24 Mart 2019 – Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi X.Dönem, 11.Toplantı

0
Want create site? Find Free WordPress Themes and plugins.

Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin ‘İtalyan/Roma Edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz X.Döneminin onbirinci oturumunun konusu Cesare Pavese’nin (1908-1950) Ay ve Şenlik Ateşleri isimli eseriydi. Evren Ergeç yazarın yaşadığı ve onu intihara sürükleyen dönemi, hayatı ve eser hakkında bilgi verdikten sonra kitabı Atölye katılımcılarının değerlendirmesine açtı.

Faşizm, 1922 yılında, liderliğini Benito Mussolini’nin yaptığı Ulusal Faşist Parti’nin iktidara gelmesinden, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar olan dönemde İtalya’da egemen olan diktatörlük rejiminin resmi adıdır.  İtalya I. Dünya Savaşı’nın kazananları arasında yer almış olsa da istediğini elde edememiş bir ülkedir. Bu durumun yarattığı hayal kırıklığı ve süregelen ekonomik ve siyasi istikrarsızlık faşizmin İtalya’da iktidara gelmesinde en önemli etkenler olur. Faşist yönetim, İtalya’da iktidara geldikten sonra ülke içerisinde toplumsal hayatın her alanını kontrol altında tutmak ister ve buna yönelik adımlar atar. Dış politikada saldırgan bir tutum sergileyen faşist yönetim, İtalya’nın uluslararası arenada son derece olumsuz bir imaja sahip olmasına neden olur.

İtalya’da faşist iktidarın kurulmasında savaş sırasında ve sonrasında ülke içinde yaşanan karışıklıklar, ekonomik darboğaz, siyasi partilerin etkisizliği ve çeşitli memnuniyetsizlikler önemli rol oynar.  Müttefiklerinin Dünya Savaşı’nı zaferle sonlandırmaları, İtalya’da beklentilerine ulaşabilecekleri anın geldiği düşüncesini doğurursa da İtalya, Paris Barış Konferansı’nın ilk günlerinden itibaren ciddi hayal kırıklıklarıyla karşılaşır. Londra Antlaşması’nın ABD Başkanı Woodrow Wilson tarafından tanınmamasıyla savaş sonrasında Alman sömürgelerinin dağıtımında İtalya’ya hiçbir pay ayrılmaz.  Bu durum, İtalya’nın Akdeniz’de etki alanını genişletmesine sıcak bakmayan müttefiklerinin işine gelmiştir.  Bu durumda İtalyan halkı, savaşta yaşadığı zorlukların ve yaptığı fedakârlıkların karşılığını alamamış olur ki,  kamuoyunda İtalya’nın müttefikleri tarafından oyuna getirildiği düşüncesinin yayılmasına yol açılıp yenik bir ülke görünümü doğar. Savaştan mağlup ayrılmış ülkelerdeki huzursuzluk ve hoşnutsuzluk havasına benzer bir atmosfer 1919 yılı başlarından itibaren tüm İtalya’yı kaplar.

Savaş sona erdiğinde ülkenin içi iyice kaotik bir hal alır, ekonomik sıkıntılar ağır basar, savaş sırasında ciddi yatırımlar yapan sanayi işletmeleri talep azalmasından dolayı iflas noktasına gelir, İtalyan halkı işsizlik baskısı altında huzursuzluk yaşar.  Bu durumun sonucunda sosyalist fikir akımları İtalyan siyaset sahnesinde ağırlığını hissettirir. İşçiler gerek ekonomik gerekse de politik kazanımlar için mücadeleye başlar.  1919- 1922 arasında yürütme becerisini kaybetmiş hükumetler peş peşe değişerek tam bir siyasi istikrarsızlık ortaya çıkar. İtalya’da faşist yönetim, hakimiyetini işte böylesi karmaşık ekonomik ve politik şartlardan faydalanarak kurar.

Benito Mussolini’nin liderliğindeki faşist hareket 1919 yılında Savaş Demetleri örgütü adıyla doğar. Hem sol akımlara hem de liberal demokrasiye karşı olan milliyetçi çeteler görünümündeki oluşum, 1921’in Kasım ayında Roma Kongresi’nde birleştirilmeleriyle Ulusal Faşist Parti’ye dönüşür. Otoriter bir düzen taraftarı olan Faşist Parti I. Dünya Savaşı sırasında İtalya’ya verilmiş olan vaatlerin yerine getirilmesi için çaba harcar. İtalya’da çeşitli sağcı gruplar kısa süre içinde Faşist Parti’nin bünyesinde toplanır. Mussolini hem ülkenin içinde bulunduğu sorunları çözme vaadinde bulunmaktadır, hem de Roma İmparatorluğu’nun güçlü dönemlerine atıf yaparak, 1871’de ulusal birliğini sağladığı zamandan beri üst düzey Avrupa devletlerinden biri sayılmak arzusunda olan İtalyan halkının milliyetçi hislerine ustaca hitap etmektedir. İtalyan halkı bu dönemde, Mussolini’nin ‘Proleter Ulus’  kavramında ifadesini bulan toplumsal bir eziklik duygusuna teslim olur.

Bir gençlik teşkilatı olarak kurulan ve Kara Gömlekliler (Squadristi) olarak anılan örgüt politik karşıtlarına karşı savaş açar, özellikle komünist gruplarla ve grevci işçilerle çatışmaya başlar. Bir paramiliter örgüt görünümündeki grup üye sayısını sürekli arttırır. 1919  Yılında  üye sayısı 870, grup sayısı 31 olan faşist örgütlerin üye sayısı, 1922  yılında 299,876’a grup sayısı 3,424’e yükselir.  Faşist Parti, 1921 seçimlerinde parlamento’ya 37 milletvekili sokmayı başarır.

Özellikle bu seçimlerden sonra faşist düşünce halk kitleleri arasında daha etkili hale gelir. İtalyan halkı, ülkenin kaosundan çıkış çaresini faşizme sarılmakta bulmuştur. Monarşi ve Vatikan da savaş sonrası dönemin gittikçe kuvvetlenen sol düşünce akımlarından oldukça rahatsız olduğundan Faşist Parti’ye destek verir.

1922 yılının Ağustos ayında, işçilerin genel grevinden dolayı ekonomik yaşam kilitlenme noktasına gelince Mussolini, Kral III. Victor Emmanuele’yi ülke yönetimini kendisine devretmesi için açıkça tehdit eder. Kral ise, Faşist Parti’nin Kara Gömleklileri Napoli’den Roma’ya bir yürüyüş yaparak hükümet darbesine hazırlanınca, hükümeti Faşist Parti’ye vermekten başka çare bulamaz. Mussolini 29 Ekim 1922’de 39 yaşındayken, ülkenin en genç başbakanı olunca İtalya’da faşist diktatörlük dönemi başlar ve 1943’e kadar kesintisiz devam eder.

Benito Mussolini Faşist Parti’nin verdiği iktidar mücadelesinde farklı eğilimlerden geniş kitlelere ulaşmaya önem verdiğinden, işe önce liberal kesimlerin desteğini kazanmakla başlar. Ardından, iktidara geldikten sonra,  ülkede diktatörlüğünü kuracak adımları kararlılıkla atmaya başlar. Öncelikle seçim kanununu değiştirir ve yeni kanunun çizdiği çerçevede yapılan seçimlerde oy oranını arttırarak iktidarını sağlamlaştırır. Hükümletin kolluk kuvvetlerine verdiği geniş yetkiler sayesinde İtalya’nın bir polis devleti haline gelmesi sağlar. Basın özgürlüğü ortadan kaldırılır, kitapların ve süreli yayınların yoğun biçimde sansürlenmesi uygulamasına geçilir. Devletin faşistleştirilmesi sürecinde, 1925 yılının başından 1926 yılının sonuna kadar çeşitli yasalar çıkarılır. Bu çıkarılan yasalarlam hükümete kararname çıkarma konusunda çok geniş yetkiler tanınır. Ayrıca Mussolini, parlamentodan bağımsız,  sadece Kral’a karşı sorumlu bir lider konumuna gelir.  Yasalarda yapılan değişikliklerle bürokrasiye faşist bir kimlik kazandırılır, yurt dışına göç yasaklanır, öncesinde göç edenler ise vatandaşlıktan çıkarılır. Faşist rejime karşı suç işleyenleri yargılamak için özel bir mahkeme kurulur ve mahkemelerde suçlu bulunanlar idama mahkum edilir.

1925 yılında, Faşist devletin spor, kültür ve eğlence örgütü Dopolavoro (iş sonrası) kurularak hem ideolojinin halk tabanına özellikle de genç kitleler arasında yayılması hem de işçilerin sosyalist hareketlerden uzak tutulması çalışmaları kurumsal bir yapıya oturtulur.  Kasım 1926’da totaliter rejimin temelleri, halkçı, sosyalist, liberal ve komünist 124 milletvekilinin milletvekilliklerinin topluca iptal edilmesiyle iyice pekiştirilir. İktidarın ilk birkaç senesi içinde sendikalar ortadan kaldırılır, grevler yasaklanır, sosyalist akımları tamamıyla bastırmaya yönelik adımlar atır. İçeriği faşist düşünceler doğrultusunda değiştirilerek her seviyedeki eğitim doğrudan denetim altına alınır. Üniversitedeki öğretim görevlilerinden açıkça faşist rejime bağlılık yemini etmeleri istenir ve 1.200 profesörden sadece 12’si bu andı içmeyi reddedebilir.

Diğer taraftan, Mussolini uyguladığı bazı devletçi ekonomi politikalarla tarımın ve sanayinin canlanmasını, İtalya’da işsizliğin azalmasını sağlamıştır. Bu ekonomik iyileşme durumu bir yandan halk kitleleri arasında faşizme karşı sempatiyi arttırırken bir yandan da Mussolini’nin popülaritesinin daha da artmasına neden olur. Bu popülariteyi faşizmin çağın en doğru ideolojisi ve en ideal yönetim biçimi olduğu propagandasını yapmak için kullanan ve bu amaç doğrultusunda gerek eğitim gerekse de iletişim olanaklarından sonuna kadar yararlanan Mussolini, kendisi üzerinde odaklanan bir lider kültü yaratmayı başarır.

Mussolini faşizmin evrensel bir karakteri bulunduğunu düşünmektedir. Faşist rejimlerin liberal demokrat yönetimlerden muzdarip olan halkların sorunlarını çözmek için en iyi yönetim biçimi olduğuna inanmakta ve inandırmaktadır. Güçlü olanın haklılığına inanan Mussolini’nin provoke edici hareketleri ve konuşmaları, siyaset sahnesinde fikirlerini kabul ettirebilmenin saldırgan bir tavırla mümkün olabileceğini düşünüyor olmasındandır.

Bu doğrultuda dış politikada stratejisini pasifist anti-emperyalizm yerine saldırgan bir milliyetçilik anlayışına dayandırır. İktidara gelir gelmez önce Yugoslavya’ya, ardından Yunanistan’a baskı yapmaya, iki ülkeye karşı Arnavutluk üzerindeki etkisini iyice artırmaya  başlar.  Arnavutluk’a geniş ekonomik yardım yaparak Arnavutluk’un koruyuculuğuyla Balkanlar bölgesinde ağırlık kazanmaya başlar. Balkanlar’daki faaliyetlerinden sonra Mussolini dikkatini bu kez Afrika’ya yöneltir. Doğu Afrika bölgesinde Eritre ve İtalyan Somalisi’ni sömürge olarak elinde tutan İtalya, 1896 yılında topraklarına katmaya çalıştığı fakat elde edemediği Habeşistan’la  tekrar yakından ilgilenmeye başlar. Habeşistan-Somali sınırındaki küçük çaplı silahlı çatışmaları bahane eden İtalya Ekim 1935’te Habeşistan’ı istila etmeye başlar. Birleşmiş Milletler İtalya’yı saldırgan taraf olarak belirler ve ülkeye karşı birtakım tedbirlerin alınmasına karar verir. Bu tedbirler, İtalya’yı engelleyecek çapta olmadığından savaşa devam eden İtalya, Habeşistan’ın beklenenden iyi direnmesine karşın, üstün teknolojik silahlara ve hatta zehirli gaz kullanımına başvurarak işgali tamamlar. Mayıs 1936’da İtalya Habeşistan’ı bütünüyle topraklarına kattığını ilan eder.

Bu arada Mussolini Batı Avrupa’ya yönelik yönetim anlayışına uygun politikalar geliştirir ve uygular. 1936’da İspanya’da başlayan kanlı iç savaşta General Franco’yu gerek asker gerekse de askeri mühimmat göndererek etkili biçimde destekler. Franco, 1939 yılında Almanya ve İtalya’nın desteğiyle Madrid’e girer ve uzun bir iç savaş sonrası ülkedeki cumhuriyetçileri yenilgiye uğratarak otoriter rejimini kurar.

İtalya, Habeşistan üzerindeki politikası sebebiyle kendisini protesto eden ve bazı yaptırımlara giden Birleşmiş Milletler’den 1937 yılında ayrılır ve aynı yıl Almanya ve Japonya arasında bir yıl önce kurulmuş bulunan Anti-Komintern Pakt’a katılır.  1 Eylül 1939 sabahı Nazi Almanyası ordularının Polonya sınırlarını geçmesiyle başlayan II. Dünya Savaşı’nda, Roma İmparatorluğu dönemine atıfta bulunarak İtalyan topraklarını genişletme arzusunu eskiden beri dile getiren Mussolini  Almanya’yla aynı safta  olur ve 10 Haziran 1940’ta resmen savaşa girer.

Ancak işler planlandığı gibi gitmez. 1943 yılına gelindiğinde İtalya açısından yolun sonu görünür. Bu tarihte, müttefik kuvvetler İtalya’ya güneyden çıkarma yapar. Bu tehdit üzerine Kral III. Victor Emmanuele Mussolini’yi görevden alır,  onun yerine, teslim olmaya sıcak bakan Mareşal Pietro Badoglio’yu getirtir. Mussolini hapse atılır, ardından Hitler’in özel kuvvetlerine düzenlettiği bir operasyon sonucu Gran Sasso’da tutuklu bulunduğu otelden 12 Eylül 1943’te Viyana’ya kaçırılır. Mussolini bir süre sonra İtalya’ya döner ve ülkenin kuzeyinde başkenti Salo olan yeni faşist devleti, İtalya Sosyal Cumhuriyeti’ni (Repubblica Sociale Italiana) kurduğunu ilan eder. Bu yeni devlet, ayakta kalabildiği kısa süre içinde Alman egemenliği altında kalır. Savaşın son yıllarına böylesi parçalanmış bir yapıda giren İtalya’nın yenilgisi de kaçınılmaz hale gelir. Her ne kadar Almanlar Mussolini’yi kaçırdıktan sonra Roma’yı ele geçirip bir süre daha direniş göstermişlerse de müttefik kuvvetler önce Sicilya’ya, 1944’ün Haziran ayında Roma’ya girer, ardından 1945 yılının başlarında Kuzey İtalya’yı ele geçirir. Mussolini’nin savaşın Avrupa’da bitmesine kısa bir zaman kala, Nisan 1945’te İsviçre’ye kaçmaya çalışırken İtalyan komünistlerce yakalanıp öldürülmesiyle İtalya’da faşist yönetimi sona erer.

İşte Cesare Pavese İtalya’nın bu sancılı yıllarında, 1908 yılında babasının kamu görevlisi olduğu Torino’nun 60 km kadar güneyindeki Santo Stefano Belbo kasabasında doğar. 1914 Yılında babası beyin kanserinden ölür. Lisedeyken tek yakın arkadaşının intiharı, yine aynı zamanlarda başka bir öğrencinin kendini öldürmesiyle, intihar onun için saplantı haline gelir. Ailesiyle birlikte taşındığı Torino’da lise ve üniversite öğrenimi görür. Pavese, Walt Whitman şiirleri üzerine tezini tamamlayarak bir süre edebiyat dil dersleri verir. Üniversitedeki son yıllarında beş yıl süren ve sonu hüsranla biten aşk ilişkisinin sonunda iyice karamsarlığa gömülür.

Yapıtlarının faşist yönetimce yasaklanması üzerine çeviriye yönelerek 1930 – 1940’lı yıllarda birçok ABD’li yazarla İrlandalı romancı James Joyce’un yapıtlarını İtalyancaya çevirir.  Kurduğu ve ölümüne değin yönettiği Einaudi adlı yayınevinin yanı sıra faşizm karşıtı La Cultura dergisini çıkarır. 1935 Yılında tutuklanarak bir yıl Barcelona Hapishanesinde kalır.  Serbest bırakılmasının ardından şiir ve edebiyat çalışmalarına hız verir ve bu eserlerinde çocukluğunun geçtiği yerleri anlatır. 1943-45 Yılları arasında, antifaşist direnişçilerle birlikte Piemonte tepelerinde yaşar.  Öykü ve kısa romanlardan oluşan yapıtlarının büyük bölümü, II. Dünya Savaşı’ndan sonra yayımlanır.

Bu sıralarda hayatına giren bir Amerikalı film yıldızıyla evlilik planları yaparken kadın kendisini terk edip Amerika’ya gider. Pavese’yi hayata bağlayan bir şey kalmamıştır artık. Bu sıralarda büyük bir hayranlık duyduğu Amerikalı yazar T.O. Mathiessen’in 1950 Nisanında intihar etmesiyle iyice kabuğuna çekilir. İtalya’nın saygın edebiyat ödülü Strega Ödülü’nü Roma’da almasından hemen sonra Torino’ya döner ve günlüğü dışındaki tüm çalışmalarını yok eder. 26 Ağustos 1950 tarihinde Torino’da bir otel odasında intihar eder.

Ölümünden iki yıl sonra arkadaşları tarafından elden geçirilen Yaşama Uğraşı adıyla yayımlanan güncelerinde hayata dair tüm duygularını anlatır. 18 Ağustos günü güncesine son  olarak ‘ Tiksiniyorum bütün bunlardan. Sözler değil. Eylem. Artık yazmayacağım,’ diye yazar.

Çağdaş İtalyan edebiyatının en önemli temsilcilerinden ve yeni gerçekçilik akımının kurucularından sayılan yazar için 1957 yılından başlayarak edebiyat dalında Pavese Ödülü düzenlenir.

Kadınlarla bir türlü yürümeyen aşk ilişkileri onu kadınlara karşı eleştirel yazılar yazmaya yöneltir. ‘Kadınlar akıllıdırlar. Ancak evlenmeyi kafalarına koydukları erkeğe aşık olurlar,’der  Susan Sontag’ın nitelemesiyle, ‘örnek bir çilekeş’tir ve çileyi elbette en çok kadınlardan çekmiştir. Aşk çilekeşidir,  aşk kırgınıdır, kadınların önünde ezilen, küçülen, acı çeken, ama bunu en iyi ifade edebilenlerden biridir. ‘Kadınları düşünmemek mümkündür; tıpkı ölümü düşünmemek gibi…’ Kadınlar ve ölüm, Pavese’yi hep aynı huzursuzluk ve kötümserlik havasıyla büyüler. Çünkü her iki durumda da Pavese’nin başlıca sorunu, bunlara yeterli olup olamayacağı düşüncesidir.

Cesare Pavese’nin 1949 yılının Eylül-Kasım ayları arasında yazdığı son romanı Ay ve Şenlik Ateşleri, 1950 yılında yayınlanır. Kalemiyle yarattığı dünyanın bireşimini yapar.  Kendi geçmişiyle ve okurlarıyla hesaplaşır. Amerika’da para-pul sahibi olduktan sonra, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde doğduğu köye dönen yılan balığı lakaplı kahramanın karşılaştıkları anlatılır. Amerika’dan evine, memleketine döner, hiç sahip olmadığı yuvaya, hiç sahip olmadığı ebeveynlerinin yaşadığı topraklara. Amerika doğa figürünün tam karşıtıdır ve yazar oradan aslında tekrar doğaya dönmektedir. Anguilla (Yılanbalığı), eski arkadaşı Nuto ile yaptığı konuşmalar aracılığıyla çocukluğunun günlerine, kişilerine döner ve direnişçilere ihanet ettiği için öldürülen genç bir kızın ölüsünün yakıldığı ateş, aynı zamanda geçmişin de küllerini savuran bir şenlik ateşine dönüşür. Kişisel anılarla bezeli geçmişi dengeleyen şimdiki zaman da, aynı oranda çetindir ve simgesini ailesini öldürdükten sonra evini tutuşturarak bir başka şenlik ateşi yakan köylü Valino’da bulur. Doğa sevgisini, kırsal kesimin ahlak anlayışını ve yazgıya karşı koymanın anlamsızlığını vurgulayan eser,  özlemlerin ve hüznün romanıdır.

Eserde sıklıkla yer verilen savaş sonrası İtalya ve İtalyanlara yönelik bakışı duygusaldır.  Faşist yapılanmalara karşı yürüttüğü çalışmalar nedeniyle bir yıl hapis yatmış olan Pavese’nin bu tutumunu, yaşamının sonuna doğru insanlıkla bağlarını kopartmış olmasına ve hiçbir şey için çaba sarf etmeye gücü kalmamış olmasına bağlamak mümkün.

‘Bütün kanların iyi ve eşdeğer olduklarını bilebilecek kadar dünyayı dolaştım. Ama yine de insan, kanını gelip geçen bir mevsimden daha değerli, daha uzun ömürlü kılmak için çaba harcıyor; kök salmaya, toprak, ülke sahibi olmaya çalışıyor, ‘ diye barışçıl bir söylemle başlar eser. II. Dünya Savaşı sonrası çocukluğunu, gençliğini geçirdiği topraklara geri dönen kahraman, çocukluğunda bir aile tarafından devletten para almak için evlat edinilmiştir. Mora Çiftliği’nde ırgatlık yapana değin de o aileyle yaşamını sürdürür.  ‘Çok yoksul olduğumuzu biliyordum artık, çünkü ancak çok yoksullar hastaneden piç alıyorlardı.’ , ‘Bir yerde doğmamış olmanın, kan bağından yoksun olmanın, ekin türünü değiştirmeyi önemsemeden daha şimdiden yaşlılarla birlikte yarı gömülmüş olmamanın ne anlama geldiğini hemen orada anladım.’

Yıllar sonra, göçmen olarak gittiği Amerika’da zengin olduktan sonra yine de köyüne döner. ‘Köy, insanın yalnız olmaması demektir; insanlarda, bitkilerde, toprakta sizden bir şeyler olduğunu bilirsiniz, orada olmadığınızda bile köyünüz sizi bekler.’ Çocukluk arkadaşı Nuto’yla karşılaşır meydanda, bir yortu günü. ‘İyi bir rastlantıydı, yabancıların gidiş gelişleri, meydanın kargaşası gürültüsü, bir zenciyi bile gözlerden gizleyebilirdi.’ , ‘Amerika’da öyle güzel ki dedim. Herkes piç.’  Arkadaşının köyde yaşanan yoksulluk ve piçliğe ilişkin yanıtı çarpıcıdır: ‘Sarhoşlarla cahil hizmetçi kızların lahana kökü ve ekmek kabuğuyla karınlarını doyurmak zorunda kalan çocuklarıydı. Bunlarla alay edenler bile olurdu. Sen paçanı kurtardın.’ Dönüş nedenini de açıklar kahraman, ‘Burada, köyde hiç kimse anımsamıyor beni, ırgatlık ettiğimi, piç olduğumu kimse bilmiyor.’

Oysa kahramanın Amerika yılları da zor ve sancılı geçmiştir, ‘Bana benzeyen, üstelik bana iyi gözle bakmayan insanlarla karşılaşmak için dünyanın öbür ucuna gitmeye değer miydi?’, ‘Birbirlerini bile tanımıyorlardı; o dağlardan geçerken hiç kimsenin oralarda hiç mola vermemiş olduğunu, bu dağlara hiç insan eli değmemiş olduğunu anlıyordunuz. Bu nedenle sarhoşları dövüyor, hapse atıyor, ölüme terk ediyorlar. Yalnızca sarhoşları değil, kötü kadınları da var. Gün oluyor, adamın biri bir şey elde etmek, tanınmak için bir kadını boğazlıyor, uykusunda başına bir kurşun sıkıyor, ingiliz anahtarıyla kafasını parçalıyor.’, ‘“Yollar yapılmadan önce buralara gelip de bir çukurda ölüsü bulunan, geriye kemikleriyle giysilerinden başka bir şeyleri kalmamış insanların öyküleri. Haydutlar, susuzluk, yakıcı güneş, yılanlar. Burada insanların birbirlerini boğazladıkları, yere düşenin bir daha doğrulamadığı bir dönemin yaşanmış olduğunu kestirmek kolaydı.’

Göç edememiş, köyden gidememiş, bu nedenle hınçla dolu, topraksız köylü, ırgat Valino ile kendisini karşılaştırır, ‘Dul olduğunu biliyordum, karısı bir önceki çiftlikte ölmüştü, erkek çocuklarının büyüklerini de savaşta kaybetmişti, bir oğluyla kadın akrabalarından başka kimsesi yoktu. Bu dünyada ne işi vardı artık? Belbo Vadisi’nden dışarı adım atmamıştı. Elimde olmayarak patikada durakladım, yirmi yıl önce gitmemiş olsaydım benim yazgımın da böyle olacağını düşündüm. Ben dünyayı, o bu tepeleri dolaşmış, ama ikimiz de “Bu tarlalar benim. Şu peykede yaşlanacağım. Bu odada öleceğim,’ diyememişti.’, ‘On üç  yaşındayken, Padrino yerleşmek için Cossano’ya gittiğimde bir rastlantı sonucu buradan ayrılmamış olsaydım, hala Valino ya da Cinto gibi yaşıyor olacaktım.’,  ‘Valino’nun yüzündeki kederin anlamını, ancak şimdi anlıyorum. Sonuçlar ortada: bu yabanıl kadınlar, bu topal çocuk.’

Kahraman köyde kalan Valino’yla savaştan konuşur. ‘Savaşta ölenlerden söz ettik daha sonra. Oğullarıyla ilgili bir şey demedi. Ağzında geveledi. Ben direnişçilerden, Almanlardan söz edince omuzlarını silkti. Kim bilir, dedim, ormanlarda kaç kişi gömülüdür daha.’ Valino duygusuz cevap verir. ‘ Yaşarken bir işe yaramadılar, ölüleri de yaramaz.’ Nuto’ya kalsa ‘Savaş kaçınılmazdı, bir tür alın yazısıydı. Olacak bir şey herkesi ilgilendirir ve dünya kötü kurulduğu için düzeltilmesi gerekirdi.’ Nuto yaşadığı günü yorumlar ‘…Nuto sakin sakin, boş inancın kötülük yapmak, köylüleri soymak, onları karanlıkta bırakmak için aydan ve şenlik ateşlerinden yararlanmak demek olduğunu, asıl bunu yapanın cahil olduğunu ve meydanda kurşuna dizilmesi gerektiğini söyledi. Bunları konuşabilmek için yeniden köylü olmalıydım. Valino gibi yaşlı biri, belki hiçbir şey bilmezdi, ama toprağı iyi tanırdı.’

Topraksız, açlık sınırındaki ırgat Valino, çoğu yoksul İtalyanlar gibi hınç  ve şiddet doludur. ‘Valino belinden kayışını çözüp de kadınları hayvan kamçılar gibi dövdüğünde, çığlıkların Belbo Vadisi’nden bile duyulduğunu söyledi Nuto. Cinto’yu da dövüyormuş; şarap değildi nedeni, bu kadar şarapları yoktu, yoksulluktu, çıkışı olmayan bu yaşamın yol açtığı öfkeydi.’

Savaş yorgunuydular ve ortalık tam bir kaos ortamındaydı. Gaminella’daki bayırlarda kafaları ezilmiş, ayakkabısız iki ceset bulunduğunda,  ‘Cumhuriyetçi olmalıymışlar, çünkü direnişçiler vadide, meydanda kurşuna dizilerek, balkonlara asılarak öldürülür ya da Almanya’ya gönderilirlermiş.’ , ‘Kızılların, yargılamadan enseye kurşun sıktıkları fısıltısı dolaşıyordu meydanda. … toprağın altında bir sürü zavallı çocuğu çıkartmaya hazır olduğunu söyledi bas bas bağırarak.’, ‘Direnişçilerin hepsi katildi!’, ‘Bir gerilla, yasa dışı kanlı bir gerilla savaşıydı. Belki bu iki kişi de gerçekten gammazlık yapmıştı.’

Monarşi ve Vatikan faşizmi destekliyordu ama uluslararası basında  ‘Gazetelerde Kral ile General Badoglio’nun İtalyanları dağa çıkmaya, gerillalara katılmaya, Almanları ve faşistleri sırtlarından vurmaya çağıran bildirileri yayımlanıyordu. ‘, ‘..iki kurbanın törenle gömülmesi, bir toplantı düzenleyerek kızılların aforoz edilmesi. Pişmanlık getirmek ve dua etmek. Toplu seferberlik.’, ‘ Ama bu papaz ölüleri sömürüyor, anasını bile sömürür, tabii varsa…’, ‘“Latince bir sözcük de söyledi. Vatansızlara, şiddet yanlılarına, Tanrı’ya inanmayanlara karşı çıkmalıydık. Düşmanın bozguna uğradığını sanmamalıydılar. İtalya’nın birçok yöresinde hala kızıl bayrak dalgalanıyordu.’, ‘Nuto yerinde duramıyor, acı çekiyordu. Bir ölü karşısında, kara gömlekli de olsa, onuruyla ölmüş de olsa başka türlü davranamıyordu. Papazlar, ölüler konusunda hep haklıdırlar. Bunu biliyordum ben, o da biliyordu.’ diye yorumlar yapılır.

Faşist yönetim uygulamaya geçmişti. ‘Bozguncu partilere üye olunmamasını, Hıristiyanlığa düşman ve açık saçık gazetelerin okunmamasını, iş ilişkileri gerekmedikçe Canelli’ye gidilmemesini, meyhanede oturulmamasını ve kızların da giysilerini uzatmalarını istedi.’ Oysa Nuto öfkeliydi ‘Bugün çan çalabilmesini, çanları kurtaran direnişçilere borçlu olan bir papaz, cumhuriyetçileri ve cumhuriyetçilerin iki casusunu savunuyor. Bir hiç uğruna bile kurşuna dizilmiş olsalar,”dedi,”ülkeyi kurtarmak için sinekler gibi ölen direnişçileri kötülemek ona mı düşer?’,  Nuto, ‘1918 Savaşı’nın da böyle olduğunu söylüyordu, patronlar yönetimde kalmak için bir sürü köpeğin ipini çözmüşlerdi, birbirlerini boğazlasınlar diye. “Dünyanın köpek saldırtan patronlarla dolu olduğunu anlamak için gazeteleri – o zamanın gazetelerini- okumak yeter,” diyordu. Olup bitenleri öğrenmek bile istemediğim kimi günler, sık sık Nuto’nun bu sözlerini anımsarım ve sokaklarda yürürken insanların ellerinde gördüğüm gazetelerin kara başlıklarını bir fırtınaya benzetirim,’ diyordu.  ‘Daha o günlerde baban bilgisizlerin hep bilgisiz kalacaklarını, çünkü gücün, insanların bilgisiz kalmasında çıkarı olanların ellerinde, hükumetin, kara cüppelilerin, sermaye sahiplerinin ellerinde olduğunu söylerdi…’

Savaşın insani maliyeti yüksektir. Karar verilmesi ve bir taraf olunması gerekir.

 ‘Sonunda bu günlerin karar günleri olduğunu, ya o tarafta ya bu tarafta olunması gerektiğini, kendisinin asker kaçaklarının, yurtseverlerin, komünistlerin yanında olduğunu bile söylemiş. Ondan, komutanlıkta kendileri için köstebeklik yapmasını isteyecek olmuş, ama vazgeçmiş; bir kadını, hele Santa’yı böyle bir tehlikeye atmayı göze alamamış. Ama Santa göze almış bunu.’ ‘Baraca gerekeni yaptırdı. Bağdan kuru dallar kestirip üstüne yığdık. Sonra benzin döküp ateşe verdik. Öğleye doğru her şey kül olmuştu. Geçen yıl hala izi duruyordu, tıpkı bir şenlik ateşinin çukuru gibi.’

Did you find apk for android? You can find new Free Android Games and apps.
Share.

Comments are closed.