Küresel BAK’tan Haberler
Yıldız Önen: Avrupa Sosyal Forumu değerlendirmesi
Marksist.org – 20.07.2010 / Arife KÖSE
6.’sı bu yıl Türkiye’de gerçekleştirilen Avrupa Sosyal Forumu’nun ardından, ilk ASF’den beri sürecin örgütleyicilerinden olan Yıldız Önen ile ASF 2010’un durumunu, Avrupa’daki ve Türkiye’deki sosyal hareketleri, krize karşı direnişi ve radikal bir sola olan ihtiyacı konuştuk.
Neden Yıldız Önen?Kaçımız farkına vardık ya da neresinden ne kadar katılabildik bilinmez ama, Türkiye’den bir sosyal forum geçti. 2002’de Floransa’da ilk kez yapılan Avrupa Sosyal Forumu, Avrupa’nın her yerinden savaş karşıtı hareketten, çevre hareketlerine, kadın hareketlerine, göçmenlere, sendikalara kadar onlarca sosyal hareketi bir araya getirerek kıta çapında olabildiğince ortak bir mücadele süreci yaratmayı hedefledi. Floransa’dan sonra, Paris, Londra, Atina, Malmö derken formun altıncısı İstanbul’a uğradı. Biz de, Avrupa Sosyal Forumu (ASF) 2010’u ve genel olarak sosyal forumun süreçlerinin hangi noktada bulunduğunu, bundan sonra neler yapılması gerektiğini, ilk yapılan sosyal forumdan itibaren sürecin örgütleyicilerinden birisi olarak içinde yer alan, ASF’nin yanı sıra, Türkiye Sosyal Forumu ve Mezopotamya Sosyal Forumu’nun da örgütleyicilerinden olan ve Dünya Sosyal Forumu’na da katılmış olan Yıldız Önen ile konuştuk.
Marksist.org: Önce ASF 2010 ile başlayalım. Olumlu ya da olumsuz pek çok değerlendirme yapıldı ama görebildiğim kadarıyla genel olarak bir hayal kırıklığı hakim. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz İstanbul’da yapılan ASF 2010’u?
Yıldız Önen: Bence ASF 2010’u değerlendirirken, önce ASF sürecinin nerede olduğu sorusunu sormak daha doğru olur. Ben yapılan bütün değerlendirmelerde bunun ihmal edildiğini düşünüyorum. 2002 Kasım ayında Floransa’da yapılmış olan 1. Avrupa Sosyal Forumu ile İstanbul’da yapılan 6.’sı arasında neler oldu neler bitti, politik olarak nasıl bir süreçteyiz, nasıl bir birlikte iş yapma platformuna ihtiyacımız var gibi sorular cevaplandırıldığı taktirde, ASF 2010’un neden böyle olduğu sorusunu cevaplamak daha kolay olacaktır. 2002’de Floransa’da yapılan 1. ASF’ye 60 bin kişi katıldı. İnanılmaz coşkulu bir sosyal forum oldu. Bütün sosyal hareketlerin gerçekten var olduğu bir sosyal forumdu.
Sosyal hareketler derken tam olarak ne kastediliyor?
Benim en çok tanıdığım, içinde yer aldığım, inşa ettiğim hareket savaş karşıtı hareket ya da barış hareketi oldu. Bu hareket, asıl olarak 2002 yılından itibaren Avrupa çapında gelişen bir hareket oldu. Ama tabii Avrupa’da bundan önce de barış hareketleri vardı. Örneğin Fransa’dan bir barış hareketi geldi. Biz onlarla bir sohbet toplantısı yaptık. Onlar 1948’den beri Fransa’da barış hareketi olarak çalışmalarına devam ediyorlarmış. Örneğin İngiltere’den CND var, nükleer silahsızlanma kampanyası, onların da 1968-70’lerden gelen bir süreçleri var. Dolayısıyla, her ne kadar savaş karşıtı hareketin Avrupa’da 2002’den beri birlikte iş yaptığını söylesek de, aslında bunun öncesinin de olduğunu görmek gerekiyor. Göçmen ağı var. Bu da aslında çok eskiye dayanan ama 2000’lerden sonra Avrupa’da ırkçılığın, milliyetçiliğin yükselmesiyle daha aktif hâle gelen bir hareket. Küresel ısınmaya karşı bir çalışma ağı var. Ekonomik krizin derinleşmesiyle birlikte son birkaç yıldır, ‘Başka Bir Avrupa Mümkün’ ya da ‘Biz Bu Krizin Faturasını Ödemiyoruz’ sloganıyla bir araya gelen emek çalışma ağı var. O da bence önemli çalışma ağlarından bir tanesi. Feminist çalışma ağı var. Aklıma ilk etapta gelenler bunlar, ama emin olun sayıları çok daha fazladır. Sosyal Forum’u bugüne kadar bu sosyal hareketler bir arada tuttu. Bu hareketler ilk defa Floransa’da geniş çapta bir araya geldiler. O zaman Irak’ta daha savaş başlamamıştı, dolayısıyla forum asıl olarak savaşı durdurmak, başlamasını engellemek üzerine odaklanmıştı. İkinci Avrupa Sosyal Forum’u Paris’te yapıldı. O da çok iyiydi. Ama Paris’teki sosyal forumda artık savaş ile birlikte neoliberal politikalara karşı mücadele de gündemin merkezine oturmaya başlamıştı. 1999’da başlayan küreselleşme karşıtı hareketin, Dünya Bankası, IMF gibi kurumların toplantılarına karşı küresel protesto hareketlerinin öncülerinin buluştuğu bir yer oldu Paris. Tabii bir de Jose Bove vardı. Örneğin, Türkiye’de ASF’nin niye böyle olduğu sorusunun bir cevabı da budur. Jose Bove, Antonio Negri, Alex Callinicos gibi çok büyük isimler, hem Floransa’da hem Paris’te hem de Londra’da sosyal forumlara katılarak o forumları güçlendirdiler. Bence bu tür büyük isimlerin katılması önemliydi. Ama son birkaç sosyal forumdaki ‘sosyal hareketler daha çok öne çıksın, ünlü isimlere ihtiyacımız yok’ tartışması, bence bu sosyal forumlara katılımı düşüren etkenlerden bir tanesi oldu. Antonio Negri ile Alex Callinicos’un Paris’teki toplantısı 1000 kişilik bir salonda yapılacaktı. Salon tıka basa dolup taştığı için toplantı en sonunda açık alanda, dışarıda yapıldı. Bu bile, bazı figürlerin, bazı tartışmaların herkes açısından daha çekici olduğunun bir göstergesidir. Bu noktada bir ortaklaşma sağlamak gerekiyordu, ama ne yazık ki sosyal forum uzun bir süredir bu ortaklaşmayı sağlayamıyor. Üçüncüsü Londra’da oldu. Savaş karşıtı hareketin en yüksek olduğu dönemdi. 15 Şubat 2003’te Irak’taki savaşa karşı 2 milyon insanın yürüdüğü bir şehre gittik. Zaten Londra’dan sonra sosyal forumun gerileme süreci başladı. Atina’da 10 bin, Malmö’de 6 bin, en son İstanbul’da 3 bin kişi katıldı. Yürüyüşlerde Atina 15 bindir, Malmö 10 bindir ve İstanbul da 3-4 bindir. Bu rakamlar bile bir düşüş yaşandığını çok net biçimde gösteriyor.
Bu düşüşün nedeni nedir?
İlk üç sosyal forumda, savaş karşıtı hareket, küresel ısınmaya karşı hareket ya da feminist hareket, insanları bir araya gelmeye zorlayan bir çekicilik yarattılar. Ama daha sonra dünyada ekonomik kriz daha ağırlıklı olarak kendini göstermeye başladı ve henüz dünyada ekonomik krize karşı genelleşmiş, büyük bir hareket yok. Biz 2006’da ASF’yi Atina’da yaptığımızda, Atina’da ne büyük bir savaş karşıtı hareket vardı, ne de neoliberalizme karşı büyük bir hareket vardı. Örneğin, bu yıl, yüz binlerce insan grevdeyken Atina’da olsaydı farklı olabilirdi. Malmö öyleydi. Biz Malmö’ye gittiğimizde, Malmö’deki en büyük mücadele, özelleştirmeye karşı küçük çaplı mücadelelerdi. İskandinav ülkelerinde savaş karşıtı hareket zaten çok düşük seviyede. Bu yıl neden böyle oldu sorusunun cevabı, bence, ASF’nin, ekonomik krize karşı mücadelenin yüksek olduğu bir ülkede yapılmamış olmasıdır. Örneğin, bu yıl İngiltere’de de yapsaydık farklı olurdu. İngiltere’de bu yıl yapılan Marksizm toplantılarında, David Harvey ve Alex Callinicos’un konuşmacı olduğu kriz toplantısına binlerce kişi katılmış. Aynı şekilde, Atina’da yapılan Marksizm toplantılarında da yine Alex Callinicos ve David Harvey’in kriz toplantısına bin kişi katılmıştı. Türkiye’de hiçbir şekilde böyle canlı bir tartışma yaşanmadı. Buradaki kriz toplantıları çok sönük geçti. Çünkü bence Türkiye’de henüz ekonomik krize karşı büyük bir hareketlilik yok. Şu anda Türkiye’de devam eden birkaç büyük hareket var, ama bunların hiçbirisi ASF’de temsil edilmediler. Bunlardan birincisi Ergenekon ve onun devam eden davası çerçevesinde süren tartışmalardır. Bu tartışmada taraf olanlar, ASF’nin ne hazırlık sürecinde ne de kendisinde güçlü bir şekilde yer almadılar. İkincisi, Kürt sorunudur. Kürt sorununda taraf olan BDP, sadece son bir ay çalışmalara katıldı, toplam 7 toplantı örgütledi. Ama bunların ne hazırlığında ne de duyurusunda, o bahsettiğim İngiltere’deki hareketler gibi sosyal forum sürecinin bir parçası olma şansına sahip değillerdi. Üçüncüsü ise Müslümanlardır. Başörtüsüne özgürlük hareketi ile başlayan ve bir ay önce Gazze’ye giden yardım gemilerine yapılan saldırıdan sonra binlerce insanı sokağa döken harekettir. Bu hareket de hiçbir şekilde sosyal forum sürecinde yer alamadı.
Neden yer alamadılar? Kendileri mi istemediler, yoksa katılmalarının olanakları mı yaratılmadı?
Bunun en temel nedeni, ASF’yi örgütleyen ekibin, ASF’nin sosyal hareketleri bir araya getirmesi gereken bir süreç olduğu konusunda yeterince ikna edilmemiş olmasıdır bence. Bizim, örneğin Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu olarak, Küresel Eylem grubu olarak bu işten çekilme nedenimiz de buydu. Çünkü sonuç olarak biz de bir sosyal harekettik, örgüt değildik. Halbuki bu sosyal forum daha çok bir örgütler platformu tarafından inşa edildi. Hiçbir ASF bugüne kadar böyle inşa edilmedi, hep sosyal hareketlerin temsilcileri üzerinden inşa edildi. Örneğin, Floransa’da asıl çağrıcı olan Floransa Belediyesi’ydi, Londra’da Londa Belediyesi’ydi. O zaman Londra Belediye Başkanı Ken Livingstone’du. Paris’te ise birkaç komünist belediye örgütledi sosyal forumu. Türkiye’de de her ne kadar sendikalar ve sivil toplum örgütleriymiş gibi gözükse de, toplantılara katılanlara baktığımızda, çalışmaları yürütenlere baktığımızda, o Londra’daki, Paris’teki ya da Floransa’daki çeşitliliği gösteren, büyük kitlesel gücü gösteren herhangi bir örgüt, herhangi bir kurum, herhangi bir sendika bu sosyal forumun inşasında belirleyici rolü oynayamadı. Belirleyici rolü oynayamadıkları için de kapsayıcı olamadılar. Yani tek başına bu işi Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu da yapsaydı bence kapsayıcı olamazdı. Çünkü sadece savaş karşıtı hareketi ya da barış hareketini temsil etmiş olurdu. Halbuki onlarca başka hareket var. Bunun en iyi göstergesi bence Dünya Kadın Yürüyüşü. 30 Haziran’da Dünya Kadın Yürüyüşü toplantıları gerçekleşti. O toplantılara 22 ülkeden 700-800 kişi katıldı. Çünkü onlar o kapsayıcılığı yaratabildiler. Ben, Türkiye’de yapılan ASF’nin en büyük eksiğinin, birkaç örgütün ASF sürecini kendi tekellerine almış olmasına bağlıyorum. Yani sosyal hareketleri bir araya getiren bir buluşmadan çok, ‘ya işte toplantılara çevirmen lazım, hadi çevirmen bulalım’ gibi bir hava yaratıldı. Halbuki böyle olmaz sosyal forumlar. Floransa’da sosyal forum olduğunda 6 ay öncesinden bunun kampanyası başlamıştı. Londra’da sosyal forum yapılacağı bir sene önceden belliydi. Ama Atina’dan beri hep bir sorun yaşıyorduk. Bu sorun bence en net şekilde Türkiye’de ortaya çıktı. Bu, Türkiye’deki örgütlenme komitesi açısından eksiklik. Yani sen, ülkendeki en önemli üç sosyal hareketin hiçbir temsilcisi olmadan bir sosyal forum inşa edersen, sonucu bu olur tabii.
Ama sonuçta İstanbul’da yapılsa bile örgütlenme sürecine Avrupalılar da katılıyor, öyle değil mi? Onlar neden müdahale etmediler bu sürece?
Atina’dan beri bu süreçte de sorun var. Örneğin eskiden, hem Paris’te hem de Londra’da yapılan sosyal forumda, biz her şeyi ASF hazırlık toplantılarında tartışıyorduk ve karar yeri ASF hazırlık toplantılarıydı. Malmö’de ciddi sorun yaşandı. İskandinav komitesi son dakikada değişti. O değişimden ASF’nin neredeyse haberi olmadı. Biz Malmö’de son hazırlık toplantısına gittiğimizde, Avrupalılar bir odada ASF hazırlık toplantısı yapıyorlardı, başka bir odada İskandinavlar bir komite oluşturmaya çalışıyorlardı. Ve biz o komiteyi tanıma şansına sahip olmadan sosyal forum oldu. Türkiye’de de böyle bir sorun yaşandı. En son İstanbul’da ASF hazırlık toplantısı yapıldığında Türkiye’den 10 kişi vardı. Ve her tartışmada Türkiye’den katılanlar, ‘bizim bunu Türkiye örgütlenme komitesinde değerlendirmemiz lazım’ diyorlardı. Yani ASF’nin örgütlenme şeklinde ciddi bir sarsılma yaşandı. ASF’nin örgütlenmesinde karar alma yeri başta hazırlık toplantılarıydı. Ve konsensüs üzerinden karar alınırdı. Artık konsensüsü neredeyse hiç sağlayamıyoruz. İki yıl önce İskandinav komitesi, sonra Türkiye komitesi, bu toplantıların dışında kararlar almaya başladı. Bu da bence ASF’nin küçülmesine neden olan en önemli etkenlerden birisi oldu. Ama şöyle bir eksiklik de var; ASF bileşenleri kendilerini bu sürecin inşacıları olarak görmedikleri için gelmediler İstanbul’a. Biz İstanbul’da sosyal forum yapmayı ilk planladığımızda 10 bin Avrupalı bekliyorduk, sadece Atina’dan bin kişi bekliyorduk. Gelmediler. Çünkü kendilerini bu sürecin bir parçası olarak hissetmediler. 2006’da Türkiye Sosyal Forumu yapmıştık, ona 2 bin kişi geldi. Dört sene önce yapılmış sadece Türkiye Sosyal Forumu’na 2 bin kişi gelip, bu yıl Avrupa çapında yapılan 3 bin kişi gelmesi durumu gösteriyor aslında.
Sosyal forum süreçlerinin ilk başladığı 2002 yılı ile bugünkü politik ortamı karşılaştırıldığında sosyal forum süreçleri açısından ne söyleyebilirsin? Artık sosyal forumlar bugünkü politik ihtiyaca cevap veremiyorlar mı?
Bence bugün dünyadaki sosyal hareketlerin bu şekilde buluşmasına her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Çünkü her ülkede ciddi ekonomik kriz var. Bu ekonomik krizden dolayı işçi sınıfı bıçağın altında. Ve sürekli saldırı altında olan Avrupa işçi sınıfı dayanışma arayışı içerisinde. Emek çalışma grubu toplantılarında, sendikalar birlikte bir iş yapmanın yollarını bulmak için çırpınıyorlardı resmen.
Niye yapamıyorlar?
Bu, sanırım, büyük sendikaların kendi içindeki çatışmalarla da ilgili bir durum. Atina’daki Marksizm toplantılarında, krizle ilgili olan toplantıda şu anlatılıyordu; ‘bir yandan büyük bir saldırı ve bu saldırıya karşı mücadele etmek isteyen işçiler var ama bir yandan da ‘vatan elden gidiyor’ diyen sendika bürokrasisi var’. Sendika bürokrasisi ile tabanın çatışması hâlâ yoğun bir şekilde devam ediyor. Sosyal forumları maalesef bugüne kadar sendika liderleri örgütlediler. Ve bunlarla tabanları arasında zaten bir gerginlik var. Dolayısıyla bu sosyal hareketleri, forumları tabandakilerle beraber inşa etmek gerekiyor. Ama sendika tabanlarının böyle bir hareketi inşa etme gücü, yeteneği, henüz savaş karşıtı harekette olduğu gibi değil. Bu şuna benziyor; Türkiye’de 1 Mart’ta Irak’taki savaş karşı 100 bin kişilik gösteriyi ne kadar rahat inşa ettik. Bizim savaşımız değil çünkü. Ama örneğin şimdi aynı şeyi Kürt sorunu konusunda yapmakta zorlanıyoruz. Bence buna benziyor. Irak’taki savaşa karşı milyonlarca insanı sokağa döküyorsun, sendikacı da geliyor, işçi de geliyor. Ama kendi ülkende krize karşı verdiğin mücadelede, sendikanın tabanıyla liderliği arasında bir çatışma var. Bu çatışmanın çözülmesi gerekiyor. Yani radikalleşme gerekiyor. Avrupa’da radikal solun yükselmesinin en önemli nedeni bence bu. Halbuki ASF, başından beri radikal sola mesafeliydi. Sosyal forum süreçleri siyasi partilere kapalıdır örneğin. Türkiye’de bu kırıldı ama burada da maalesef Avrupa’daki gibi büyük radikal sol partiler yok. Yani Almanya’daki DieLinke gibi bir sol parti olsaydı Türkiye’de, ASF 2010 çok farklı olabilirdi. Örneğin Almanya’da DieLinke’nin içinde yer aldığı bir sosyal forum örgütlense çok büyük olabilir. Ama olabilir mi? Bilmiyorum. Çünkü bugüne kadar sosyal forum süreçlerini yürütenler siyasi parti lafından bile irkilen insanlar.
Sosyal Forum süreçlerine en başından beri yöneltilen bir takım eleştiriler var. Bunlardan bir tanesi de, ASF’nin artık bürokratikleşmiş olması. Sen ne düşünüyorsun bu konuda?
Bürokratikleşme 2006’dan beri söylenen bir şey. Aynı insan cinsi aynı tartışmaları 10 senedir yapıyor ve yeni bir gelişme yok. Aynı bürokrasi Dünya Sosyal Forumu için de geçerli, ama Dünya Sosyal Forumu parlak geçiyor. Tek nedenin bu olduğunu söylemek doğru değil bence. Krize karşı mücadele, aslında kapitalizme karşı mücadeledir. ASF, bugüne kadar ‘kapitalizme karşı mücadele’ diye bir söylemi hiçbir zaman kullanmadı. Hep bir reform mücadelesi oldu. Bu açıdan bakarsak, ya kabuk değiştirir ve siyasi partilerin de içinde yer aldığı yeni bir mücadele aracı haline gelir ya da sönümlenir. Ben, sönümlenme ihtimalinin daha yüksek olduğunu düşünüyorum.
Mezopotamya Sosyal Forumu örneği de var ayrıca. O nasıl geçmişti?
Avrupa Sosyal Forumu böyle bir gerileme dönemine girmişken Diyarbakır’da geçen sene Eylül ayında yapılan Mezopotamya Sosyal Forumu farklıydı. Başarılıydı. Coşkusu, tartışmaları, gelen herkesi tatmin etti. Avrupa Sosyal Forumu’nda yabancıların en büyük eleştirisi, ‘geldik, bir şey anlamadan gidiyoruz’ şeklinde oldu. En çok merak ettikleri konular Kürt meselesi, Gazze’ye giden yardım gemilerine yapılan saldırının ardından yaşanan tartışmalar, sendikaların ve solun durumuydu. Hiçbirinin cevabını alamadan gittiklerini söylediler. Örneğin Mezopotamya Sosyal Forumu’na Avrupa’dan gelenler, Diyarbakır’dan dönerken, Kürt sorunun ne olduğunu anlayarak döndüklerini söylediler. ASF 2010’a gelenler kafalarındaki sorulara cevap alamadılar, çünkü buradaki sosyal hareketleri göremediler. Yani şunu söylemeye çalışıyorum, sosyal forumlar düzgün inşa edildiklerinde, sürece hareketleri katabildiklerinde başarılı olabilirler. Yani, ‘sosyal forumlar işe yaramazdır ve bitmiştir’ gibi bir sonuca ulaşmak doğru olmaz. Nasıl inşa ettiğin önemli olan. Mezopotamya Sosyal Forumu, bölgedeki sosyal ve siyasal hareketleri katabildiği için sürece başarılı oldu. Mezopotamya Sosyal Forumu’nda BDP’nin ve Osman Baydemir’in çok büyük bir ağırlığı vardı.
Biraz önce radikal sola duyulan ihtiyaçtan söz ettin. Radikal sol derken ne kastediyorsun?
Avrupa’da kullanılan radikal sol kavramı ile Türkiye’deki farklı tabii ki. Orada yeni kurulan sol partilere radikal sol deniyor. Yani bugüne kadar gelen soldan farklı, dünyayı değiştirmenin ancak kitle eylemleriyle mümkün olabileceğini savunan, işçi sınıfını ve işçi sınıfının kitlesel eylemini merkezine alan bir sol kastediliyor radikal sol derken. Örneğin Almanya’daki yeni sol parti Die Linke, Almanya’da neoliberalizme karşı verilen mücadelenin üzerinden kuruldu. Türkiye’de de yukarıda bahsettiğim bu üç sosyal hareketi birleştirebilen sol, yeni sol olabilir. Yoksa kullanılan araçlar açısından bir radikallikten söz etmiyorum. 1 Mart’ta tezkereye karşı sokağa çıkanların, Hrant Dink’in cenazesinde sokağa çıkanların, bugün anayasa değişikliği referandumunda ‘evet’ diyenlerin sol partisini kurmaktan söz ediyoruz yeni sol derken.
Bundan sonra başka ASF toplantısı olacak mı? Öyle bir karar çıktı mı İstanbul’dan?
Son yapılan hazırlık toplantısında konuşuldu. Almanya ve Belçika’ya önerildi ama onlar kabul etmediler. Ekim ayında değerlendirilme toplantısı yapılacak, orada konuşulacak.
Peki bütün bunlardan sonra, ‘sosyal forum süreçleri başarısızdır ve hiçbir kazanımı olmamıştır’ diyebilir miyiz?
Ben sosyal forumların genel olarak büyük bir başarı kazandığının görülmesi gerektiğini düşünüyorum. 1999’da Seattle’da başlayan hareketin pek çok kazanımı oldu. Bu hareket, kapitalizm ve emperyalizmin dünya ve insanlık üzerinde yarattığı tahribatın teşhir edilebilmesini sağladı. 1998’de kapitalizmden böyle bahsetmek mümkün değildi. Dünya Bankası, IMF, DTÖ gibi örgütler dünya kamuoyu açısından kötü örgütler değillerdi. Seattle ile başlayan süreç, dünya kamuoyunu, bu kurumların kapitalizmin temsilcileri olduğu konusunda ikna etti. Artık sokaktaki insan için bu kurumlar dünyayı kurtaran iyi kurumlar değil. Bu hareketler, egemen fikirleri kırdılar. Bence bu çok önemli bir noktadır. Keza, savaş karşıtı hareket. Yani 15 Şubat 2003, küçümsenecek bir gösteri değildir. Savaş karşıtı hareket, milyonlarca insanın bir güce karşı harekete geçebileceğini gösterdi. En son 1968’de yaşanmıştı böyle gösteriler. 68’den sonra genel bir yenilgi dönemi yaşandı. Ve 90’ların sonundan beri yeniden kazanabileceğimize inandığımız bir dönem başladı. Latin Amerika’da yaşananlar, Ortadoğu’da Lübnan’ın İsrail’e karşı kazandığı zafer, Avrupa’da son yıllarda yeni sol partilerin ortaya çıkması, bu hareketten bağımsız düşünülemez. Bütün sosyal forumlarda ortak eylem kararları alındı ve bu eylem kararları bizi birleştirdi. Bugün krize karşı net bir cevap üretebiliyor mu? Hayır. Ama zaten krize yanıt üretmek sosyal forumun değil, işçi sınıfının işidir.
Dünyadan Haberler
Diyarbakır’da AK Parti’ye ‘Kan Dursun’ Ziyareti
Doğan Haber Ajansı – 20.07.2010
DİYARBAKIR’da ‘Kana dur’ girişimi, operasyonların ve çatışmaların durması amacıyla hazırladıkları 10 maddeden oluşan taleplerini, hükümete iletilmek üzere bugün AK Parti İl Başkanlığı’na teslim etti.
Diyarbakır’da 38 sivil toplum kuruluşunu bünyesinde barındıran ‘Kana dur’ girişimi adına 10 kişilik heyet, bugün öğlen saatlerinde AK Parti Diyarbakır İl Başkanı Baki Aksoy’u ziyaret etti. Son zamanlarda yaşanan çatışmalı ortamın durdurulmasını isteyen girişim sözcüsü Memur-Sen Diyarbakır Şube başkanı Yasin Yıldız, Kürt sorunun kardeşçe ve hakkaniyetle çözülmesi gerektiğini ve bunun için yola koyulduklarını söyledi. Girişim olarak 10 maddelik talep formu hazırladıklarını belirten Yıldız, hükümetin seçilmişleri muhatap almasını, koruculuk sisteminin kaldırılması, faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması gibi konulara yer verilen maddeleri tek tek okudu.
Barış ve kardeşlik içerisinde hukukun üstünlüğünün hakim kılındığı, millet iradesine saygı gösterilmesi gerektiğini vurgulayan Yıldız, maddelerin bulunduğu formu, hükümete iletilmek üzere AK Parti İl Başkanı Başkan Aksoy’a verdi. Kana dur girişiminin taleplerini desteklediklerini belirten İl Başkanı Baki Aksoy, AK Parti olarak Kürt sonunun çözümüne ilişkin büyük yol katettiklerini ifade etti. Sorunun sosyal ve toplumsal sebepleri olduğunu kaydeden Aksoy şöyle konuştu:
“Türkiye’de insan olarak hiç kimse bu kanın dökülmesini desteklemiyor. Ölen de öldüren de Anadolu çocuğu, bu vatanın çocuğu. Ama sonuçta anneler ağlıyor ve biz annelerin ağlamasını istemiyoruz.”
Aydınlardan, ‘Cehennemden bir önceki duraktayız’ uyarısı
DİHA – 20.07.2010
Kürt sorununun çözümü için aralarında Adalet Ağaoğlu, Derya Alabora, Gencay Gürsoy, Jülide Kural, Haluk Bilginer, Nuray Mert, Şevval Sam, Tuncel Kurtiz, Sami Evren ve Özgür Mumcu’nun da bulunduğu çok sayıda aydın ve sanatçı “Denenmeyen tek yol kaldı: Barış” başlıklı bir metin hazırlayarak imzaya açtı. Kürt sorununun bir an önce çözüme kavuşturulması için tüm kesimleri bir araya gelmeye davet eden aydın ve sanatçılar, “Cehennemden bir önceki duraktayız. Artık bıçak kemiğe dayanmış durumda. Herkesin bütün işleri bırakıp, bunun için bir şeyler yapması lazım” uyarısında bulundu. Kürt sorununun çözümsüzlüğünden kaynaklı giderek çatışmalı bir noktaya doğru sürüklenilmesi karşısında bir şeyler yapılması gerektiği konusunda bir araya gelen çok sayıda aydın ve sanatçı, bunun önüne geçmek için ortak bildiri hazırladı. Bildiriyi hazırlayanlar arasında Adalet Ağaoğlu, Derya Alabora, Gencay Gürsoy, Jülide Kural, Haluk Bilginer, Nuray Mert, Şevval Sam, Tuncel Kurtiz, Sami Evren ve Özgür Mumcu’da bulunuyor. Hazırlanan bildiriye “Denenmeyen tek yol kaldı: Barış” başlığını veren aydın ve sanatçılar, Taksim Hill Otel’de gerçekleştirilen basın toplantısıyla bildiriyi imzaya açtı. Toplantıya, bildirinin altında imzası bulunanlardan Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu, TİHV Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, TTB Eski Başkanı Prof Dr. Gencay Gürsoy, Gazeteci-Yazar Aydın Çubukçu, Yazar-Şair Şennur Sezer, Petrol-İş Sendikası Genel Başkanı Mustafa Öztaşkın, TMMOB Başkanı Mehmet Soğancı, Yazar Burhan Sönmez ve Yönetmen Alper Özcan’in yanı sıra çok sayıda kişi ve kurum temsilcisi katıldı.
‘Barış sadece zorunlu değil, mümkün de’
Bildiride imzası bulunan diğer ünlü isimlerin katılamadığı toplantıda, hazırlanan metin TİHV Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı tarafından okundu. Çeyrek yüzyıldır derin acılara, yokluk ve yoksulluğa neden olan kahredici savaş atmosferinden zarar gören, kaygılanan, yas tutan herkesin artık hak ettikleri barış içinde bir hayatı ve barışın egemen olduğu bir ülkeyi istediğini dile getiren Fincancı, “En zor koşullarda bile özlemlerimize hayat verecek kaynakların henüz elimizin ulaşabildiği bir yerde durduğuna inanıyoruz” dedi. Artık savaşı değil, barışı konuşmak istediklerini söyleyen Fincan, şiddeti kışkırtan neden ve gerekçeleri ortadan kaldırmak için barışın yalnızca zorunlu değil, aynı zamanda mümkün olduğunu da göstermek gerektiğinin altını çizdi.
‘Hükümeti inandırmak için, kayba uğramayı kabul etmeyeceğiz’
“Demokratik yollardan seçimle işbaşına gelmiş temsilciler üzerindeki baskılara son verilmeli, tutuklanmış olanlar derhal serbest bırakılmalı, özgürlüklerin önündeki yasal engelle kaldırılmalı, siyasi etkinliğin olağan yollardan yapılabileceği bir ortam yaratılmalı, bir bütün olarak barışçı ve demokratik çözüm için genel af dâhil, yasal zemin hazırlanmalıdır” diyen Fincancı, bütün bunların kolaylıkla ve hızla ulaşılabilinecek bir yerde durduğunu vurguladı. Fincancı, parlamentonun, Hükümetin ve devletin bütün kurumlarının böyle bir yolun mümkün ve zorunlu olduğuna inanabilmesi için, daha fazla maddi ve manevi kayba uğramayı kabul etmeyeceklerini de söyledi. Fincancı, sözlerini şu şekilde sürdürdü: ” Kardeşliği yeniden kurmak, eşit ve özgür vatandaşlar olarak yaraları birlikte sarmak için boşa geçirtecek zamanımız kalmamıştır. Türk ve Kürt halklarının yarınları birlikte sevindirmek için, sorunu köklü olarak çözebilecek güçleri seferber etmeliyiz. İki halkın el ele vererek demokratik ve özgür bir atmosferi birlikte solumasının tek ve vazgeçilmez yolu, birlikte özgürleşmektir.”
‘Son durağa yaklaşıyoruz’
Fincancı’nın bildiriyi okumasının ardından toplantıya katılan diğer imzacılarda kısa konuşmalar yaptı. İlk sözü alan TTB Eski Başkanı Prof. Dr. Gencay Gürsoy, siyasi iktidar, muhalefet, iktidar ölü gözlerle ölümleri izlerken Türkiye’de barıştan, demokrasiden yana geniş bir kamuoyu hareket halinde olduğuna dikkat çekti. Tüm kesimlerin içerisinde olduğu bir ortaklıkla halkı mobilize edecek, siyasi aktörleri barış için adım atmaya zorlayacak bir güce kavuşulması gerektiğinin belirten Gürsoy, “Cehennemden önceki son durağa doğru yaklaşıyoruz, yarın bölgelerden etnik kimliğe göre göçler başlayacak. Ege bölgesinde yazlıklarından taşınmak zorunda kalan Kürt meslektaşlarımı tanıyorum. Bunlar vahim şeyler ama bakıyorsunuz siyasi iktidar profesyonel ordudan bahsediyor, muhalefet et-balık kurumunu devreye sokarak bu meseleyi çözme gayreti içerisinde. Artık bıçak kemiğe dayanmış durumda. Herkesin bütün işleri bırakıp, bunun için bir şeyler yapması lazım” dedi.
‘Siyaset çözüm için yol almıyor’
Cehennemden önceki son durağa doğru gidilmesinden dolayı korktuğunu ifade eden Mehmet Bekaroğlu da, bir birey olarak çok fazla bir şey istememekle birlikte dede ve basınında büyüdüğü bu topraklarda çocukları için endişe ettiğini ifade etti. Bugüne kadar en kolay yol olan barıştan başka tüm zor yollar denendiğine işaret eden Bekaroğlu, “Türkiye’de siyaset sorun çözmek için yol almıyor, mevcut olan sorunları kaşıyarak siyasi rant elde etmeye çalışıyor” diye konuştu.
Haritaların değil, insanların bölünmemesi önemli
Bugün burada yansıttıklarının bir feryat olduğunu dile getiren Gazeteci- Yazar Aydın Çubukçu ise, bugünden itibaren ülke bölünmesin diye değil, psikolojik, siyasal ve kültürel olarak zaten bölünmeyi yaşamış bir ülkenin birleştirilebilmesi için çalışmak gerektiğini önemle vurguladı. Çubukçu, “Kardeşliği ve dostluğu yeniden kurmak gibi bir görev var önümüzde. Çok ağır yaralı bir ülkede yaşıyoruz. İnsanlar, halklar birbirlerine düşmanlaştığı zaman bir ülkenin siyasi sınırlarını koruyor olmak hiçbir şey ifade etmez. Haritaya bakmıyoruz, harita bölündü mü, bölünmedi mi diye bakmanın bir anlamı yok. İnsanlar, aileler, mahalleler bölünürse eğer siyasi sınırların bölünmemiş olması hiçbir şey ifade etmez” diye konuştu.
Kadınlar Barış İçin Israr Ediyor
BİA Haber Merkezi – 25.07. 2010
Barış İçin Kadın Girişiminden kadınlar, son dönemde artan çatışmalara “Dur” demek için “barış noktası” kurdular. Barış için diyalog çağrısında bulunan kadınlar, “Barış için ısrar ediyoruz” dediler.
Barış İçin Kadın Girişimi üyeleri “barış noktası” kurdular, tüm kadınları “Barış için ısrar ediyoruz” demeye çağırdılar. Galatasaray Lisesi önünde dün (24 Temmuz) kurdukları “barış noktası”nda toplanan Barış İçin Kadın Girişimi üyeleri, “Söyleyecek sözümüz değiştirecek gücümüz var” diyor.
“Barış için ısrar ediyoruz” afişini açan kadınlar, “Anadilde eğitim haktır”, “Operasyonlar dursun, silahlar sussun”, “Silahlar sussun hemen şimdi”, “Savaşa değil, eğitime bütçe” sloganları attı.
“Başbakan sadece Ayasayaya destek istedi”
Girişim adına basın açıklamasını Türkçe olarak Yasemin Öz, Elif Akyüz ve Arzu Aydoğan, Kürtçe açıklamayı da Meliha Varışlı okudu.
Kadınları barış noktalarında buluşma çağrısı yapan açıklamada, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 18 Temmuz’da Dolmabahçe’de kadınlarla yaptığı toplantıya da gönderme yapıldı.
“Başbakan toplantıda sadece konuştu. Yalnızca kendisinin hazırladığı anayasa değişikliğine evet demelerini istedi.”
“Savaş kadınlar için şiddet, taciz, tecavüz ve yoksulluk demek”
Açıklamada, “Genel Kurmay Başkanı ‘Artık sözün bittiği yerdeyiz’ diyerek militarizmde ısrar etse de biz kadınlar barışa dair sözlerimizi söylemekte ısrarlıyız! Çünkü biliyoruz ki savaş kadınlar için şiddet, taciz, tecavüz ve yoksulluğun artması, milliyetçi-militarist ve cinsiyetçi söylemlerin yaşamımıza hakim olması demektir” denildi.
Birkaç gün önce Van’da piknik yaparken kışladan gelen kurşunla yaşamını yitiren 16 yaşındaki Canan Saldık ile birlikte kolluk güçleri tarafından öldürülen çocuk sayısının 351’e yükseldiği ifade edilen açıklama, şöyle devam etti:
“Biz kadınlar artık tabutlar içinde dizili yoksul aile çocuğu askerleri ve de ölü vücutları parçalanmış gerilla cenazelerini görmek istemiyoruz.
‘Andımız kaldırılsın!’
Gazete vatan – 26.07.2010
Özgür-Der tarafından 2 gün sürdürülen ‘Kürt Sorununa İslami Çözüm Forumu’ sona erdi
Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği (Özgür Der) Diyarbakır Şubesi tarafından cumartesi günü başlayan ve 2 gün süren ‘Kürt Sorununa İslami Çözüm Forumu’ sonuç bildirgesinde 8 maddelik tespit yapılırken, 14 maddelik öneriler yer aldı. Tespitler bölümünde, terör örgütü PKK’nın, Kürt sorununun bir parçası olmakla birlikte doğurduğu bir sonuç olduğu savunulurken, öneri bölümünde ilköğretim okullarında okutulan, ‘Andımız’ın kaldırılması, bazı yerlerdeki ‘Ne Mutlu Türk’üm diyene’ yazılarının silinmesi istendi.
İran, Irak, Suriye ve Türkiye’nin çeşitli kentlerinden İslami düşünceye sahip gazeteci, yazar ve kanaat önderlerinin katıldığı forum dün sona erdi. Forum sonunda hazırlanan sonuç bildirgesinde, Kürt sorununun çıkış ve çözümlenememesinin nedenleri 8 maddelik tespitle yer aldı. Bunlar arasında, terör örgütü PKK, Kürt sorununun bir parçası olarak nitelendirilirken gerçekte Kürt sorununun doğurduğu bir sonuç olduğu öne sürüldü. Tespitte, “Kürt sorununun çözümü noktasında muhatap bütün kesimleriyle Kürt halkıdır” denildi.
8 maddelik tespit
DİYARBAKIR’da düzenlenen ‘Kürt Sorununa İslami Çözüm Forumu’nun sonuç bildirgesinde yera alan 8 maddelik tespitler şöyle sıralandı:
1- Kürt Sorunu, Kemalist kadrolar tarafından tepeden inmeci, jakoben bir anlayışla dayatılan, inkar ve uluslaştırma politikalarının bir sonucudur.
2- Milliyetçi-Militarist bir paradigma üzerine inşa edilen Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu günden bu yana, homojen laik bir ulus toplum hedefiyle, farklı gördüğü ve dönüştüremediği tüm unsurlara yönelik asimilasyon ve imha amaçlı şiddet politikalarına başvurmuştur.
3- Devletin Kürt sorununa güvenlik merkezli yaklaşması, sorunu; sosyo-ekonomik geri kalmışlık, bölücülük, eğitim eksikliği gibi dar perspektifle değerlendirmesi, sorunun en temelde bir kimlik sorunu olduğu gerçeğinin üstünü örtmek için başvurulan söylemlerdir.
4- Kürt sorunu bağlamında yürütülen inkar ve imha amaçlı tüm faaliyetlerin, akıtılan kanların, yaşanan göçlerin, faili meçhullerin ve dayatılan her türlü acının birincil sorumlusu devlettir.
5- PKK, Kürt sorununun bir parçası olmakla birlikte, esasında Kürt sorununun doğurduğu bir sonuçtur. PKK, şiddetin çözümü noktasında muhataptır; Kürt sorununun çözümü noktasında muhatap bütün kesimleriyle Kürt halkıdır.
6- Hükümetin çözüm çabası olarak deklare ettiği, ‘açılım’ süreci olumluluklar arz etmesiyle birlikte; AK Parti zihniyetinin resmi ideolojiyi aşamaması ve sistemi sorgulayamaması gibi handikaplar nedeniyle oldukça cılız ve zaaflı kalmıştır. Yükselen milliyetçi söylem karşısında oy kaybetme, tabanını yitirme gibi endişelerle, güvenlik merkezli söyleme geri dönülmüştür.
7- Son dönemde yoğunlaşan çatışmalar ve derinleşen şiddet sarmalı, sorunu salt güvenlik zafiyeti olarak gören ve akan kandan nemalanan milliyetçi-militarist odakların söylemini güçlendirmektedir. Çatışmaların tırmandırılması, sorunun çözümüne yönelik geliştirilen sivil çabaları ve özgürlükçü yaklaşımları boğmaktadır.
8- Birinci Dünya Savaşı sırasında tüm Ortadoğu emperyalist güçler tarafından işgal edilmiş, savaş sonrasında bu bölge sömürgeci devletler eliyle yeniden dizayn edilmiştir. Emperyalist güçler çekildiklerinde, geriye işbirlikçi iktidarlar ve ulus devletler bırakmışlardı. Bölgedeki Kürt sorunu, sınırları sömürgeci güçler tarafından tayin edilen İran, Türkiye, Suriye ve Irak devletlerinin, Kürt halkını yok saymaları ve inkar etmeleri üzerine şekillendirdikleri politikaların bir sonucudur.”
‘Çözüm önerileri’
ÖZGÜR Der’in düzenlediği forumun sonuç bildirgesinde Müslümanlar olarak ümmet bilincinin reddedilmesi ve laik sistemin dayatıldığı iddia edilirken, “Bizler Müslümanlar olarak Kürt sorununa yol açan zihinlerin, adaletsizliklerin öncelikle İslami kimlik, İslami hukuk ve ümmet bilincinin reddedilmesinin, tehdit ve düşman ilan edilip, dışlanması sonucunda Türk ulus kimliğinin ve laik sistemin dayatılması olduğuna ve mevcut laik Kemalist sistemle topyekun hesaplaşmadan, hiçbir sorunun kalıcı manada çözülebilmesinin mümkün olmadığına inanıyoruz. Mevcut sistem içinde dahi görece daha özgürlükçü bir vasatın tesis edilebilmesi ve Kürt halkına yönelik zulmü azaltmak üzere aşağıdaki önerilerde bulunuyoruz” denildi. Forum sonunda
Kürt sorunun çözümü konusundaki öneriler şöyle sıralandı:
1- TSK, yürüttüğü operasyonları durdurmalıdır. PKK, eylemsizlik kararı almalıdır. Bununla birlikte PKK’nin silahı bırakması için gerekli şartlar sağlanmalı, ayrım gözetilmeden tüm siyasi tutuklular serbest bırakılmalıdır.
2- Cumhuriyet dönemi boyunca Kürtler’e yapılan tüm zulüm ve haksızlıklar için resmi düzeyde özür dilenmelidir.
3- Şüphesiz ki tüm diller, Allah’ın ayetlerindendirler. Bu nedenle Kürtçe üzerinde devam etmekte olan resmi, gayrı resmi tüm yasaklar, sınırlandırmalar kaldırılmalıdır. Anadilde eğitim başta olmak üzere Kürtçe, her alanda koşulsuz biçimde serbest bırakılmalıdır.
4- İlköğretim öğrencilerine okutulan ‘Andımız’ kaldırılmalıdır. Muhtelif yerlerde yazılan ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ gibi yazılar silinmelidir.
5- Başta vatandaşlık tanımı olmak üzere, anayasa ve sistemin bütün resmi literatürüne hakim olan Türklük esaslı dışlayıcı ve ayrımcı söylem terk edilmelidir.
6- İsimleri değiştirilen yerleşim yerlerinin eski adları tümden iade edilmelidir.
7- Bölgede çok yönlü sorunlara yol açan koruculuk sistemi derhal lağvedilmelidir.
8- Binlerce kayıp ve faili meçhulün akıbeti açıklanmalı, soruşturmalar ciddiyetle yürütülmeli ve sorumlular bulunup cezalandırılmalıdır. Köy yakma v.b olayların hesabı sorulmalıdır. Ergenekon yapılanmasının bölgede yaptığı hukuksuzluklar derinlemesine soruşturulmalıdır.
9- Yapılan operasyonlarda, seçilmiş Kürt siyasetçilerinin soyut suçlamalarla tutuklanmaları, halkın siyasi tercihine ipotek koymak anlamına gelmektedir. Kürt siyasetçilerin maruz kaldığı bu hukuksuzluğa son verilmeli ve tutuklular bir an önce serbest bırakılmalıdır.
10- Tüm siyasi mahkumların cezaevi şartları iyileştirilmeli, bu bağlamda Öcalan’ın cezaevi şartları da düzeltilmeli ve normal bir cezaevine nakli sağlanmalıdır. PKK da, Öcalan’ın yaşam koşullarını şiddete başvurmak için bahane kılmaktan vazgeçmelidir.
11- AK Parti Hükümeti BDP’yi görmezden gelen tavrından vazgeçmeli, BDP ile diyaloğa geçmelidir. BDP ise çözüme yönelik çaba sarf eden sivil siyasetin elini güçlendirici adımlar atmalıdır.
12- Bir bütünlük arz etmesi nedeniyle; Irak, İran, Suriye ve Türkiye’deki tüm Kürtlerin sorunlarının çözümü için çaba gösterilmelidir.
13- Başta Şeyh Said olmak üzere Kürdistan’da kıyam hareketlerine katılan önderlerin ve Saidi Nursinin mezarları tespit edilmeli, Şeyh Said kıyamının Diyarbakır ve Elazığ arşivlerinin açılması gerekir.
14- JİTEM’i hatırlatan özel ordu fikrinden kesinlikle vazgeçilmelidir.
Taliban’ın Zaferi
Milliyet – 21.07.2010
Afganistan Konferansı’nda koalisyon güçlerinin, ülkenin güvenliğini 2014 yılından itibaren Afganlar’a bırakmasına karar verildi
Afganistan’da yönetim Afganlar’a geçiyor. Kâbil’de dün düzenlenen uluslararası konferansta, 60 ülkenin temsilcileri, Afgan Devlet Başkanı Hamid Karzai’nin ülkesi için sunduğu planı prensipte onayladı. Toplantıda ortak bildirinin ana noktaları şöyle oldu:
– Afgan ordusu 2014 yılından itibaren ülkenin her köşesinde tam yetki sahibi olacak, böylece Amerikan ve İngiliz askerleri de geri çekilebilecek.
– Afgan ordusu iki yıl içinde 171 bin askere ve 134 bin polise çıkarılacak.
Militanlara ‘eve dönüş yasası’
– Şiddetten vazgeçtiğini söyleyen Taliban’ın topluma kazandırılması için yeni bir program başlatılacak. Uluslararası camia bunun için bir fon oluşturacak. BM geri kazanma programı çerçevesinde bazı orta düzey Taliban liderlerinin ismini uluslararası kara listeden çıkaracak.
– İnsani yardımın en az yarısı hükümet bütçesi üzerinden dağıtılacak.
– Kadın haklarının Afganistan’ın geleceğinin en önemli unsurlarından biri olduğunu hatırlatan ülkeler, kızların ve erkeklerin eğitimine, korunmasına, sağlığına yatırım yapacak.
NATO: Hemen gitmeyeceğiz
Afganistan’da yabancı askerlerin çekilme planı böylece ilk kez netlik kazanmış oldu. ABD daha önce Temmuz 2011’de geri çekilmeye başlayacağını açıklamıştı. İngiltere de 2014’te tüm askerlerini geri çekmiş olmayı umuyor. Uluslararası camianın desteğiyle bu ilk kez somut bir plan haline geldi. Ancak dört yıl içinde yabancı askerlerin tamamen çekilmesi inandırıcı değil. Nitekim NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen de devir teslimin çok uluslu gücün ülkeden tamamen çekileceği anlamına gelmediğini söyledi. Rasmussen ayrıca, Afganistan’a destek vermeye devam edeceklerini de belirtti.
Taliban’la pazarlık yapılacak
Amerikan ve İngiliz askerlerinin tehlikeli güney bölgelerinden tamamen çekilmesi halinde Afgan askerlerinin burada kontrolü ellerinde tutmasına imkânsız gözüyle bakılıyor. Taliban’ın en azından bu bölgelerde tekrar mutlak hâkim olması kesin gözüküyor.
Zaten biraz da bu nedenle Taliban’la masaya oturma fikri tartışılıyor. Afganistan’da tarihi konferansın perde arkasında Taliban’la masaya oturma ihtimali vardı. Afganistan ve İngiltere pazarlığa sıcak bakıyor, ancak ABD henüz resmi duruşunu açıklamadı. İngiliz The Guardian gazetesi ise üst düzey Amerikalı yetkililere dayandırdığı haberinde Obama yönetiminin Taliban’la görüşme fikrine yaklaştığını söyledi. Gazeteye göre, yönetim olası bir pazarlık için hazırlık yapmaya başladı. Afganistan’a aracılar gönderildi. BM’nin eski Afganistan Temsilcisi Lahdar Brahimi’nin de görüşmelere aracılık yapması ihtimali gündeme geldi.
Barack Obama, seçimlere hazırlanırken, “İktidara gelince ABD’nin düşmanlarıyla görüşürüm” demişti.
Bir Afgan’a 93 dolar, Amerikan askerine 1 milyon dolar harcanıyor
Kâbil’deki konferansın ana konularından biri büyük devletlerin gönderdiği yardımların hükümet üzerinden dağıtılmasıydı. Afganlar, tüm yardımın asker ve polis yetiştirme gibi koalisyon askerlerinin bir an önce ülkeden çıkmasını sağlayacak projelere gittiğini savunuyordu. Gerçekten de Afganistan’a bugüne kadar yapılan 40 milyar dolarlık yardım henüz ciddi bir sonuç vermedi. Afgan yönetimi, fakirlerin çoğunun güvenli kuzey bölgelerinde yaşadıkları için uluslararası kamuoyu tarafından unutulduğunu söylüyor.
%39 Afganlar’ın yüzde 95’inin suya erişimi yok. Nüfusun yüzde 39’u (9 milyon kişi) fakirlik sınırının altında yaşıyor.
30 Her 30 dakikada bir kadın hamilelik ya da tüberkülozdan ölüyor. Ülkede iki dakikada bir çocuk hayatını kaybediyor.
542 MİLYON Ülkeye yapılan insani yardım 2002’de 542 milyon dolarken bugün 80 milyon dolara geriledi.
93 Afganistan’da kişi başına yıllık insani yardım miktarı 93 dolar. Bir Amerikan askerinin Afganistan’da geçirdiği bir yıl ise 1 milyon dolara mal oluyor.
60 ülke katıldı
Konferansa 60 ülke, 12 uluslararası organizasyon ile 40 dışişleri bakanı katıldı. Konferans Kuran okunarak açıldı. Konferansta Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, “Afganistan Afganlarındır” dedi. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ise, “Afganistan yönetimi birçok sorunla yüz yüze gelecekleri bir döneme giriyor. Özellikle yönetimi düzeltmek için yaptıklarından çok memnunuz. Ancak daha yapılacak çok iş var” yorumunu yaptı.
İşgalden kurtulamadı
1919: Afganistan, İngilizlere karşı bağımsızlığını kazandı.
1964: Ülke yönetiminde, monarşiden anayasal monarşiye geçildi.
1973: Darbeyle iktidara gelen Muhammed Davud, cumhuriyet ilan etti.
1978: General Davud, solcu Halkın Demokratik Partisi tarafından yapılan darbede öldürüldü.
1979: Solcu liderler Hafızullah Amin ve Nur Muhammed Taraki arasındaki iktidar kavgasında isyanlar başgösterince Sovyetler Birliği ülkeye asker gönderdi ve Amin görevden alınarak idam edildi.
1980: Mücahitler, Sovyet askerlerine karşı direnişi yoğunlaştırdı. ABD, Pakistan, Çin, İran ve Suudi Arabistan mücahitlere para ve silah yardımı yaptı.
1986: ABD, mücahitlere Stinger füzeleri verdi.
1988: Afganistan, SSCB, ABD ve Pakistan barış anlaşmaları imzaladı ve Sovyetler Birliği askerlerini çekmeye başladı.
1989: Son Sovyet askerleri çekildi, ancak iç savaş devam ediyordu.
1994: Taliban, Burhaneddin Rabbani yönetimine karşı etkili bir güç haline geldi.
1996: Taliban başkent Kâbil’i ele geçirdi ve radikal İslam anlayışını uygulamaya başladı. Kadınların çalışması yasaklandı, recm ve uzuv kesme cezaları getirildi.
1997: Pakistan ve Suudi Arabistan Taliban yönetimini tanıdı.
1998: ABD, Afrika’daki Amerikan elçiliklerinin bombalanmasından sorumlu tuttuğu Usame Bin Ladin’i hedef alan füze saldırıları düzenledi.
1999: BM, Bin Ladin’in teslim edilmesi için Afganistan’a yaptırım ve hava ambargosu uygulamaya başladı.
2001: Mart ayında Taliban Buda heykellerini bombaladı.
2001: Ekim’de ABD ve İngiltere, Taliban’ın 11 Eylül saldırılarından sorumlu tutulan Bin Ladin’i teslim etmeyi reddetmesi üzerine Afganistan’a hava saldırısı başlattı.
2001: Aralık’ta Taliban son kalesi Kandahar’ı da kaybetti.
2001: Aralık’ta Hamid Karzai geçici yönetimin başkanı oldu.
2003: NATO, Kâbil’in güvenliğini devraldı.
2004: Başkanlık seçimlerini Karzai kazandı.
2005: 30 yılı aşkın süredir ilk kez genel ve yerel seçimler yapıldı.
2006: NATO, Afganistan genelinde güvenliği üstlendi.
2009: Karzai başkanlık seçimlerini kazandı.
2009: Aralık ayında ABD Başkanı Barack Obama, ülkedeki Amerikan askeri sayısını 30 bin artırıp toplamda 100 bine çıkardı. Obama, ABD’nin 2011’den itibaren ülkeden çekileceğini de açıkladı.
TALİBAN KİMDİR?
Medresede yetiştiler idamlarla yönettiler
Radikal İslamcı Taliban hareketi, Sovyetlerin Afganistan’dan askerlerini çekmesinin ardından 1990’ların başlarında kuzey Pakistan’da ortaya çıktı. Harekete katılan ilk Afganların Pakistan’daki medreselerde eğitildiği biliniyor.
Ağırlıklı olarak Peştunlardan oluşan Taliban, Afganistan’da 1994’te ön plana çıktı. Yolsuzlukla mücadele etmesi ve kontrolleri altındaki bölgelerde güvenliği sağlaması nedeniyle popülarite kazanan Taliban hareketi, 1996’da Kâbil’i ele geçirdi. 1998’de Afganistan’ın neredeyse yüzde 90’ının kontrolü Taliban’ın elindeydi.
Taliban’ın yönetiminde bölgelerde, halkın önünde infaz edilen idam cezaları, hırsızların ellerinin kesilmesi gibi şeriat kuralları uygulandı. Erkeklerin sakal bırakması zorunlu hale gelirken, kadınlar da burkaya sokuldu. 11 Eylül 2001’de ABD’ye düzenlenen saldırıların ardından dünyanın gözleri Taliban’a çevrildi. Taliban, saldırılardan sorumlu tutulan El Kaide örgütü ve örgütün lideri Usame Bin Ladin’e sığınma imkânı sağlamakla suçlanıyordu. Ekim 2001’de ABD liderliğindeki Afgan işgalinin ardından aralık ayında Taliban rejimi devrildi. Ancak lideri Molla Ömer hâlâ bulunamadı.
Afganistan İşgalinin Gizli Belgeleri
BBC Türkçe – 26.07.2010
Amerika Birleşik Devletleri ordusuna ait 90 bin belge basına sızdı. Belgeler yaklaşık 200 Afgan sivilin ölümünün dünya kamuoyundan gizlendiğini gösteriyor.
Amerika Birleşik Devletleri ordusuna ait 90 bin belge basına sızdı. 2004-2009 arasına ilişkin belgeler, daha önce de benzer yayınları nedeniyle tepki çeken Wikileaks adlı internet sitesinde yayınlandı.
Guardian ve New York Times gazeteleri ile Alman Der Spiegel dergisi de Wikileaks ile işbirliği içinde bu belgeleri yayınladı. Bunun Amerika Birleşik Devletleri tarihindeki en büyük gizli belge sızdırma olayı olduğu belirtiliyor. Belgeler yaklaşık 200 Afgan sivilin ölümünün dünya kamuoyundan gizlendiğini gösteriyor. Ayrıca NATO’nun, Pakistan ve İran’ın Afganistan’daki isyan hareketini el altından desteklediklerine ilişkin kaygılarına yer veriliyor. 90 bin belge içinde, Taliban’ın havadan karaya ısıya duyarlı füzelere sahip olduğu yolunda bilgiler de var. Taliban’ın uzaktan kumandalı bombalar ile yaptığı saldırılarda ölen sivillerin sayısında artış olduğu da bu belgelerde yer alıyor.
Beyaz Saray olayı sert bir açıklama ile kınadı.
Açıklamada belgelerin 2009 Aralık’ına kadar olan dönemi kapsadığı, bu tarihte ise Başkan Barack Obama liderliğindeki Amerikan yönetiminin Afganistan stratejisinin değiştiği belirtildi. Ayrıca bu belgelerin yayınlanmasının NATO askerlerinin hayatını ve ulusal güvenliği tehlikeye attığı savunuldu. Washington’daki Pakistan büyükelçisi de belgelerin gerçeği yansıtmadığını, ABD, Pakistan ve Afganistan’ın El Kaide ve Taliban’a karşı birlikte mücadele ettiklerini söyledi.
Eski MI5 Başkanı: Saddam Hüseyin tehdit değildi
BBC Türkçe – 20.07.2010
Irak Savaşı sırasında İngiliz İç İstihbarat Servisi MI5’ın başkanlığını yapan Eliza Manningham-Buller, o dönemde Saddam Hüseyin’i tehdit olarak görmediğini söyledi.
İngiltere’nin savaştaki rolünü sorgulayan Chilcot Komisyonu’na bilgi veren Barones Manningham-Buller, MI5’ın Irak’tan gelen tehdidi “düşük” olarak değerlendirdiğini, ülkenin İngiltere’yi hedef alan terör saldırıları yöneltmesi olasılığının da düşük bulunduğunu söyledi.
Eski istihbarat şefi buna karşılık, İngiltere’nin Irak’taki varlığının ve rolünün, işgali İslam’ı hedef alan bir saldırı olarak yorumlayan genç Müslüman nesli radikalleştirdiğini savundu.
Manningham-Buller, savaşın El Kaide lideri Usame Bin Ladin’e Irak’ta Cihad söylemini kullanma fırsatı verdiğinin de savunulabileceğini belirtti.
Manningham-Buller, Saddam Hüseyin’in elinde kitle imha silahları olduğunu öne süren tartışmalı dosyayı hazırlayan Karma İstihbarat Komisyonu’nun üyelerinden biriydi.
Eski istihbaratçı, komisyona açıklamasında, “Bir savaşa giriyorsanız, elinizde güçlü veriler olması gerekir” dedi.
Manningham-Buller, pek az kişinin o dönem eldeki bilgilerin savaşa gerekçe oluşturacak kadar güçlü olmadığını söyleyebileceğini belirtti.
Üç yıl önce görevden istifa eden Eliza Manningham-Buller, geçen yıl savaş yüzünden İngiltere’ye yönelik tehditlerin artacağı uyarısında bulunmuştu.
MI-5’ta göreve 1974’te başlayan ve teşkilatın başına geçen ikinci kadın olan Manningham-Buller, 2002-2007 yılları arasında MI5 başkanlığı yapmıştı.
Chilcot Komisyonu Irak Savaşı’nın öncesinde ve sırasında alınan kararları soruşturmak amacıyla kurulan Chilcot Komisyonu, geçen yıl Kasım ayında çalışmalarına başladı.
Irak soruşturması Komisyon çalışmalarına Kasım’da başladı
Sir John Chilcot başkanlığındaki beş kişilik komisyon, 2001-2009 yılları arasındaki olayları inceliyor. Chilcot Soruşturması Irak savaşına girilimesi ve savaşın yönetimi konusunda açılan ilk soruşturma değil. Ancak en kapsamlısı olması hedefleniyor.
Bununla birlikte soruşturma sonunda bir kişi ya da kurumun suçlanması ya da sorumlu tutulması beklenmiyor. Soruşturmanın görev tanımına göre başlıca amaç ‘ne gibi dersler çıkarıldığına, gerekli derslerin alınıp alınmadığına’ bakmak. Savaş kararının alınışının yanı sıra, askeri ve siyasi açıdan ne gibi kararlar verildiği, askerlerin yeterli hazırlık ya da teçhizata sahip olup olmadığı, işgal sonrası için yapılan planların yeterli olup olmadığı ve ne gibi dersler alındığı da komisyonun incelediği konular arasında. Komisyona dönemin ve halen iktidardaki hükümetin en üst düzey yetkilileri bilgi veriyor. Salona asker yakınları ve halktan izleyiciler de alınıyor.
Beşinci soruşturma
Bu, Irak savaşıyla ilgili olarak ülkede düzenlenen ilk soruşturma değil.
Daha önce de Irak’ın işgalinin farklı boyutlarına odaklanan dört ayrı soruşturma daha yapılmıştı.
Ancak bu raporlarda özellikle istihbarat alanında yapılan hatalara dikkat çekilmekle birlikte, hiçbir hükümet yetkilisi doğrudan suçlanmamıştı.
Bunlardan en çok dikkat çekeni, tıklayın Hutton Soruşturması’ydı.
Bu soruşturmayı tetikleyen olay, savunma bakanlığının Irak konusundaki danışmanı Doktor David Kelly’nin intiharı oldu.
BBC’nin bir araştırması hükümetin kitle imha silahları konusundaki bilgileri abarttığına işaret ediyordu.
Kelly haberin kaynağının kendisi olduğunun ortaya çıkması ardından intihar etmişti. Soruşturma da bu olayda yetkililerin bir ihmali olup olmadığı konusuna odaklanıyordu.
Bir diğeri doğrudan kitle imha silahları istihbaratının incelendiği tıklayın Butler Raporu oldu.
Dışişleri ile Savunma ve İstihbarat Komisyonları da kendi soruşturmaları ardından raporlar yayınladı.
Bu soruşturma ise geniş kapsamlı olması ve dönemin yetkililerinin de ifade vermesi nedeniyle öncekilerden ayrılıyor.
Komisyonun üyelerinin Başbakan tarafından atanması ve soruşturmanın işgalin uluslararası hukuka uygun olup olmadığı sorusuna odaklanmaması savaş karşıtlarının eleştirilerine neden oluyor.
Savaş karşıtları arasında, öncekilerde olduğu gibi, bu soruşturmada da sorumluların aklanacağı beklentisi hakim.
Komisyon Başkanı da, bunun bir mahkeme olmadığının altını çiziyor amaçlarının kimseyi yargılamak değil, gerçekleri açığa çıkarmak olduğunu söylüyor.
“Irak savaşı, Irak’tan İngiltere’ye terör tehdidini artırdı”
Milliyet – 20.07.2010
İngiltere’nin eski İç İstihbarat Servisi (MI5) başkanı Barones Manningham-Buller, Irak’ın işgalinden önce Irak’tan İngiltere’ye yönelik tehdidin “çok sınırlı” olduğunu, ancak Irak savaşının terör tehdidini artırdığını söyledi.
Barones Buller, emekli bürokrat Sir John Chilcot başkanlığındaki bir heyetin sürdürdüğü, Irak savaşına gitme nedeniyle savaştan sonraki politikaların masaya yatırıldığı “Irak Soruşturması” kapsamında bugün ifade verdi.
Soruşturmada şimdiye kadar, Irak savaşına katılma kararının kilit isimlerinden eski Başbakan Tony Blair başta olmak üzere çok sayıda politikacı, bürokrat, diplomat ve yetkili ifade verdi. Bu yıl boyunca sürmesi beklenen soruşturmanın sonunda ise kimse hakkında cezai işlem uygulanmaması, ancak heyetin bir rapor hazırlaması bekleniyor.
Mart 2002’de MI5’in başkanı iken, Iraklıların İngilizlere saldırma ihtimallerinin düşük olduğu konusunda görüş bildirdiğini söyleyen Barones Buller, “Nitekim, bunun doğru olduğu ortaya çıktı” dedi.
Irak’ın işgalinin İngiltere’ye yönelik terör tehdidini artırdığını kaydeden Buller, “Irak’a müdahalemiz, genç bir nesli radikalleştirerek, ki bunlardan bazıları İngiliz vatandaşları, Müslümanlığa yönelik bir saldırı olarak algılandı” diye konuştu.
Buller, bunun sonucu olarak, 7 Temmuz 2005’te Londra’daki terör saldırılarını düzenleyenlerden bazılarının İngiliz vatandaşları olmasının MI5’i şaşırtmadığını bildirdi.
Irak’ın işgalinden bir yıl önce yetkilileri, Irak’tan İngiltere’ye yönelik tehdidin “çok sınırlı” olduğu konusunda uyardığını belirten Barones Buller, savaş nedeni olarak Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olması bilgisinin “eksik bir bilgi” olduğunu kaydetti.
Barones Buller, 2002-2007 yıllarında İngiliz İç İstihbarat Servisi MI5’in başkanlığı görevinde bulundu.
Irak halkı ABD’ye tazminat davası açmalı
Radikal – 21.07.2010 / Ahmed AMRABİ
İşgal yüzünden yüz binlerce yurttaşını kaybeden ve temel hizmetlerden mahrum kalan Irak halkı yüklü bir tazminatı hak ediyor
ABD’nin Irak’tan çekilmesi için geri sayımının başlamasıyla birlikte şu önemli soru ortaya çıkıyor: Kanlı bir işgale dönüşen ezici Amerikan savaşının yedi yılının bilançosu nedir? Bu giriş sorusu kadar önemli olan iki soru daha var: Irak savaşının uluslararası kriterler, sözleşmeler ve ahlaki değerlerle uyumlu olan haklı bir gerekçesi var mıydı?
Acaba Irak halkının, geçmişle bugünü karşılaştırdıklarında Saddam Hüseyin dönemine özlem duyma hakkı var mı?
Batı kaynaklarından gelen en son istatistiklere göre, Irak’ta şu an 1 milyon dul ve 4 milyon yetim var. Dahası, bu istatistik arkasında ağlayacak kimse bırakmadan hayatını kaybeden erkekleri de kapsamıyor. Bu durum ABD’nin işlediği savaş suçlarının sadece bir yönü. Zira Amerika’nın yedi yıldır gerçekleş-
tirdiği vahşi yıkım, hurma bahçelerinde sanayiye ve eğitim kurumlarına kadar hiçbir şeyi yerinde bırakmadı. Yaşam araçları darmadağın oldu, hastaneler ve elektrik santralleri dahil bütün hizmet kurumları çöktü. İşsizliğin yayılmasıyla birlikte komşu ülkelere veya Avrupa’ya göç arttı.
Bununla birlikte, yedi yıl boyunca peşi sıra ülkeye gelen Amerikalı yetkililer, ‘barışın tesisi’ ve ‘yeniden imar’a dair tekrarlanan konuşmalardan bıkmadı. Son olarak Bağdat, Basra ve diğer kentlerde kötü elektrik hizmetini protesto etmek için büyük gösteriler yapıldı.
Fakat Amerikalı yetkililer en ufak bir sıkıntı duymuyor. Zira Amerikan hükümetinin yeni elektrik santralları için 5 milyar dolar harcadığını açıklıyorlar. Peki bu santraller nerede? Irak topraklarına mı, yoksa Mars’a mı kuruldular? Saddam’ın rejimi ideal bir yönetim sistemi değildi, fakat vatandaşlara refah devletinde bulunması gereken asgari imkânları sağlıyordu. Özellikle de genel hizmetler alanında.
Saddam’ın bedava eğilim, mesken ve ilaç sisteminin bütün Arap ülkelerindeki en iyi sistem olduğu inkâr edilebilir mi? Yıkıcı bir işgale dönüşen Amerikan savaşı kesinlikle haksızdı. En basitinden, ‘kitle imha silahları’na dair büyük bir yalana dayalıydı. O halde, Irak halkı cazip bir tazminatı hak etmiyor mu? Savaş kampanyasını bariz bir yalana dayanarak hayata geçiren ABD başkanının adaletin karşısına çıkarılması uygun değil mi? (Katar gazetesi Vatan, 19 Temmuz 2010)
İngiltere’den Irak özeleştirisi: Yasa dışı
Ntvmsnbc.com – 21.07.2010
Başbakan Yardımcısı Clegg, Irak işgalini yasa dışı olarak nitelendirirken, koalisyondan başka bir isim ‘hükümetin değil kendi görüşü’ dedi.
İngiltere Başbakan Yardımcısı Nick Clegg, 2003 yılında Irak’ın işgal edilmesini ‘yasa dışı’ olarak nitelendirdi.
ABD’de bulunan Başbakan David Cameron’un görevine vekalet eden Liberal Demokrat Parti Lideri Clegg, parlamentoda yaptığı konuşmada, işgal döneminde Dışişleri Bakanı olarak görev yapan Jack Straw’a atıfta bulunarak, “Onun arkasında bıraktığı karmaşayı çözmeye çalışmak için ulusal çıkarlar içinde çalışan iki partiyi bir araya getiren bu koalisyonda yaptığımız herşey için hesap verebilmekten mutluyum” dedi.
Clegg, “Belki de bir gün, muhtemelen onun (Straw’un) hatıratı için beklememiz gerekecek. Şimdiye değin verilmiş en feci kararda, Irak’ın yasa dışı işgalindeki rolünün hesabını verebilir” diye konuştu.
Başbakan Cameron’un bir sözcüsü ise konuya ilişkin sorular üzerine, Clegg’in koalisyon hükümetinin değil, kendi görüşünü dile getirdiğini söyledi.
ABD: En son K. Irak’tan çekiliriz!
Radikal – 22.07.2010
Irak’taki ABD güçlerinin komutanı Orgeneral Raymond Odierno, Irak’taki Amerikan güçlerinin 2011 yılı sonunda tamamlanacak olan çekilme sürecinde, muhtemelen en son, Kuzey Irak’tan çekileceğini söyledi.
Odierno, Kuzey Irak’ta Araplarla Kürtler arasındaki etnik gerginliği, “ülkenin istikrarına yönelik en büyük tehdit” olarak sayarak, bu konuda geçen yıldan itibaren ilerlemeler sağlanmış olsa bile, gerginliğin, ABD güçlerinin çekilmesinin tamamlanacağı 2011 sonuna kadar giderileceğini sanmadığını ifade etti.
Washington’da gazetecilere açıklamalar yapan Orgeneral Odierno, “ABD güçlerinin 2011 sonuna kadar kalacağı son yerlerden birinin muhtemelen Kerkük olacağını” belirtti. Odierno, “Tartışmalı bölgelerdeki sorunları çözümleyemedik. Bu, gelecekte ele almamız gereken bir sorun. 2011’in sonuna kadar halledilebilir mi, sanmıyorum” dedi. Odierno, ABD güçlerinin, çekilme tamamlanıncaya kadar, gerginliğin azaltılması ve karşılıklı güvenin arttırılması için çalışacağını bildirdi.
Kuzey Irak’taki Kürt peşmerge güçlerini ve Irak ordu güçlerini eğitmekte olduklarını belirten Odierno, “her iki gücü, Irak halkının tümünün güveneceği bir güç olarak birleştirmeleri gerektiğini” kaydetti. Orgeneral Odierno, nüfusun tümünün temsilcisi olacak böyle bir gücün, istikrarın da güvencesi olacağını ifade etti.
Orgeneral Odierno, Irak’ın sorunlarının kaynağının büyük ölçüde ekonomik olduğunu, 7’ekonomik büyüme, istihdamın artması ve uzlaşmaya doğru bir siyasal gelişimin, şiddetin düşürülmesi için gereken koşulları sağlayacağını” söyledi.
Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu Bülteni, 26 Temmuz 2010
İletişim: www.kureselbarisveadalet.org, kureselbak@gmail.com;
koalisyon@kureselbarisveadalet.org; 0090 5362196341