikte ele alınmaktadır. Anne arketipinin tüm olumlu özellikleriyle özdeşleştirilen ‘seven anne’, anne ve büyükanne, sütanne, bilge kadın sembolik olarak romanda yer alırken seven anne, anne arketipinin doğuran, doyuran, büyüten ve koruyan olma özelliklerini taşır. Sethe aynı zamanda korkunç anne arketipini de simgeler; kısmen olumsuz ve düşmanca, kısmen de yeraltına özgüdür. Anne arketipinin ‘seven anne‘ ile eşit derecede etkin ve önemli diğer kutbunu oluşturan “korkunç anne’ tavırlarını sergileyen Sethe diğer çocuklarını yaralar ve bu durum oğulları Buglar ve Howard’ın evden ayrılabilecek yaşa gelene kadar annelerinden korkmalarına neden olur. Küçük kız kardeşleri Denver’e Sethe’den korunmak için ‘geber cadı‘ öyküleri öğreten Buglar ve Howard, annelerini asla affetmezler. Denver ise annesinden ve yapacaklarından hep korkar.
Morrison’ın kitabında yazdığına göre yaşanılan, “beyaz herhangi birinin aklına gelen herhangi bir şey için tüm benliğini alabileceği” bir dünyadır. Roman her ne kadar 19. yüzyılda geçse de 20. yüzyıl için bir metafor gibi okunabilir. “Sadece çalışmak, seni öldürmek ya da sakatlamak değil, aynı zamanda seni kirletmek…Seni o kadar kirlettim ki, artık kendinden hoşlanamadın. Seni o kadar kirlettim ki, kim olduğunu unuttun ve bunu düşünemedin.”
Sevilen’e yönelik eleştirel tepkiler, her ne kadar aynı şekilde olmasa da, son derece olumludur. Afrikalı-Amerikalı eleştirmen Stanley Crouch, The New Republic’teki yıpratıcı incelemesinde romanı ‘kara yüzlü bir soykırım romanı’ olarak nitelendirerek “Dünya abartıların, sahte seslerin, gergin vaazların mor bir sisi içinde var oluyor; çok incelikli hiçbir şey gerçekten denenmedi. ‘Sevilen’ büyük ölçüde mini dizinin yapısal kibirlerine saldıran bir melodram gibi okunuyor.” der. Ancak olumlu görüşte olanlar çok daha fazladır. Romanın yayınlanmasının ardından The Times Book Review, aralarında Maya Angelou, Amiri Baraka, Arnold Rampersad ve Alice Walker’ın da bulunduğu iki düzine siyah yazarın imzaladığı, Toni Morrison’ı öven ve eleştiriyi protesto eden açık bir mektup yayınlanır. Sevilen o yılın Nisan ayında Pulitzer Ödülü’nü kazanır. 2006 Yılında yüzlerce yazar, editör ve eleştirmenin katıldığı anket sonucunda The Book Review, romanı önceki çeyrek yüzyılın en iyi Amerikan kurgu eseri olarak adlandırır.
Yazarın sayısız başarıları arasında 2000 yılındaki Ulusal Beşeri Bilimler Madalyası ve 2012 yılında Başkan Barack Obama tarafından verilen Başkanlık Özgürlük Madalyası bulunmaktadır. Kendisini hayatı ve çalışmaları üzerine çalışmaya adamış olan Toni Morrison Topluluğu 1993 yılında kurulur.
Sözcüklerle büyü yapan bir kadın yazar olarak tanımlanır Toni Morrison. Yüzyıllar boyunca süren cadı avlarından kurtulmayı başarmış ve ölümsüzlüğe ulaşmış birdir. Hem yapan yaratan hem yıkan yok eden kadim cadılardan, cezbedici ve kör edici. Ve asla boyun eğmeyen. Tüm yoldaşları gibi kanla yıkanmış toprakların ve zulümle örülmüş hayatların çığlığı. Acının o dile getirilemez, söze dökülemez yanını büyük bir maharet ve cesaretle gün yüzüne çıkaran büyücü. Sonsuz hayal gücü ormanlarının ve dipsiz bucaksız bilinçaltı dehlizlerinin ölümsüz kraliçesi. Bir Edebiyat Cadısı olarak adlandırılır.
Büyük hikâyelerin yazarı olarak, insanlığın bu kirli ve vahşi yüzünü, karanlık ve suçlu geçmişini anlatır. Unutturulmaya ve unutulmaya çalışılan kolektif ve kişisel bilinçdışını kalemiyle su yüzüne çıkarır tüm çıplaklığıyla. Sarsıcı, şok edici öyküler anlatır. Ötekinin sesidir o, görülmek, bilinmek, tanınmak istenmeyenin. O yüzden gürdür sesi ve yakıcıdır sözleri. Atalarının zorla köle olarak getirildiği toprakların kana boyanmış tarihini yazar ve onların bu insanlık dışı kölelik zincirinden kurtulmak için hayatları ve sevdikleri pahasına verdikleri mücadeleyi. Yaşadıkları onca acı ve travmatik deneyimden ve ödedikleri onca bedelden sonra bir türlü ‚özgür‘ olamayışlarını. Nesiller boyu süren şiddet, vahşet ve yoksulluk sarmalında kaybettikleri masumiyetin ve asla peşlerini bırakmayan utanç ve suçluluk duygusunun nasıl her an patlamaya hazır bir nefret yanardağına dönüştüğünü yazar. Ve şu fallus merkezci dünyada, “her şeye rağmen”, kendini ifade etmeye çalışan siyah kadınları yazar. Şiddetten başka iletişim yolu bilmeyen erkeklerin dünyasında, kendi kimliğini inşa eden kadınların hikâyesini. İşte bu sebepten acılı ve ağırdır sözleri, kimi zaman öfkeli ve vahşi, ama hep özgür ve umutlu. Destansı ve liriktir aynı zamanda. Ve ezgili, kendi müziğinin sesi ve ritmi duyulur her satırında.
Yaşanmış acılı hikâyeyi Sevilen roman formatında yazmaya karar verdiğinde Toni Morrison şöyle der: “Tarihe geçen Margaret Garner büyüleyici ama bir romancı için sınırlayıcıydı. Burada hedeflediğim şeyler için gereken hayal gücüne, yaratıcılığa müsait çok az yer vardı. Gamer’ın öyküsünü özgürlük, sorumluluk ve kadınların ‘yeri’ gibi çağdaş meselelerle ilişkilendirmek adına, olay akışını harfiyen, birebir izlemeyecektim. Kadın kahraman utancı ve dehşeti af dilemeyen bir edayla üstlenecekti; bir çocuk katili olmayı seçmenin sonuçlarına katlanacaktı; özgürlüğünü bizzat talep edecekti.”
Şiddet yüklü acılarla dolu romanda bazı barışçıl kırıntılara rastlanır. Eski bir köle olan bir karakter sevdiği kadını düşünür ve “Aklımın arkadaşı…Beni topladı dostum. Ben olan parçaları topluyor ve doğru sırayla bana geri veriyor. Bilirsin, aklının dostu olan bir kadının olması iyi bir şey.”
“Sethe’nin kölesiz bir yaşamla dolu yirmi sekiz günü vardı – bir dolu ay yolculuğu -…Küçük kızın yüzüne damlattığı saf berrak tükürük akıntısından yağlı kanına kadar yirmi sekiz gün geçmişti. İyileşme, kolaylık ve gerçek konuşma günleri. Arkadaşlık günleri: diğer kırk elli zencinin isimlerini, görüşlerini, alışkanlıklarını bilmek; nerede olduklarını ve ne yaptıklarını; onların eğlencesini ve üzüntüsünü kendisininki ile birlikte hissetmek, bu da durumu daha iyi hale getirdi. Biri ona alfabeyi öğretti; başka biri dikiş. Hepsi ona şafak vakti uyanmanın ve günü ne yapacağına karar vermenin nasıl bir his olduğunu öğretti.”
Atölye tarafından çok katmanlı olarak değerlendirilen eser farklı açılardan, temalardan okunabilir; Anne-kız ilişkisi, köleliğin psikolojik etkisi, kölelik düzeninde erkeklik durumu, yaşanan acılar, ‘kahramanlık’ algısı, aile içi ilişkiler.
Aile ilişkileri açısından bakıldığında Sethe’nin ailesinin psikolojide ‘disfunctional family’(işlev bozukluğu olan, sorunlu, disfonksiyonel aile) diye tanımlanan bir aile türüne girdiği görülüyor. Aile içinde yaşanan çatışmalar, gerginlikler, ihmal, istismar, kötü muamele vb tutumların olduğu bir aile anlatılıyor. Klasik aile işlevlerinin, rollerinin yerine getirilmediği ve aile içinde bu tutumların kabul gördüğü, çocukların bunu sosyal bir norm olarak kabul ettiği, kökeninde konumuz itibariyle kolonyalizmin yol açtığı parçalanmış klan kültürünün yerine kölelik denilen düzensizliğin olduğu, çocuklara ya da eşlere duygusal ve maddi bağımlılığın yaşandığı, zihinsel rahatsızlıkların görüldüğü bir aile modeli ortaya çıkıyor. Post-kolonyal dönemde bu parçalanmışlığın, işlevsizliğin farklı biçimlerde sürdüğüne tanıklık ediyoruz.
Sethe’nin anne sütü, çocuklarına duyduğu derin sevginin sembolü olarak yer almakta ve bu sembol roman boyunca pek çok kez yinelenmektedir. Sethe’nin sütü bir çeşit panacea (her derde deva ilaç) ve aileyi bir arada tutan bir öğe olarak görülür. Sethe’nin, sürekli yinelediği sütünü bebeğine ulaştırma arzusu dikkat çeker. “Tek bildiğim sütümü kız bebeğime bir an önce ulaştırmam gerektiğiydi. Kimse onu benim gibi besleyemezdi (…) Bunları benden başka hiç kimse bilemezdi ve onun sütü bendeydi (…) Süt birkaç gün sonra orada olacaktı; benimle birlikte.” Sethe, sütünü kişileştirmekte, ondan kendi dışında önemli bir varlıkmış gibi söz eder. Sethe, çocukluğunda anne sütünden yoksun kalmıştır, bu nedenle çocuklarını kendi sütüyle beslemek onun için son derece önemlidir. Kölelik sisteminde kadınlar, doğum sonrasında hemen işe döndükleri için çoğunlukla çocuklarını emzirememişler ya da beyaz bebekleri emzirmek zorunda kalmışlardır. Bununla birlikte, öncelik beyaz bebeklerde olduğu için, annesinden süt emebilen köle bebekler, her zaman az süt ile yetinmek zorundadır.
Sethe, yaşadığı yoksunluğu kendi çocuklarının yaşamaması için çabalar. Bebeklerini yalnızca kendi sütüyle besleyebilmesi, tüm çocuklarına yetecek kadar sütü olması ve başkasının bebeklerini emzirmek zorunda kalmayışı, Serthe için gurur kaynağıdır. Kendisi ve çocukları için adeta kutsallık atfettiği anne sütünün “alınması” Sethe’nin benliğinde derin bir yara bırakır: “Onu hiçbir annenin çocuğunu, kızını sevmediği kadar çok sevdim. Artık çocuklarımdan başkası sütümü alamayacak. Sütümü daha önce de kimseye vermedim zaten- yalnızca bir kez oldu; o zaman da ben vermemiştim benden zorla alınmıştı; beni yere yatırdılar, sütümü sağdılar. Bebeğimin sütünü. (…) o benim kızım. Uğruna süt salgıladığım ve o sütü (ne pahasına olursa olsun) ulaştırdığım bebeğim.”
Sethe, sırtında ağaç şeklinde bir iz bırakan kırbaçlanmanın verdiği fiziksel acıdan çok, sütünün sağılmasından dolayı yaşadığı ruhsal acıyı dile getirir. Sethe’ye göre kendi yaşadığı fiziksel acı önemsizdir; Sethe’nin benliği, anneliğinin sınır çizgisi olan göğüslerinde yatmaktadır. Sethe’nin, sütünün çalınmasını, çocukları ile arasındaki bağın koparılması olarak algılar. Diğer yandan Sethe’nin sütünün sağılması, kırbaçlanmasından farklı bir biçimde Sethe’yi ötekileştirmektedir. Öğretmen, sahip-köle kutuplaşmasını aşıp çok daha radikal bir kutuplaşma oluşturarak kendisini insan, Sethe’yi ise hayvan kutbuna koyar.
Sethe, zihin karışıklığının annelik sorumluluklarını ortadan kaldırmayacağını düşünür. Yaşadığı olaylar, pek çok insanın aklını yitirebileceği ya da dayanma gücünü kaybedip ölüme teslim olabileceği durumlar iken, Sethe tüm zorlukları çocuklarına karşı duyduğu sorumluluk nedeniyle aşmaya çalışır. “Çocuklarım olmadan tek bir soluk bile alamazdım.” Burada Sethe anneliği ve çocukları olmadan kendini tanımlayamayan bir kadın görünümünde. Bazı eleştirmenler Toni Morrison’un Sevilen romanında anneliğin yanında kadınlığın diğer yönlerini de yücelttiğini, ataerkil sistemin anneliğe yönelik takıntılı ve kısıtlı anlayışını eleştirdiğini belirtir, erkek egemen toplumun anneliğe bakışını Medea üzerinden eleştirir.
“Anlatılacak bir öykü değildi bu” diye tekrar ede ede biter roman. Ama anlatılır…Tıpkı parçalanmış ruhların parçalanmış öyküleri gibi parça parça anlatılır. Ve elbette edebiyatın en ölümsüz cadısı Toni Morrison tarafından anlatılır…
Atölye bu çok katmanlı romanı edebi anlamda da çok başarılı buldu. 1850’lü yılların Amerika’sında, iç savaş ve takip eden zenci haklarının tanınması dönemi öncesinde geçen romanın, köleliğin siyah toplum üzerindeki travmatik etkisini son derece etkileyici, vurucu, rahatsız edici bir dille aktardığı konuşuldu. Okuması, dilinden dolayı olduğu kadar içten hissettirdiği acılar nedeniyle zor bir eser olarak yorumlandı. Sethe’nin nezdinde, köleliği birinci elden yaşamış o toplumun her bireyinin içindeki o büyük psikolojik travmayı, aşılması çok zor olan çöküntüyü en ince ayrıntısı ile hissetmemiz sağlanmış.
“Anlatılacak bir öykü değildi bu” diyor yazar kitabın son sayfasında ama bazen böyle olaylar/öyküler özellikle anlatılmalı. Vicdandan yoksun insanların yüreği sızlamalı ve geçmişlerinden utanmalı. Sömürgecilik ve postmodernizmin izlerini yoğun bir şekilde taşıyan ırkçılığın son derece ölümcül, can yakıcı, yürek burkan bir yaklaşım olduğunu okuduk.
Atölyemiz açısından her türlü şiddetin en can yakıcı haliyle işlendiği bir eser; fiziksel şiddet, psikolojik şiddet, cinsel şiddet, çocuğa şiddet, kadına şiddet…Son derece vurucu ve rahatsız edici ama gerçek. “Zenciler için sevgi en büyük zayıflık en büyük tehlikedir”, “Yalnızca dayanmak. Nefret dolu resmin gözünün önünde her belirişinde yıkılmamak, devrilmemek ya da ağlamamak. Kalıcı bir deliliğe sığınmamak.”, “Tehlikeli, çok tehlikeli diye düşündü. Eskiden köle olan bir kadının bir şeyi bu kadar çok sevmesi, hele çocuklarına bu derece düşkün olması çok tehlikeliydi. En iyisi her şeyi azıcık sevmekti. Öyle olunca, çocuğun boynunu kırıp çuvala tıktıklarında ondan sonra doğacak çocuk için bir parça sevgin kalabilirdi.”,”Sevgi ya vardır ya da yoktur. Az sevmek diye bir şey yoktur.”
Şiddet yüklü acılarla dolu romanda bazı barışçıl kırıntılara rastlanır. Eski bir köle olan bir karakter sevdiği kadını düşünür ve “Aklımın arkadaşı…Beni topladı dostum. Ben olan parçaları topluyor ve doğru sırayla bana geri veriyor. Bilirsin, aklının dostu olan bir kadının olması iyi bir şey.”
“Sethe’nin kölesiz bir yaşamla dolu yirmi sekiz günü vardı – bir dolu ay yolculuğu -…Küçük kızın yüzüne damlattığı saf berrak tükürük akıntısından yağlı kanına kadar yirmi sekiz gün geçmişti. İyileşme, kolaylık ve gerçek konuşma günleri. Arkadaşlık günleri: diğer kırk elli zencinin isimlerini, görüşlerini, alışkanlıklarını bilmek; nerede olduklarını ve ne yaptıklarını; onların eğlencesini ve üzüntüsünü kendisininkiyle birlikte hissetmek, bu da durumu daha iyi hale getirdi. Biri ona alfabeyi öğretti; başka bir dikiş. Hepsi ona şafak vakti uyanmanın ve günü ne yapacağına karar vermenin nasıl bir his olduğunu öğretti.”
Köle bir kadının çocuklarını bu denli sevmesi ve sahiplenmesi yadırganmaktadır. Bu durum, kölelik sisteminde köle annelerin çocuklarının her an satılması ya da öldürülmesi gibi durumlarla karşı karşıya olmasından kaynaklanır. Beyaz sahiplerine yeni köleler kazandırmakla yükümlü olan köle kadınlar, birer bebek makinesi olarak görülür. Anne ve çocuk arasındaki fiziksel ve duygusal bağı yok sayan bu anlayış, roman boyunca vurgulanan Sethe’nin sahiplenici anneliği ile karşıtlık oluşturmaktadır. Böylelikle Morrison, köle kadının doğuran bir makine değil öncelikle bir kadın ve beyaz hemcinsleri gibi bir anne olduğunu vurgular.
Atölye “köle annenin çocuk katlinde yatan ahlaka aykırılık, annenin değil kölelik sisteminin suçu olarak görülmeli” görüşünde birleşti. Köle annenin kendisini sömüren sisteme başkaldırısı bu sistemin ürünü olduğundan, istemediği ya da çok sevdiği için kölelikten kurtarmaya çalıştığı çocuğunu kurban etmesi olarak da okunabilir, Sethe’nin tavrı.
O halde suçlu olan Sethe midir?
Çocuğunu öldürmesi kimin suçudur?
Atölye bu soruyu bireysel değil kolektif bir suç olarak değerlendirdi. Almanların II. Dünya Savaşı öncesi ve sırasında yaptıklarından ötürü adını ‘Fremdschëmen’ olarak koydukları ‘başkalarının adına utanma’ duygusuyla Atölyeyi tamamladık.
Atölye Takvimi aşağıdaki gibidir:
1940 | J. M. Coetzee, | Barbarları Beklerken | 31.01.2024 | Murat Tekelioğlu |
1943 | Michael Ondaatje | İngiliz Hasta | 14.02.2024 | Yıldız Önen |
1975 | Zadie Smith | İnci gibi dişler | 28.02.2024 | Şengül Çiftçi |
1961 | Arundhati Roy | Küçük Şeylerin Tanrısı | 13.03.2024 | Ceren Aydos |
1958 | Yan Lianke | Günler aylar yıllar | 27.03.2024 | Aliye Zorlu |
1952 | Jung Chang | Yaban kuğuları | 17.04.2024 | Nilüfer Uğur Dalay |
1977 | Jesmyn Ward | Söyle Hayalet Şarkını Söyle | 1.05.2024 | Yasemin Kilit Aklar |