22 Mart 2021 – Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi XII. Dönem, XIII. Toplantı – “Tayga Sendromu”

0
Want create site? Find Free WordPress Themes and plugins.

Temasını ‘İspanyol dilinde yazılmış edebiyatta savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin XII. Döneminin on üçüncü toplantısında Figen Dayıcık Fırat bize yazar Cristina Rivera Garza’nın (1964 – ) hayatı üzerinden Meksika tarihinden söz etti, daha sonra Atölyemizin konusu olan yazarın Tayga Sendromu (2012) kitabını tanıttı ve katılımcıların tartışmasına açtı.

Amerika kıtasının en köklü medeniyetlerine ev sahipliği yapan Meksika topraklarında, bilinen en eski insan yerleşimleri MÖ 10.000’li yıllara kadar gitmekle birlikte, bölgedeki ilk medeniyet MÖ 1500’lü yıllardan itibaren izlerine rastlanan Olmeklerdir.

Meksika toprakları Kristof Kolomb’un Amerika kıtasına ayak basmasından önce, Olmek, Toltek, Teotihuacan, Zapotek, Maya ve Aztek başta olmak üzere çeşitli gelişmiş Mezoamerikan uygarlıklara ev sahipliği yapar. İspanyol İmparatorluğu, 1519’dan itibaren Yeni İspanya adıyla hüküm sürmeye başladığı Tenochtitlan’daki merkezinden itibaren bölgeyi kolonileştirme faaliyetlerini 1521’de tamamlar.

İspanya, işgal ettiği Meksika topraklarında büyük soykırımlar gerçekleştirir, yerli halk vahşice katledilirken binlerce yıllık köklü medeniyetlere ait zenginlikler de talan edilir, şehirler ve mimari eserler yıkılarak ortadan kaldırılır. İşgal tarihinde 25 milyon civarında olduğu tahmin edilen yerli halka ait nüfusun 1650’lerde 1,5 milyona kadar düştüğü ifade edilir.

  Üç yüz yıl kadar İspanyol kolonisi olan bölge, 1821’de koloninin zaferiyle sonuçlanan Meksika Bağımsızlık Savaşı sonrasında Meksika adıyla bağımsızlığını ilan eder. Bağımsızlık sonrası dönem ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklarla geçer. 1846-48 Yılları arasındaki Meksika-Amerika Savaşı sonrasında, ülke topraklarının üçte birine denk gelen kuzeydeki bölgelerden çekilmek ve Teksas, Arizona, Kaliforniya gibi büyük ve önemli toprakları ABD’ye bırakmak zorunda kalır.

   19. Yüzyıl boyunca Birinci Fransa-Meksika Savaşı, Meksika’ya Fransız müdahalesi, Reform Savaşı, iki farklı dönemde imparatorluk ve bir diktatörlük görür. 1876-1911 Yılları arasında iktidarda kalan Porfirio Diaz, ülkeyi uzun yıllar otoriter bir rejimle yönetir, 1910 Yılında gerçekleştirilen Meksika Devrimi ile diktatörlük rejimine son verilir ve günümüzde de yürürlükte olan 1917 Anayasası oluşturularak ülke yönetimi günümüzdeki hâlini alır. 1920 Yılına kadar devam eden iç savaş, ‘Meksika Devrimi’ ile neticelenir. Savaşta yaşamını yitirenlerin sayısının 2 milyonu aştığı tahmin edilmektedir.

    1920 Sonrasındaki süreçte Meksika, görece daha istikrarlı bir görüntü verse de özellikle ekonomik sorunlar, yoksulluk ve gelir dağılımındaki büyük farklar ülkenin ana gündem maddesi olmaya devam eder. Söz konusu sorunlar, uzun vadede ABD ile göçmen sorununu doğurur.

 Devrim süreci Meksika’nın siyasi, sosyal ve ekonomik yapısına etki ederek günümüz Meksika’sını şekillendirir. Diktatör Porfirio Díaz,  Madero, direnişçi Pancho Villa ve Emiliano Zapata Bu dönemin önemli isimleridir. Meksika’da devrim, yeni bir anayasa ile sonlanır. 1917 Yılında, Carranza başkanlığında ‘toprak ve çalışma hakkı’ temeline dayalı laik ve milliyetçi bir anayasa hazırlanır. Anayasada; köleliğin yasaklanması, bireylere ve devlet okullarında laik eğitim süreci, çalışma özgürlüğü, ulusal sınırlar içerisindeki toprakların aşağısında ya da yukarısında su ve doğal kaynakların ve toprağın ulusa ait olduğu, iyileştirilen çalışma koşulları ve sosyal refah gibi konular ağırlık kazanır.    

1915-1960 Yılları arasında 54 milyon hektar toprak köylülere dağıtılır. Anayasada belirtilen kaynakların ulusa aidiyeti konusunda Meksika, 1983 IMF Stabilizasyonu nedeniyle özelleştirme programlarına başlar, kamu petrol şirketi olan PEMEX’in birçok bölgesi özel sektöre açık hale getirilir, 1 Ocak 1994 yılında Meksika, ABD ve Kanada’nın içinde yer aldığı NAFTA’ya (Kuzey Amerika Ülkeleri Serbest Ticaret Anlaşması) üye olur.

Bu süreç sonrasında ideolojik anlamda Zapata’nın görüşlerini devam ettiren Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu (EZLN), üyelik sonrası silahlı ayaklanmaya başvurur. Bu EZLN örgütünün tarihinde ilk ve son silahlı hareketidir ve 1994 yılı Meksika ekonomisi açısından krizle sonuçlanan bir dönemin yaşanmasında etkin olur. Ülke içi politik gelişmeler ve ülke dışı ekonomik etkenler krizi derinleştirir.  

Meksika’da öğrenci isyanının hız kazandığı 1968 yazında iktidar yaklaşan Olimpiyat oyunları öncesinde eylemlere son vermek amacıyla sert bir tutum takınmaya başlar. Ülkenin büyük üniversiteleri işgal edilir. 2 Ekim akşamı Mexico City’nin Tlatelolco bölgesindeki ‘Üç kültür meydanında’ binlerce öğrenci hükümeti ve saldırgan politikalarını protesto etmek için toplanır.  Kısa süre sonra askeri güçler müdahale eder., tanklar meydana girer, binaların çatılarından keskin nişancılar kalabalığın üzerine ateş açar. Meydanda bir kaos ortamı oluşunca Olympia Taburu adı verilen ve askerlerin kendilerini öğrencilerle karıştırarak vurmamalarını sağlamak için bileklerine beyaz mendil bağlamış olan grup, öğrenci liderlerini tutuklamak için alana girer. Tlatelolco katliamında 300’e yakın öğrenci öldürülüp, en az 1500 öğrenci tutuklanınca Meksika 1968 Olimpiyatlarına hazır hale gelmiş olur.

Carlos Fuentes’in anlatımıyla katliamın gecesinde başkanlık bayrağının üzerindeki kartal, kaçarak uzaklara uçmuş, yılan utancından deri değiştirmiş, kaktüs kurtlanmış ve Tlatelolco gölünün suyu (İspanyol işgalinde olduğu gibi) tekrar yanmaya başlamıştır. 

Meksika edebiyatı, İspanya ve Arjantin edebiyatlarının yanı sıra İspanyol dilinin en verimli ve etkili olanlarından biridir. Güney Amerika’nın edebi gücüne kıyasla daha az etkili gibi görünse de güçlüdür; Octavio Paz, Juan Rulfo Elena Poniatowska,  Carlos Fuentes, Laura Esquivel ilk akla gelenlerdir.

Meksika sanatının bir diğer önemli karakteri Frida Kahlo y Calderon’dur (1907- 1954) O, 7 Temmuz 1910’da doğduğunu söylemeyi tercih ede; “Ben, devrimin ta kendisiyim” diyeceği Meksika Devrimi o yıl gerçeklemiştir. Zapatista hareketini destekleyen bir annenin kızıdır. Annesinin ısrarıyla gittiği Ulusal Hazırlık Okulu’nda Cachuchas adıyla bilinen bir gruba dahil olur ve Meksika’nın yerli geçmişini geri kazanması gerektiği inancıyla sosyalist ve milliyetçi fikirleri benimser. Bu gurup kendilerini yeni bir ulusun doğuş aşamasında görür ve bu yeni ulusun şekillenmesine katkıda bulunacak bir fırsata sahip olduklarını düşünür.

    1925 Yılında geçirdiği kaza sonucunda yatağı adeta bir resim stüdyosuna döner. Ve Frida kendi portrelerini yapmaya başlar. Duvar resimleriyle ünlü Meksikalı ressam Diego Rivera’ya aşık olur ve 1929 yılında, 22 yaşında evlenir.

    1936’da İspanya İç Savaş sırasında faşizme karşı mücadele eden cumhuriyetçileri desteklemek için bir dayanışma komitesi oluştururlar. Aynı yıl Stalin tarafından SSCB’den sürgün edilen, Meksika tarafından siyasi sığınma hakkı verilen Lev Troçki ve eşi Natalia Sedova’ya gece gündüz gözetim altında oldukları La Casa Azul’daki evlerinde ağırlarlar.  

   Troçki , 24 Mayıs 1940 tarihinde bu evde başarısız bir suikaste uğrar, kurtulursa da 20 Ağustos 1940 tarihinde düzenlenen ikinci suikast sonunda öldürülür.

  Meksika, Latin Amerika ülkeleri ve ABD arasında uyuşturucunun transferi konusunda önemli bir köprü görevi görmektedir ki Meksika ile birlikte anılan bir konudur.  Uyuşturucu Savaşı, 2006 yılında Meksika hükûmetinin uyuşturucu kartellerine yönelik başlattığı operasyonlardır. Analistlerin tahminine göre karteller Meksika’da yıllık 13.6 ila 49.4 milyar dolar arasında gelir elde etmektedir, bu savaşlarda 60.000’in  üstünde insan ölmüştür. 2013 Yılında bu rakam 120,000 üzerine çıkacaktır.

Meksika’nın en önemli edebiyat ödüllerinden altısını kazanan ve kendi neslinin en üretken yazarlarından Cristina Rivera Garza, 1964’te doğar.  1989 Yılından bu yana ABD’nde yaşayan Garza, halen California San Diego Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde yaratıcı yazarlık dersleri vermektedir.    İspanyolca yazılmış eserleri birçok dile çevrilir. Bir çok prestijli edebiyat ödülünün sahibidir.

     Meksika Ulusal Özerk Üniversitesi’nde şehir sosyolojisi okur, Houston Üniversitesi’nden Latin Amerika tarihi alanında doktorasını alır, 20. yüzyılın başlarında Meksika’da akıl hastalığının sosyal tarihi üzerine kapsamlı yazılar, akademik makaleler yazar.

    Kendini tanımlamak için kelimeleri kullanmayı reddeder; “Ben benim ve klavyemim” der. Kişiliğinin sabit olmadığını ve bunun sınırlayıcı olacağını belirtir.Anlatı, tarih ve insan dilinin / iletişiminin doğasıyla ilgilenir. Yazmanın bir ölüm kalım meselesi olabileceğine ve yazarların dünyaya bağlanmak ve hikayeleri daha iyi anlatabilmek için gerçek hayatta olduğu kadar hayal gücünde de yaramazlık yapması gerektiğine inanır.

Rivera Garza, dijital dünyayı yaratıcı eserlerin yayınlanması için bir mekan olarak da görür. Bu, okuyucuların katılımıyla yazılmış bir roman / blog olan ve artık kullanılmayan Blogsívela adlı bir siteyle  blog yazımına başlar ve bugüne kadar, başka bir blogla devam eder. “Buna şu şekilde bakın: bir makale metinle çevrili üç veya dört tweetten oluşuyor” der. Karakterler tarafından yazılan bir zaman çizelgesi olarak ‘tweetnovel’ terimini icat etti.

. Rivera Garza’nın çalışmaları ‘rahatsız edici bir zevk’ olarak tanımlanır. Bir yazar olarak, “dünyada çok fazla ışık ve netlik” ve ayrıca çok fazla iletişim olduğuna inanarak işleri karartmayı ve okuyucuları şüphelendirmeyi hedefler. Hikayeler yaratmak için, kendini ifade etmek ya da okuyucularını kendi bakış açısına ikna etmek için yazmaz.  Bunun yerine, bir tür gerçeklik ürettiğine inanır. Bunu yapmanın başka yolları olduğu için kurgunun amacının bilgilendirmek olduğuna inanmaz aksine yazmayı düşüncenin fiziksel bir tezahürü olarak görür. Rivera Garza, edebiyatın insanların dil yoluyla insan deneyiminin sınırlarını keşfetmelerinin birkaç yolundan biri olduğuna inanır ve onu en çok etkileyen kitapların onu düşündüren kitaplar olduğunu söyler.

Yaratıcı çalışmalarının çoğu stillerin, türlerin ve öğelerin bir karışımıdır; anlatı, şiir, kısa öykü ve roman gibi stillerin bileşimidir. Hayal gücündeki unsurları, tarihsel belgeler de dahil olmak üzere gerçeğin unsurlarıyla harmanlar ve hatta romanlarından birine dahil eder.  Çalışmaları genellikle deli insanlar ve fahişeler gibi marjinalleştirilmiş kişilere odaklanır ve cinsiyet, ulus veya anlatı kimliği gibi kavramların sabit olduğu fikrine meydan okur.  ,

Türkçeye çevrilen ilk romanı ‘Tayga Sendromu’ kaçmak, saklanmak, arayış, sevgi ve sevgiyi yitirmek üzerine bir hikâye anlatır. Hayattan, toplumdan, gerçeklikten kaçmak, daha fazla kaçmak ve giderek daha fazla kaybolmak üzerine…

    Romanın ismi verilmeyen anlatıcısı geçmişte ‘Bir kasırganın içinde kaybolan kadın vakası’, ‘Hadım edilmiş adamlar vakası’, ‘Elini kaptıran kadın vakası’, ‘Yıllarca bir balinanın içinde yaşamış adam vakası’, ‘Yeşim taşından yüzüğünü kaybeden kadın vakası’ adlarını verdiği dosyaları takip etmiş ama başarısızlıkları nedeniyle mesleği bırakıp yazarlığa başlamış bir kadın. Artık dedektiflikten uzak olsa da bir adamın, sevgilisiyle kaçan karısını bulup getirmesi teklifini kabul eder. Bu hiç kolay değildir, zira kadından gelen son telgraflar taygadan yollanmıştır.

    Tayga, uçsuz bucaksız ormanlara verilen addır. Ama iz sürme zorluğu sadece coğrafik koşullardan kaynaklanmaz. Tayga sendromu denilen bir delilik halidir; taygada yaşayan kimilerinin korkunç kaygı ataklarına yakalanmaları ve oradan kaçabilmek için neredeyse intihar sayılabilecek teşebbüslerde bulunmalarıyla tezahür eder. Dedektif, hem kendisi hem de aradığı kadın bu sendroma yakalanmadan önce hedefine ulaşmak zorundadır.

    Kadın dedektif, orman yerlilerinin dilini konuşan bir rehberle birlikte taygaya, kaçakların son göründüğü köye ulaştığında ormanı düşlemek ile ormanda yaşamak, ormanı yazmakla ormanın içinde yaşamak arasındaki farkı yavaş yavaş kavramaya başlayacaktır. Sıra ‘kendisini çevreleyen dünyayı, arzularının dünyasına dönüştürmeyi başarabilmiş’ olan kadınla karşılaşmaya gelmiştir…

     Tayga Sendromu’nun girişi klasik bir kara roman okuyacağımızı düşündürse de yazar, kültür ambarındaki bütün türleri harmanlayan sürrealist bir roman ortaya çıkar. Kara romanın karanlık ve esrarengiz atmosferine ortaçağ masallarının, mesela ‘Kırmızı Başlıklı Kız’ ve ‘Hansel ve Gretel’in karıştırılarak ilkel korkular pekiştirir.  “Hepimizin içimizde bir orman var.” diyerek içinde yaşadığımız veya kaçmaya çalıştığımız vahşi bir yaşama alanı olarak ormanı bir metafor olarak kullanır. Yazar zaman, mekan, karakter isimleri kullanmaz çünkü  bu ormanın dünyanın her hangi köşesine olabilir ve insanlar aynı duyguları paylaşır.

     Mekânsal belirsizliğe zamansal belirsizliği, dedektifin anlattıklarının güvenilmezliğini, günlüklerine aktardıklarından neyin doğru neyin yanlış olduğunun belirsizliğini ile kesif sisli bir ortam yaratılır. “Yeni yöntemim, olayları şüpheciliği elden bırakmadan ve delilik ihtimalini de hesaba katarak yazmaktı. Olayları oldukları, olabilecekleri ya da olmuş olabilecekleri gibi anlatmak değildi bu yöntem; hayalimizde hâlâ nasıl titreşiyorlarsa öyle yazmaktı. Hiçbir şey yazıldığı gibi gerçekleşmez. Söylenen kelimeler ve yazılan kelimeler arasında dakikalar, hatta saatler geçmiş gibi okumalısınız.”

       ‘Dünyada çok fazla ışık ve açıklık olduğu’ ve aynı zamanda çok fazla iletişim ve mesajlaşma olduğu fikrinden hareketle yazar, anlatısında bir şeyleri karartmayı ve okuyucuları şüpheye düşürmeyi amaçlar. Klasik bir hikâye anlatıcısı değil, ne kendisini ifade etmeye ne de okuyucuyu kendi bakış açısına ikna etmeye çalışmayan, başka tür gerçeklik üretmenin derdinde olan bir yazardır

Romandaki kaçış insanın yaşam içindeki konumuna denk düşer. Modern insan bir şeylerden kaçıyor ve kendi de dâhil kimden, neyden kaçtığını tam olarak tanımlayamıyor. “Aslında hiç kimse bir kişinin evini neden terkettiğini bilmez, hatta gidenin kendisi bile ya da en çok da gidenin kendisi bilmez.”“Arkamıza baktığımda, dünya anlaşılmaz ve ebedi görünüyordu. Zaman.””Beni oraya aslında neden gönderdiniz?,” Hoşça kal dediğimizde, içeri buyur ettiğimiz nedir aslında?”

Atölye, romanı bir bütün olarak, bir edebiyat eseri olarak beğense de , insan bedeni üzerinden şiddet, tayganın mekânsal şiddeti, kadınlara yakıştırılan muhbirlik, casusluk imgeleri ile bir şiddet izleğinde geliştiğini düşündü. Her ne kadar “zulüm hiçbir zaman gerekli değildir….Zulüm bu…Zulümdü, olan buydu…” serzenişleri olsa da bu izlek oldukça baskındı.

Neden bu yolculuğa çıkılıp ormanda kaybolunuyordu? Kaçıyordu modern insan. Ne arıyordu? “Bütün dünyayı, en azından kendisini çevreleyen dünyayı, arzularının dünyasına dönüştürmeyi başarabilmiş birisiyle karşı karşıyaydım…Oramnı düşlemekle ormanın içinde yaşamak deneyimini buluşturan nedir? Ormanı yazmakla ormanın içinde yaşamak deneyimini buluşturan nedir?”

Did you find apk for android? You can find new Free Android Games and apps.
Share.

Comments are closed.