Konusunu ‘Polisiye edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz VI.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye‘sinin, 26.03.2015 tarihinde yapılan on ikinci buluşmasında, Ayça Sezer önce varoluşçuluk felsefesinden söz etti ardından, varoluşçu yazar Alexander Trocchi(1925-1984)ve kitabı Genç Adem’i tanıtıp tartışmaya açtı.
Varoluşçuluk, 19. yüzyılın ortalarında, baskın sistematik felsefeye karşı bir tepki olarak doğmuştur. Sören Kierkegaard ilk varoluşçu filozof olarak kabul edilir. Felsefe, Dekart’ın ‘cogito ergo sum’, ‘düşünüyorum öyleyse varım,’ saptamasından yola çıkar. Varoluşçuluk II. Dünya Savaşı’nı izleyen günlerden sonra bilinirlik kazanmış, akım, felsefenin yanında, teoloji, drama, resim, edebiyat ve psikoloji dallarını da etkilemiştir. Fransızca ‘var olmak’ anlamına gelen ‘existence’ sözcüğünden türeyen egzistansiyalizm, insanın kendi varlığını, yine kendisinin yarattığını ileri sürer. İnsanın hiçbir değer yargısına ya da dini klişelere bağlı kalmaksızın yaşaması gerektiğini düşünür; asli olan insandır, gerisi boştur.
Temelleri Kierkegaard’la atılmış, Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger, Karl Jaspers, Edmund Husserl, Gabriel Marcel, Maurice Merleau-Ponty gibi düşünürlerce temellendirilmiştir. Edebiyatta en önemli temsilcileri Jean-Paul Sartre, Andre Gide, Albert Camus, Simone de Beauvoir, Marcel Proust, Franz Kafka, Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Samuel Beckett, Türkiye’de de Oğuz Atay, Yusuf Atılgan olmuştur.
Varoluşçuluğun merkezini ‘Varoluş özden önce gelir,’ önermesi oluşturur. Herkes bir öz kazandırmayı sağlayacak özgürlükle özdeştir; ‘insan ne ise o değildir, ne olmuşsa o’dur.’ İnsan kendini kendi yapar, kendini oluşturur. Bireyin deneyimini ve bu deneyimin tekilliği, biricikliği, insan doğasını anlamanın temelidir.
Varoluşçuluk, hayatın anlamının izini süren ve bireyin değerinin ne olduğunu anlamaya çalışan bir akımdır. Bireye genel bir kavram gibi yaklaşmaz, onun öznelliğini nesnelliğin üstünde tutar. Hayatın anlamı ve bireyin öznel tecrübesiyle ilgili sorular, diğer bütün bilimsel ve felsefi uğraşlardan önemlidir.
Bir hümanizmadır. İnsanın, dünyaya ve insana farklı bakış açılarıyla bakarak adımlarını özgürce atmasını önerir. İnsan her şeyi sorgularken, kalıplaşmış ve bilineni reddederek yeni anlamlar peşine düşerken, uzun ve bunalımlı bir süreç yaşamayı göze almalıdır. Zaman zaman nihilizmle özgür düşünceyi harmanlar. Bağımsız istemle hareket ederken öznel bir anlayışa ulaşır. Bu öznellik hiçbir kural, kişi ve kuruma bağlı değildir, özgürlüğe bağımlıdır.
Varoluşçuluk, her şeyden önce varoluşun hep tikel ve bireysel, olduğunu öne sürdüğünden, insanı mutlak ya da sonsuz bir tözün tezahürü olarak gören her tür öğretiye, gerçekliğin tin, akıl, zeka, bilinç, ide ya da ruh olarak var olduğunu öne süren idealizme karşı çıkar.
Varoluşun öncelikle bir varlık problemi, varoluşun kendi varlık tarzıyla ilgili bir problem olduğunu dile getirdiğinden, her tür bilimci, nesnel ve analitik yaklaşıma şiddetle karşı çıkar.
Varoluşçuluğa göre, varlığa ilişkin araştırma, var olanın aralarından bir seçim yapmak durumunda olduğu çeşitli olanaklarla karşı karşıya gelmeyi gerektirir. Geleneksel felsefenin öne sürdüğü gibi, özün varoluştan önce değil de, varoluşun özden önce geldiğini öne sürer. İnsanın önce var olduğunu daha sonra kendisini tanımlayıp, özünü yarattığını dile getirir. İnsanın dünyaya fırlatılmış bulunduğunu, dolayısıyla kendisini nasıl oluşturursa öyle olacağını, insanın özünü kendisinin belirleyeceğini, bireysel insan varlığının sabit ya da değişmez, özsel bir doğası bulunmadığını söyler. Bu bağlamda her tür determinizme karşı çıkar. Bireyler, mutlak bir irade özgürlüğüne sahiptir, insan özgürlüğe mahkumdur ve olduğundan tümüyle farklı biri olabilecektir.
İnsana özünü oluşturma şansı veren bu imkanlar, onun şeylerle ve başka insanlarla olan ilişkileri tarafından yaratıldığı için, varoluş her zaman dünyadaki bir varlık olmak veya seçimi sınırlayan ya da koşullanan somut ve tarihsel olarak belirlenmiş bir durumda ortaya çıkmak durumundadır. Bu anlamda, tekbenciliğe ve idealizme taban tabana zıt bir felsefe akımıdır.
Nesneden yola çıkan, varlıkla ilgili nesnel doğrulara ulaşmaya çalışan görüşlerine karşın, özneden hareket eder ve öznel hakikatlerin önemini vurgular. Felsefenin, korkuyu, yabancılaşmayı, hiçlik duygusunu, insanlık halini ele alıp, öznelliğe yönelmesi gerektiğini, gerçeğin tümüyle öznel olup, hiçbir soyutlamanın bireysel varoluşun gerçekliğini kavrayamayacağını ve ifade edemeyeceğini söyler.
Varoluşçuluk, özellikle de hümanist ya da ateist boyutu içinde, evrenin akılla anlaşılabilir olan bir gelişme doğrultusu olmayıp, özü itibariyle saçma ve anlamsız olduğunu, evrenin rasyonel bir tarafı bulunmadığını, evrene anlamın insan tarafından verildiğini öne sürer.
Böyle bir evrende, insanın hazır bulduğu ahlak kuralları olmadığından, varoluşçuluk, ahlaki ilkelerin, kendi eylemleri dışında, başka insanların eylemlerinden de sorumlu olan insan tarafından yaratıldığını savunur.
Varoluşçuluk genelde kötümserlik, bunaltı, özgürlük, başkaldırış ve umutsuzluk felsefesi olarak düşünülür. Bireyin varoluşunu, özünden üstün tuttuğu için aynı zamanda topluma bir karşı çıkışı da içerir. Bütün zaaflarıyla birlikte insanı ereklerini seçişinde özgür tutar.
İnsanın tüm evren içindeki yerini, bu evrenle ilişkisini ve iç dünyasını açıklamayı amaçlar. İnsan kendini arar, var olma nedenini anlamaya çalışır, ama sorularına kesin yanıtlar bulamaz. Böylece gelecekten kuşkuya düşer, kaygı duyar.
‘Anlatılacakların size geçmişten, siz sokakta yürürken pencereden izleyen biri gibi baktığı zamanlar vardır. Geçmiş saatler, geçmiş eylemler, tekinsiz bir yalıtılmışlığa dönüşür; onlar ve dönüp onlara bakan siz arasında devamlılık yoktur artık.’
İskoç romancı ve Alexander Trocchi’nin 1957 yılında yazdığı ve en bilinene romanı ‘Genç Âdem’, Glasgow-Edinburgh arasındaki Clyde Nehri’nde yük taşıyan mavnalardan birinde çalışan genç Joe’nun, mavna sahibiyle Leslie ile birlikte, nehirde bir kadın cesedi bulmasından sonra kargaşaya boğulan dünyasını anlatıyor. Joe’nun, Leslie’nin karısı Ella ve baldızı Gwendoline ile başlayan ilişkileri, ölen kadın Cathie ile olan bağlantısı, sevgili ilişkisi varoluşçuluk penceresinden bir karamsarlık, bir bunalım, bir umutsuzluk sarmalına dönüşür.
Kendine ve bize ‘Ben olsam ne yapardım?’ sorusunu sorduran ahlâki bir denklem sunar. Kontrol edilebilen ve edilemeyen olay ve olguların bireyi sürüklediği varoluşçu ikilemleri, ilkel benliğin efendisi cinsellikle yoğurarak pek çok konuyu sorgulamaya yönelten bir yolculuğa çıkarır.
Bizi çevreleyen koşullar karamsarlığımızı, iç sıkıntımızı artırır. ‘ Toplum ahlakının koruyucusu kanunların bilincindeki gazeteler’, ‘Muhteşem süsleri (cüppeleri) çıkarılsa bütün itibarları bitecek olan hakimler’, ‘Bütün yargıçlar, avukatlar, savcılar ve mübaşirler davalara çıplak girmeye zorlanmalıydı. Çıplak gerçek’, ‘Sanki insanın Tanrı’ya inanmak istemesi gibi, her şeyin yerine oturmasına uğraşıyorlardı’, ‘Karar belliydi zaten. Önce suçu, ardından suça uygun adamı yaratmışlardı…Savcının konuşmalarında yaratılan adam, polisin icat ettiği suça hayranlık bırakacak denli uydurulmuştu. Toplumsal hizmet veren iki kolun, polis ve adliyenin böylesi esin verici bir uyum içinde çalışması gerçekten müthişti.’
Anatomik ve ruhsal bütünlüğü bozucu, bireyi ve toplumu
hedef alan her türlü şiddetin uygulandığı bir ortamı/sistemi tanımlayan kitap, Atölye tarafından barışçıl bulunamadı. Kişinin içsel hesaplaşmaları, başkalarının, toplumun kimyasını bozmuştu. Yazarın, karşılıklı anlayış ve hoşgörünün olmadığı, insanın dengesini bozan ve huzurunu kaçıran bir baş kişi ve ortam tanımlaması, edebi başarısına karşın, savaşçıl niteliğiyle eleştirildi.