‘Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin sekizinci kitap/filmi Venedik’te Ölüm’ü (Thomas Mann 1912/ Luchino Viconti 1971)bize Yalçın Akyıldız ve Burcu Aktaş tanıttı ve tartışmaya açtı. Takıntılı aşk, elde edeme duygusu,sanatçı duyarlılıkları ve bunalımları, örtülü cinsellikler, çökmekte olan aristokrasi ve burjuvazi alışkanlıkları, hastalık ve ölüm temaları yazarın hayatı boyunca etrafında dönüp durduğu temalar olduğundan Venedik’te Ölüm’de de bu temalarla karşılaştık. Alman yazarın zaman içinde değişiklik gösteren siyasi ve toplumsal görüşleri yazarlığını şekillendiriyor; kendinde olmayana sahip olma arzusu, sanatçının çektiği acılar, çökmekte olan bir toplum ve gelenekler, hastalık ve ölüm, kendi hayatından yansıyan otobiyografik özellikler, bir türlü dışa vuramadığı homoseksüelliği nedeniyle yaşadığı bunalımlar gibi özellikler de okuduğumuz eserde dikkatimizi çekti.
Thomas Mann (ve Luchino Visconti), 1.Dünya Savaşı arifesinde yazdığı bu romanda bize bir yazarın/bestecinin trajedisini anlatmaktadır. Anlatılan aslında savaş öncesi dönemde Almanya’da milli burjuva ahlakının çöküşüdür.
Bu trajedi, bireyin önce ruhsal sonra anatomik bütünlüğünü bozucu bir şiddete dönüşerek yazarın dengesini, huzurunu , sükunetini bozan, içsel barışını alt üst eden bir savaş alanı yaratıyor. Kitap ve film boyunca okunan/ izlenen de bir aydının içsel savaşına yenilerek ölümle sonuçlanan trajik yaşamı oluyor.
Eser,turist gelmez, para kazanılmaz kaygısı/hırsıyla belediye ve güvenlik kuvvetlerince salgın bilgisinin saklandığı Venedik’de geçmektedir.
Venedik’te yaşlı bir adamın bir erkek çocuğuna aşkı ahlâkî yargılamaya girilmeden anlatılmaktadır. Bu durum mitolojik göndermelerle, tanrısal motiflerle destekmişti. Eser boyunca yaşamla ölüm, sevmekle sevmemek, durmakla hareket etmek çatışmalarında bireyin ikilemlerini görürüz.Bu amansız iç savaş baş kahramanın güzelliğe teslim olup yenilmesiyle sona erer.
Metin, burjuva sanatın ve sanatçısının sorumluluk alanlarını çizerken, güzellik tutkusunun, burjuva ahlakına göre olanaksız bir aşk hikâyesinin bireyi soktuğu çıkmazları anlatır. Bir yanda sanata dair fikirler, ahlâkî yargıları, statüsünü koruma içgüdüsü dururken, diğer yanda tutkular, arzular, aşk vardır.
Baş kahramanın zihninde ve bedeninde süregiden savaş, mantığın çöküşünü de beraberinde getirecek, yazarın o güne kadar inandıklarının, mantığı saf dışı bırakan güzellik tutkusu yüzünden silinmesine neden olacaktır.
Gemi yolculuğunda tiksinti ile anlattığı kendini genç göstermeye çalışan adamın durumu, otele gelen çalgıcıların solisti gibi karakterler, hikâyedeki olduğu gibi görünmeyenlerin, başka birine dönüşmek isteyenlerin düştüğü durumu anlattı bize. Bazı Atölye katılımcıları, eser boyunca yazarın, olduğundan farklı görünenleri, çirkin, yanlış göstererek başka yaşam biçimini seçenleri üstü örtük olarak eleştiren bir yaklaşımını sezinlediklerini dile getirdiler.
Ötekileştirmenin en belirgin biçimi olarak yazarda Almanya, Polonya, Rusya gibi slav ırklarını (büyük dünya dilleri) yücelten, İtalyan, İngiliz, Amerikan halklarını aşağılayan üstün Alman bakış açısı ve üslubu Atölyemizce eleştirildi.
Ayrıca yazarın erkeksi, militarist simgeleri, betimlemeleri kullanması dikkatimizi çekti ve bunun ilk gençlik yıllarındaki milliyetçi damarının etkisi olduğunu konuştuk. “Bu tip, kılıç ve mızraklarla vücudu delik deşik olurken, gururlu bir utançla dişlerini sıkarak kımıldamadan ayakta duran, aydın ve delikanlılığını aşamamış bir erkekliğin verimidir.”
Sevenin de sevilenin de birbirine zarar vermeden tutkularını yaşamalarını barışçıl bulduk. Saflığı, güzelliği barışçıl insan üzerinden anlatmasını beğendik. Yazarın üst bakışını eleştirsek de burjuva şiddetine yer vermemesini önemsedik.
Bütün eleştirilen noktalarına, çekincelerimize karşın, eserin genel olarak barışçıl bir dille yazılıp filme çekildiği konusunda genel bir kanıya vardık.