Temasını ‘Alman Edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin XIII. Döneminin 23 Mart Çarşamba günkü onuncu toplantısında Evren Ergeç bizlere Stefan Zweig’in (1881–1942) yaşadığı dönemi, hayatını ve Atölye’nin konusu olan Korku (1925) adlı kitabını tanıttı ve Atölye katılımcılarının tartışmasına açtı.
Avusturya 976 yılı civarında Avusturya Markgraflığı olarak tarih sahnesine çıkar ve daha sonra bir dükalık ve arşidüklük haline gelir. 16. Yüzyılda Habsburg Monarşisi’nin kalbi ve tarihin en etkili kraliyet hanedanlarından biri olan Habsburg Hanedanı’nın küçük bir kolu tarafından yönetilen bir devlet olarak var olur. Bir arşidüklük olarak, Kutsal Roma İmparatorluğu’nun önemli bir parçası ve idari merkezi olur. 19. Yüzyılın başlarında büyük güçlerden biri olarak Alman Konfederasyonu’nu yöneten kendi imparatorluğunu kurar. Ancak 1866’da Avusturya-Prusya Savaşı’ndaki yenilginin ardından diğer Alman devletlerinden ayrılarak kendi yolunu izler.1867 yılında Macaristan ile anlaşmaya vararak Avusturya-Macaristan İkili Monarşisi kurulur.
“Bırak savaşı başkaları yapsınlar, sen mesut Avusturya evlen.” (Macaristan, Bohemya – bugünkü Çekya)”
Zweig’in yaşadığı dönemde Avusturya, Avusturya-Macaristan tahtının olası veliahtı Arşidük Franz Ferdinand’ın bir suikast sonucu öldürülür. Franz Ferdinand (1863-1914) Saraybosna’da karısıyla birlikte bir milliyetçi terörist tarafından vurulunca ve yürütülen soruşturmada Avusturya Sırbistan’a güvenmeyince müdahale eder. Rusya Sırbistan müdahalesine cevap verir ve Avusturya’yla çatışmaya başlar, ardından Almanya Avusturya’nın yanında yer alır ve I.Dünya Savaşı başlar. Bir kaç ay sonra da Osmanlı İmparatorluğu da savaşa girecektir.
1848Yılında tahta geçen 18 yaşındaki genç imparator Franz Joseph 1916 yılına kadar tahta kalır. Avusturya – Macaristan modeli federatif imparatorluk görünümündedir. Monarşinin yenilmesi ve dağılmasından sonra, Almanya ile birleşme niyetiyle Alman-Avusturya Cumhuriyeti ilan edilir. Ancak yeni kurulan devlet İtilaf Devletleri tarafından desteklenmez ve tanınmaz. 1919 Yılında Birinci Avusturya Cumhuriyeti, Avusturya’nın yasal halefi olur. 1938 Yılında, Alman Reich’ının Şansölyesi olan Avusturya doğumlu Adolf Hitler, Avusturya’yı ilhak eder. 1945 Yılında Nazi Almanyası’nın yenilgisi sonunda Avusturya, A.B.D., S.S.C.B., İngiltere ve Fransa tarafından işgal edilir. 1955 Yılında yapılan bir antlaşma ile Avusturya İkinci Cumhuriyet olarak bilinen egemen ve kendi kendini yöneten demokratik bir ulus olarak yeniden kurulur.
Stefan Zweig, 1881 yılında zengin bir ailenin çocuğu olarak Viyana’da dünyaya gelir.Viyana Üniversitesi’nde felsefe okur, İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince ve Yunanca öğrenir. 1901Yılında ilk romanı basılır ve 1942 yılındaki intiharına değin çok sayıda eser kaleme alır.
Dönemi için önemli bir savaş karşıtıydı. “Mahşerin tüm solgun atları yaşamımın üstünden geçti: devrimler ve açlık, paramızın değer kaybetmesi ve terör, salgın hastalıklar ve göçler gibi büyük felaketler atlattım. Büyük kitle ideolojileri gözlerimin önünden geçip gelişti; İtalya’da faşizmin, Almanya’da nasyonel sosyalizmin, Rusya’da Bolşevizmin iktidara gelişini gördüm ama bütün bunların hepsinden daha tehlikeli, bulaşıcı hastalıkların başı olan ve Avrupa’mızın çiçekler gibi açan kültürünü zehirleyen nasyonalizmin ortaya çıkışını gördüm.”
Romain Rolland, Thomas Mann, H.G. Wells, Hugo von Hofmannstahl, James Joyce, Franz Werfel, Paul Valery, Arthur Schnitzler, Ravel, Toscanini ve Richard Strauss uzun yıllar yaşadığı Salzburg’daki evinde Zweig’in konuğu olurlar. 1934 Yılında Gestapo‘nun villasını basıp, silah araması üzerine Zweig ülkesini terk etmek zorunda kalır ve Londra‘ya yerleşir. Bu sırada ‘Rotterdamlı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi’ adlı eseri yayımlanmıştır. Zweig, Londra’da kendini rahat hissedemez ve 1939 yılında Bath‘e taşınır. “Ekim ayında o güzelim evimden ayrılırken, bunun sonsuza dek sürecek bir ayrılış olduğunu hiç aklıma getirmemiştim.”
1940’ta İngiliz vatandaşlığına geçer. Hitler ordularının batıya doğru ilerlemesi üzerine Avrupa’dan ayrılır ve sırasıyla New York‘a, Arjantin‘e, Paraguay‘a ve Brezilya‘ya gider. Aralık’ta New York’a geri dönerek ‘Amerigo-Tarihi Bir Hatanın Öyküsü’ adlı kitabı yazmaya başlar.1941 Yılında ‘Brezilya-Geleceğin Ülkesi’isimli kitabı yayımlar ve ardından Brezilya’ya yerleşmeye karar verir. 22 Şubat 1942 gecesi Rio de Janeiro’nun yaklaşık 50 kilometre kuzeydoğusunda, eski bir Alman koloni yerleşimi olan Petrópolis’te aşırı doz uyku hapı alarak intihar eder. Son yılları aşırı depresif bir ruh hâliyle geçmiştir.Vefat belgesi, ‘23 Şubat 1942 tarihinde saat 12:30’da zehir yutarak intihar’ olarak kayıtlara geçer. Karısı Lotte, Zweig’i ölümüne kadar takip eder ve hizmetlileri her ikisinin cesedini saat 16:00 sularında yataklarında bulurlar.
Zweig edebi anlayışını şöyle açıklar: “Bir romanda, bir yaşamöyküsünde ya da düşünsel bir analizde yapılan her türlü gereksiz uzatma, her türlü anlamsız abartma ve tasvir, kesin ve anlaşılır olmayan, gereksiz ve geciktirici her şey beni hep şaşırtmıştır. Ben ancak son sayfasına kadar yaprak yaprak yükselen ve nefes kesen bir tempoda okunan bir kitabın tam anlamıyla tadına varabiliyorum.”
Zweig kendini bir dünya vatandaşı olarak tanımlar. “Kendimi dünya vatandaşı olarak güvende hissediyorum. Tek bir ülkenin vatandaşı olarak doğru bir davranış sergilemek çok zordu. Otuz iki yaşında olduğum halde, şimdilik herhangi bir askeri sorumluluğum yoktu. Çünkü yoklamalarda askerliğe elverişli bulunmamıştım, daha o zaman bile buna çok sevinmiştim…Benim düşüncelerime göre bir insanın takınması gereken en doğru tavır, savaşta kendini conscientious objector olarak açıklamaktı; ama bu da İngiltere’nin aksine Avusturya’da akla gelecek en ağır cezaya çarptırılmayı göze almayı ve gerçek bir şehitlik ruhuna sahip olmayı gerektirirdi. Doğruyu söylemem gerekirse – bu kusurumu açıkça itiraf etmekten çekinmiyorum- kahramanca davranışlar benim doğama hiç uygun değildi.”
Zweig 1914’ten önceki dünyayı şöyle anlatır: “Yıllar önce sürgündeki bir Rus’un bana söylediği şu sözleri hiç aklımdan çıkaramadım: “Eskiden insanın sadece bir bedeni ve ruhu vardı. Şimdi bunlarla birlikte pasaporta da ihtiyacı var çünkü pasaportsuz kişi insandan sayılmıyor…1914 Yılından önce dünya bütün insanlara aitti. Herkes istediği yere gider istediği kadar kalabilirdi. Ne izin almak gerekirdi ne de davet yazısı. 1914’ten önce Hindistan’a ve Amerika’ya seyahat ettiğimde, ne bir pasaportumun olduğunu ne de bir pasaport gördüğümü anlatınca günümüz gençlerinin şaşırmalarına bakıp eğleniyorum. İnişlerde ve binişlerde hiçbir şey sorulmaz ve sormaya da gerek olmazdı…Bugün herkesin herkese duyduğu patolojik kuşku yüzünden, gümrük memurları, polis ve jandarmanı tel örgü gibi engel olduğu sınırlar, Greenwich meridyenini geçer gibi hiçbir kaygı duyulmadan geçilen sembolik çizgilerden başka bir şey değildi. Dünyamız ancak savaştan sonra aşırı milliyetçilik yüzünden yolunu şaşırmaya başladı. Yüzyılımızın bu düşünsel hastalığı, ilk dikkat çekici fenomen olarak beraberinde ksenofobiyi, yani yabancı düşmanlığını getirdi.”
Stefan Zweig’in Atölyemizin konusu olan Korku romanı, muhtemelen 1919-1934 yılları arasında yaşadığı Salzburg’daki evinde kaleme alınmış ve 1925 yılında yayımlanmıştır. Kısa roman boyunca korku okuyucuya eşlik eder: “anlamsız korku… saçma ve gülünç korku nöbetine yenik düşüyordu… ilk korku…dışarıda korku…korkuyla toparlandı…korkudan titreyen hali…korkudan dizlerinin bağı çözülmüştü…korkudan bunu unutmuş…korkusu epey hafifledi…korkmasına da gerek yoktu…korkunun kıskacından kurtulunca…genç kadın korktu…’Tehlikenin doğurduğu korku, içinde tuhaf bir çekim, ürpertici bir haz karıncalanması başlatmıştı bile, bu parmaklarını bir hançerin soğuk ağzına sürmek veya bir namlunun, içinde ölümü barındıran kara ağzına bakmak gibi bir duyguydu’… geçici bir korku…bir korkunun karanlığında…varoluş korkusuyla…duyduğu korku…içinde varlığını hep hissettiği korku…yukarı bakacağı korkusuyla…korkunun o öldürücü yalnızlığından uzaklaşıp… Irene korktu…korkuyla irkildi…korku dolu bakışları…derin bir korkuyla ürperdi…kendi sesindeki zoraki tınıdan kendi korktu…korkmuştu…o tehlikeli bakışlarla karşılabileceği korkusuyla…korkuyla irkildiğini…korkunun insafsızca bilediği bir sezgiyle…korku dolu bütün o günler boyunca…korkmuş bir halde…kemirici korku hayatını asit gibi eritip darmadağın etmişti…korkuyla ürperdi… korkutucu olayda…birden korkuya kapıldı…korkuya kapıldı…içindeki korku iblisçe peşindeyken…korku tüm varlığını kemirerek boşaltmış, bedenini zehirlemişti…korkuyordu…ilk hissettiği şey korku oldu…ilk tepki korkuydu…o yakıcı korku… ‘Asıl dün mutsuzdu, zavallı atı kırıp ocağa attıktan sonra evdeki herkes onu ararken, her an, her dakika bulunacağı korkusuyla yaşıyordu. Korku cezadan çok daha beterdir, çünkü ceza bellidir, ağır da olsa, hafif de, hiçbir zaman belirsizliğin dehşeti kadar, o sonsuz gerilimin ürkünçlüğü kadar kötü değildir.’… basit korkuyu…korku mudur…utanç diyorsun bu da bir tür korku sadece ama daha nitelikli bir korku…utanç değil, korkuydu…korktuğu şeyin gerçekleşmesini…korkulu rüyalar…kapı tokmağına tutunan korku…içindeki korkunun kabaran sesini…o korku karmaşasının içinden…korku…korku dolu…korktuğu şeyi istiyor…içindeki bir korku…korkarak…korkunun çekicini hissetmemek…korktu…artık hiçbir şeyden korkmuyorum…korkuyla…tarifsiz bir korkuya kapıldı…artık korkmana gerek kalmadı…bu kadar çok korkacağını tahmin edemezdim.”
Roman bir burjuva kadınının, burjuva ahlakına ters düşen bir piyanistle yasak aşkının heyecanını yaşarken karşısında çıkan piyanistin sevgilisinin kendisine yaptığı şantajla tatlı burjuva hayatının korkunç bir karabasana dönüşmesi ve içinde rahat ve huzurla yaşadığı burjuva hayatının alt üst olacağı korkusuyla sağlığını yitirme ve hatta ölümü düşünme noktasına gelişini anlatır. Oysa bu karabasanın kaynağı eşini aşığından uzaklaştırmak için işsiz bir oyuncuyu kiralayan, şantajı planlayan, bu korku, korkutma, korkuyla yıldırma oyununu kuran kocasıdır. Korkunun utancıyla yaşamına son vermeye karar verdiğinde durum ortaya çıkar ve o da kocasına hiç beklemediği bir ders verir: Korku cezadan çok daha beterdir, çünkü ceza bellidir, ağır da olsa, hafif de, hiçbir zaman belirsizliğin dehşeti kadar, o sonsuz gerilimin ürkünçlüğü kadar kötü değildir. “İnsanlarda itiraf etmeyi engelleyen şey her zaman korku değildir, bazen de hissettiklerine karşı duyar.utançtır…insan hiç olmazsa yakın hissettiklerine itirafta bulunmalıdır…belki de insan en büyük utancı kendine en yakınlarıdır”
Eserde Atölye korkunun yarattığı şiddetin yanı sıra başka şiddet türleriyle de karşılaştı. “Beynine bir olta iğnesi gibi sıkıca saplanmış duran bu anının dehşetinden kurtulmak için çığlık atmak veya etrafına yumruklar savurmak, alaycı gülüşüyle o berbat yüzü, kadının pis nefesinden yükselen o bayağılık kokusunu, yüzüne karşı nefretle aşağılık laflar savuran o ahlaksız ağzını, tehditle salladığı morarmış yumruğunu unutmak istiyordu.” ,“Aşığının kendinden önce böylesine aşağılık ve rezil bir kadına ilgi göstermiş olması gururunu incitmişti, şimdi sözcüklerini daha kindar bir duyguyla gözden geçirdiğinde, ona gideceği tarihi kendi keyfine göre açık bırakırken kullandığı o intikamcı ve soğuk ifadeden hoşnut kaldı.”
Kadın gözünden kadınların anlatımında da şiddet vardı.”.. kadınlarda çok görülen manevi bakımdan körelme gibi bir şikayeti de olmamıştı. Kültürel olarak kendisinden üstün, varlıklı kocasının..”
Hayatının konforunu kaybetme tehlikesi de Irene’nin bireysel huzurunu bozucu bir etki yaratarak şiddet öğesi olur. “Tokluk da açlıktan daha az kışkırtıcı değildir. Irene’de macera merakını uyandıran da hayatının tehlikesi ve güvenli oluşuydu.”, “Evliliğine iradesizce ihanet etmiş olmanın suçluluk bilincini kısmen hafifletense, içinde yaşadığı burjuva alemini ilk kez kendi kararıyla –böyle olduğuna inanıyordu- yadsımış olmanın verdiği iç gıcıklayıcı kendinden hoşnutluk duygusuudu.”, “Giyim tarzının aykırılığı, evindeki Çingenelere özgü hava, güvenli bir gelire sahip olmayışı, israf ve kısıtlanma arasında sürekli gidip gelişi, Irene’nin burjuva anlayışı için iticiydi; çoğu kadın gibi o da sanatçıları uzaktan çok romantik, kişisel ilişkilerde çok nazik görmek istiyordu, ama göreneklerin demir parmaklıklarının arasından, onlar göz alıcı vahşi yaratıklardı.”, “Tehlikenin doğurduğu korku, içinde tuhaf bir çekim, ürpertici bir haz karıncalanması başlatmıştı bile, bu parmaklarını bir hançerin soğuk ağzına sürmek veya bir namlunun, içinde ölümü barındıran kara ağzına bakmak gibi bir duyguydu.”, “Ayrıca kocasının rastlantıyla anlattığı olaylardan ve girdiği davalardan bildiği kadarıyla böyle aşağılık ve dolandırıcı tiplerle yapılan anlaşmaların da, sözleşmelerin de hiçbir değeri yoktu.” , “… ancak şimdi kaybetmek üzereyken değerini anladığı onca şey, bu dünyaya aitti, bütün bunların nasıl da varlığının kopmaz birer parçası olduklarını şimdi hissediyordu.”, “Kocası, davette dans ederken de bedenine bu bakışla saldırmıştı, geçen gece uykusunun üstünde bir bıçak gibi ışıyan bakış da aynı bakıştı.” , “Bazı insanların kumar veya seks düşkünü olması gibi, kocası da bir suçu araştırıp ortaya çıkartmaktan, sanığı baskı altına almaktan o denli hoşlanırdı. Böyle bir psikolojik sürek avına çıktığı günlerden varlığı adeta için için ışıldardı.”, “Suratına bir tane patlatabilse kendini ne kadar iyi hissedecekti!” , “Hiçbir şeyini hatırlamıyordu, ne gözlerinin rengini ne yüzünün şeklini; ne de bedeninde okşamalarından bir iz vardı, sözlerinden de, o köpekçe yalvarmasından, “Ama Irene!” diye çaresizlikle kekelemesinden başka bir şey gelmiyordu aklına.” , “Masaldaki prensesin, sarayının bütün odaları içinde, kapısı gümüş anahtarla kilitlenmiş olan bir tanesine girmemesi gerekiyordu, ama o yine de girip kendi felaketini hazırlıyordu. Kendi kaderi de böyle değil miydi, yasak olan onu da baştan çıkarıp felakete sürüklememiş miydi?”, “Kendilerine para karşılığında aşıklar tutan, hatta onların kucağında kocalarını alaya alan kibirli, küstah, şehvetli onca kadın tanıyordu; bütün dünyaları yalan olan, sahtekarlıkla güzelleşen, izlendikçe güçlenen, tehlike altında zekileşen kadınlar. Oysa kendisi ilk korkutucu olayda, yaptığı ilk hatada gücünü yitirip çözülmüştü.”, “İçte tutulan gözyaşları akıtılanlardan daha acıtıcıdır.” , “Fakat boşanmış, kocasını aldatmış, adı bir rezaletle lekelenmiş bir kadın olarak yaşayacak gücü yoktu, satın alınmış ve süresi belli bir huzur için bu tehlikeli oyunu sürdürecek gücü de yoktu. Direnmenin artık söz konusu olamayacağını hissediyordu, sona yaklaşmıştı; kocası, çocukları, çevresindeki herkes, hatta kendisi bile kendine sırt çevirmeye hazırdı. Her an her yerde hazır bekleyen bir hasımdan kaçmanın olanağı yoktu.”
Ancak en büyük şiddet yaratıcısı, oyunu kurarak eşini ölüme sürükleyen saygın avukat, iyi aile babası ve eş, en sonunda da kurtarıcının kötülüğüydü. Hem kumpasçı hem de kurtarıcı olarak koca Fritz’in son tiradı… “sırf çocuklar için… anlıyorsun değil mi, onlar için seni zorlamak istedim… ama artık hepsi bitti.. şimdi her şey düzelecek….” Atölye ve genel olarak okuyucunun duygusu “Fritz sen nasıl kötü bir insansın? Neden böyle bir yolu tercih ettin?”
Diğer yandan ‘kurtarıcı’ kisvesiyle bir kişi üzerinde yaratılan böylesi bir cezalandırmayı makul gösteren, romanın olağan akışı içine sızdıran yazarın da böyle bir sonucuna da ulaşıldı. Savaş karşıtı, dünya vatandaşı, vicdani redci Stefan Zweig’in ‘kendini büyük tutkulara layık gören kadınları’ bu biçimde cezalandırma kararı, şiddeti korku üzerinden bu denli pornografik olarak yansıtması noktasında savaşçıl bulundu. Irene’nin itirafı şeklinde yansıtılan son cümlesi, yazarın tercihini gösteriyordu: “İçinde hala acıyan bir yer vardı, ama iyi şeyler vaat eden bir acıydı bu, tamamen kapanmadan önce kabuk tutarken yanan yaralar gibi sıcak ama yumuşak bir acı.”