Bunlar da mı insan – Primo Levi
Konusunu ‘Edebiyatta adalet arayışları’ olarak belirlediğimiz IX. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin 21 Mart Çarşamba akşamki onbirinci oturumunun tartışma konusu Primo Levi’nin (1919-1987) Bunlar da mı İnsan (1945-47) isimli eseriydi. Şenol Karakaş yazarın yaşamı, yaşadığı dönem hakkında bilgi verdikten sonra kitabı Atölye katılımcılarının değerlendirmesine açtı.
Primo Levi 1919 yılında Torino’da, hayatı boyunca oturacağı evde doğar. Ataları İspanya’dan göçmüş Yahudilerdir. Babası modern, dışa dönük, iyi yaşamayı seven, iyi kitap okuyan bir mühendistir. 1921 yılında, yaşamı boyunca birbirlerine bağlı kalacak oldukları kız kardeşi Anna Maria doğar. Antifaşist öğretmenlerin toplandığı D’Azeglio Lisesi’ne yazdırılır. Lisenin ğretmen ve öğrencilerinin içinde faşist İtalya döneminde çok sayıda tutuklanan, toplama kamplarına gönderilenler olmuştur. Levi burada, hayatı boyunca arkadaşı olacak kişilerle tanışır.
Mezun olduktan sonra Torino Üniversitesi Fen Bilimleri Fakültesi’ne kaydolur. 1938 Yılında İtalya’daki faşist hükümet, ‘Yahudilere devlet okullarında okumayı yasaklayan’ yasayı uygulamaya koyar ama Levi kayıtlı öğrenci olduğu için yasa uygulanmaz ve eğitimini sürdürebilir. 1941 Yılında dereceyle mezun olur; diplomasında ‘yahudi ırkı’ ibaresi yer almaktadır. Babası kanser olduğundan çalışması gerekmektedir ama iş bulması çok zordur. Kayıt dışı olarak, bir asbest mağdeninin laboratuarında çalışmaya başlar. 1942 Yılında Milano’da, bir İsviçreli ilaç firmasında, daha iyi koşullarda iş bulur. Stalingrad Savunmasından sonra, Levi ve arkadaşları, militan antifaşist örgütle bağlantı kurar, politik eğitimden geçer ve illegal Eylem Partisi’nin partizanı olur.
1943 Yılında faşist hükümet düşer, Mussolini tutuklanır ama ‘savaş devam etmektedir.’ Alman orduları Kuzey ve Orta İtalya’yı işgal eder. Levi Kuzey İtalya’da, Val d’Aosta’da eylem yapan partizan gruptayken 13 Aralıkta, iki arkadaşıyla birlikte yakalanır. Önce Carpi-Fòssoli Toplama Kampı’na gönderilir. 1944 Şubatında kampın yönetimi Almanlara devredilince kampta bulunanlar, genç, yaşlı, kadın, erkek, çocuk ayrımı yapılmaksızın beş gün sürecek bir tren yolculuğuyla Auschwitz’e gönderilir. Kampa ulaştıklarında erkekler kadın ve çocuklardan ayrılarak 30 Numaralı barakaya gönderilirler.
Levi hayatta kalmasını, bildiği az Almancayla diyalog gerektiren nisbeten hafif sayılabilecek işlerde çalışmasına ve komutları kavrayabilmesine bağlar. En sonunda bir laboratuarda çalışma ‘şansını’ yakalar. Toplama kampında kaldığı sürece hastalanmamayı başarsa da, Rus Orduları’nın yaklaşmasıyla kamp boşaltıldığında, bir grup hastayla revirde yaşamak zorunda kalır.
1945 Yılında, Auschwitz’den çıktıktan sonra, birkaç ay kaldığı Katoviçe’de geçici Sovyet kampında hemşire olarak çalışır. 1945 yılının Haziran ayında başladığı eve dönüş yolculuğu 19 Ekime kadar sürer çünkü Levi ve arkadaşları bir labirentte dolaşır gibi Beyaz Rusya, Ukrayna, Romanya, Macaristan, Avusturya üzerinden geri dönebilirler. Bu serüvenini ‘Ateşkes’ isimli kitabında anlatır.
Savaş sonrası yıkık ve çökmüş İtalya’da zorlukla Torino yakınlarında bir boya fabrikasında iş bulur ve kişisel çöküntü içinde, zorlukla 1946-47 yılları arasında ‘Bunlar da İnsan mı’ kitabını yazar. Daha sonra ‘Periyodik Tablo’ kitabında, bu dönemde yaşadığı her şeye karşın, yazarak huzur bulduğundan söz eder. ‘Bunlar da İnsan mı’ kitabı, yayınevinin ‘Bugünün tarihinin ahlaki ve eleştirel belgeleri’ serisinin üçüncü kitabı olarak yayınlanır. Tanıtım broşüründe ‘İnsanoğlunun yaşadığı benzer deneyimlerin yazıldığı hiçbir kitap bu denli sanatsal değere ulaşmamıştır’ ibaresi yer alır.
1947 Yılında Lucia Morpurgo ile evlenir. Aynı yıl daha sonra genel müdürü olacağı kimya laboratuarında işe başlar. 1948 Yılında bir kızı olur. 1952-57 Yılları arasında, İtalya’nın önemli yayınevlerinden biri olan Einaudi’de editörlüğe başlar. 1957 Yılında oğlu doğar. Bu tarihten sonra düzenli olarak dönüş yolculuğu ‘Ateşkes’i yazmaya başlar. Bundan sonra da zamanını çok düzenli olarak aile, çalıştığı fabrika ve yazma arasına böler. 1959 Yılından itibaren ‘Bunlar da İnsan mı’ farklı dillere çevrilmeye başlar. Levi, daha sonra ‘Doğayla ilgili öyküler’ kitabını oluşturacak öyküleri yazıp yayınlatmaya başlar.
1962 Yılında Kanada Radyosu, ‘Bunlar da İnsan mı’ nın, okur görüşlerini, yorumlarını ve söyleşilerinin yer aldığı bir okuma programını yayınlar. Levi bu yayını çok beğenir ve okurların aslında ‘gizlemeye çalıştığı kimi gerçeklerin şifrelerini bir bir deşifre ettiklerini’ ve bir anlamda konuşmayla yüksek düzeyde bir ‘meditasyon’ yapıldığını söyler. Daha sonra kitap RAİ’de radyo tiyatrosu olarak yayınlanır, ardından da sahneye koyulur.
1963 Yılında Ateşkes, İtalo Calvino’nun arka kapak yazısı ve Marc Chagall’in ön kapak illüstrasyonuyla yayınlanır. Kitap, saygın eleştirmenlerden ‘bilge anlatım’ nedeniyle övgüler ve saygın edebiyat ödülleri alır. 1965 Yılında, ölenleri anma töreni nedeniyle Auschwitz’e gider.1975 yılında emekli olursa da bir ömür boyu çalıştığı şirkette danışmanlık yapar. Aynı yıl ‘Peryodik Tablo’, 1978 yılında ‘Yıldız tornavida’ kitapları, 1981 yılında yazar olarak yaşamını etkileyen yazarlarla olan ilişkilerini anlattığı otobiyografisi, yine 1981 yılında, 1975-1981 arasında yazdığı öyküleri topladığı ‘Litit’, 1982 yılında ‘Şimdi değilse ne zaman’ isimli kitabı, yayınlanır.
1982 yılında Auschwitz’e ikinci kez gider. İsrail’in Lübnanı işgali ve İsraillilerin Filistin Sabra ile Şatilla kamplarında yaptıkları katliama karşı çıkar. 1983 Yılında birer Kafka ve Claude Lévi-Strauss kitabı çevirir. 1984 yılında şiir seçki kitabı yayınlanır. 1985 Yılında Stampa gazetesinde yayınlanmış 50 adet yazısını bir kitapta toplar. Aynı yıl Rudolf Höss’un ‘Auschwitz Komutanı’ isimli otobiyografik kitabının önsözünü yazar. 1986 Yılında Lager Kampı’ndaki anılarından yararlandığı ‘Boğulanlar, Kurtulanlar’ kitabı yayınlanır.
1987 Yılında ‘Gulag Kampları’ ile Auschwitz arasındaki farkı ortaya koyan yazı ve söyleşilerde bulunur: Gulag “Eşitler arasında bir kıyımdır, toplama kampları ırkçılık temelindedir. Ancak bu Sovyetleri suçsuz yapmaz,” der. Almanya ve Avrupa’nın, kamplarda olup biteni bilmemesinin mümkün olamayacağını söyler: “Gaz odalarında kullanılan gazlar, Alman kimya endüstrisinden sağlanıyordu. Fabrikalara katledilen kadınların saçları gönderiliyordu. Bankalara ölülerin dişlerinden sökülen altınlar akıtılıyordu. Bu tümüyle Almanya sınırları içinde oluyordu ve hiçbir Alman bunu yadsıyamaz, unutamaz. Nazi Almanyası’nın, yaşanılan çağda eşi benzeri görülmemiş bir katliamın sorumlusu olduğunu hiçbir Alman unutmamalıdır.”
Primo Levi, 11 Nisan 1987 tarihinde, apartmanın merdiven boşluğuna atlayarak intihar eder. (Hayatıyla ilgili bilgiler, Torino Merkezli Uluslararası Primo Levi Eğitim ve Araştırma Merkezi arşivinden derlenmiştir)
Toplu ıslah etme politikası güden Nazi Almanyası, Yahudilerle birlikte, kamplara Nazi yönetimine muhalif olan Almanları, politikacıları, orduya ihanet eden subayları ve bunlar gibi farklı millet ve ırktan insanları yerleştirir.
‘Bunlar da mı insan’, hiçliğe doğru giden bir yolculukla başlar. “20 Şubat 1944. 15 günlük yolculuğa hazırlanın dediler. Nereye? Kimse bilmiyor. Gece. Yaşamını sürdürebilmek için bunları görmemeli bir insanın gözleri. Herkes kendilerini bekleyen sonun ne olduğunu hissetti. Ne İtalyan ne de Alman muhafızlar içeri girip bakmaya cesaret edemedi öleceklerini bilen bu insanların ne yaptığına. Herkes kendi yöntemince vedalaştı yaşamla, kimi dua etti, kimi her zamankinden daha fazla içti. Ama anneler özenle hazırladılar yollukları, yıkadılar çocuklarını, topladılar valizleri. Şafakta kampı çevreleyen dikenli teller kurumuş çocuk çamaşırlarıyla doluydu. Oyuncakları ve bezleri de unutmadılar elbette. Ve de onlarca ayrıntıyı. Siz olsaydınız böyle davranır mıydınız? Yarın sizi çocuğunuzla beraber öldüreceklerse bugün ona yemek verme gayretine girer miydiniz? Bunun bir anlamı var mı?”
Primo Levi ve beraberindekileri ilkin yaşlarına ve hasta olup olmadıklarına göre iki gruba ayırırlar. 500’ün üzerinde olan hasta grubu iki günden fazla yaşamaz, 125 kişiden oluşan ikinci gruba ise kendilerine işaret edilen barakaların yolunu tutmak düşer. Cehennemin eşiğinden içeri adım attıklarında hınca hınç dolu büyük bir salonda ayakta bekleyen yüzlerce kişiden biridir artık onlar. Dört gündür su içmemişlerdir, musluktan akansa içme suyu değildir. Neyi beklediğini bilmeksizin saatlerce beklerler. İşte hayatında ilk kez bu salonda çıplak görür yaşlıları Primo Levi. Sonra dört berber gelir, bekleyenleri saç-sakal tıraşı yapar. Tıraşın ardından dondurucu soğukta, çırılçıplak, yalınayak banyo yaparlar. “Madem banyo yapacağız o zaman bizi öldürmeyecekler, peki o zaman bize niçin su vermiyorlar? Neden elbiselerimiz, ayakkabılarımız yok, neden oturmamıza dahi izin vermiyorlar?”
Tanrıya olan inancını yitirmesine neden olan bir yıllık kamp yaşantısı ağır fiziki ve iklim koşullarının yanı sıra aşağılama, hor görme tekniklerinde de sınır tanınmaz. “Yüzlerce insan 5 dakika süren duşun ardından ite kaka yan odaya alındık, elimize tahta bot ve elbiseler tutuşturuldu. Hoop! Ve dışarıdayız. Dondurucu, karlı sabahta yalınayak, elbiseler ellerimizde çırılçıplak 100 metre koşmalıyız. Çünkü ancak ikinci barakada giyinmek serbest bize.”
Yahudiler Nazi Almanya’sı için ekonomik değer taşımaktadır. Diğerleri gibi kıştan korunmak için elbisesinin altına açlıktan incelmiş bedenine saman, kağıt dahil ne bulduysa sarsa da Almanlar için ekonomik faydası olan Yahudiler kategorisine girdiğinden şanslı sayılır Primo Levi. “Ayağımdaki rahatsızlık sebebiyle günler süren mücadelenin ardından ulaşmayı başardığım revirde bekliyoruz. Geldiler, sayım yaptılar. Soyunmamızı emrettiler o soğukta. Botlarımızı aldılar ve tekrar saydılar bizi. Saçlarımızı kazıdılar, bıyık ve sakallarımızı kestiler bir daha saydılar. Duşa girmemiz emredildi, duştan sonra yine saydılar bizi ve tekrar emrettiler duş almamızı. Doktora görünmeye hazır olduğumuzu anladığım o esnada camdan dışarı baktığımda güneşin konumundan saatin öğlen 2’yi geçtiğini anladım. Bu, tüm besleyici değerlerden yoksun, bizleri yalnızca yaşamın kıyısında tutmaya yarayan öğle yemeğim çorbaya veda ettiğimiz anlamına geliyordu. Bunun dışında 10 saattir ayaktayım, 6 saatten beridir de çıplak.”
Kamp artık onlar için ceza değildir. Önlerinde belirsiz bir süre vardır, zira kamp artık onlar için süresiz, belirsiz Alman toplum düzeninde yaşadıkları varoluş biçimidir. Primo Levi, kampta diğer tutsaklar gibi birçok angarya işte çalıştırılırsa da onun hayatta kalmasını sağlayan kamp içerisinde yaşama geçirilen kimya laboratuarıdır. Laboratuara sınavla 3 kişi alınacaktır, ancak Levi tüm yaşadıklarının ardından elinin halen kalem tutabileceğinden bile emin değildir. “Önümde duran mavi gözlü, elleri bakımlı Alman subayına 1941 yılında doktora yaptığımı söylüyorum ve açıkça hissediyorum ki doğru söylediğime inanmıyor, zira ben kendim de inanmıyorum buna, bunun için yaralı ve kirli ellerime, çamura batmış pantolonuma bakmak yeterli. Sınavın sonunda sınav boyunca kendimi tuttuğum heyecan aniden koyveriyor, sersemlemiş bakıyorum Alman subayın anlamadığım işaretlerle benim kaderimi beyaz kağıda yazan açık derili ellerine. Bir an için veda etmek için uygun bir sözcük arıyorum ama nafile.” Nafiledir, çünkü yalnızca yemek, çalışmak, ölmek, kalmak gibi birkaç kelime dışında Almancaya, hele hele yüksek bir şahsiyete veda Almancasına hiç ihtiyacı olmamıştır kampta.
Kampa geleli beş ay geçmiştir. Müttefiklerin Normandiya çıkarması, Kızıl Ordu’nun gittikçe artan üstünlüğü, Hitlere suikast girişimi… Tüm bunlar şiddetli tartışmalara, kısa süreli umut dalgasına da yol açsa aslında hepsinin hissettiği tek gerçeklik yaşama isteklerinin günden güne kaybolduğudur. Bedenler güç kaybına uğrar, hafızalar, zekalar körelir. Normandiya, Rusya çok uzaktır onlara, kış yakın, açlık ve umutsuzluk nettir. Bunlar dışında geri kalan her şeyse gerçek dışı. “Kış gelmesin diye tüm gücümüzle savaştık, tüm sıcak anları yakaladık, gökte biraz daha tutmaya çalışsak da güneş her seferinde battı, beyhude. Dün akşam güneş saklandı kirli sisin, bacaların, tellerin arkasına ve bu sabah itibarıyla kış başlamıştır artık. Bunun ne anlama geldiğini biliyoruz, bu demek oluyor ki ekimden nisana kadar her 10 tutsaktan 7’si ölecek. Hayatta kalacaklar ise her gün, sabahtan akşama kadar bir sağ ayağının bir sol ayağının üzerinde duracak, ısınmak için elleriyle göğüs kafesini yumruklayacak, eldiven bulmak için ekmeklerini feda edecek. Bizlerin burada soğuğu hissediş biçimi özel bir ifadeyi gerektiriyor. Yorgunluk, açlık, korku, ağrı, kış. Bu kelimeler özgür insanların kullandığı kelimeler. Bu insanlar uzun süre kampta kalsalardı yeni, daha katı kelimelerden oluşan bir sözlük doğabilirdi. İşte ancak böyle bir dil anlatabilirdi ne demek olduğunu tüm gün boyunca açık havada, dondurucu soğukta üzerinde bir tişört, bir pijamayla, içinde zayıflığı, güçsüzlüğü ve açlığı hissederek çalışmayı. Şafak vakti işe gitmek için meydanda toplandığımız bir sabah ilk kar tanesinin düşüşüne tanıklık ettik. Eğer bir yıl önce kar yağarken birileri bize bu kampta bir yıl daha kalacaksınız deseydi hiç düşünmeden kendimizi yüksek gerilim hattına atabilirdik.”
Kampta çalışma günü, temizlik, genel kontrol, duş, tıraş günü olan Pazar günü, gaz odalarına gidecekler için seçme yapılacağı haberi yayılır. Poznań gettosundan büyük trenle gelenlere yer açmak gerekmektedir. Sağlıklılar kalacak hastalar seçilecek, Alman Yahudileri ayrılacak, uzmanlar kalacak, küçük numaralar seçilecek büyük numaralar kalacak, sen seçileceksin ben kalacağım… Tam çorba dağıtımına başlandığında siren çalmaya başlar. Her gün şafakta çalan siren kalk borusu anlamına gelir, gün içinde çalan ise ‘barakalara kapan’ emridir. Gaz odasına seçilenleri giderken kimse görmesin diye. “Saatler süren bekleyişin ardından sıra bize geldi. Bizi bir başka odaya aldılar, girdiğimiz kapı kapandı, başka kapı açıldı, duşlara yönlendiren kapı bu. İşte burada, bu iki kapı arasında duruyor kaderimizin hakimi. Her birimiz elimizde kağıtlarla düzgün adımlarla, çırılçıplak geçerken soğuk ekim havasında SS subayının önünden, onun yüzlerimize birkaç saliselik bakışları karar veriyor bizlerin kaderine. Not aldığı kağıtları ölüm ya da yaşam anlamına gelen sağ ve sol tarafında duran yardımcılarına uzatıyor Nazi subayı. 3-4 dakika içerisinde 200 kişilik barakamız halloluverdi. Tüm kamp ise 12 bin kişi. Herkes gibi ben de enerjik ve elastik adımlarla, kafam yukarda, göğsüm önde, kaslarım gergin bir şekilde koştum SS’in önünden. Göz ucuyla gördüm, daha doğrusu bana öyle geldi ki benim kart sağa gitti.” Seçilenlere verilen iki porsiyon çorba ise Nazilerin insancıllığının(!) belirtisi midir bilinmez.
Yıkılmış insan, Nazi Almanya’sının zaferidir. 27 Ocak 1945 tarihinde Primo Levi özgürdür artık, yıkılmış da olsa özgür. “İnsanı yıkma gücü kolay değildir, yıkılmış bir insan yaratmak kolay değildir, öyle kısa da sürmez ama bunu başardınız Almanlar. Ne bir isyan belirtisi, ne bir ayaklanma çağrısı, ne de suçlayan bakışlar. Diz çöktük, boğun eğdik, çünkü biz kırıldık, yenildik.”
Nazi kavram dünyasının vücuda gelmiş hali olan Nazi subaylarıyla ilk karşılaşma anını anlatır. Carpi Tren İstasyonu’na vardıklarında, titizlikle sayımlar yapılır ve birlik komutanına kaç ‘parça’ teslim edildiğine dair malumat verilir. Ve arkasından tutuklular ilk tokatlarını yerler. Yediği bu tokadı Levi anlamlandıramaz, çünkü bu tokatlar ne bir öfke patlaması ne de bir intikam duygusu nedeniyle atılmıştır. Bu durum Levi ve tokat atılan herkes için bir belirsizlik ve anlamsızlık taşımaktadır: “Bu bizim için öylesine saçma, öylesine yeni bir şeydi ki, hiç acı bile duymadık, ne vücutça ne de ruhsal bakımdan. Yalnızca derin bir şaşkınlık içindeydik: Bir insan nasıl dövülebilir hiç öfkelenmeden?”
Nazizmle ilk doğrudan teması ifade eden tokat anı, onu mevcut gerçeklik dünyasından koparan ve kendini yeni gerçeklik olarak zorla dayatan gri bölgenin eşiğinden geçiş anıdır. Ve gri alana geçiş, artık geri döndürülemezcesine varoluş biçiminden bir kopuşu ve geride bırakılan dünyanın ilkelerinin hiçbir zaman yeniden geçerli olamayacağı duygusunu beraberinde getirmektedir. Gri Bölgenin iki yitik öznesi vardır: Muselmann ve Sonderkommando. Almanca olan Muselmann sözcüğünün Türkçe karşılığı Müslüman’dır; Sonderkommando sözcüğünün karşılığı ise özel birlik anlamına gelmektedir. Muselmann yaşamsal, akılsal ve iradi pasiflikle tanımlanır. Bu isim ile adlandırılmasının nedeninin müslümanlıktaki katı boyun eğiş ile bağlantılı olabileceğini vurgulanır.
Yaşanılan için Levi, Jean Améry’den şu alıntıyı yapar: “İşkence edilmiş kişi, işkence edilmiş olarak kalır. (…) İşkenceye uğrayan kişi artık dünyaya uyum sağlayamaz, bir hiç yerine konmanın getirdiği bulantı asla yok olmaz. Yüze atılan ilk tokat ile parçalanıp, daha sonra işkenceyle yok edilen insanlığa güven duygusu bir daha kazanılamaz.”
Çünkü şiddetin olanağına dair herhangi bir önseziye sahip olan insan ile şiddete maruz kalan insanın dünya içindeki konumu birbirinden farklıdır. Şiddete uğrayan kişinin ‘insanlık haysiyetini’ kaybedip kaybetmediği tartışmalıdır fakat ‘bana akıllarına geleni yapabilirler’ düşüncesinin kişinin aklında belirginleşmesiyle ‘dünyaya güven’inin ortadan kalktığı tartışmasızdır. Bastırılamayacak iki his bırakır geriye; büyük bir hayret ve dünyaya yabancılaşma.
Varoluşun kökten sarsılmasının en tipik iki örneği, tutukluların isimlerinin yerini sıra sayılarının alması ve farklı oluşlarını işaret eden göğüslerine dikili yıldızlardır:“Bize ait bir şey kalmadı üzerimizde. Giysilerimizi, ayakkabılarımızı, saçlarımızı bile aldılar (…) Adlarımızı da alacaklar (…)” Görünür kılmak için işaretlenmek, işaretlenen için yabancılaşmaktır. Bu anlamda kamp-içi belirsizlik durumunun insanın varoluşunu tepeden tırnağa belirlediği söylenebilir. Kampın belirsizlik durumu tutukluda radikal bir güvensizlik olarak baş gösterir: “(…) dinlenmek kolay değil: Tehdit ediliyorum gibi, bana pusu kuruluyor gibi bir duygu var içimde; kendimi her saniye savunmaya hazır tutuyorum.”
Gri bölge, bir kara deliktir, Kaos’tur; içine dâhil ettiği her şeyi bir hayvan olana, insan-olmayana dönüştüren bir kara deliktir. Tutuklular, “yaşadığı ana mahkûm edilen” hayvanlar gibidirler, çünkü tüm yaptıkları zaten yapabilecekleri biricik şeydir. Bu durum, öznenin-yok-edilişidir, fakat aynı zamanda insan-olmayan olarak yeniden özneleştirilmesidir. Öznenin ‘kişi’ olmak için gerekli olan niteliklerinden ve haklarından yoksun bırakılması; fakat aynı zamanda bir ‘şey’ olmasına da izin verilmemesi, yani “nedensiz-yasaklı” olmasıdır. Bu nedenle kamptaki özneler, gri bölgenin ne mahkumu, ne sanığıdırlar; belirsiz bir alıkoymanın nesneleri olarak yalnızca ‘tutuklu’durlar. Gri bölge, varoluşun bütünlük ve güven içinde kalmasını sağlayan ‘neden’sorusunun anlamını yitirdiği bir terk etme/edilme alanı olduğu gibi aynı zamanda yeniden-kodlamaların dolaşıma sokulduğu bir alandır. Bu terk edilme ve yeniden kodlamanın en çarpıcı iki örneğini Nazi çalışma kamplarının giriş kapılarında buluruz. Birincisi kampların en ünlüsü olan Auschwitz’in kapısında yazan ‘Arbeit Macht Frei’, yani ‘Çalışmak Özgür Kılar’ cümlesidir. Bu cümle, kendi hayatlarından ve bu hayata ilişkin bütün değerlendirmelerinden koparılmış insanlara yeni bir kod düzeni sunmaktadır. Sunulan bu kod düzeninin niteliği ve ufku ‘çalışmak’tır. Diğer bir örnek ise Buchenwald kampının kapısında yazan “Herkes Hak Ettiğini Bulur” olarak çevrilebilecek ‘Jedem Das Seine’ cümlesidir. Burada ise tutuklular, içinde bulundukları durumu anlamlandırabilmeleri için kendilerini suçlama davranışına itilmektedirler.
Levi kampın içini iyi−kötü karşıtlığı üzerinden anlamaya çalışmayı, insan doğasının anlamayı kolaylaştırmak için gerek duyduğu ‘basitleştirme arzusu’nun bir tezahürü olarak değerlendirir ve kampın içinde geçerli olan ilişkilerin hiçbir modele uymadığını dile getirir. Kampı bir ‘kötülük uçurumu’ olarak betimler. “Tutsak hayatı yaşayan birkaç kişiye, üstün bir iş veriliyor, belirli bazı faydalarla üstünlük tanınıyor, arkadaşlarıyla arasında doğmuş olan dayanışmaya ihaneti körükleniyor… bundan böyle genel yasalara uymayıp dokunulmaz bir duruma girecek, bundan ötürü güçlendikçe de daha çok nefret edilir, daha çok kıskanılır bir kişiliğe bürünecektir. Bir avuç zavallı üzerinde egemenlik kurup onların ölüm ya da yaşamasını avuçlarında tuttukça daha acımasız, daha despot oluyor, çünkü kendisinden daha uygun görülecek birinin hemen kendi yerini alacağını bilmektedir. Ayrıca ezenlere karşı bir çıkış yapamayan tüm nefret ve gücü, saçma da olsa, ezilenlerin üzerine yükleniyor. Böylece yukarıda aşılanan insafsızlık kendinden aşağıdakileri ezdikçe tatmin oluyor.”
Kampta değer koymaktan vazgeçmenin, nedensizliğin ve güvensizliğin, dolayısıyla yaşamdan yoksunluğun bedenselleşmiş hali Muselmann’dır: “geri döndürülemez biçimde tükenmiş, bir deri bir kemik kalmış, bir süre sonra ölecek olan tutuklu.” “Kendi umutları tükenen, arkadaşlarının da umudu kestiği, kamp dilinde adına Muselmann dediğimiz tutsağın bilincinde artık iyi ve kötü, onurlu ve alçak, mantıklı ve mantıksız ayrımına yer yoktu. O artık son çırpınışlarını sürdüren bir fiziksel işlevler yığını, güçbela yürüyen bir canlı cesetti (…)” Muselmann, Nazi eylem biçiminin deney alanıdır, Nazi eylem kodları Muselmann aracılığıyla etkin hale gelir. Muselmann, bir şey yapma gücünden, isteminden yoksunluk anlamındadır.
Gri bölge olarak toplama kampı üzerindeki zorunlu üyelerin yaşama yönelmişliklerini sakatlamak, yaşam, amaçlar ve duygular ile birey olarak insan arasındaki çaba ilişkisini bozmak için kurulmuştur. “Mantıkla bağlı kalsak, o zaman bizi bekleyen yazgının kesin olarak tahmin edilemez bir şey olduğunu, bu konudaki bütün tahminlerin boşuna olacağını ve gerçek bir temele dayanamayacağını kabul etmek gerekirdi. Ne var ki, insanın kendi yazgısı söz konusu olunca mantıkla pek ilişkisi kalmıyor. Her ne olursa olsun, bu durumda insan en aşırı olanakları ele alıyor.”
Hayatı bu derece yadsımalarına rağmen neden intiharın tercih edilmediğine ilişkin Levi şunları söyler: “Birincisi: İntihar hayvana değil, insana özgü bir şeydir; yani içgüdüsel
olmayan, doğal olmayan bir seçim, düşünülerek yapılan bir eylemdir; oysa Lagerde seçimolanakları çok kısıtlıydı, tıpkı zaman zaman ölüme terk edilen ancak öldürülemeyenhayvanlar gibi yaşıyordu insanlar. İkincisi: Genel olarak söylendiği gibi ‘düşünülecek başka şeyler vardı’. Gün, düşünülmesi gereken şeylerle yüklüydü: Açlığı gidermek, bir biçimde yorgunluktan ve soğuktan sakınmak ve darbelerden kendini kurtarmak; ölümün hep çok yakında olması nedeniyle, ölüm düşüncesi üzerinde yoğunlaşmaya zaman kalmıyordu… Üçüncüsü: Birçok durumda, intihar hiçbir cezanın hafifletemediği bir suçluluk duygusundan kaynaklanmaktadır; burada şunu belirtmek gerekir: Tutukluluüun sert koşulları bir ceza gibi algılanıyor ve suçluluk duygusu (ceza varsa, bir suç da işlenmiş olmalıdır) özgürlükten sonra tekrar su yüzüne çıkmak üzere bir yana itiliyordu. Bir başka deyişle, her günkü acılarla kefareti ödenen (gerçek ya da öyle varsayılan) bir suçun intihar yoluyla cezalandırılması gerekmiyordu.”
Gri bölge yalnızca kamp ile sınırlı sınırlı değildir. Çünkü her tarihsel olay gibi bir dizi nedenin, yani onun ortaya çıkmasını sağlayan sürecin sonucudur. Dolayısıyla onu bir zamana, mekâna, ulusa ya da kişiye bağlı olarak değerlendirmek kavrayıcı bir bakış açısı olmayacaktır.
Gri bölgenin etkisi yayılmacı bir özelliğe sahiptir. Kamplar ortadan kalkmış olmasına karşın gri bölgenin ortaya çıkmasını sağlayan olanaklar ortadan kalkmamıştır. Dolayısıyla her ne kadar üzerine oldukça fazla konuşulmuş olsa da büyük ölçekte Nasyonal Sosyalizmin etik alanda yarattığı tahribat, küçük ölçekte ise bireysel kötülüğün kişilerin varoluşları üzerinde yarattığı tahribat üzerine konuşmak güncel tutulmalıdır.
Böylesi bir tahribat için zamanaşımı olanaklı değildir, çünkü yaşananları zamanın doğal akışına bırakmak, “olan-oldu” demek, ahlak-dışı olduğu kadar ahlaka-aykırıdır da. Dolayısıyla mevcut değerler yeniden değerlendirilmedikçe veya insanın değeri, bu değeri dışlayacak türde değerlerin güdümüne sokuldukça Muselmann ve Sonderkommando çağımızın insanına uzak olmayacaktır.