Konusunu ‘Rus Edebiyatında Savaş ve Barış’ olarak belirlediğimiz VII.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin 24 Şubat Çarşamba akşamki toplantısında, Aydın Büke bize Rus Bestecilerini tanıttı ve eserlerinden örnekler sundu.
XIX. yüzyılda, siyasi yaşamdaki gelişmeler müzik yaşamında da etkili olmuş, bağımsızlıkları için savaşan ülke bestecileri yapıtlarında da yerel motiflerden ve halk ezgilerinden esinlenmişlerdir. Genel olarak bu hareket müzik tarihinde ‘Ulusalcılık Akımı’ adıyla anılmaktadır. Ancak bağımsızlık hareketlerinin görülmediği Çarlık Rusya’sında da XIX. yüzyılın ikinci yarısında halk müziğinin etkisinde kalan besteciler çoğunluktadır. Ayrıca XIX. yüzyılın başlarından beri, yerel olana, halk kültüründen beslenen efsanelere büyük bir ilgi vardır. Bu, zaman zaman bütün bestecilerin yapıtlarında kendini göstermiş, halk ezgilerinden esinli yapıtların sayısında önemli bir artış olmuştur (Brahms Macar Dansları). Zaten bu dönemdeki halk müziğinden etkilenme yalnızca ezgi kullanımı düzeyinde olmuş, kompozisyon yöntemlerinde veya armoni yapısında, XX. yüzyıl başındaki gibi, köklü değişimler görülmemiştir. Yine dönem bestecilerinin, hangi ülkeden olursa olsun ortak bir müzik dili vardır.
XIX. yüzyılda, Avrupa’nın pek çok ülkesinde olduğu gibi Rusya’da da milliyetçilik ve vatanseverlik duygularında önemli bir yükseliş yaşanmıştır. Bunun en belirgin nedeni Napoleon’un Moskova önlerine dek gelerek Rus askerleriyle savaşması ve geri püskürtülmesinin uyandırdığı vatanseverlik duygularıdır. Tolstoy’un ünlü yapıtı Savaş ve Barış bu olay çevresinde gelişir. Rusya’daki belirli çevreler için de Fransız Devrimi’nin ilkeleri önemlidir ve halka giderek daha çok değer verilmeye başlanır. Halk müziği, halk dansları, halk ezgileri ve halk efsaneleri müzisyenlerin ilgisini çekmeye başlamıştı. O güne kadar çoğunlukla Orta Avrupa’dan gelen müzisyenlerin etkisinde kalan Rusya’daki müzik kendi kimliğini bulmaya başlamıştı.
Rus müzik ekolünün oluşmasındaki en önemli isim Mikail Glinka’dır (1804–1857). Bestecinin, ‘Müziği halk yapar, bizler sadece onu uyarlarız’, ifadesi Rusya’daki değişimin en belirgin anlatımıdır. Çocukluğunu küçük bir köyde geçiren Glinka 1817’de St. Petersburg’daki eğitimi sırasında müzik dersleri de almaya başlamış, bu kenti ziyaret eden John Field (1782-1832) ve Johann Nepomuk Hummel (1778-1837) ile tanışmıştır. Resmi görevlerde bulunmuş, aralarında Alexander Puşkin’in (1799–1837) de bulunduğu dönemin önde gelen kültür ve sanat adamlarıyla yakın dostluklar kurmuştur. 1830’da İtalya’ya giderek Bellini, Donizetti ve Mendelssohn ile tanışmış, özellikle opera müziği üzerinde çalışmıştır. Glinka Fransa ve İspanya’ya yaptığı gezilerde aralarında Hector Berlioz’un (1803-1869) da bulunduğu dönemin tanınmış bestecileriyle dostluk kurmuş, özellikle İspanyol müziğinden de çok etkilenmiştir.
1836’da St. Petersburg’da sahnelenen Çar için Yaşam adlı operası ilk Rus Ulusal Operası olma özelliğini taşır. Rusça söylenen yapıt XVII. yüzyıl başında Polonyalılara karşı ayaklanma başlatan köylü Ivan Sussanin’in öyküsünü anlatmaktadır. Köylülerin ve aşağı sınıftan halkın opera sahnesine taşınması, Rus aristokratların tepkisine neden olmuştur. Glinka yapıtın adını, ‘Ivan Sussanin’ yerine Çar için Yaşam koyarak, bu tepkilerin daha da büyümesini önlemeye çalışmıştır. Halk müziği öğelerini bol bol kullanmıştır. (Glinka – Çar için Yaşam, ‘Krakoviak’)
Rus müziğinde ve ulusalcılık akımında müzik tarihinde en tanınmış hareket ‘Rus Beşleri’ ya da ‘Güçlü Küme’ adıyla anılan topluluktur. Doğum tarihlerine göre bu besteciler şöyle sıralanır: Alexander Borodin (1833–1887), Cesar Cui (1835–1918), Mili Balakirev (1837–1910), Modest Mussorgsky (1839–1881), Nikolai Rimski-Korsakov (1844–1908).
1867 yılında ilk kez bir makalede Vladimir Stosov, ‘Rus Müziğinin güçlü grubu’ ifadesini kullanmıştır. Grubun öncülüğünü Mili Balakirev yapmıştır. 1856’da Balakirev ve Cesar Cui aynı müzik dili çevresinde birleşmiş, daha sonra sırasıyla Mussorgsky, Rimski-Korsakov ve Borodin gruba katılmıştır. Ortak özellikleri müziği önceleri yardımcı bir iş olarak yapmalarıdır. Borodin, iyi bir kimyager, Rimski-Korsakov deniz subayı, diğerleri de devlet görevlisidir. Müzikle, özellikle orkestrasyonla en fazla Rimski-Korsakov ilgilenmiştir.
Rus Beşleri, Glinka’nın açtığı yolda ilerleyerek Rusya’nın ve Kafkasların halk müziğini, halk öykülerini çıkış noktası olarak seçmişlerdir. Zaman içinde, diğer ulusalcı bestecilerden farklı olarak, Rus halk müziğinin modlarını kullanmaya başlamışlar, Rus konuşma dilindeki ezgiyi vokal yapıtlarında korumaya özen göstermişlerdir. Tam seslerden oluşan dizilerin yanında, eksik yedili akorların oluşturduğu dizileri kullanmışlardır.
Borodin, senfonilerinin yanı sıra, Prens Igor operasıyla da ünlüdür. XIX. yüzyıl sonundaki Batılı bestecilerin üzerinde de etkili olmuştur.(Borodin – Prens Igor, Poloveç Dansları)
Müzik dilinde önemli değişiklikler yapmak için çalışan ancak kısa yaşamı nedeniyle bunu yeterince sonuca ulaştıramayan Modest Mussorgsky, XIX. yüzyılın en ilginç bestecilerinden biridir. Yapıtlarının pek çoğu Rimski-Korsakov tarafından tamamlanmış ve orkestralanmıştır. En ünlü operası Boris Godunov, en ünlü yapıtı, daha sonra Maurice Ravel tarafından orkestralanan Bir Sergiden Tablolar’dır. (Mussorgsky – Bir Sergiden Tablolar, ‘Promenade’ ve ‘Tuileries’)
Nikolai Rimski-Korsakov, yalnızca Rus Beşleri’nin bir üyesi değil, XIX. yüzyılın en önemli bestecilerinden biridir. Deniz subayı olmasına rağmen vaktinin büyük bölümünü müziğe ayırmış ve sonradan kendini tümüyle müziğe vermiştir. Halk müziğinin her türüne büyük ilgi duymuş, orkestralama becerisiyle de dikkat çekmiştir. Çok üretken bir bestecidir. En önemli yapıtı 1888’de bestelediği senfonik süiti Şehrazat, 1001 Gece Masalları’ndan esinlenmiştir ve doğunun gizemini büyük bir ustalıkla müziğe aktarmış, günümüze dek bestecinin en sevilen yapıtı olmuştur. (Rimski-Korsakov – Şehrazat, ‘Prens Kalender’)
Rus Beşleriyle aynı dönemde yaşamasına rağmen çoğu kez yeterince Rus olmamakla suçlanan Piyotr Ilyiç Çaykovski (1840–1893) müzik tarihinde daha fazla tanınmaktadır. Senfonileri, bale müzikleri ve konçertolarıyla haklı bir ün kazanan besteci aynı zamanda iyi bir opera bestecisidir. En ünlü sahne yapıtları Yevgeni Onegin ve Maça Kızı’dır. (Çaykovski – Yevgeni Onegin, Köylülerin Korosu)
Yalnızca Rus müziğinde değil, XX. yüzyıl başındaki müzik dilinin değişiminde de önemli bir yeri olan Aleksandr Skriyabin (1872–1915), kısa sayılabilecek yaşamı boyunca üç önemli yaratı süreci geçirmiştir. Bunların ilkinde özellikle Chopin etkisinde kalmış, zamanla Brahms, Schumann, Liszt ve Wagner’den etkilenerek atonalitenin ve 12 Ton Sisteminin habercisi olmuştur. Özellikle “Prometheus Akoru” olarak tanımlanan ve farklı yapıdaki dörtlü aralıklardan oluşan akor, müzik tarihinde sık gönderme yapılan bir tını olarak hala kullanılmaktadır.
XX. yüzyılın bir başka önemli bestecisi de Igor Stravinsky’dir (1882–1971). St. Petersburg yakınlarında dünyaya gelmiştir. İyi bir opera şarkıcısı olan babası onun müziğe ilgi duyan bir çevrede yetişmesini sağlamış, piyano çalan annesi de oğluna ilk müzik derslerini vermiştir. Hukuk eğitimi için üniversiteye kaydolmuş, 1900 yılında tanıştığı Nikolai Rimsky-Korsakov’tan aldığı dersler (1905–1908) onun ciddi olarak müzikle ilgilenmesine ve vaktinin tümünü beste yapmaya vermesine neden olmuştur. 1908’den sonra konserlerine başlamış, hem iyi bir piyanist olarak halk önüne çıkmış hem de yapıtlarını yönetmiştir.
Stravinsky meslek yaşamı boyunca çok farklı stiller denemiş olduğu için yaratıcılık sürecini bölümler halinde sınırlamak kolay değildir. Müzik tarihi kitaplarında genellikle aşağıdaki gibi birbirinden farklı sınıflamalara rastlanmaktadır:
I. Dönem: 1908–1913 arası, Bahar Ayini ile son bulan dönem
II. Dönem: 1914–1925 arası, Neoklasik belirtilerin ortaya çıkmaya başladığı dönem
III. Dönem: 1925–1950 arası, Neoklasik Dönem
IV. Dönem: 1950–1971 arası, Geç Dönem, Dizisel Müziğe Yakınlık Duyduğu Dönem
Bir başka sınıflama şu şekilde yapılmaktadır:
I. Dönem: 1908–1920, Rusya Dönemi
II. Dönem: 1920–1950, Neoklasik Dönem
III. Dönem: 1950–1971, Geç Dönem
Stravinsky, ressam Pablo Picasso gibi, çok farklı ekollerin etkisi altına girip, her defa büyük bir ustalıkla kendi özgün anlatım dilini bulmayı ya da onu yitirmemeyi başarmıştır. İlk dönem yapıtlarında Rus folklorunun büyük etkisi vardır. Ayrıca Ortodoks kilise müziğinin izleri de kendini belli eder.
XX. yüzyıl başlarında Paris’te yaşamaya başlamış, I. Dünya Savaşından sonra bir süre İsviçre’de yaşamıştır. Sovyet rejiminin başlamasının ardından Rusya’dan tümüyle kopmuş Fransız vatandaşlığına geçmiştir. II. Dünya Savaşı yıllarında da Amerika’ya yerleşerek A.B.D. vatandaşı olmuş, ömrünün sonuna dek bu ülkede yaşamış, önemli üniversitelerinde dersler vermiştir. 1971’de ölümünün ardından Venedik’te toprağa verilmiştir.
Kendini bir besteci olarak Paris’te tanıtması, Rus koreograf Diaghilev’in (1872-1929) “Rus Balesi” topluluğu için bestelediği Ateş Kuşu ile gerçekleşmiştir. Diaghilev, yeni fikirler ve genç bestecilerle izleyicinin karşısına çıkmaktan hoşlanan biriydi. Ateş Kuşu bir peri masalından yola çıkan konusuyla, Doğunun gizemli ve masalsı havasını son derece ustalıkla yansıtan bir yapıttı. (Stravinsky – Ateş Kuşu)
1913 yılında, I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde bestelenen Bahar Ayini, gerçek bir skandal yaratmış, seyircilerin büyük protestosuyla karşılaşmıştır. Konu ve müzik içerdiği vahşi unsurlar nedeniyle uzun süre tepki çekmiştir. Müzik tarihinde hâlâ, bir dönüm noktası olarak anılmaktadır. (Stravinsky – Bahar Ayini)
1919’da bestelediği Pulcinella balesinde, Pergolesi’nin müziklerinden yola çıkmıştır, yapıtın ilk sahnelenmesinde dekorları Picasso tasarlamıştır. (Stravinsky – Pulcinella)
XX. yüzyılın en önemli bestecilerinden biri olan Sergey Prokofyev (1891–1953) günümüzde Ukrayna toprakları içinde yer alan küçük bir köyde dünyaya geldi. Varlıklı bir ailenin oğluydu; babası tarım mühendisi, annesi müziğe ve güzel sanatlara ilgi duyan biriydi ve son derece iyi piyano çalıyordu. Bu nedenle oğluna ilk müzik derslerini kendi verdi. Küçük Prokofyev tam bir harika çocuktu. Henüz beş yaşındayken küçük beste denemeleri yapıyor, piyano çalışını hızla ilerletiyordu. 1904 yılında St. Petersburg Konservatuvarı’na giren delikanlı burada devrin tanınmış isimleri Gliere, Rimsky-Korsakov, Lyadov ve Çerepnin’in öğrencisi oldu. 1909’da tamamladığı kompozisyon eğitiminin ardından, 1914’e dek piyano eğitimini sürdürdü ve o yıl, konservatuvar tarihinde alışık olunmayan bir yapıtla, kendi I. Piyano Konçertosu ile mezun oldu ve birincilik ödülü olan çok değerli bir kuyruklu piyanonun sahibi oldu.
Eğitimi süresince, Çarlık Rusya’sının yıkılış süreci devam etmekle birlikte, özellikle St. Petersburg, batıdaki ilerici sanat akımlarından kolaylıkla haberdar olabilen bir konumdaydı. Prokofyev de Schönberg’in yapıtlarını konserlerinde seslendiriyor,
Prokofyev yaşamının son dönemlerinde kendi yapıtlarını değerlendirirken, yaratılarının hemen hepsinde kendini belli eden beş temel çizginin olduğunu belirtmiş ve bunları şu şekilde sıralamıştı:
1 – Klasik Çizgi
2 – Modern Çizgi
3 – Mekanik Çizgi (En az önemli olan)
4 – Lirik Çizgi
5 – Alaycı ve Şakacı Çizgi
Yapıtlarının hemen hepsinde bu beş temel çizginin izlerine rastlanır. İlk dönemlerinden başlayarak aşırı kromatik ve belirsiz çizgiler yerine daha kesin ve berrak bir anlatımı yeğlemiştir. Tonalite seçiminde bile fazla arızadan özellikle kaçınmıştır. Yaratıcılığının sonraki dönemlerinde ezgiye önem vermiş, müziğin estetik değerlerini ön planda tutan dar bir dinleyici kesiminden çok, geniş kitleleri ciddi yapıtlarla tanıştırmanın önemine vurgu yapmıştır. Halk kitlelerini ucuz müziğe kaptırmamak gerektiğini vurgulamıştır. Ancak özellikle 1920’ye dek bestelediği yapıtlarda kimi zaman dönemin diğer bestecilerinde olduğu gibi dışavurumcu öğeler dikkat çekecek derecede fazladır.
I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Avrupa’da gezilere çıkmış, başta Diaghilev olmak üzere dönemin önde gelen sanatçılarıyla tanışmış ve ortak projeler üzerinde çalışmışlardır. Ülkesinde 1917 Devrimi gerçekleştikten sonra, 1918’de Sovyet pasaportuyla vatanından ayrılmış, bazı kaynaklarda belirtildiği gibi kaçmamıştır. Bu yüzden 1930’ların başında geri dönüşü sırasında önemli bir engelle karşılaşmamıştı. Ülkesine dönüş nedeni olarak, etrafından Rusça duymamanın, onun esinini yitmesine neden olduğunu söylüyordu. 1920’li yıllar boyunca Avrupa ve Amerika’nın çeşitli kentlerinde konserler vermiş, çoğunlukla Paris’te yaşamış, yapıtları genelde başarılı bulunurken, anlaşılmadığı zamanlar da olmuştur. Rusya’ya döndükten sonra, yönetimin sanatçılardan beklediği yönde bazı eserler vermiş ancak bunlar genel çizgisini oldukça dışında kalmıştır. 1953’de, Stalin’le aynı gün ölmüştür.
Eserleri genellikle üç dönem içinde incelenir ancak bu dönemler müzik stillerinden çok bestecinin yaşadığı coğrafyaya göre sınıflanır: a) 1908–1918: Rusya’da yaşadığı dönem, b) 1918–1932: Rusya dışındaki dönem, c) 1932–1953: Sovyetler Birliğindeki dönem.
1921 yılında bestelenen ve ilk kez A.B.D. turnesinde seslendirilen Op. 26, Do Majör III. Piyano Konçertosu bestecinin en karakteristik ve en sık seslendirilen yapıtlarından biridir. (Prokofyev – III. Piyano Konçertosu)
1934 yılında bestelemeye başladığı Romeo ve Juliet balesi, günümüzde en sık seslendirilen yapıtları arasındadır. (Prokofyev – Romeo ve Juliet)
St. Petersburg’da dünyaya gelmiştir, babası Dmitri Boleslavoviç Şoştakoviç (1906–1975)başarılı bir mühendis, annesi Sofya Vasilevna ise piyanistti. Doğal olarak ilk müzik derslerini annesinden aldı. Çocuğunun müzik yeteneği karşısında önce hayrete düşen anne, daha sonra vakit kaybetmeden profesyonel eğitmenlerin yardımını istedi. Böylece başlayan piyano eğitimi, ufak besteleri de beraberinde getirdi.
1919’da Şostakoviç, artık Petrograd olarak anılan kentin konservatuvarına kaydoldu. Bu sırada ülkesinde, çarlığı deviren Ekim Devrimi gerçekleştirmiş ancak henüz düzen sağlanamamıştı. Konservatuvardaki dersler soğuktan zorlukla yapılabiliyordu. Okulun müdürü ünlü besteci Aleksandr Glazunov idi. Şostakoviç tüm yaşamı boyunca Glazunov’dan övgüyle söz edecek, üzerindeki etkilerini hatırlayacaktı. Glazunov da bu genç ve yetenekli delikanlı ile tanışmaktan çok memnundu. Hele alkole aşırı düşkün olmasına karşın zorlukla içki bulabildiği bir dönemde, genç öğrencisinin babasının görevi gereği kendine kolaylıkla alkol sağlaması hoşuna gidiyordu.
Konservatuvar eğitimine devam ettiği yıllarda, 1920’lerin başında, Sovyetler Birliği’nin sanat yaşamı yeni olan ve Avrupa’dan gelen akımların etkisi altındaydı. Bu etki müzik alanında da kendini hissettiriyordu. Özellikle adı 1924’ten sonra Leningrad olan St. Petersburg’da, hemen her gece çağın gözde bestecilerinin yapıtlarını dinlemek olasıydı. Okulu bitirme sınavı için Şostakoviç, 1925’de bir senfoni bestelemişti. Bugün I. Senfoni olarak bilinen bu yapıt, bir anda öyle büyük bir beğeni kazandı ki, genç bestecinin adı yalnızca ülkesinde değil, Avrupa ve Amerika’da da duyuldu. Aynı günlerde Şostakoviç, ne denli iyi bir piyanist olduğunu da kanıtlamak için 1927 yılında Varşova’daki “Chopin Yarışması”na katılmak istedi. Sovyet yetkililer önce, Polonya asıllı delikanlıya izin vermek konusunda kararsız kaldılar ama sonunda gitmesinde fazla bir sakınca görmediler. Şostakoviç yarışmada büyük ödülü kazanamayarak mansiyon aldı. Başkaları için başarı sayılabilecek bu sonuç, onun giderek piyanist olma düşüncesinden uzaklaşmasına neden oldu.
Şostakoviç’in yaşamı, 28 Ocak 1936 günü Pravda gazetesinde çıkan “Müzik Değil Karmaşa” başlıklı yazıyla bir anda altüst oldu. Yazı Lady Macbeth operasına ve onun bestecisine insafsızca saldırıyor, adeta Şostakoviç’le resmi makamlar arasında bir savaş ilan ediyordu. Pek çok kimsenin ve Şostakoviç’in düşüncesi, yazının bizzat Stalin tarafından kaleme alındığıydı. Çünkü bir süre önce Stalin operayı izlemeye gelmiş ve hiç beğenmediğini belli eder bir tavırla kaçarcasına salonu terk etmişti. Yazının yayımlanmasının ardından Lady Macbeth gösterimden kaldırıldı ve Şostakoviç bir anda sosyal yaşamdan izole edildi. Tepkilerin giderek artmasından çekinen besteci, yeni bitirdiği IV. Senfoni’yi çaldırmaktan vazgeçti ve geri plana çekilmeyi tercih etti.
Pravda’da yayımlanan “Müzik Değil Karmaşa” başlıklı yazı Şostakoviç’in müziğine acımasız saldırılarla doluydu. Aşağıdaki satırlar yazının içeriği konusunda bir bilgi edinilmesine yardımcı olabilir: “Daha başında dinleyici, birbirine karışaduran seslerin kasti ve çirkin seli karşısında şaşkına döndü. Dilim dilim melodiler ve boğucu müzik tümceleri sesleri bastırıyor, sonra bir gıcırtı, çığlık ve çatırtı hengâmesi içinde sönüyordu. (…) Sahnede şan, haykırılar arasında kaybolup gidiyordu. Besteci kazara ne zaman basit, ezgili bir melodiye çarpsa, sanki felaketten kaçarmışçasına ondan uzaklaşıyor ve kendini birbirine karışan bir ses cangılının yenilenmiş dehşetinin ortasına, yer yer katıksız ve süslenmemiş basit bir kakofoninin içine atıyordu. (…) Bu bile bile ‘ters-yüz’ edilmiş bir müzikti.”
Bu karanlık dönemi sırasında, bestecide Avrupalı aydınlara ve sanatçılara karşı bir öfke belirmeye başlamıştı. Onları Stalin’in baskılarına karşı gerekli tepkiyi göstermemekle suçluyordu. Şostakoviç bu bunalımlı günlerini V. Senfoni ile aştı. 27 Kasım 1937 günü Leningrad’da seslendirilen yapıt büyük beğeni kazandı. Senfoni hâlâ bestecinin en sevilen ve en sık seslendirilen yapıtlarının başında yer almaktadır.{Şostakoviç – V. Senfoni}
II. Dünya Savaşı’nın başlangıcı ve Hitler’in Rusya’ya saldırması, Stalin’in ve Batı’nın hesaplarını tümüyle altüst etmişti. Stalin bir anda ülkesindeki sanatçıların, faşizme karşı savaşta iyi bir propaganda aracı olabileceğini fark etmişti. Üstelik savaşın ve olayların gelişimi, gerçekten herkesi faşizm tehlikesine karşı topyekûn savunmaya zorluyordu. 1941 yılında Leningrad’ın kapılarına dayanan Alman kuvvetlerine karşı tüm kent savunmaya destek veriyordu. Şostakoviç de gündüzleri siperde nöbet tutuyor, geceleri yeni bir senfoni üzerinde çalışıyordu. Kısa zamanda tamamlanan eser 1942 başlarında önce Leningrad’da, ardından da Moskova’da çalındı. Günümüzde Leningrad Senfonisi olarak anılan VII. Senfoni, bir anda faşizme karşı direnişin bayrağı konumuna gelmişti. Kısa süre sonra, notaları mikrofilme çekilen ve gizlice Avrupa’ya ulaştırılan yapıtı seslendirmek için, tüm önemli müzik merkezleri birbiriyle yarışır olmuştu.
Savaşın ardından Sovyetler Birliği’ndeki baskıcı politikalar geri gelmişti. Üstelik dünya, ilerleyen yıllar içerisinde iyice artacak bir kutuplaşmaya doğru sürükleniyordu. Komünist Partisi Merkez Komitesi, 1948’de yayımladığı bir kararla aralarında Şostakoviç ve Prokofiyef’in de bulunduğu bazı sanatçıları “formalist” olmakla suçluyordu.
Stalin’in 1953’deki ölümünün ardından Sovyetler Birliği’nde yeni bir dönem başlamıştı. Aydın kesim eskiye oranla daha rahattı. Bu olumlu hava 1960’lardaki Prag Baharı ve Çekoslovakya’nın işgali ile yeniden bozulacaktı. Şostakoviç, bestelediği yeni yapıtlarla yaratıcılığından hiçbir şey kaybetmediği gösteriyordu. Bu arada 1936’da geri çektiği IV. Senfoni, 1961’de ilk kez çalındı ve büyük başarı kazandı. Ayrıca Pravda’daki “Müzik Değil Karmaşa” başlıklı yazının çıkmasına neden olan Mtsenk’li Lady Macbeth operası Katerina Izmaylova adıyla yeniden sahnelendi. 1960’ların sonuna doğru sağlığında bozulmalar başlamıştı. Sağ elini kullanması her geçen gün zorlaşıyordu. Son eserlerinde, özellikle XIV. Senfoni’de ölüm teması öne çıkar. Şostakoviç bu eserini şöyle tanımlıyordu: “Ölüm bir başlangıç değil sonun ta kendisidir. Ondan sonra hiçbir şey olamayacaktır, hem de hiçbir şey.”
1975 yılında yaşama veda eden Şostakoviç her alanda yapıt vermiş, bunların hepsinde ilk ölçüden başlayarak kendi özgün dilini yansıtmayı başarabilmiştir. (Şostakoviç – Jazz Süiti No. 2)