Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesinin temasını ‘İngiliz Edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz 8.01.2020 Çarşamba günkü beşinci oturumunda, Asuman Kafaoğlu-Büke bize yazar John Laurence Sterne’nin (1713-1768), Tristram Shandy Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri kitabının felsefi arka planını anlattıktan sonra kitabı katılımcıların tartışmasına açtı.
1665 Yılında başlayan veba salgını nedeniyle İngiltere’de büyük insan kayıpları yaşanmış, durum 1678’de bir krize dönüşmüştür. Ayrıca II. James’in Katolik olması sebebiyle tahta çıkması parlamentoda engellenmeye çalışılınca 1678-1681 döneminde ‘Dışlama Krizi’ (Exclusion Crisis) adı verilen süreç yaşanır. İngiliz Restorasyonu (1660) sonrasında parlamento iki gruba bölünür; Toryler ve Whigler. Meşrutiyetin genişletilmesini savunan burjuvalara İrlandalı haydutlar için kullanılan ‘whig’ adı takılır. Bu grup 19. yüzyıl sonlarında bölünerek İngiliz İşçi Partisini doğururken kalan asıl Whigler günümüzün Liberal Partisini kurarlar. Toryler krala ve kiliseye bağlı olan, 19.yüzyılda Muhafazakar Partiyi temsil eden gruptur. Krizin destekçileri Whigler ile karşı olan Toryler arasında gerilim artarsa da dışlama girişimi başarısız olur. Toryler, 1681-1685 döneminde Whig liderlerine acımasız davranmış,1683’te Londra Kenti Anlaşması yürürlükten kaldırılmıştır.
Tahta 1685’te çıkan II. James (1685-1688) Katoliklik ilkelerine destek olmak amacıyla sert bir politika uygulamaya başlar. Yaptıkları, özellikle Torylerce hoş karşılanmayınca, 1686 ve 1687’de parlamentoyu toplamayınca ülkedeki gerilim yükselir, muhalefet yükselir. Bu gerilimden istifade eden James’in yeğeni ve damadı olan Oranjlı III. William olur. 1688 Yılında III. William İngiltere’ye saldırır, İngiliz donanmasını aşarak Brixham’da karaya çıkar. Büyük bir orduyla yaptığı bu saldırı ve sonrasında yaşananlar, “Görkemli Devrim” (Glorious Revolution) (1688-1689) adıyla tarihe geçer. Bu devrim, İngiltere’de Kral’ın devrilmesine yol açan bir saldırıdır ve anayasal, siyasi değişime yol açar.
III. William ve II. Mary, James’in ortak veliahtları ilan edilir. Her ikisinin ölümü halinde ise tahta Mary’nin kardeşi, II.James’in kızı Anne geçecektir. Böylece Kral’ın seçilmesi yerine boş makama atama yapılması uygulaması başlatılmış, bu şekilde sorunlar en aza indirilmiş olur. Bu gelişmeyi meşrulaştırmak için İngiltere Parlamentosu ‘Haklar Kanunu’ (Bill of Rights) adlı bir kanun çıkarır. Böylelikle İngiltere Krallığı’nın mutlak Kral istibdadı ile yönetilmesi kınanıp geride bırakılarak, İngiltere Krallığı’nın bir meşruti monarşi (constitutional monarchy) olduğu bu kanunla teyit edilmiş olur. 1701 Yılında parlamentodan geçen yasayla (Act of Settlement 1701) Katoliklerin tahta çıkması yasaklanır. Bu dönemden itibaren, İngiliz siyasi sistemi Westminster parlamenter modeli doğrultusunda gelişmeye ve demokratikleşmeye devam eter ve Kralların yetkisi azalırken, parlamento ve sivil yöneticilerin etkileri artmaya başlar.
III. William döneminde (1689-1702), İngiltere, Katolik yayılmacı bir politika izleyen Fransa Kralı XIV. Louis karşısında Protestan Avrupa’nın lideri durumuna gelir. Louis’nin 1685’te Fransız Protestanlara sağlanan ayrıcalıkları sonlandırması Avrupa’yı alarma geçirmiştir. Bu dönemde İskoçya’da ve İrlanda’da yaşanan iç savaşların yanında, Fransa’ya karşı da 1697’ye kadar süren zorlu bir savaş başlatılır. III. William döneminde ‘Görkemli Devrim’ve ‘Haklar Kanunu’nun etkileri yoğun şekilde hissedildiği gibi bunlara ek olarak, 1689’daki Hoşgörü Yasası (Toleration Act) dinsel hoşgörüyü, 1694’teki Üç Yıllık Yasa (Triennial Act) da seçimlerin düzenli olarak yapılmasını getiren adımlar olarak yorumlanır.
İngiltere, o dönemde John Locke ve Isaac Newton gibi ilerici aydınların ülkesi olarak bilinir. Sir Isaac Newton’ın (1642-1727) kurduğu Kraliyet Cemiyeti Derneği’nin (Royal Society) çalışmaları, Britanya’da bilimin Krallığın şanına yakışır şekilde gelişmesini amaçlamış ve büyük ilerlemeler sağlamıştır. John Locke (1632-1704), mutlakiyetçiliği savunan Thomas Hobbes’un (1558-1679) anti-tezi olarak bu dönemde parlamentarizm, çoğulculuk ve hoşgörü savunusu yaparak İngiltere’nin siyasi yaşamında çok etkili olur. Bu sayede, bu dönemde parlamentonun rolü de II. Charles ve II. James dönemlerine kıyasla çok daha etkin olur, ilerleyen yıllarda da Britanya’da liberal bir hoşgörü düzeninin kurulmasına olanak sağlar.
1600’lerin başında oluşmaya başlayan kolonici siyaset bu dönemde daha da geliştirilir. İngiltere deniz gücü açısından dünyada hâkim duruma geçer ve denizaşırı ticareti de ciddi anlamda gelişir. Uluslararası ticaret, özellikle ülkenin en önemli liman şehri olan Londra’da yoğunlaşırken bilimsel gelişmeler de buna uygun şekilde ilerler. İngiliz gökbilimci Edmund Halley, III. William’ın kendisine tahsis ettiği ‘Paramour’ isimli şalupa ile Güney Atlantik’te araştırmalar yapar ve gezi yazıları yayımlanır. 1689 Yılında Alizelerin haritası, 1693’te ilk bilimsel gökbilim çizelgesi ve 1701’de yer çekimi ile ilgili şemaları hazırlanır ki bunlar, denizcilik açısından önemli bilimsel gelişmeler olarak kabul görür.
Stuart Hanedanı adına tahta geçen Anne (1702-1714) hem İngiltere Kraliçesi, hem İskoçya Kraliçesi , hem de İrlanda Kraliçesi unvanını taşır. 1707 yılında İngiltere Krallığı ve İskoçya Krallığı parlamentoları ‘1707 Birlik Kanunları’ (Acts of Union 1707) adlı yasayı kabul ederek, iki Krallığı birleştirince Anne, yeni kurulan Büyük Britanya Devleti’nin Kraliçesi olur. Bu gelişmeler nedeniyle, birçok tarihçi için Birleşik Krallık tarihi 1707’de kurulan ‘Büyük Britanya’ ile başlar. 1707 reformlarıyla birlikte İngiltere Parlamentosu ve İskoçya Parlamentosu da birleştirilerek Büyük Britanya Parlamentosu (Avam Kamarası) oluşturulur.
Çocuğu olmayan Kraliçe Anne 1714’te öldüğünde, İskoçya ile birliğin bozulması konusunda endişeler belirince İskoçya’daki nüfuzlu kişiler, İngiltere piyasasından ve büyümekte olan İmparatorluğun imkânlarından yararlanmak istedikleri için birliğe sıcak bakmaya başlarlar. Bu ortamda, Katoliklerin tahta çıkma şansı olmadığı için, kuzeni olan I. George (George Louis) tahta çıkınca Britanya’da Alman kökenli Hannover Hanedanı iktidarı başlamış olur.
Bu dönem, İngiltere’nin tarihinde dünyanın süper gücü haline geldiği yegâne dönemin başlangıcıdır (1750-1900). Bu dönemde, İngiltere, aydınlanma, şehirleşme ve sanayileşmenin, yani genel anlamıyla modernizmin merkezi olurken, aynı zamanda parlamenter siyasi sistemi de (Westminster modeli) birçok gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeye ilham kaynağı olan ileri demokratik bir model haline gelir. Süpergüç olma durumu, bu dönemlerde İngilizlere ayrıcalıklı oldukları hissini de beraberinde getirir. Hızlı toplumsal ilerleme ve dönüşüm nedeniyle, bu dönem İngiltere politikası açısından sancılı geçer. Kıta Avrupası’ndaki gibi büyük isyan ve devrimler İngiliz muhafazakârlığının etkisiyle yaşanmasa da, birçok iç sıkıntı ortaya çıkar.
İngiltere’nin süper güce dönüşmesindeki itici rolü ise ekonomik gelişme sağlar. 1759 Yılından itibaren patent hakkı için başvuranların sayısının artması bunun somut bir göstergesidir. Üretimin yanında tüketim de hızla artar ve kent yaşamına uygun sosyal ve kültürel normlar oluşmaya başlar. Ticaret, bu dönemden başlayarak İngiliz toplumunun tipik bir özelliği haline gelir, kentlerdeki pazarlar, artık kalıcı dükkânlara dönüşmeye başlar, sınai faaliyetlerinde uzmanlaşmanın yaşanması önemli bir getiri haline gelir, iş alanları belirginleşir, uzmanlık alanları ortaya çıkar. Sanayide hızlı üretim için gereken sermaye, ulaşım imkânları (demiryolu ulaşımı), piyasa düzeni ve enerji (kömür) ülke topraklarında bulunmaktadır. Ayrıca tarım alanında da önemli ve olumlu gelişimler yaşanır. Aristokratların değişime karşı çıkmaması bu dönemde yaşanan ilerlemede pozitif bir rol oynar. Buharlı makineler dönemin simgesi haline gelir. Buharla çalışan değirmenler (Albion Mill), delgi makineleri, James Watt’ın geliştirdiği kondansatör de bu dönemin önemli icatları arasındadır. 19. Yüzyılda bu icatlar artarak devam edecek ve İngiltere’nin o dönemlerde bilimin dünyadaki en önemli merkezi durumunda olduğunu ispatlayacaktır.
Hannover Hanedanı’nın ilk Kralı olan I. George (1714-1727), Birleşik Krallık tahtına çıkmadan önce Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’na bağlı olarak Brunswick-Lüneburg Düklüğü ve Seçilmiş Hannover Prensliği görevlerini yürütmekteydi. Alman kimliği İngiliz kimliğinin önünde olan, İngilizce bilmeyen Kral I. George döneminde, Birleşik Krallık’ın Başbakan liderliğindeki modern bir kabine sistemiyle yönetilmesi anlamında önemli ilerlemeler yaşanır. Bu dönemde görev yapan Sir Robert Walpole’a (1676-1742) tarihçilerce Britanya’nın ilk Başbakanı olarak bakılır. Kral I. George’un İngilizce öğrenmemesi nedeniyle Walpole’a devlet işlerinde özerk bir alan sağlaması ve parlamenter sistemin derinleşmesi bu sonucu yaratır. Walpole, 22 yıl görevde kalmasıyla (1721-1742), İngiltere tarihinde bu görevi en uzun süre sürdüren kişi unvanına da sahip olur. Dolayısıyla, bu dönemde Krallığın mutlak yetkileri azaltılır, demokratik sistemin yerleşmesi konusunda ilerlemeler yaşandığı gibi Whig ve Tory anlayışlarının Britanya siyasetine yerleşmesi de bu dönemde olur.
1.George ölünce, yerine oğlu II. George geçer. II. George (1727-1760) döneminde, İspanya ve Fransa ile savaşlara girişilir. Bu savaşlar ekonomiyi olumsuz yönde etkilese de, Robert Clive’ın Plassey’de Bengal hükümdarını yenmesinden sonra Doğu Hindistan Şirketi (East India Company) Hindistan’da güçlü bir konuma gelir. 1758-1769 döneminde Fransız Kanada’sı ele geçirilir, Quebec teslim olur. Britanya’nın bir deniz imparatorluğu olduğu görüşü yerleşir. Britanya’da bu dönemde halen soyluların egemen olduğu ve sınıfsal politika düşüncesinin oluşmadığı bir toplumun varlığı egemendir. Sosyal gerilimler 1760’lardan itibaren hızla artsa da, bunlar sınıfsal tepkiler temelinde gelişmese de 1789 Fransız Devrimi sonrasında sınıfsal politikanın etkileri Britanya’da da görülmeye başlanır. II. George’un Krallığı döneminde ayrıca parlamenter sistem güçlenir ve Kral iç politikaya fazla müdahale etmez. II. George, ayrıca ordusunun başında Dettingen’de 1743’te cepheye giden son Kral olmuştur.
III. George (1760-1820), Hannover Hanedanı’nın İngiltere’de doğup büyüyen ilk kralıdır. I. George ve II. George döneminden farklı olarak Hannover’e hiç ziyarette bulunmamış ve İngilizce’yi anadili olarak benimsemiştir. III. George zamanında İngiltere Amerikan sömürgelerini yitirir (1783), ama İrlanda ile resmen birleşir. 1801 Yılından itibaren devletin adı ‘Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı olur. 1922’de İrlanda Cumhuriyeti kurulunca da, Birleşik Krallık ya da yaygın adıyla İngiltere, bugünkü resmi ismini yani ‘Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı’ (kısaca Birleşik Krallık) adını alır.
Tristram Shandy ve Duygusal Yolculuk adlı iki kitabı sayesinde, adından yüzyıllar sonra dahi bahsettirmeyi başaran ünlü yazar Laurence Sterne, 18. yüzyılın en önemli isimlerinden biridir. Yaşadığı dönem ve koşullar göz önüne alındığında, pek çok zor şey başarır. Hayatının büyük bir bölümünü din adamı olarak geçirdiğinden kendisinden ‘çılgın din adamı’ olarak bahsedilir. Din adamlığı dışında hakimlik de yaparak hem kanun hem de din insanı olmuştur.
Laurence Sterne, İrlanda’nın Clonmel şehrinde 1713’te dünyaya gelir. Sterne’nin babası Roger, York başpiskoposunun torunu olmasına karşın İspanyol Yükselişi Savaşı sırasında savaşan en düşük rütbeli piyade subayıdır. Roger bir subayın dul eşi ve kendisininkinin altında bir sınıftan olan Agnes’le evlenir Laurence doğar. Sterne’in erken çocukluk yıllarının çoğu yoksulluk içinde geçer. 10 Yaşındayken Halifax yakınlarındaki Hipperholme’deki okula gönderildi ve orada yakınları olan amcası Richard Sterne’e emanet edilir. Çalışkan bir öğrencidir ve bursla Cambridge’e gider.
1741-42 Yılları arasında Sterne, amcası tarafından kurulan bir gazeteye Sir Robert Walpole yönetimini destekleyen siyasi makaleler yazar fakat kısa bir süre içinde tiksinti ile siyasetten çekildi. Amcası mümkün olduğunca ilerlemesini engelleyerek baş düşmanı olur. Elizabeth Lumley ile tanışır, aşık olur, 1741’de evlenir. Evlilikleri boyunca Sterne sürekli olarak eşini aldattığı için çatışmaları hiç bitmez.
İki dini mahkemede komiser (hakim) olarak görev yapar ve York Minster’daki vaazlarıyla çok popüler olur. Dışarıdan ılımlı bir şekilde başarılı olan din adamları gibi görünse de ölü doğan çocukları nedeniyle eşiyle mutsuzdur.
Laurence Sterne, masrafları kendisine ait olmak üzere, 1759 sonlarında Tristram Shandy’nin ilk iki cildini yayınlatır. Kitabın patlamasının ardından kendi yayınevini açar, 1762’de akciğer kanamaları artar ve 1768’de Londra’daki evinde yatarken, kolunu sanki bir darbeyi önlermiş gibi kaldırır, ‘Şimdi geldi’ diyerek ölür.
Laurence Sterne, insanla toplum arasındaki ilişkinin karmaşıklığının farkında olan bir yazar olarak kitaplarında modern insan psikolojisini çok iyi işleyebilmiştir. Yaşadığı dönem, insanların dinin getirdiği günah baskısından kurtulmaya ve sosyal ortamın gücüne inanmaya başladığı, insanın ancak toplumun gelişmesiyle birlikte gelişebileceğinin düşünüldüğü, bunun da ancak akıl yoluyla sağlanabildiğine inanıldığı bir dönemdir. Akıl eğitilmediği, bilgiden yoksun bırakıldığı zaman kolaylıkla yanlış yerlere sapabilirliği düşüncesini Sterne, romanlarında çok net bir şekilde okuyucuya yansıtır. Kitaplarında ana karakterler her zaman akıl yoluyla kendi doğrularını bulmaya çalışmaktadır.
Yazar akla verdiği önemi Tristram Shandy kitabında, “Eğer insan düşünebilen bir varlıksa, şu saptamanın gerçekliğine de aşina olması gerekir: İnsan kendi düşüncelerine, kendi duygularına vakıf olmalıdır; geçmişte nelerin peşinde koştuğunu hatırlayabilmeli, onu yaşamı boyunca yaptıklarını yapmaya sevk eden gerçek saikleri ve mihrakları mutlaka bilebilmelidir,” diyerek gösterir.
Yazarın en ünlü eseri Tristram Shandy: Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri 1759-1767 arasında dokuz ince cilt halinde yayınlanır. Kitap, Tristram Shandy’nin entelektüel gururunun hicvidir. Modern yorumcular Tristram Shandy’yi psikolojik ve akıl-bilinç kurgusunun atası olarak görmektedirler.
Romanda başkahramanın hayatı onun doğumundan önce başlayarak anlatılır. Kitabın ilk kısmında henüz doğmamış olan Tristram’ın yer alması “tarihin başlangıçtan bu yana anlatılması gerek” yargısını destekler. Kitap dünya edebiyatında en tuhaf metinlerden biri olarak nitelendirilmiştir. Yazar, “Dünyayı ve üzerindeki tüm canlı varlıkları daha fazla sevebilmemiz için yazıyorum,” der. Kitap, edebiyat tarihinde çok özel bir yere sahiptir. Alman Romantikleri ve Voltaire, Diderot gibi aydınlanma çağının önemli yazarları Sterne’den büyük bir dâhi olarak söz eder. Goethe yazardan ‘yaşamış en güzel ruh’ diye söz eder. Esprili, alaycı kalemi, romana getirdiği özgün ruhuyla olduğu kadar, insan sevgisi, hümanizması ve köleliğe karşı duruşuyla da kendinden sonra gelen yazarları çok etkilemiştir. Goethe, Mann, Gide, Proust, Joyce, Woolf gibi yazarlar Sterne’in kitaplarından esinlenerek eserler ortaya koyarlar. Yazar eseriyle romanın sınırlarını genişleterek edebiyat türünün her şeyi kapsayacağını kanıtlayarak, gelecek romancılara özgünlüğün yolunu açar. Bitmeyen/bitirilmeyen bir kitaptır yazdığı.
Sterne, John Locke’un (1632-1704) felsefesiyle Cambridge’de eğitim gördüğü yıllarda tanışır. Locke’un ölümü üzerinden otuz yıl geçmiş, felsefesinin önemi daha iyi anlaşılmış ve etkisi genişlemiştir. Sterne’nin öğrenciliği felsefe açısından çok verimli yıllara denk gelmiştir; Descartes (1596-1650) ile Leibniz’in (1646-1716) Kıta Avrupası’nda, Locke ise Anglosakson çevrelerde etki yaratmışlardır. Aydınlık çağ olarak adlandırılacak bilim, sanat ve felsefede modern dönem başlamıştır. Sterne felsefeci olmasa da romanlarında çoğu filozofun düşüncelerini işler.
Aydınlanma felsefesinin ışığında toplumlar Hıristiyanlığın yüklediği günah baskısından kurtulmaya ve sosyal ortamın biçimlendirici gücüne inanmaya başlamışlardır. Akıl kendi haline bırakıldığında, eğitilmediğinde, bilgiden yoksun kaldığında, kolayca yoldan sapabilirdi. Sterne’nin romanlarının özünde bu düşünce yatar. Onun kahramanları akıl yoluyla yazgılarını bulmaya çalışan varlıklardır. Bu zorluğun bilincinde olmalarına rağmen, aklın gücüne inanmak isterler.
Aydınlanma çağı düşünürleri insan zihninin işleyişi üzerine çok düşünmüşlerdir. Locke’a göre, duyularımız sayesinde dışarıdan bilgi alırız, bunlar tekil ve somut idea’lardır. Zihin, bunları işleme sokma yetisine sahiptir ve bu sayede bilgi oluşur. İnsan zihni kontrol edilmediğinde de çalışan bir makinedir, düşünceler birbirlerini doğal çağrışımlarla izler. Laurence Sterne romanlarında bunu yapar, doğal çağrışımlarla bir konudan diğerine atlayarak bilinç akışı oluşturur.
Tristram Shandy romanını anlamak için ne Locke’un epistemoloji kuramını ne de Leibniz’in metafiziğini anlamak gerekir. Sterne çağının felsefelerini romanlarında anlatıyorsa da, bunları felsefi kuramlar olarak anlatmaya kalkışmaz, onun için bütün kuramlar oyunun bir parçasıdır. Onun karakterleri bazen tam da felsefenin işlevsizliğini gösterir. Bazen iki karakter aynı noktadan başladıkları konuda zıt düşüncelere dalarlar. Örneğin biri burnun köprü kemiğinin kırılmasından bahseder, diğeri bu sözler üzerine savaşta yıkılan ve tamir gerektiren köprüyü düşünmeye başlar. Bazen de çok farklı nedenlerle aynı şeye kızarlar: Bir sözcüğün farklı anlamlarını düşündükleri için tamamen zıt anlam yüklemişlerdir sözcüğe. Onun kahramanları bazen iletişim kuramaz, bazen tam uyumlu iletişim kurduğunda da yanlış anladığı için bu uyum oluşmuştur. Bazen uzun bir tartışmada konuyla hiçbir bağlantısı olmayan bir şeyden söz ettiklerinin farkına varmazlar: ‘İnsanoğlu kafa sallamayı öğreneli beri, iki kafa bu kadar farklı nedenlerle aynı zamanda sallanmamıştır.’
Tristram Shandy, Tristram’ın hayat hikâyesini anlatıyorsa da, romanın başkahramanı ve olayların merkezinde o olsa da romanın büyük bir bölümünde aslında Tristam yoktur çünkü onun doğumundan öncesiyle başlar ve romanın üçüncü bölümünde doğar. Üçüncü ve dördüncü bölümlerde ise doğduğu günden öteye gidemez. Horatius’un “Tarih her zaman başlangıçtan başlayarak anlatılmalı” düşüncesine sadık kalmak için olaylara en başından başlar fakat öylesine yan konulara sapar ki bir türlü ilerleyemez konu, bu yüzden Horatius’tan özür diler, yapmak istediği, sıradan bir öyküyü tamamen yeni bir biçemle anlatmaktır. Tristram’ın dünyasını gelenekler değil rastlantılar yönlendirir.
Hayatı boyunca pek çok zorlukla mücadele etmek zorunda kalan Sterne, kendi hayatına dair pek çok izi kitaplarına yansıtmıştır. Özellikle orduda edindiği bilgi ve tecrübelerine dayanarak oluşturduğu kitaplar hala edebiyat dünyası içinde önemli bir yere sahiptir.
Sterne aydınlanma çağının insanıdır. Hümanist olarak çalışmalarının temeline insan zekası ve muhakeme gücünü koyar. Locke ve Hume’un çatışmalarını romana yansıtır; sanki baba Locke, Toby Amca Hume gibidir. Romanın yapısı da Hume’un felsefesi gibi rastlantısal ve dağınıktır.
Atölye, bir edebiyat eseri olarak kitabı beğense de içindeki ayrımcılığı eleştirdi. Göçmenleri konu alan bölümde, ‘Ben olsam evlerini bırakıp da çanta –çıkın, çoluk çocuk, buralara gelmelerinin nedenini makul bir biçimde açıklayamıyorlarsa, kolculara teslim edip, tıpkı serseriler gibi, yasal yerleşim yerlerine geri gönderirdim..’ düşüncesi bugünün ırkçı girişimlerini çağrıştırdı. Yahudi, Türk, Musevi, Kazak hep eleştirilen gruplardı.
‘Şeytan’ın işi bu – düpedüz hınzırlık,
Böylesini yapamaz ne Yahudi, ne Türk, ne zındık’
Savaş severlik de özellikle Albay olan Toby Amca’nın ve yardımcısı Trim’in aklından hiç çıkmayan bir motifti ve benzetmeler, eleştiriler, durumlar hep savaş üzerinden yapılıyordu. Her yer ve konu bir muharebe alanı, bütün adımlar bir taktikti. ‘Savaşın bütün şiddetiyle bir süre daha devam etmemiş olmasına üzüldüğüm zaman ne düşündün? Kardeşinin daha çok insanın katledilmesini, esir düşmesini, ailelerin yaşadıkları yerlerden kovulmasını, sırf keyif olsun diye isteyecek kadar kötü olduğunu mu?’, ‘Okul çağındayken, her davul sesi duyduğumda kalbim o davulla birlikte çarpmışsa hata bende mi? Bu arzuyu oraya ben mi perçinledim? İçimdeki bu çanları ben mi çaldım, yoksa doğa mı?’
Savunma, taarruz konuşmaları ‘Isı ve nem arasındaki bir savaşta’ da var Dul Bayan Wadman’ın Toby Amca’yı etkilemek için geliştirdiği ‘taaruz planı’nda da . ‘Savaşlar da evlilikler gibi cennet katında yapılmaz.’‘Sosisler kılıfa sokulur. Böyle bir tedbir alınmazsa, iyice bastırdığımızda, savaş meydanında askerlerin telef olması gibi telef olurdu.’
Obadiah’a lanet okuyan Doktor Slop’un dili o kadar sivri ve acıdır ki, Toby Amca ‘Şeytanın kendisine bile böylesine lanet okumaya yüreğim elvermezdi, ‘der.
Kadınlar farklı biçimlerde görünür eserde. Atölye kadını ele alış biçimini eleştirdi, özellikle ‘bakire’ tanımlarının sıklığında ya da ‘Kadın ürkektir. İyi ki de öyledir, yoksa onlarla asla baş edemezdik,’ gibi tanımlamalarda. Ama barış çağrılarını değerli buldu. Tristram Shandy’nin annesi ‘Aşk bence dünyada barışı sağlar,’ derken, Toby Amca, siyahi bir kız için ‘Kara derili bir kızcağıza beyaz deriliden daha kötü davranılması için tek bir neden var; ona arka çıkan yoktur,’ derken.
‘Hukukun ilke ve temellerinden biri de onun içinde yer alanların yükselmeyip alçalmasıdır,’ saptaması, hukuk devletinin temellerin atıldığı bir dönemde önemli bir eleştiriydi.
Ama Toby Amca’nın dediği gibi, ‘Hiçbir şey hayat boyu mahkumiyet kadar kötü ve hiçbir şey özgürlük kadar tatlı olamaz. İnsan özgürse eğer.’
Laurence Sterne bir mektubunda yazma nedenini şöyle açıklamış: “Dünyayı ve üzerindeki tüm canlı varlıkları daha fazla sevebilmemiz için yazıyorum.” İşte biz de bu nedenle onu okumalıyız, dünyayı ve tüm varlıkları daha fazla sevebilmek için. Okumak için bundan daha iyi bir neden olamaz.