Konusunu ‘Polisiye edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz VI.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin, 02.04.2015 tarihinde yapılan on üçüncü buluşmasında, Şengül Çifci İsveçli yazar Henning Mankell’i(1948- )ve kitabı Huzursuz Adam’ı tanıtıp tartışmaya açtı. Henning Mankell, İsveç siyasi, sosyal ve toplumsal arka planında, Baş müfettiş Kurt Mallander’ın maceralarını anlatan on kitaplık roman dizisiyle dünya çapında okunan bir yazar.
‘Çocukluğum Noel çamlarının ve köknar ağaçlarından oluşan bir ormanın ortasında geçti. Aklınıza hayalinize gelmeyecek kadar her şeyden uzak ıssız bir yerdi,’ diyen yazar,İsveç’in güneyine Wallander romanlarının geçtiği Skane bölgesinde yaşıyor. Onu bu bölgeye çeken nedeni, ‘Hiç ağaç yok. İsveç topraklarının sona erdiği, sanki Doğu Baltık kıyılarında bir tür Rip Grande gibi bir yer. Dünyanın geri kalan kısmı diğer tarafta…’ diye açıklıyor.
On yedi yaşında Stockholm’e gelir. 20 Yaşında, hem yazarlığa hem de Stockholm’deki Riks Tiyatrosu’nda yönetmen yardımcısı olarak çalışmaya başlar. Sol görüşlü olarak bilinen aktivist yazar, gençlik yıllarında Vietnam Savaşı, Güney Afrika’daki Apartheid Rejimi (ırkçı rejime karşı) ve Portekiz’in Mozambik’te yürüttüğü kolonizasyon hareketlerine karşı mücadele eder. 1970’lerin başında Norveç’e yerleşir. Burada Komünist Parti’sinin üyesi olmasa da önemli bir destekçisi olur. 1985’de aldığı bir davet üzerine Mozambik’e gider. Mozambik’in başkenti Maputo’daki Avenida Tiyatrosu’nda artistik yönetmen olarak çalışmaya başlar. Zamanla Mozambik ikinci vatanı haline gelir.
Mankell, Afrika’dan döndüğünde ülkesi İsveç’te yabancı düşmanlığının yükseldiğini görür.1991 Yılında, teması yabancı düşmanlığı olan, Wallander dizisinin ilk kitabı,Ölümün Karanlık Yüzü’nü yazar. Serinin diğer romanlarında da bu tema sürekli hissettirir kendisini. ‘Irkçılık Avrupalının icadıdır ve ırkçılığı Avrupalılar yok etmelidir. Asıl tehlike Neonazilerden kaynaklanmıyor aslında. Dazlaklardan kaynaklanan tehlike abartılmamalıdır. Sessiz ve de ırkçı çoğunluk bence daha önemlidir. Benim umudum gençlerde. Bugünkü gençlik farklı kültürlerden insanlarla iyi anlaşabiliyor. Irkçılık gibi kavramların ne denli gülünç olduğunu biliyorlar.’ ‘Afrikalılar ile Avrupalılar arasındaki farklar nelerdir? Ben beraberliklerimiz üzerine konuşmayı yeğlerim. Aynı şeylere gülüyoruz ve ağlıyoruz, seviniyoruz ve kızıyoruz. Bu önemli, başka şeyler değil… Ben elbette Avrupalıyım ve hayatımın sonuna kadar Afrika’da yaşasam da Avrupalı olarak öleceğim. Ama Afrika beni daha iyi bir Avrupalı yapıyor.’
1990’Lı yıllarda İsveç’te iç siyasi meseleler ve uluslararası sorunlar çeşitlenince, Wallender dizisine de bu sorunlar taşınır. Dizi her ne kadar küçük bir İsveç kasabası olan Ystad’da geçse de yazar, çok başarılı manevralarla suçu yerelin sınırların dışına taşımayı bilir. Suç önce İsveç’e, oradan dünyanın başka köşelerine yayılır. Çünkü Mankell’e göre ‘polisiye romanlarla kapitalizmin tarihi eşanlı olarak birbirine paralel yürümektedir.’ ‘Ben sadece, toplumsal değişime ışık tutmak için suçu ayna gibi kullanmaya çalışıyorum. Bu eski bir edebiyat geleneğidir’, ‘Ahlakçı mıyım? Umarım öyleyimdir. Kitaplarımda toplumumuzda var olan problemler ve seçimler hakkında sorular sormaya çalışıyorum. Cevaplar sunmuyorum, sadece soruyorum.’
Küreselleşen dünyada suç da küreselleşmiştir. ‘Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Doğu Avrupa’nın Batı’ya açılmasıyla fark ettim ki suçun kendisi de bazı değişimlere uğradı. Eskiden sadece Stockholm gibi büyük şehirlerde suç ve suçlulara rastlarken, artık küçük kasabalarda bile uyuşturucu alabiliyorsunuz.’
Henning Mankell ilerleyen yaşına karşın aktivistliğini Mavi Marmara gemisine katılarak da gösterir.
1986 Yılında İsveç başbakanı Olof Palme, karısıyla birlikte sinemadan çıkıp evine doğru giderken suikasta uğrar. Bu olayla, huzurlu Kuzey ülkeleri terörle tanışırlar. Olof Palme’nin ölümü, İsveç’in tarihindeki ve polisiye yazarlarının hikayelerindeki büyük değişimi tetikleyen olaydır. Olof Palme, bir yandan huzurlu sosyal devlet cenneti ülkenin lideri olarak sevilirken bir yandan da değişen liberal ekonomik şartlara karşı fazla sosyalist bulunarak eleştirilir, Sovyet ajanı olarak suçlayanlar dahi çıkar. Cinayetin neden ve kim tarafından işlenmiş olacağına dair araştırmalarla bütün ülkeyi didik didik incelenir, İsveç halkı, suçlularla, şiddet eğilimleriyle, sistemin dışındakilerle ilk kez karşı karşıya gelir. Palme cinayetinin faili bulunamaz, polise olan saygı ve güven gittikçe azalır. Ülkenin trajedisi, global bir maceraya dönüşür. 2003’te İsveç Dış İşleri Bakanı Anna Lindh’in öldürülmesiyle trajedi tekrarlanacaktır.
İsveç’in siyasi tarihinde bir diğer önemli olay 28 Ekim 1981 de yıllarda, bir Sovyet denizaltısı İsveç kıyılarında karaya oturmasıyla başlar. İsveç’in siyasi açıdan yönünü belirlemekte zorlandığı, ülkenin Sovyet ve ABD istihbaratlarının çatışma alanına döndüğü, casusluk skandallarının patladığı bir dönemdir. Olof Palme bu denizaltı olayının araştırılmasının peşine düşmesinden iki yıl sonra öldürülür.
Mankell, Huzursuz Adam’da işte bu soğuk savaş yıllarında, İsveç sularında dolaştığı belirlenen Sovyet denizaltısının kaybolmasıyla başlaya ve İsveç Deniz Kuvvetleri’nde, günümüze kadar gelen casusluk faaliyetlerini konu eder çünkü cinayet ve casusluk kurgusunun tarihi o yıllara uzanır. İsveç tarihi ve toplumu Baş dedektif Kurt Wallender gözüyle sorgulanır.
II.Dünya Savaşı’ndan sonra, Doğu ve Batı bloklarının zaman zaman savaş çıkarma tehditleri bütün dünyada gerginlik yaratmıştır. Bu dönemde, insanlarda nükleer kıyamet paranoyası doğmuş, dünya devletleri ise bu iki bloktan birinin yanında yer almaya çalışmışlardır. Gerginlik hiçbir zaman taraflar arasında sıcak savaşa dönüşmemiş olsa da taraflar her anlamda birbirlerini yıpratmaya çalışmışlardır. Genel kabule göre, Berlin Duvarı’nın yıkılışı komünist sistemlerin çöküşüne zemin hazırlamış, Sovyetler Birliği’nin dağılması ile de Soğuk Savaş bitmiştir.
İsveç, her ne kadar bu süreçte, bir NATO ülkesi olmamasına karşın, Batı bloğunun içinde kalmış ve bir müttefik gibi davranmıştır. Baş komiser’in dediği gibi ‘Subayların bütün sohbeti Tanrı (ABD) ile şeytan (S.S.C.B.) arasındaki savaş üstüneydi.
Kurt Wallender kızın müstakbel kayınpederi, İsveç Deniz Kuvvetleri’nde, hem denizaltı, hem de su üstü gemilerinin kumandanlığını yapmış emekli bir komutan, Hakan von Enke aniden kaybolur. Bir süre sonra Hakan von Enke’nin, geçmişte katıldığı bir denizaltı operasyonunda tuhaf durumlar yaşandığını, bunun vatana ihanet suçu anlamına geldiğini, konuyu Olaf Palme’ye intikal ettirdiğini, bunun üzerine meslektaşları ve askeri yetkililer tarafından dışlandığını öğreniriz. Wallander, kızının hatırına olayı araştırmaya başlar ve bir süre sonra, İsveç’de 80’li yıllardaki casusluk faaliyetlerinin hala devam etmekte olduğunun ayırdına varır.
Nitekim 14 Ekim 2014 günü, Stockholm’ün 50 kilometre açıklarında , yabancı bir denizaltı, çok kısa süreyle, görüntülenmiştir.. Gizemli deniz aracını bulmak için İsveç donanması havadan destekli operasyonlara başlatılmıştır. İsveç sahil güvenliğine ait telsizler, Rusça yardım isteyen bazı sesler kaydettiği haberleri basına sızar. Yardım çağrısından sonra İsveç sahil güvenliği, Kanholmsfjaerden bölgesinde bir denizaltının izine rastladığı belirtilir.
İsveç, Soğuk Savaş sonrası ilk kez böylesine büyük bir operasyon başlatır İsveç Başbakanı Stefan Löfven, Rusya ve NATO tarafından askeri tatbikatların arttığını bir şüpheyi abartmamak gerektiğini vurgularken Baltık Denizi’nde ne olup bittiğinden haberdar olduklarını kaydederek, ‘Burası bizim bahçemiz sayılır’ der. İsveç medyası geçen ay iki Rus savaş uçağının hava sahası ihlali yaparak ülke topraklarına izinsiz girdiğini de iddia etmiştir. Soğuk Savaş döneminde İsveç açıklarında Sovyetler Birliği’ne ait denizaltıların operasyonları bölgede tansiyonun yükselmesine neden olmuş ve 1981 yılında Rusya’ya ait bir denizaltı, İsveç’te askeri bölgede karaya oturmuştu.
Huzursuz Adam’da Baş dedekif Wallander, kendiyle ve yaşadığı toplumla hesaplaşmaya girişir. Dedektif üstünden Mankell, birey, siyaset ve toplum sorgulaması yapar. İsveç dış politikasını yerden yere vurur.Wallander ile birlikte çevresindeki insanlar, hatta toplumuyla, siyaseti ekonomisi, hayat koşullarıyla İsveç’in değişimini izleriz. ‘Kurşun rengi gökler, dondurucu soğuk, kasvet, aman vermez bir ciddiyet ve şiddet’in yarattığı bir atmosferde, filozoflaşmış Wallander ‘katil kim?’ sorusundan çok katili suça yönlendiren nedenleri, daha da doğrusu hayatı araştırır.
Mankell kendisiyle yapılan bir röportajda sorulan bir soru üstüne şöyle açıklamalar yapar;‘Kurt Wallander’esevmiyor değilim ama onunla çok farklı olduğumuzu düşünüyorum. Mesela, kadınlara çok garip davrandığını düşünüyorum ve onun bu davranış şekli hoşuma gitmiyor. Fakat bu onu sevmediğim anlamına gelmez, yalnızca onunla bir yakınlığım yok’, ‘Komiser Wallander sosyal demokrattır galiba. Bir anlamda eski moda bir insandır. Acıma, adalet ve beraberlik gibi eskimiş sayılan şeylere inanır. Wallander, her zaman iki seçeneği olduğunu bilir: Televizyon seyredersiniz ve sokakta bir imdat diye bağırır. Şimdi ya imdat sesleri duymamak için televizyonun sesini açarsınız, ya da dışarı çıkıp yardım edesiniz. Kurt Wallander ikinci seçeneği tercih eden insanlardandır.’
Mankell’in Huzursuz Adam’ı 1980’li yıllardan bu yana, bir toplumda, İsveç’te ve dünyada, yok yere şiddet ve savaşın nasıl tırmandırıldığını, küreselleşmeyle birlikte dünyada suçların da nasıl küreselleştiğini, çok güzel ve barışçıl bir dille anlatıyor.
Niçin dünya böyle bir ortamda yaşıyor? Sorunun yanıtı işte Huzrsuz Adam’da veriliyordu. Böyle ortamlardan fayda umanlar, bundan hoşlananalar, çıkar görenler var. Şiddet duyuyoruz. Şiddet hakkında yazılanları okuyoruz. Şiddete tanık oluyoruz. Şiddetin dili, suçun edebiyatı, karmaşa, güvensizlik savaş ekonomilerini canlandırıyor. Toplumların suç toplumuna dönüşmesi, huzuru, barışı istemeyenlerin ekmeğine yağ sürüyor. Burjuva yaşamının tekdüzeliği bozuluyor, durgunluktan korunuyor, gerilimi bir ruh hareketliliği, bir ivme kazandırıyor. Daha çok da silah endüstrisi kazanıyor. Düşman yaratılıyor. Düşmanlık günden güne büyütülüp güçlendiriliyor.
‘Pentagon ve Nato’daki ve hatta İsveç’teki kodamanlar epey düşünceliydiler. Herkesin gücüne inandığı Rus ayısının aslında saldırgan küçük bir kokarca olduğu bilgisi ortalığa yayılırsa ne olurdu?… Asıl sorun kıyamet günü değildi, savunma harcamalarıydı…Eğer başlıca düşmanları tehdit olmaktan çıkmışsa Batılılar neden teyakkuz halinde olsundu? O kapasitelerde yeni bir düşman hemen bulunmazdı…Batı açısından Rusya ile silahlanma yarışında ileri savaş teknolojisinde silahlar geliştirmeye devam etmek için yeterli bir neden olmalıydı…Büyünün bozulmamasına gayret etmek son derece önemliydi.’
Oysa insanlık kaybediyor. İnsanlar yaşama haklarını, en temel hak ve özgürlüklerini kaybediyorlar. Oysa umuda, huzura, demokrasiye ihtiyacımız var. Geri dönüşü olmayan barış adımlarının atılmasına ihtiyacımız var.
Savaşa, ölüme hayır diyen, yaşamı seçen bilincimizle, insanlığın, uygarlığın, seste, sözde, konuşmakta, anlaşmakta, barışta olduğunu söylemeliyiz. Çünkü savaşı yenecek tek güç sözdür. Şimdi barış zamanı olmalı. Barışa söz vermeliyiz. Barış için söz vermeliyiz.