Temasını ‘Alman Edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin XIII. Döneminin 18.05.2022 Çarşamba günkü on beşinci toplantısında Nilüfer Uğur Dalay bizlere Bernhard Schlink’in (1944- ) hayatını ve Atölye’nin konusu olan Okuyucu (1995) adlı kitabını tanıttı ve Atölye katılımcılarının tartışmasına açtı.
II. Dünya Savaşı, öncesi ve sonrasıyla Alman tarihinin önemli bir kesiti olarak karşımıza çıkar. Almanların neden olduğu bu savaşın bireysel ve toplumsal sonuçları doğal olarak Alman Edebiyatı’nın da ana konusu olur. Bir savaşa neden olma, Yahudilere uygulanan soykırım ya da Avrupa ve yakın coğrafyanın yaşadığı sıkıntıların ana nedeni olma duygusu Alman insanını/yazarını derinden etkiler. Özellikle savaşı bizzat yaşamış yazarlar yapıtlarını bir tür ‘geçmişin üstesinden gelme’ aracı olarak görülür. Okuyucu romanı savaşı bizzat yaşamamış, ama büyüklerinden dinleyen ve sonuçlarını içinde hisseden bir yazarın geçmişi sorgulama/onun üstesinden gelme bağlamında önemli bir yapıttır.
Atölye’nin okuduğu kitaplardan olan Hannah Arendt’in ‘Kötülüğün Sıradanlığı’nda tanımlanan ‘kötülük’ yorumu ile Okuyucu arasında yakın ilişki çarpıcıdır. Yine Arendt’in Eichmann analizi ile Schlink’in sert eleştirilere maruz kaldığı Hanna karakteri arasındaki paralellik de çarpıcıdır. Arendt’in bir rejimi mümkün kılmış ve rejimin ürünü olmuş insan modelini ele alışında yalnızlık deneyimlerine yaptığı vurgu, Hanna karakterini anlamak için veri sunmaktadır. Her iki yazar için de, siyasal kötülüğün imkan bulduğu koşulları ‘anlamaya’ dair gösterilecek çaba, benzer koşulların yeniden kendini göstermesine karşı mücadelenin bir parçası niteliğindedir.
Bernhard Schlink 1944 yılında Bielefeld’de doğar. Alman teoloji profesörü bir baba ve İsviçreli teolog bir annenin dört çocuğundan en küçüğü olarak dünyaya gelir. Edebiyata, tarihe ve sosyolojiye karşı ilgisinin olmasına ve bu alanda faklı kaynaklardan beslenmesine rağmen, ilk ve orta öğrenimini tamamladıktan sonra babasının ısrarı üzerine hukuk öğrenimine başlar ve bu alanda uzmanlaşır. Nasyonal Sosyalizm döneminde teoloji profesörlüğü işini kaybeden babası papazlık yapar. Bernhard Schlink 2 yaşından itibaren Heidelberg’de büyür. Heidelberg Üniversitesi ve Freie Universität Westen Berlin’de hukuk eğitimi alır, 1968’de buradan mezun olur.
Bonn Üniversitesi’nde, Johann Wolfgang Goethe-Universität Frankfurt am Main’da hukuk akademisyeni olarak çalışır.1988- 2006 yılları arasında Yılında Kuzey Ren-Vestfalya eyaletinin anayasa yargıçlığına getirilir. 1992 de Humboldt Üniversitesi’nde kamu hukuku ve hukuk felsefesi profesörü olur ve Ocak 2006’da emekli olur.
Yazar olarak kariyerine, 1962 yılında kaleme aldığı Andere romanı ile başlar. Kitap The Other Man adı ile 2008 Richard Eyre tarafından filme çekilir.
Daha sonra 1987-2001 yılları arasında Walter Popp ile birlikte ana karakteri Selb (Almancada kendisi) olan dedektif romanları yazarak başlar (Selb’in Yargısı, Selb’in Hilesi, Selb’in ölümü). Polisiye kitaplarından biri olan Gordiyon Fiyongu kitabı ile Bernhard Schlink 1989’da Alman Polisiye Yazarları Birliği ödülünü alır.
1995 Yılında Atölyemizin konusu olan Okuyucu’yu yazar. Kitap Almanya’da ve diğer birçok ülkede en çok satanların arasına girmeyi başarır 39 dile çevrilir ve çok sayıda ödüle değer bulunur. 2008 Yılında İngiliz tiyatro ve film yönetmeni Stephen Daldry tarafından filme çekilir.
Schlink hukuki metinlerin yanı sıra Aşk Kaçışları ( hikayeler 2000), Eve dönüş (2006) , Hafta sonu (2008), Yaz yalanları (2010), Merdivendeki kadın (2014), Olga (2018 ), Torun (2021) adlı kitapları yazar.
Bernhard Schlink’in . 2007 yılında yazdığı Vergangenheitsschuld Beiträge zu einem deutschen Thema kitabı 2012 yılında Geçmişe İlişkin Suç ve Bugünkü Hukuk adıyla Türkçeye çevrilir. 6 Makaleden oluşan kitap, yazarın bir çok eserinde konu aldığı ‘Suç nedir? Niçin suçluyum?’ soruları ile ilgili görüşlerini açıkladığı önemli bir kaynaktır.
Bernhard Schlink’in hukukçu kimliği yazılarına yansımaktadır. Eserlerinde genel anlamda ya bir hukukçu, ya da hukuk çevresinde geçen konu ele alınır. Bu anlatım şeklini kendisi şöyle ifade eder: “Bir hukukçu olarak yazmayı da seviyorum. Bir hukukçu olarak şeffaf ve güzel yazmaya çalışıyorum. Her ikisi birbirini tamamlıyor zaten”. Roman ve hikâyelerinde otobiyografik unsurlara da sık sık yer verir. Bununla ilgili Schlink şu ifadeyi kullanır: “Sadece bildiklerini yazabilirsin ”. Bu bakış açısını birçok eserlerinde görmek mümkündür.
Okuyucu kitabı çok katmanlı bir edebiyat eseridir. Bir çok kavramı sorar ve okuyucusuna sordurur; Kötülük – Geçmişin üstesinden gelme – Nazi dönemi sabıkalarının izleri – kaçış ve yakalanma korkusu – vicdan azabı – eğitim – kişisel gelişim – suç nedir niçin suçluyum? – suç ve karmaşa – kefaret – Alman tarihinin illüzyonları – yaş farkı olan aşklar – ihanet – yakalanma duygusu – uçurumlar…
İçtenlik ve sadelikle, zekice acı çektiren bir geçmişi dile getirir. Basit ve kısa ifadelerle ve yan cümlelerden kaçınarak bu kavramları irdeler. Geçmişle hesaplaşma konusunda geçmişe ait bir suç varsa, bunu sadece bireye indirgemek doğru gelmez ona. Susmak ve görmemezlikten gelmek de suça ortak olmak demektir. “Suç bireysel addedilmez, suçu işleyenin topluluğu topyekûn suçludur,” düşüncesiyle Schlink, kolektif suç kavramı ile unutma kültürünü değil, hatırlama ve hatırlatma kültürünü geliştirmeyi amaçlar.
Okuyucu’nun başarısı karşısında şaşkınlığını gizleyemeyen Schlink “Yayınevinin yapıtı kabul etmeyeceğine dair kendimi hazırlamıştım. Şunu söyleyeceklerdi, siz polisiye romanlarınıza devam ediniz. Okuyucu kabul edildiğinde polisiye romanlarım gibi çok sayıda okuyucu bulduğumu düşündüm, çok memnunum,” der.
Schlink’in Okuyucu’su, bugün Almanya’da lise müfredatına alınmıştır.
Schlink bilimsel düzeyi yüksek olan Alman edebiyatının eğlendirme yönüne dair nitelik ve nicelik olarak kaygılar taşımaktadır. Bu durumu, ciddi ve eğlendirici kültür arasındaki farkı belirleyen Alman geleneğine bağlar. “Bu geleneğin aslında gecikmiş olan Alman ulusuyla, burjuvanın aristokrasiyle bağlantısıyla ve ulusun ekonomik ve politik özgürlüğü ile yapacak çok şeyi vardır. Genç yazarlarda bu gelenek mevcut değil. Bu nedenle günümüzde eğlence edebiyatı Almanya’da ilerlemeler kaydetmektedir.”
Kendisini Almanya‟nın 19. yüzyıl edebiyatına özellikle Vormärz dönemine yakın hisseden Schlink, tebaalar yaratan geç Prusya’nın bir felaketten ibaret olduğu kanısındadır. Bu nedenle Güney Almanya ve onun liberal mirasından etkilendiğini ifade eder.
Vormärz, Alman Konfederasyonu’nda başarısız olan 1848 Mart devrimleriyle sonuçlanan sürece verilen isimdir. Vormärz, aynı zamanda Alman edebiyatındaki aynı zaman dilimi için de kullanılır. Yazarların, özellikle Alman Gümrük Birliği ile azalan ekonomik rekabet, Alman birleşmesi ve erkeklerin oy hakkı gibi siyasi ve sosyal konularda yazma isteğinin baskın olduğu bir dönemdir. Yükselen liberal ideallerin yüksek aristokrasi ve orta sınıftan geldiği bir dönemdir.
Schlink eserlerinde estetik kaygıdan uzakta, sadece çağını sorgulama amacı gütmektedir. Bu nedenle “fildişi kulesini kendisine mesken etmeyen yazar” olarak nitelendirilir. Almanca karşılığı “Zeitroman” olan çağ romanı ise (Devir ya da dönem romanı da denilmektedir.) tarihi konu edinen romanların bir alt başlığıdır ve genel itibariyle 19. yüzyılda gelişen çağ romanı çağın panoramasını merkezinde tutan roman türüdür. Çağ romanı çağdaş bir metni anlaşılır kılmak için günümüz şartlarının bir portresini çizmektedir. Çağ romanın en karakteristik özelliğinin saptanmasında kullanılan yöntem ise yazarın eserinde dile getirdiği döneme olan uzaklığı ve tutumunun belirlenmesidir. Çağ romanı yazarı “içinde yaşadığı zamana ayna tutarak, ona egemen önemli olayları ve bu olayların arkasındaki tarihsel-sosyal gerçekliği” bir bütün olarak ele almaktadır. Tarihsel roman için “gerekli şart, konunun tamamlanış, bitmiş, zaman mührünü yemiş olmasıdır.”
Romanda insanın bilinçli ya da bilinçsiz yaptığı bir şeyden ömür boyunca nasıl sorumlu olduğu ve onunla sürekli hesaplaşmak zorunda kaldığı olaylar bir nedensellik ilişkisi içinde sunulur. Anlatılan olayların trajik boyutu dikkat çekicidir. Schlink’in kurguladığı 16 yaşındaki bir gençle kendinden 12 yaş büyük bir kadın arasında geçen aşk öyküsü romanda diğer olayları anlatmak açısından bir araç olarak seçilmiştir. Amaç ise Üçüncü İmparatorluk döneminde yaşanılanlar aracılığıyla kadının kendisiyle hesaplaşmasını ortaya koymaktır.
Michael’in hayat hikâyesi üç ana bölümde ele alınır ve bu bölümler yine kendi içlerinde alt bölümlere ayrılır.
1. Hanna ile 1958 sonbaharında tanışır ve 1959 Şubatında ilişkileri başlar. Aynı yılın yazında ise Hanna’nın ortadan kaybolmasıyla biter.
2. 1966 ilkbaharında davada tekrar karşılaşmalarıyla başlar. 1974 yılında hapishanede tekrar iletişime geçerler ve 1984 yılında Hanna’nın intiharı ile son bulur.
3. On yıl sonra başlar ve Hanna’nın onun üzerinde bıraktığı etkileri çözmeye çalıştığı dönemdir. Bu durumdan kendi öz hikâyesini romanlaştırarak kurtulmaya çalıştığını yansıtır.
Hanna yaklaşık 1922 doğumlu – ölümü 62 yaşında. Michael 1943 doğumlu – 1984 ‘de 41 yaşında. Okuyucu’yu yazmaya başladığında, 1994’de yazar 51 yaşındadır. Bu benzerlikler kitap ile yazar arasındaki özyaşam öyküsel benzerlikler olarak algılanabilir.
Her bir evrede Michael’in bu beraberlik sonucunda yaşadığı travmatik durum kimlik sorunsalı şeklinde okuyucuya aktarılmaktadır. Ayrıca hayatının her bir evresinde Hanna ile yaşadıklarının daha sonraki kadınlarla olan beraberliklerine, ama özellikle diğer insanlarla olan iletişim şekline nasıl yansıdığının altı çizilir. Tüm bunları kimlik oluşumu, kimlik değişimi gibi süreçlere nasıl yön verdiği vurgulanmaktadır.
Geçmişle Hesaplaşma, geçmişi, hatırlamayı ve tarihsel politikayı gündeme getirir. Geçmişle hesaplaşma geçmişi sistemli olarak hatırlamak, işlemek, geçmişte ortaya çıkan çatışmalara ve sorunlara karşı durmak anlamında ortaya çıkar.
Almanya’nın faşist geçmişinde ‘Suç ve Sorumluluk Sorunu’ (Schuld- und Verantwortungsfrage) edebiyatta önemli konulardan biri olarak kendini gösterir. Bu sorun kişinin sorumluluklarını yerine getirmesinde yapması gerekenlerin dışına çıkması ya da sorumluluklarını yerine getirmede yapması gerekenlerin sınırını iyi bilerek bunun dışına çıkmaması şeklinde iki zıt durumun birbirine karışması şeklinde ortaya çıkar. Kişinin kendi kendini yargılaması ve affetmesi vicdan kavramını ortaya çıkarır. Alman yazarlar bu sorunu yapıtlarında çeşitli boyutlarıyla ele almışlar ve kendi yaşantılarıyla ya da yakınlarından dinledikleriyle harmanlayarak sorgulamaya çalışmışlardır.
Eserde Hanna karakteri suç ve utanç kavramlarıyla özellikle vurgulanan bir figür olarak karşımıza çıkar. Okuma yazma bilmeyen birisi olarak yaşadıkları ve bu durumdan dolayı boyun eğmek zorunda kaldığı şeyler onun yaşamını şekillendirir. Hanna’nın ömür boyu hapis cezası almasına neden olan şey Hanna’nın yazmadığı ama onun yazdığı iddia edilen bir rapordur. O raporu Hanna’nın yazdığını iddia edenlere karşı Hanna okumayı-yazmayı bilmediği anlaşılmasın diye sessiz kalmış ve bunun sonucunda ömür boyu hapis cezası almıştır. Hanna karakteriyle geçmişiyle hesaplaşma uğrunda kendini kurban etme olgusu özdeşleştirilmiştir.
Hanna’nın içine düştüğü çıkılmaz durumun ve taşıdığı suçluluk duygusunun arkasındaki en önemli nedenlerden biri olan ‘eğitimsizlik olgusu’ ve onun sonuçları üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. Doğru ya da yanlış yola yönlenmede okuma yazmanın, okur-yazarlık ediminin, başka bir söylemle eğitimin/eğitimsizliğin etkisi ve önemi, insanları insanlık dışı uygulamalara yönlendiren, insanlık onuruyla bağdaşmayan eylemler yaptıran otoriter uygulamaların insanları kimliksizleştirdiği, eylemlerini ve sonuçlarını sorgulayamaz hale getirdiği, Schlink’in Okuyucu romanında açık bir biçimde ortaya konur. Schlink, eserinde Nasyonal Sosyalizmin iktidarda olduğu süreçteki uygulamaları sonucunda, eğitimsizliğin, otoritenin ve onun beraberinde getirdiği kimliksizleşmenin, kitleleri nasıl yönlendirdiği ve milyonlarca insanın, kendini beğenmiş, faşist, despot ve eğitimsiz bir liderin etkisi altında, düşünmeden, sorgulamadan kendi hemcinslerini acımasız işkencelerle nasıl yok ettiklerini tartışır..
Nedir okumak? Gelişme, ilerleme; okumayla, bilimle gerçekleşmektedir. Kitap sayesinde artık kimse kendi kendisiyle yalnız başına kalmış, kendi bakış açısının duvarları arasına sıkışmış değildir; isteyen, geçmişin ve şimdinin bütün olaylarına, bütün insanlığın duygu düşünce evrenine katılabilir. Düşünmenin ve karar almanın ilk koşuludur okumak. Bu eksiklik, günlük yaşamlarını zorlaştırır, kendilerine olan güven duygularını zedeler. Bir gazeteyi ellerine aldıklarında anlayamamanın, bir kitabı değerlendirip içerisindeki yaşantıyı hissedememenin, bir cümleden alabilecekleri zevkten haberdar olamamanın sıkıntısını yaşarlar. Karanlık bir dünyadır onların dünyası. Hanna, aynı psikolojik durum içerisindedir, okuma yazma bilmemektedir; yaşamını sıradan bir işte çalışarak kazanmaktadır. Okumaya karşı büyük hayranlık içerisindedir, ama bu eksikliğini sürekli saklamaktadır.
Genç yaşlarındaki yaşamının değer yargıları arasında yüksek düzeyde görev aşkı, güçlü bir iş ahlakı, hiyerarşiye kesin itaat ve düzene uyma gibi ögeler yer alır. Okuma bilmemesi yüzünden Hanna’nın tepkileri, uyma, kaçma ve saldırganlık arasında dolaşır durur. Zaman zaman da dozunu giderek artıran ve aşırılaşan bir sertliğin, onun karakterini belirleyen özellikler arasında yer aldığı saptanır. Hanna, insanlara sürekli mesafeli, insanlardan uzak duran biridir, çünkü kontrolünü kaybetme, kendine sakladığı sırrının –okuma yazma bilmiyor olması- anlaşılmasından endişe duymaktadır. Bu nedenle yaşamı boyunca diğer insanlarla kalıcı, doğal ve sağlıklı bir ilişki geliştiremez.
Yönünü bulmak, okuma yazma bilmeyen insanların en çok zorlandıkları konulardandır: bir yerden bir yere varmak için takip edilmesi, yaşamın karmaşık yollarında yürürken çözümlenmesi gereken işaretlerdir. Yazılı belgeleri okuma ya da doldurmada kendilerini başka insanların yönlendirmelerine bırakmaları da, onlar için başka bir sorundur.
Saygı gereksinimi, kişinin hem kendine saygı göstermesi, hem de başkalarından saygı görmesi halini içerir. Başkalarından saygı görme ile ilgili gereksinimler; tanınma, takdir edilme ve önemsenme gibi hususları da kapsar. Bu gereksinimler yönünden tatmin olma, insanda değerli, güçlü ve yararlı olduğu duygularının açığa çıkmasına zemin hazırlar. Bunun tersi ise aşağılık duygusu, zayıflık ve yeteneksizlik doğurur. SS’de gözcülük görevi üstlenen bir kişinin Ausschwitz’e gelen kişilerin idare edilmesinde bir saygınlığının bir etkinliğinin olması gerekir. Bu konumda olan birisinin en temel insani edimlerden biri olan okuma yazma bilmemesi saygınlığını ve etkinliğini azaltabilir. Cürmün korkunç utancını, okuma yazma bilmemenin zararsız utancına tercih etmektedir. Okuma yazma bilmeyen bir insan olarak utanılacak bir duruma düşmekten korktuğu için, bir cani olarak daha utanç verici bir durumu yeğlemektedir.(s.117)
Hanna, okuma yazma bilmeyen bir kişi olarak utanılacak bir duruma düşmekten korktuğu için mi bir cani olarak daha utanç verici bir durumu yeğlediğini ve suç işlediğini anlamakta zorlanmaktadır.
Hanna’nın, okuma-yazma bilmiyor olması nedeniyle iç dünyasında yaşadığı boşluk, eksiklik, yetersizlik bütün yaşamını belirleyen bir ölçü gibidir. Kendi içinde yoğun çatışmalar yaşayan biri olarak Hanna, dış dünya ile de amansız bir savaş sürdürmektedir. Kendi çıkarlarını korumaya çalışmaktan çok, kendi gerçeği, kendi adaleti için savaşım veren biridir. Ancak anlatıcının bakış açısıyla Hanna, kendini sürekli saklamak zorunda olduğu, başka bir söylemle hiçbir zaman kendisi olamadığı, kendi kendine asla açık davranamadığı için bu, “zavallı bir gerçek” ve “zavallı bir adalettir”.
“Bitmiş tükenmiş olmalıydı. Yalnızca mahkemede vermiyordu bu mücadeleyi. Durmadan mücadele içindeydi ve daima mücadele etmişti, yalnızca neler yapabileceğini göstermek için değil, neler yapamadığını da gizlemek için. Atılımları azimli kaçışlardan ve zaferleri gizlenmiş bozgunlardan ibaret bir yaşam.”(s:118)
Hanna, bu karmaşık duyguların tutsaklığını neredeyse ömrü boyunca yaşar. Tutuklu kaldığı süreçte öğrendiği okuma yazma, SS’de görev yaparken işlediği suçun bilincine varmasında önemli bir işlev üstlenir ve belki de onu intihara sürükler. “Son zamanlarda yerini yeniden tanımlıyordu. Kendini bırakmıştı. Kendisi için doğru olanı yapıyordu, başka kadınları etkileyeni değil.”
Hanna’nın tutukluluk süresinin bittiği gün intihar etmesini, bu suçluluk duygusu içinde gerçekleştirdiğini açıklamak olanaklıdır. Çünkü içinde bulunduğu durumu hiç kimsenin anlayamayacağını, aslında bu durumu hiç kimseye anlatamayacağını düşünmektedir. Öte yandan hiçbir şeyi yeniden eski haline döndüremeyeceğinin bilincine vardığı için, ruhunu kaplayan suçluluk duygusundan kendini kurtaramaz. Ölmelerine neden olduğu suçsuz insanlar ve bu insanların geride bıraktıkları çocukları, Hanna’yı sürekli rahatsız ederler. Her şeyden önce yaşadığı bu suçluluk duygusu, onun toplum içine girmesine engel olur. SS. kurbanlarının yaşadığı olayları anlatan kitapları okumaya başlaması, yaşadığı suçluluk duygusunu daha da katmerleştirir. Bu duyguların baskıları yanında, içsel dünyasında yaşama tutunma bağlarını da yitirmiş durumdadır. Yaşamının merkezine yerleştirdiği Michael Berg ile sürdürebileceği ortak bir yaşamın kapıları onun açısından çoktan kapanmıştır. Sonuçta Hanna, okuma yazma sorununu aşmıştır, ancak bu sorunun onun iç dünyasında oluşturduğu boşluğu, aşağılık kompleksini aşması çok zordur. Dışarıdaki dünyaya ayak uyduramayacağının bilincindedir.
Okuyucu romanı ile ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ arasındaki benzerlikler de rastlantısal olmasa gerekir. Eichmann davası ile romanın merkezinde duran yargılama arasındaki benzerlik çarpıcı olduğu gibi, sanıkların işledikleri suçlara karşı ‘kayıtsızlık’larındaki ortaklaşma da dikkat çekicidir. Ne var ki ‘işlenen suça karşı kayıtsızlık’ -veya Arendt’in terminolojisindeki ‘düşünme kapasitesinden yoksunluk’ veya ‘fikirsizlik’ tespiti; Arendt’in siyasal kötülüğü mümkün kılan koşullara dair analizini içermediği, ‘köksüzlük’, ‘kendiliksizlik’, ‘gereksizlik’ gibi deneyimlerle ilişkilendirilmediği ölçüde anlaşılmaz kalmaktadır. Hanna karakterinde şekillenen kimsesizlik kötülüğe hem muktedir hem kayıtsız olan insan modeli ile siyasal rejim arasında Arendt’in kurduğu bağlantıya da dikkat çekmektedir.
Hanna’nın anlatımı, yalnızca görevinin icap ettirdiğini, ‘yapılması gerekeni’ yaptığını varsayan bir insanın anlatımıdır ki hakime yönelttiği soruyla, başka türlü davranılabileceğini o ana dek hiç düşünmediğini açık eder: “Siz olsaydınız ne yapardınız?”
“Utancın, kaçamak, soğuk, uzak, gizli kapaklı ve sahte, hatta yaralayıcı tavırların nedeni olabileceğini kendimden de biliyordum. Ama Hanna’nın okuyup yazamadığı için duyduğu utanç, mahkemedeki ve toplama kampındaki davranışlarının nedeni miydi? Okuma yazma bilmeyen bir insan olarak utanılacak bir duruma düşmekten korktuğu için mi, bir cani olarak daha utanç verici bir durumu yeğliyordu? (…) neden okuma yazma bilmemenin zararsız utancı değil de, cürmün korkunç utancı? (…) Aptal mıydı yalnızca? Yoksa utanılacak bir duruma düşmemek için cani olabilecek kadar kibirli ve hain miydi?”
Schlink, okuyucularına Michael ile birlikte yalnızca bu soruları değil, bu bilgiyle ne yapılması gerektiğini de sorgulatmak ister. Sekiz yıl sonra -bu kez okuyucuya bunun bir bağışlama mı, kabullenme mi, yoksa baş etme çabası mı olduğunu sordurarak- Hanna’yla iletişime geçmeden temas etmenin bir yolunu bulur: Edebiyat klasiklerini okuyup kaydettiği teyp kasetlerini cezaevine göndermek. Roman burada bitmiyor, fakat topladığı tepkilere gerekçe olan çerçevenin ana hatlarını bu biçimde çizmek mümkündür.
Öyküye yöneltilen eleştiri ve tepkiler de vardır. Holokostla ilintili her kurgusal anlatının bir tür estetikleştirme olduğu yönündeki, özel olarak Schlink’i hedeflemeyen genel eleştiri bir kenara bırakılacak olursa, Okuyucu’nun çektiği tepkilerin başında “zalimden kurban yaratma” itirazı gelir: Hanna okuma yazma bilmemekle kurbanlaştırılmış, mahkemede sırrını açık etmemesinin sonucunda bir kez daha kurbanlaştırılmıştır. Roman, hem Auschwitz’de bulunmuş bir SS görevlisini çekici bir kadın olarak resmetmekte ve mazlumlaştırmakta, hem de okuyucuyu zalime ‘sempati duyma’ya yöneltmektedir. Dahası, Michael üzerinden yine tüm Alman toplumunu masumlaştırmakta, aklamakta, temize çıkarmaktadır.
Yeni Kuşak karmaşık duygular içindedir Almanya’da: ‘sevgi ve otorite figürü’ olarak belletilen ebeveynlerinin, hocalarının, hayranlık duydukları insanların korkunç suçlara karışmış olduklarını öğrenmeleri ve bu bilginin yarattığı karmaşık duygularla baş etme çabaları; öfke, suçlama, reddetme ile faillerle çoktan kurdukları sevgi, saygı bağının getirdiği utanç, hayal kırıklığı, suçluluk duygusu arasındaki çözümsüz gerilimleri. Savaş sonrası Almanyası‟nda geçmişin bu tekinsiz yükünün neden olduğu derin huzursuzlukla yeni kuşakların nasıl baş ettiğine dair soruların kolay bir yanıtı bulunmaz. Üstelik buradaki çok katmanlı ve derinlikli tartışmaya, söz konusu karanlık deneyimle başka başka şekillerde bağlanmış olan birden fazla kuşak bulunduğu gerçeğini de dahil olur.
Matthew G. Specter, özellikle Batı Almanya’nın savaş sonrası siyasal kültürünün dönüşümünde iki farklı kuşağın rol oynadığı konusunda bir uzlaşının bulunduğundan bahseder:
1. 1900‟den önce doğmuş, dolayısıyla hem 1. Dünya Savaşı hem de Weimar Cumhuriyeti deneyiminden geçmiş olan, Nazizm sonrasında ise yeni siyasal düzenin kurucusu olma sıfatını yüklenecek olan kuşak bunlardan ilkidir (Konrad Adenauer ve Kurt Schumacher örneğin).
2. 1938 ile 1946 yılları arasında doğmuş olan ve aynı anda hem kurulu düzene hem de ailelerinin, yakınlarının, öğretmenlerinin kendi Nazi geçmişleri hakkındaki suskunluklarına meydan okuyan 68 kuşağıdır (Joschka Fischer, Rudi Dutschke, Rainer Werner Fassbinder vd.).
Specter, daima odakta yer almış bu iki kuşağın arasında bulunan, 1922 ile 1932 yılları arasında doğmuş, savaş yılları boyunca asker olmak için küçük, fakat Hitler Gençliği dahilindeki destek birliklerine alınmak içinse ne yazık ki yeteri kadar büyük olan üçüncü bir kuşağın giderek daha fazla dikkat uyandırdığına işaret eder. Almanca’da Flakhelfer-Generation adıyla anılan bu kuşak (genellikle uçaksavar birliklerine destekle görevlendirildikleri için bu adı almışlardır), 1945 yılının büyük kopuşuyla çarpılmış bir ara kuşaktır (Jürgen Habermas, Kurt Sontheimer, Niklas Luhmann, Ralf Dahrendorf, Günter Grass vd.).
Schlink’in sözünü ettiği yüzleşmenin zeminini oluşturan olgu -ve romanda yıllar sonra mahkeme salonunda yaşanan karşılaşmanın gerçeklikteki muadili- 1950’lerin sonundan 1960’lı yılların ortalarına dek peş peşe görülen Auschwitz davalarıdır. Nürnberg yargılamalarından yıllar sonra Alman toplumu ilk kez nasyonal sosyalist rejimin faillerinin ve kurbanlarının anlatılarıyla karşılaşmış, savaştan sonra kamuda üst düzey görevlerine ve ‘olağan’ yaşantılarına devam edebilen üst düzey SS görevlileri yargılanmıştır. Gerçekte Alman halkının “katillerin ülke içinde elini kolunu sallayarak dolaşmasını önemsemedikleri” açıktır, fakat hükümet Eichmann’ın yargılanmasının “bütün dünyada tekrar Alman karşıtı bir duygu dalgası yaratmasından duyduğu endişe” ile tutuklamalara girişmiş, bir anlamda önlem almaya çalışmış olabilir.
“Siz olsaydınız ne yapardınız?” ifadesi romanda retorik değil, hakiki bir sorudur ve Hanna’nın dilinde, ‘düşünme kabiliyetsizliği’nin kristalize olduğu bir itiraf cümlesi haline gelir. Schlink’in çizdiği Hanna portresi, Arendt’in ‘kimsesiz’ kategorisinin edebi örneği gibidir. Hanna’nın geçmişten getirdiği herhangi bir bağ ve bilgi yoktur; tramvay biletçisi olarak çalışmanın dışında bir sosyalliğinden de söz edilemez; ‘köksüzlüğü’ ve onu ‘bu dünyaya ait’ kılacak herhangi bir anlamlı ilişkiden yoksun ‘gereksizliği’ açıktır
Hanna kelimenin düz anlamıyla kimsesizdir ve okuma-yazma bilmemek, açıkça, bu kimsesizliği mutlaklaştıran bir metafordur. Hanna ne sosyal dünyada ne de okuyarak edinebileceği iç dünyasında ‘ilişkilenebilir’:
Eser, siyasal kötülük üretmiş bir rejimin dayandığı ve ürettiği insan modelini anlayabilmek için sergilenmiş önemli çaba olarak okunabilir. Siyasal kötülüğü mümkün kılmış mekanizmaları ve dayandığı insan modelini anlama çabası, aynı zamanda muhtemel yinelemelere karşı tetikte olmayı amaçlayan politik bir tavırdır.
Michael Berg romanda ben anlatıcı olarak okuyucunun karşısına çıkar. Yaşadıklarını ve kişisel özelliklerini anlatabilmek için, hayat hikâyesine başvurur. Anlatı kimlik oluşumunda da, birey öz hikâyeleri vasıtasıyla kişisel kimliklerini anlatma yoluna gider. Michael’in hayat hikâyesinde toplumsal olgular, o milletin ortak sorunları olarak kabul edilir. Anlatıcının hikâyesinde toplumsal kimlik konusunu birden fazla olaylarla ilişkilendirdiği görülmektedir. Alman kimliğini yansıtırken o kuşağın ortak sorunlarını kendi bakış açısıyla okuyucuya sunar.
Toplumsal kimlik dışında bu romanda asıl vurgulanmak istenen Michael’in neden bu öz hikâyesini anlatma çabasına girmiş olmasıdır. Her ne kadar romanda tarihsel olayların toplum üzerinde yarattığı travmatik olaylar konu edilse de, asıl anlatılmak istenen Michael ve Hanna arasındaki toplumsal norm ve değerlere uygun olmayan ilişkileridir. Anlatıcı öz hikâyesinin içeriğini bu olay üzerine inşa eder.
Birey toplum değerleriyle öz değerleri arasında dengeyi nasıl kurabilir? Michael’in Alman toplumunun beklentileri ve kendi ihtiyaçları arasında başarılı bir şekilde dengeyi kurup kurmadığı sorgulanabilir. Bireyin çabasının, toplumsal normlar ve değerler çerçevesinde değerlendirilip, öz saygısıyla ilişkilendirilmesi önemlidir.
Anlatı kimlik oluşumu kişisel kimliğin bir yansıması olarak kabul edilir. Bireylerin, günümüz toplumunda kendi kimliklerini inşa etme çabaları onları farklı yönelimleri geliştirmeleri gerektiğini gösterir. Bir alt dal olan ‘Anlatı Psikolojisi’ şu tezi savunur: Bireyler sadece hikâyelerle ve anlatılarla gündelik etkileşimde bulunmazlar, tüm hayatları ve dünyayla olan ilişkilerini anlatı olarak şekillendirirler. Bireylerin oluşturdukları hikâyeler, kendilerini anlatmaya yarayan anlatılardır. Başkalarının onlar hakkında anlattıkları hikâyeler de aynı şekilde anlatı kimlik oluşumu açısından önem arz eder. Ayrıca bu hikâyeler ve anlatılar, bireyin yaşadığı kültürün birer yansımasıdır. “Hanna’yla yaşadıklarımı yazma fikrini, onun ölümünden kısa bir süre sonra geliştirdim. O zamandan bu yana hikâyemiz kafamda defalarca yazıldı; her seferinde biraz daha farklı; her defasında yeni imgeler, yeni olaylar ve fikirlerle. Bu yazdığım hikâyenin pek çok değişik türevi var yani. Doğru hikâyenin bu yazılmış hikâye olduğuna ilişkin tel teminat, diğerlerini değil de, bunu yazmış olmamdır. Hikâye bu biçimiyle yazılmayı istedi, diğer türevleri değil. Önceleri hikâyemizi, ondan kurtulmak için yazmak istiyordum. Ama anılar izin vermediler buna. […] Yıllardır kendi halinde bırakmıştım hikâyemizi. Onunla barışmıştım artık. Ve geri geldi: birbiri ardına, tüm ayrıntılarıyla; bütünlenmemiş, tamamlanmamış ve beni artık hüzünlendirmeyen bir hedefe yönelmiş olarak. Ne hüzünlü hikâye diye düşünmüştüm uzun zaman. Şimdi mutlu bir hikâye olduğunu düşündüğüm sanılmasın. Ama artık onun hakkını verdiğimi; ayrıca hüzünlü mü, yoksa mutlu mu olduğunun hiçbir önem taşımadığını düşünüyorum” (s. 181-182).
Tüm bunlar düşünüldüğünde, hem hatırlayarak hem de unutarak geçmişle baş edilmesinde hukukun, hatırlamaya mı yoksa unutmaya mı içsel olarak daha yakın olduğu sorusu sorulabilir. Korkunç geçmişin, hatırlama lehine ve unutmayla bilinçdışına itme aleyhine genellikle üç neden ileri sürülür:
1. Hatırlama kurtuluşun sırrıdır.
2. Hatırlama ve ona eşlik eden suç ve yası ele alma gereği, aile içinde, kuşaklar arasında, bir kuşağın içinde ve politik kültürde aleniyetin, güvenin, bireyselliğin ve dayanışmanın koşuludur.
3. Hatırlamak, yaşanmış olanın tekrarlanmaması için şarttır
“Yerinde Davranmamak Kişiyi Suçlu Kılabilir”yazar, yargıç ve aynı zamanda kamu hukuku ve hukuk felsefesi profesörü olan Bernhard Schlink’in ‘Geçmişe İlişkin Suç ve Bugünkü Hukuk’ kitabında hukuk felsefesi açısından ele aldığı bir öz eleştiridir. Buradaki öz eleştiri, yazarın bir Alman yurttaşı olarak, Alman ulusunun bir bütün olarak geçmişiyle yüzleşme isteği olarak karşımıza çıkan, tarihini hukuk yordamıyla sorgulama çabası olarak görülür.
Schlink’e göre suç, kesinlikle yalnızca ceza hukuku anlamında bir suç değildir yani şahsi değil kolektiftir. Ayrıca ‘ceza normlarının geriye yürümezliği’ kabulü bu türden kolektif ve geçmişe ait suçlarda geriye doğru işletebilir de. Geniş anlamıyla bir suçun failinin, azmettireninin ve suça katılan diğer kişilerin yanında, bu suça direnç göstermeyen, ona karşı gelmeyen, suç faillerini dışlayıp cezalandırmayan herkesin toplum ve tarih nazarında suçlu sayılması ona göre mümkündür.