Kalıcı Barışı Nasıl Sağlayacağız… Şenol Karakaş
Kalıcı barış koşullarına nasıl ulaşacağımız gerçekten de günümüzün en önemli, en can yakıcı tartışmalarından birisini oluşturuyor. Ancak barışın nasıl sağlanacağının cevabını vermek için öncelikle savaşı yaratan koşulların neler olduğuna ve bunları nasıl ortadan kaldırabileceğimize bakmalıyız.
Şu anda 2 bine yakın Kürt siyasetçisi KCK Davası adı verilen bir davada yargılanıyor ve seçilmiş politikacıların siyaset yapma hakları ellerinden alınıyor. Kürtçe mahkemede yine “anlaşılamayan bir dil” olarak anıldı. ‘Demokratik açılım’ olarak başlayan süreçte bugüne kadar hiçbir somut adım atılmadı. Kürt hareketinin taleplerinin ciddiye alındığını gösteren hiçbir işaret verilmedi.
Defalarca tek taraflı ateşkes ilan eden Kürt hareketinin, 1 Mart’tan itibaren ateşkes sürecini tek taraflı olarak bozması bekleniyor. Çünkü bugüne kadar, Kürt halkının talepleri yönünde en küçük bir adım bile atılmadı. Hükümet, görmezden gelen tavrıyla kalıcı barışın sağlanmasının koşullarını bir kez daha elinin tersiyle itti. Dolayısıyla bu savaşın sorumlusu öncelikle hükümet ve devlettir.
Hükümet, henüz vakit varken bir dizi adım atmalıdır. Bu adımların ne olduğu ise çok açık. Kürt halkı zaten bunları yıllardır dillendiriyor.
Bunlardan birisi, Mart ayında hükümetten barış fırsatını değerlendirme yönünde olumlu adımlar gelmezse ateşkes sürecini yeniden değerlendireceğini açıklayan Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü konusunda atılması beklenen adımlardır. Hükümetin bu konuda adımlar atması bizim de talebimizdir. Kürt siyasetinde göz ardı edilemeyecek bir aktör olan Öcalan, bu sürece daha aktif bir biçimde katkı yapması için tecrit durumundan kurtulmalı, siyasal alana daha doğrudan müdahale edebiliyor olmalıdır.
Kürt halkının anadilinde eğitim yapma hakkı, Kürtçe’nin resmi yazışmalarda da kullanılan bir dil olarak tanınması, barış sürecinin sürmesi ve gelişmesi için atılacak önemli bir adım olacaktır. KCK duruşmalarında mahkeme heyetinin Kürtçe’yi bilinmeyen bir dil olarak nitelemesi, anadilde eğitim, anadilde savunma hakkının neden önemli olduğunu göstermektedir.
Uyduruk delillerle düzenlenen operasyonlarla gözaltına alınan ve yargılanmaya başlanan Kürt siyasilerin derhal serbest bırakılması, barış sürecinde hükümetin adım atmaya niyetli olduğunu gösterecek en önemli davranış olacaktır. Seçilmiş siyasilerin, BDP üyelerinin ve milletvekillerinin kelepçelenerek tutuklanması, aylarca mahkemeye çıkartılmadan bekletilmesi, mahkeme sürecinde tutukluların Kürtçe savunma hakkının gasp edilmesi, Kürt halkı açısından kabul edilemez bir durumdur. Bu ise ateşkes sürecinin devamını zorlaştıran en önemli faktörlerden birisidir.
Kürt halkı, ulusal varlığının her düzeyde tanınmasını istiyor. Bu, “Tamam, Kürtler vardır” demekle olmaz. Kürtlerin varolmasının göstergesi olan somut adımların atılması gerekir. Kürt halkının tanınması, bu tanıma sürecinin anayasal bir güvence altına alınması demektir. Bugünden, yeni anayasada, her türlü ayrımcı, dışlayıcı tanımın kaldırılacağı; Kürt halkının haklarının güvence altına alınacağı yeni bir anayasanın hazırlanacağı güvencesi verilmelidir. Bir güvence de Hakikatleri Araştırma Komisyonu’nun kurulması yönünde atılacak adımlar olabilir.
Kürt halkı savaş değil, iş, barış, ekmek ve özgürlük istediğini her seferinde dile getiriyor. Tüm ateşkesi süreçleri, bu gerçeğin bir kanıtı olarak, hep tek taraflı ve hep Kürt hareketi tarafından ilan edildi. Fakat ne zaman ateşkes ilan edilse, hükümetler, yöneticiler Kürt sorununun ortadan kalktığını düşünmeyi tercih ediyor. Bu da savaşın bugünlerde olduğu gibi, yeniden başlamasına neden oluyor. Kürt halkı tüm yok sayma politikalarının karşısında var olduğunu, canlı olduğunu, mücadeleye hazır olduğunu gösteriyor.
Dolayısıyla, kalıcı barışın sağlanması çok mümkün ve bunun nasıl olacağı da çok açık. Bugünlerde Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da, ‘yeter artık’ diye ayaklanan halkların neler yapabileceğini görüyoruz. Bunlar aynı zamanda bize, her şeyin olabileceğine, değişimin gerçekleşebileceğine dair umut veriyor. Aynı şey barış için de geçerli, barışın sağlanması mümkün. Ama bunun için öncelikle bu savaşı yaratan nedenlerin ortadan kaldırılması gerekiyor ki burada ilk görev hükümete ve devlete düşüyor. Çünkü, bugüne kadar söz verip adım atmayan hep hükümet ve devlet oldu.
Eğer hükümet yeniden savaşın tırmanmasını istemiyorsa, açılım adı verilen dönemin başlangıcına dönmeli ve inkâr etmekten vaz geçmelidir.
Ve halklar barış şarkılarını kendi anadillerinde söylesin… Ronayi Önen
Toplumsal barışın inşasında üzerinde durulması gereken konulardan biri de dil hakları ve anadil meselesidir. Tarihçi Braudel, dil=kimlik der. Dil toplumsal iletişimin en önemli aracıdır; dünyayla kurduğumuz ilişki dil üzerinden şekillenir ve dilimizin sınırlarıyla belirlenir. Dil toplumsal kimliğin tamamlayıcı unsurudur.
Anadili, dünyaya gelişinden itibaren bireyin ruhsal edinimlerinin, duygularının, bilgilerinin, kültürünün biçimlendiği ve taşıdığı ortamdır. Birey gözünü anadiline açar ve hayatı bu dille anlamlandırır. Duygusal ve bilişsel gelişim anadilinde; anadiliyle gerçekleşir.
Bu yüzdendir ki anadili bireyin kişiliğinin ve kimliğinin bir parçasıdır ve birey dilini kaybettiğinde kimliğini var eden temel unsurlardan birini; duygusal ve düşünsel dünyasını inşa ettiği temel harcı kaybeder.
Amerika’da yaşayan Polonyalı yazar Eva Hoffman “Lost in Transition” isimli kitabında şöyle der;
“Artık, bir iç dilim yok. Onsuz, iç dünyama ait resimler de puslu ve silik oluyor. O resimler ki; onların yardımıyla dış dünyayı kendi iç sesimize dönüştürebilir, iç dünyamıza kabul edebilir, sevebilir ve kendimize ait kılabiliriz ancak”
Anadili, iç dünyamızı inşa ettiğimiz ve dış dünyaya sunduğumuz dildir.
Dil, sadece iletişim aracı değil aynı zamanda kültürün de taşıyıcısıdır. Dil, bir halkı ya da topluluğu birleştiren, ortak hedeflere yönlendiren, sosyal olarak yeniden üreten bir kültürel miras ve tarihsel zenginliktir. Dil ortak toplumsal hafıza, deneyim ve toplumsal kodların üreticisidir. Ve tüm bunların yeni nesillere ulaşması da yine dil sayesinde gerçekleşir. Bunun gerçekleşmesi için ise dilin yaşaması gerekir.
Bir dilin yaşaması için gerekli koşullardan birisi de o dilin eğitimde kullanılmasıdır. Eğitimde kullanılan bir dil sürekli gelişir, yeni ihtiyaçlara göre farklı alanlarda yeniden şekillenir, yeni terim ve kavramlarla zenginleşir. Eğitimde ve kamusal alanda yasaklanan ve kullanılamayan bir dil ise yok olmaya mahkûm edilmiştir.
Uluslararası pek çok anlaşma ve metin anadilinde eğitimin en temel insanlık haklarından biri olduğunu belirtir.
Anadilinde eğitimin birey için önemi uzmanlar tarafından da dikkat çekilen bir husustur. Jim Cummins, çocuğun dilinin ret edilmesinin, kimliğinin ret edilmesi olduğunu belirtir. Çocuk anadilini okulun dışında bırakmak zorunda kaldığında, O’nu var eden her şeyi; duygularını, düşüncelerini, kendini ifade edebilme yetisini okulun dışında bırakmak zorunda kalır.
Bu durum ise çocuğun kendini var etme sürecinde ciddi travmalar yaratır. Kendine güvenini zedeler, bilişsel gelişimini sekteye uğratır, dışlanmış hissetmesine yol açar. Çocuğun kendini bu atmosferin ve toplumun bir parçası olarak hissetmesini engeller. O’na anlatılanlar gerçek hayatta ifadesini bulmaz, hayatı anlamlandırma süreci hasar görür.
Çocuk anadilinde değil iyi bir altyapısı olmayan ikinci bir dille eğitim aldığında çoğu zaman iki dilde de düşünsel ve duygusal olarak gelişemez. Bilişsel gelişimi çocukluk sürecinde takılır kalır. Türkiye’de milyonlarca Kürt çocuğunun başına gelen de budur.
Uzmanlar uyarır; çoğu zaman bilmediği kendini ifade edemediği bir dil dayatıldığında çocuk bu dile düşman kesilir. Daha da kötüsü çocuğun bu dille ilişkili her şeye hatta dili konuşan topluma bile düşman olmasıdır.
Türkiye’nin dil politikalarına baktığımızda tek dilliliğin kutsandığını, çok dilliliğin yok edilmeye çalışıldığını görüyoruz. Bu coğrafyanın otokton halklarının dilleri yıllarca yok sayılmış ve inkâr edilmiştir. Kürtçe de inkâr edilen dillerden biridir ki dili inkâr edilirken Kürt halkının varlığı da inkar edilmiştir. 90’lı yıllara kadar Kürtçe yazılması, okunması, yayın yapılması hatta şarkı söylenmesi bile yasaklanmıştır. Hala Kürt halkının dili ile kimliği ile kendini var etmesi engellenmektedir.
Böylesi bir ortamda; diller arasında yani halklar arasında böylesi bir hiyerarşi varken toplumsal barıştan bahsetmenin imkanı yoktur. Barış eşitlik üzerinden gelişir.
Kürt halkı bu hiyerarşinin giderilmesi, hakları ve özgürlükleri için yıllardır mücadele etmektedir. Tabi ki Kürt dili ve Kürtçe eğitim konuları Kürt halkının hak ve özgürlük mücadelesinden bağımsız düşünülemez. Dil haklarının savunulması Kürt halkının siyasi olarak var olması ve siyasi bir statüye sahip olması ile ilgilidir. Kürt halkı var olmak ve legal alandaki saygınlığına kavuşmak adına siyasi güce ve statüye sahip olmalıdır. Yani Kürt halkı siyasi kaderinde söz sahibi olmalıdır. Toplumsal barış isteniyorsa bunun önünün açılması gerekir.
Demokratik toplum kongresi, Aralık ayında yaptığı Demokratik Özerklik çağrısı ile Kürtlerin siyasi bir güç olarak yaşadıkları topraklar üzerinde var olması çağrısı yaptı. Bu çağrı tüm siyasal hakların çağrısı oluğu gibi anadilinde eğitimin de çağrısı oldu. Kürtler kendi dillerinde var olmak istiyorlar, yarım kalmış iki dilde değil, bu çağrı bunun işaretidir.
Kürt göçü almış Türkiye şehirlerine gelince, iki dilli eğitim modelleri veya anadili öğretimini önermek mümkündür.
Uzmanların belirttiği gibi çift dillilik çocuğun bilişsel gelişimini olumlu anlamda etkiler. Çocuğun yaşama uyum sağlamasını, toplumun bir parçası hissetmesini sağlar. Çocuğu kendisi ve toplumla barışık kılar, huzurlu olmasını, güvende hissetmesini, barışçıl davranmasını sağlar.
Türkiye’nin metropollerinde, Kürtçe konuşulan ortamından koparılmış, göç ettirilmiş sayısız çocuk var. Tarlabaşında gönüllü olarak yürüttüğüm bir çalışmada o çocuklardan bir grup ile birlikteyim. Onlarla Kürtçe konuşuyorum ve yaşadıkları karmaşık ruh haline tanıklık ediyorum. Çocuklar kendilerini güvende hissetmiyorlar, evlerindeymiş gibi değil de yabancı gibi hissediyorlar. Çünkü onlardan dillerini evlerinde bırakmaları istenmiş. Bu yüzden kendileri ile bazen aileleri ile ve toplum ile barışık değiller. Bazıları anadiline, bazıları ise Türkçeye karşı tepkili. Bense onları anadilleri ile barıştırmak gayreti içindeyim. Özgüvenlerini ve saygınlıklarını yeniden kazansınlar diye. Kürtçe konuşarak, yüreklerine dokunmak istiyorum, çünkü anadilidir duygularını harmanlayıp dış dünyaya aktardığın dil. Ve anadilini kaybeden iç sesini kaybetmiştir. Yaşadığımız coğrafyada kaybolma tehlikesi altında olan pek çok dil var. Bu dillerin yaşaması ve tarihe meydan okuması için gerekli koşullar yaratılmıyor. Ve dillerinin kaybolması ile o dili konuşanların iç sesi kayboluyor “lal” oluyor. Ve toplum “lal” olunca barış “lal” oluyor.
Bırakın barışın sesi bütün dillerde çıksın… Ve halklar barış şarkılarını kendi anadillerinde söylesin.
Bölgesel Özerklik ve Biyobölgeler..Ümit Şahin*
Ekolojist düşüncenin önde gelen isimlerinden Kirkpatrick Sale, biyobölgeciliği tanımlarken
yaşadığımız yerle ve onun toprağıyla, suyuyla, rüzgârıyla olabilecek en yakın ilişki içinde
olmayı başarmamız, onun yollarını, kapasitelerini ve sınırlarını öğrenmemiz, onun ritmini
kendi modelimiz, onun kurallarını rehberimiz, onun meyvelerini ödülümüz yapmamız
gerektiğini söyler.
Sale’e göre yaşamı ve üzerinde yaşadığımız bölgeyi bir arada anlamamızı sağlayan biyobölge
kavramının yadırgatıcı olmaması gerekir: “Bir an için durup düşündüğünüzde ifade ettiklerinin
hiç de garip bir yanı olmadığını göreceksiniz; eğer ilk anda kulağınıza garip geliyorsa bu da
kendimizi onun bilgeliğinden ne kadar uzaklaştırmış olduğumuzun – ve şu anda ona ne çok
ihtiyacımız olduğunun – bir kanıtıdır. ”1
Gerçekten de yapay olarak çizilmiş ulus devlet sınırlarının ve merkezi yönetimlerin
biçimlendirdiği bugünün dünyasında biyobölge kavramının temsil ettiği şey, her şeyden önce
insanın endüstriyel sistem içinde doğayla kaybetmiş olduğu ilişkinin yeniden tanımlanmasıdır.
Kentlerde yaşayan ve ekonomik ilişki ağında hizmet ve mal üretirken, ya da tüketici olarak
yaşarken üretim-tüketim bandının ayırt edilemez bir parçasına indirgenmiş olan insanlar,
doğayı kendi dışlarında akıp giden bir şey olarak algılar, çoğu zaman da yalnızca alt
edemediklerinde veya tehdit haline geldiğinde hesaba katarlar. İnsanın doğanın bir parçası
olduğu düşüncesi çoğu zaman söylem düzeyinde kalır. Hepimiz kendimizi tarihsel süreçte
biçimlendirdiğimiz insan yapımı çevrenin bir parçası olarak kurgular, doğayı ise bu kurgunun
ürettiği bir dille tanımlarız. Siyasetin kurgusu da böyledir. İnsan doğa ilişkisi siyasette ya araçsal
bir biçimde ele alınır, ya da alternatif politikanın sözlüğüne hapsedilerek görmezden gelinir.
İdari yapılar da savaş meydanlarında veya masa başında çizilen sınırların ve eski
imparatorlukların veya feodal yönetimlerin kalıtı olan biçimlerin yansımasıdır. Doğal sınırları
aşar, parçalar, böler, görünmez kılarlar. İdari sınırlar iktidar mücadelesinin ve ekonomik çıkar
çatışmasının bir sonucu olarak belirlenir, merkezileşir ve değişmez hale gelirler.
Ekoloji düşünceleri içinde insan merkezciliği reddetmesiyle ayrı bir yere sahip olan derin
ekolojinin yakın akrabası kabul edilen biyobölgeciliği öneren Kirkpatrick Sale kavramı şöyle
tanımlıyor:
“Bir biyobölge, kabaca sınırları insanlar tarafından değil doğa tarafından dikte edilen,
çevresindeki diğer bölgelerden flora, fauna, su, iklim, topraklar ve yeryüzü şekilleri özellikleri
ve bu özelliklerin var ettiği insan yerleşimi ve kültürleri tarafından ayrılan bir yeryüzü
parçasıdır. Bu gibi sınırlar genellikle çok keskin değildir –doğa daha esnek ve akıcı işler yapar–
ama bölgelerin genel kontürlerini ayırt etmek çok da zor değildir ve gerçekten de o bölgede
yaşayanların çoğu tarafından muhtemelen bir şekilde hissedilebilir, anlaşılabilir ya da
algılanabilir, özellikle de toprakla hâlâ iç içe olanlar, çiftçiler ve hayvancılar, avcılar ve
balıkçılar, ormancılar ve botanikçiler tarafından…”2
Biyobölgecilikte yerli halkların yaşadıkları toprağa dair derin bilgisinin, ya da ekolojik
bilgeliğin önemi büyüktür. Kadim toplulukların yok edildiği veya asimile edildiği yerlerde, yani
dünyanın büyük bölümünde, toprağa ve doğaya bağlı bir yaşayan bölge anlayışının oluşması,
bunun da idari yapıya yansıması bundan böyle ancak ekolojist mücadelenin bir kazanımı
olabilir. Bu nedenle merkezi yönetimlerin ağırlığının yerel topluluklara ve bölgelere
aktarılmasını savunan yerinden yönetim ve özerklik tartışmalarında ekolojik bakış açısını bize
hatırlatacak olan biyobölgeci anlayışın vurgulanmasını önemli buluyorum. Bu vurgu bize aynı
zamanda sadece siyaset bilimine dair bir tartışma yapmadığımızı, konunun tarihsel,
sosyolojik, ekolojik ve ekonomik ilişkilere dair boyutlarının ne kadar belirleyici olduğunu da
hatırlatacaktır. Kimliğin oluşumunda dil ve tarih kadar coğrafya da önemlidir. Şairin dediği
gibi “insan yaşadığı yere benzer”.
Küçük güzeldir
Yeşil düşüncenin vazgeçilmez mottolarından biri olan “küçük güzeldir” Budist ekonominin
savunucusu E.F. Schumacher’in kavramsallaştırdığı bir anlayıştır. Schumacher, ekonomik ve
toplumsal ilişkilerde Lewis Mumford’ın tarif ettiği megamakineye karşı doğaya ve insana
yakın ölçeği savunur. Üretimde, tüketimde ve toplumsal yapıda erişilebilir küçüklükteki
yapılar aynı zamanda yerel demokrasiyi de mümkün kılar. Schumacher şöyle der:
“Demokrasinin, özgürlüğün, insan saygınlığının, yaşam düzeyinin, kendini gerçekleştirmenin,
doyumluluğun anlamı nedir? Mallarla ilgili bir şey midir, yoksa insanlarla mı? Doğal ki bir
insan sorunudur söz konusu olan. İnsanlar da ancak küçük, kavranabilir gruplar içinde
kendilerini bulabilirler. Bu bakımdan birçok küçük ölçekli birimle işleyebilen belirli bir yapı
çerçevesi içinde düşünebilmeliyiz.”3
Oysa bugünün endüstriyel uygarlığı büyük yapılar üzerine kurulmuştur. Mumford’ın
piramitleri ve gökdelenleri örnek vererek anlattığı ve militarizmi, iktidarı ve yıkıcılığı
simgeleyen pentagon metaforunu oluşturan kavramlar büyük ve merkezi idari yapıları
anlamak için de kullanılabilir: iktidar, prestij, mülkiyet, üretkenlik ve kâr4. Bu merkezi yapılar,
teknolojinin yardımıyla endüstriyel sistemin sarsılmaz bileşenleri hale gelmiştir. Bugün
yeniden doğrudan demokrasiyi, katılımcılığı ve yerinden yönetimi tartışmaya başlarken,
aslında endüstriyel sistemin dayattığı büyük ve merkezi yapıların, belki yine teknolojik
dönüşümlerin de yardımıyla çözülebileceği bir düzeni, daha yerel, daha ekolojik, doğaya ve
insani ölçeğe daha yakın, küçük ve erişilebilir yapıların mümkün olduğu bir düzeni yeniden
düşünmeye başlıyoruz.
Yerinden yönetimi de bu ekolojik ilkelerin ışığında düşünmenin paha biçilmez bir değeri var.
Yerinden yönetim sadece doğrudan demokrasiyi daha mümkün kılmakla, katılımı, ya da
insanların kendi yaşamı ve geleceği hakkında karar verme hakkını yaşama geçirmekle ve
kolaylaştırmakla kalmaz, aynı zamanda siyasetin günlük hayatı düzenleyici rolünü insanların
etkisine açık ve erişilebilir hale getirir. Bu da ancak doğa insan ilişkilerini yansıtan belli bir
coğrafi alanda ve kavranabilir ölçekteki yapılarda mümkündür.
Oysa mevcut merkezi düzen hem siyaseti katılıma kapatmakta, hem de yerel görünümdeki
yapılarda bile merkezi etkiyi her şekilde dokunulmaz kılmaktadır. Üstelik Türkiye örneğinde
yerinden yönetim ve özerklik gibi tartışmalar asıl tartışma düzlemine oturmasını imkânsız
kılacak biçimde üst bir dilde tartışılmaktadır. Benim önerim, yerinden yönetimi ve bölgesel
özerkliği öncelikle sosyal, ekonomik ve ekolojik bir içerikte kavramak ve bunu her şeyden
önce bir yerel demokrasi tartışması olarak görmektir.
Türkiye’de aşırı merkeziyetçilik ve bölgesel özerklik
Türkiye’de özerklik tartışmaları Kürt sorunu merkezinde yapılmaktadır. Kuşkusuz hem Kürt
sorununun çözümünde yerelde kendi kendini yönetmenin ve merkezi etkinin azalmasının
büyük önemi olduğu, hem de Kürt siyasal hareketinin özerklik tartışmasında önemli bir
önceliğe ve birikime sahip olduğu yadsınamaz5. Ancak özerklik tartışmalarının Kürt
sorununun çözümündeki katkısının da ancak meselenin Kürt sorunuyla sınırlı olmaktan
çıkarılmasıyla mümkün olduğu söylenebilir. Bu durumun nedeni Kürt sorunu çevresindeki
tartışmaların yaratacağı milliyetçi tepkinin yıkıcı etkisinden çok, yerinden yönetimin
sağlayacağı olanakları anlamamızı ve bölgesel özerkliğin ne kadar mümkün ve geçişin ne
kadar kolay olduğunu görmemizi zorlaştırmasıdır.
Türkiye’de mevcut aşırı merkezi idari yapı 81 dar bölge (vilayet) üzerine kuruludur. Kendi
yerel yönetim yapıları (belediyeleri) olan büyük ve küçük kentler ve kasabalar, genellikle en
büyüğü ekonomik ve idari merkez olan bu dar bölgelerden birine bağlıdır. Her vilayet kendi
“bölgesel parlamentosuna” sahiptir. İl Genel Meclisi adı verilen bu parlamentoların üyeleri
yerel seçimlerde siyasi partilere verilen oylarla seçilirler. Meclis başkanı da bu seçilmiş üyeler
arasından seçilir6.
Ama vilayet düzeyindeki bu dar bölgesel parlamento aslında İl Özel İdaresi denen karma bir
yapının üç unsurundan biridir. İl Özel İdaresi, İl Genel Meclisi dışında Vali ve İl Encümeninden
oluşur. İl Encümeni de seçilmiş ve atanmışların oluşturduğu karma bir yapıdır7. Yani ilk
bakışta bir tür bölgesel parlamento olan ve yerel bir siyaset ve katılım odağı olması gereken İl
Genel Meclisleri hem kendi içinde bölgesel düzeyde bir hükümet kuramadığı, hem merkezi
olarak atanan kişi ve kurumların vesayeti altında olduğu, hem de yetkileri çok sınırlı olduğu
için sadece görünüşte bir bölgesel parlamento sayılabilir.
İl Özel İdareleri belediyesi bulunmayan kırsal yerleşimlerde belediyecilik hizmetinden
sorumludur, kent ve kasabalarda ise belediyelerin yanında sönük kalır ve sınırlı bazı alanlarda
merkezi idarenin aracısı olarak görülürler. Bu nedenle özellikle büyük kentlerde yaşayan
insanların İl Genel Meclislerinin yapısından ve üyelerinden, hatta bazı durumlarda varlığından
bile haberdar olduğunu söylemek zordur.
Türkiye’deki İl Genel Meclislerinin esin kaynağı olan Fransız vilayet sisteminde tarihsel süreç
içinde meclis üyelerinin elde ettikleri nüfuz ve kazandıkları yetkiler, zaman içinde Fransız idari
yapısının âdemi merkezileşmesine giden yolu açmıştır8. Türkiye’de ise 2004’deki sınırlı
reformlar bile büyük ölçüde dönemin cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in vetosuyla
karşılaşmıştır. Bu gelişim vilayet ölçeğindeki bu dar bölge parlamentolarının merkezi
vesayetin etkisinden kurtulamamasına ve özerkleşme tartışmalarında bir örnek olarak
algılanmamalarına yol açmaktadır.
Yine de vilayet sisteminin yarattığı bir tür bölgesel aidiyet algısını9 ve yerel seçimlerde
belediyeler dışındaki bir yerel meclis için de oy kullanma davranışını yerinden yönetimi
güçlendirecek reformlar için zemin olarak değerlendirmek o kadar da iyimserlik olarak
görülmemelidir. Üstelik Türkiye’de insanlar yavaş yavaş da olsa bölgesel kalkınma ajansları
yoluyla 26 daha geniş bölgeyle ve resmi istatistiklerde yoluyla da en geniş 12 bölgeyle
tanışmış durumdadır.
Avrupa Birliği’nden Türkiye’ye bölgesel özerklik için düşünme olanakları
Avrupa’nın yerel yönetimlerin güçlendirilmesi anlayışının esaslarını teşkil eden Avrupa Yerel
Yönetimler Özerklik Şartı her ne kadar AB’nin değil, Avrupa Konseyi’nin metni olsa da, tüm
üyeleri aynı zamanda Avrupa Konseyi üyesi olan AB ülkelerinin yerel yönetim politikalarının
da ilkesel temelini teşkil eder. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı yerel yönetimlerin
önemi, yerinden yönetimin demokrasiyle kopmaz bağı, katılımın önemi gibi ilkeleri imzacı
ülkelerin demokrasi ve yönetim anlayışının temeli haline getirir. Türkiye de bazı maddelerini
onaylamadığı bu sözleşmenin tarafıdır. Avrupa Birliği’nde yerinden yönetim politikaları
geliştirilmeye devam edilmekte, en son Yunanistan örneğinde görüldüğü gibi üye ülkeler
bölgesel parlamentolar kurarak yönetsel yetkilerin yerele devrinde yol kat etmektedir.
Avrupa Birliği’nin yerel yönetim politikaları bölgeler arası ekonomik eşitsizliklerin ve kalkınma
düzeyleri arasında farkların derinleşmesini önlemeyi amaçlar. Bu anlamda bölgelerin
oluşumunda bir standardizasyon öneren NUTS sistemi10 ülkelerdeki idari özerk yapıların
sınırlarını belirlemeyi değil, sadece üye ülkelerdeki istatistiklerin standardize edilmesini ve
ekonomik gelişmenin bölgesel dağılımının takip edilmesini amaçlar. NUTS sisteminin topluluk
bölgesel istatistiklerinin derlenmesi, geliştirilmesi ve uyumlu hale getirilmesi; bölgelerin
sosyoekonomik analizlerinin yapılabilmesi ve topluluğun bölgesel politikalarının
oluşturulmasına gibi amaçları vardır.11
Avrupa Birliği’nde 2003’den bu yana kullanılan NUTS sisteminde AB’ye üye ve aday ülkeleri 3
düzeyde bölgelere ayrılır. En geniş bölge olan NUTS 1’lerin nüfusu 3-7 milyon arasında, orta
kademe olan NUTS 2’lerin nüfusu 800 bin-3 milyon arasında, en dar bölgeler olan NUTS
3’lerin nüfusu 150-800 bin arasında olmalıdır (Şekil 1).
Avrupa Birliği ülkelerinde NUTS bölgeleri
Ülkelerin idari yapısını değiştirmeyi öneren bir sistem olmamakla beraber, bu sistem bize
yine de önemli düşünme olanakları sağlıyor. Örneğin Yunanistan’ın 2010’da yaptığı ilk
bölgesel parlamento seçimlerinde esas aldığı bölgeler ülkeyi 13 bölgeye ayıran NUTS 2
bölgeleridir (Şekil 2). Almanya gibi idari yapısı federasyon olan bir ülkede eyaletler NUTS 1’e
denk düşmektedir. İspanya, İtalya, Hollanda gibi farklı bölgesel özerklik modelleri kullanan
ülkelerde de bu bölgesel sistem bir şekilde NUTS sistemine uyarlanmıştır.
Şekil 2 – Yunanistan’da bölgesel parlamentoların kurulduğu NUTS 2 bölgeleri
Türkiye’deki NUTS 2 bölgeleri ise her biri ortalama olarak yaklaşık 3 vilayeti bir araya getiren
26 bölgedir. İstanbul, Ankara ve İzmir’in ayrı birer bölge olduğu NUTS 2 sisteminde örneğin
Kayseri, Sivas ve Yozgat, Kayseri NUTS 2 bölgesini, Mardin, Batman, Şırnak ve Siirt, Mardin
NUTS 2 bölgesini oluştururlar. Bu sistem halen AB uyum sürecinin bir parçası olan bölgesel
kalkınma ajanslarının kurulması için kullanılmaktadır (Şekil 3).
Şekil 3 – Türkiye’deki 26 NUTS 2 bölgesi
Türkiye’de NUTS sistemine göre en büyük 12 bölge ise şunlardır: İstanbul (yine tek başına bir
bölgedir), Doğu Marmara, Batı Marmara, Ege, Batı Anadolu, Orta Anadolu, Akdeniz, Batı
Karadeniz, Doğu Karadeniz, Ortadoğu Anadolu, Kuzeydoğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu. Bu
bölgelendirme de halen TÜİK ve diğer kurumlar tarafından istatistiksel amaçlı olarak
kullanılmaktadır (Şekil 4). En küçük bölgeler olan NUTS 3 bölgeleri ise mevcut 81 vilayettir.
Şekil 4 – Türkiye’deki 12 NUTS 1 bölgesi
Bu bölgelendirme sistemini hatırlatmamın nedeni, Türkiye’deki idari sisteme yeni bir gözle
bakmadan yerinden yönetimi ve özerkliği konuşmanın imkânsız olmasıdır. Mevcut sistemde
siyasi hesaplarla yeni vilayetler kurulmakta, büyük kentler çevresindeki kent ve kasabaları
yutarak büyümekte, vilayetler dar da olsa bölge niteliğini yitirmekte, bir tür başkanlık sistemi
ile yönetilen büyükşehir belediyeleri yerel demokrasiyi tahrip ederek bütün ülkeye
yayılmaktadır.
Oysa Türkiye makul büyüklükte 20 civarında veya örneğin NUTS 2 bölgelendirmesindeki gibi
26 bölgeye bölünebilir ve büyük kentler hariç ortalama nüfusu 2-3 milyon olan bu bölgelerde
kurulacak olan bölgesel parlamentolar yoluyla yerinden yönetim hayata geçirilebilir.
Bu bölgelerin belirlenmesinde şu anki NUTS bölgelenmesinde dikkate alınmayan biyobölge
yaklaşımı da hesaba katılmalıdır.
Akarsu ve tarım havzaları ve biyobölgeler
Kirkpatrick Sale’in dediği gibi biyobölgeler yörede yaşayan, özellikle de doğaya ve toprağa
yakın olan insanlar tarafından bir şekilde anlaşılabilir, hissedilebilir. Örneğin Karadeniz’de
yolculuk yapan herkes Çoruh vadisiyle ya da Küre dağlarıyla kıyı şeridinin arasındaki ayrımı
fark eder veya Doğu Akdeniz’den Antakya düzlüğüne geçtiğinizde çok şey değişir. Bu ayrım
sadece yer şekilleriyle değil, aynı zamanda iklimle, bitkilerle, hayvanlarla, üretilen ürünlerle
ve elbette kültürle ilgilidir.
Biyobölgelerin de hesaba katıldığı bir bölgesel yapının ülke çapında belirlenmesi söz konusu
olduğunda kuşkusuz daha bilimsel yöntemler kullanmak zorunda kalacağız. Halihazırda
elimizde bu amaçla kullanabileceğimiz iki harita bulunmaktadır: Bunlardan biri akarsu
havzalarına, diğeri ise tarım havzalarına aittir.
Akarsu havzaları özelikle su yönetiminde ve doğal yaşam araştırmalarında önemi olan doğal
sınırları belirler. Biyobölge yaklaşımına en uygun doğal sınırların akarsu havzalarında kendini
gösterdiğini söyleyebiliriz. Türkiye’de Gediz, Susurluk, Ceyhan, Seyhan, Yeşilırmak, Kızılırmak
gibi toplam 26 (veya Fırat havzası aşağı, orta ve yukarı olmak üzere üçe bölündüğünde 28)
akarsu havzası bulunur (Şekil 5).
Şekil 5 – Türkiye’deki 28 akarsu havzasının sınırları
Tarım havzaları ise Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından “Ekolojik olarak benzer olan,
ülkenin idari yapılanmasına uygun, yönetilebilir büyüklükte ve tarım ürünlerinin ekolojik ve
ekonomik olarak en uygun yetiştirilebildiği bölgeleri ifade edecek şekilde” belirlenmiştir.
Tarım havzalarının belirlenmesinde amaç elbette tarımsal üretimin daha iyi yönetilmesidir.
Ancak bölgeler belirlenirken iklim, toprak, arazi sınıflandırması, topografya ve yetiştirilen
ürünler gibi çok detaylı ekolojik ve tarımsal veriler kullanılmıştır. Bu çalışmada binlerce veri
değerlendirilerek Türkiye önce iklim, topografya ve toprak verilerine göre 190 tarım
havzasına ayrılmış, daha sonra bu bölgelerin sayısı ürün desenleri, yönetilebilirlik ve ekolojik
benzerlikler dikkate alınarak 30’a indirilmiştir (Şekil 6)12.
Şekil 6 – Türkiye’de Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından belirlenen 30 tarım havzası
Türkiye’de halen değişik amaçlarla kullanılmakta olan bu 28 akarsu havzası ve 30 tarım
havzası bir arada değerlendirilip mevcut idari yapı ve sayıları sırasıyla 12 ve 26 olan NUTS 1
ve 2 bölgeleri de dikkate alınarak, ekolojik olarak kısmen biyobölge özelliklerini taşıyan,
kültürel ve tarihsel olarak da birbirine yakın ve yönetilebilir büyüklükte yeni idari bölgeler
belirlenebilir. Böylece çok dar ve birbirinden çok farklı özellikler gösteren 81 vilayet yerine,
büyük şehirler hariç ortalama nüfusları 2-3 milyon civarında olan bu yeni bölgelerde
kurulacak olan bölgesel parlamentolar ve bu parlamentolar içinde oluşturulacak bölgesel
hükümetler yoluyla yerinden yönetim gerçek anlamda hayata geçirilebilir.
Bu bölgesel parlamentolar bugünkü yerel yönetim anlayışında olduğu gibi sadece
belediyecilik hizmetlerine değil, sağlık, eğitim, kültür ve sosyal ve ekonomik hayatın pek çok
boyutuna dair kararları çok daha halka yakın ve katılımcı bir şekilde alabilirler, insanlar da
bölge yönetimlerini seçerken kendi yaşamlarına ve günlük hayatlarına dair politikaları genel
seçimlerde olduğundan daha fazla dikkate alırlar.
Sonuç
Kuşkusuz âdemi merkezileşme veya yetkilerin merkezden yerele devri her yönüyle olumlu ve
sorunsuz bir süreç olmayacaktır. Denetlenmediğinde ve iyi işleyen bir demokrasi ile birlikte
gitmediğinde yerelin yetkilerinin artması yolsuzlukların devam etmesine ve yerel tiranların
oluşmasına neden olabilir. Hatta yerele yetki devri kamusal kaynakların özel şirketlere ve
kişilere aktarılması için bir paravan görevi de görebilir.
Ancak bölgesel özerk yönetimlerin oluşmasının, yerinden yönetim anlayışının ve yerel
demokrasinin gelişmesiyle el ele gittiği bir durumda halkın yönetime ve karar süreçlerine
katılımı artacak, merkezden atanan yöneticilerin seçilmişler üzerindeki vesayeti ortadan
kalkacak, Türkiye çok daha iyi yönetilebilir, demokrasinin tabana yayıldığı bir ülke haline
gelecektir. Biyobölge yaklaşımı da insan doğa ilişkilerinin bir demokrasi sorunu olarak
algılanmasını ve insanların çevresini daha iyi tanıması sağlayacak, doğanın korunmasının
sadece etik veya estetik bir mesele olmadığı, bölgenin ekonomik çıkarıyla da doğrudan
bağlantısı olduğu daha iyi anlaşılabilecektir.
Yerinden yönetimi ve katılımı amaçlayan böyle bir bölgesel özerkleşme, tek başına ne Kürt
sorununun çözümünü sağlayabilir, ne de Türkiye’nin siyaset sistemini tek başına onarma
gücüne sahiptir. Ama Türkiye’de yaşayan bütün insanlarının, kendi yaşadığı yerde kendini
nasıl yöneteceğini tartışan bir yaklaşım bölgesel özerklik deyince neden bahsettiğimizi daha
iyi anlamamızı sağlayabilir. Aksi takdirde bayrak gibi ayrıntılarda bütün enerjimizi harcayıp
meselenin özüne hiçbir zaman değinemeyebiliriz.
1 Kirkpatrick Sale, Biyobölgecilik. Çev: Işıl Sarıyüce, Ayşem Mert, Üç Ekoloji, Sayı 5, Yaz 2006, s.58-63
2 age, s. 59
3 E.F. Schumacher, Küçük Güzeldir. Cep Kitapları, İstanbul, 1989
4 “Power, prestige, property, productivity, profit” Pentagon metaforu için Lewis Mumford, Makine Efsanesi, İnsan yayınları, İstanbul, 1996
5 Demokratik Toplum Partisi’nin 2007’de önerdiği demokratik özerklik politikası halen Barış ve Demokrasi Partisi
tarafından da kabul edilmekte, sadece Kürt hareketi içinde değil toplumda da yaygın bir şekilde tartışılmaktadır.
Bu politika önerisi özellikle bütün Türkiye için özerk bölgeler önermesi ve katılım, ekoloji, cinsiyet eşitliği,
bölgeler arası ekonomik eşitlik gibi ilkeleri kabul etmesi açısından önemlidir.
6 2004 yılındaki yerel yönetimler reformuna kadar İl Genel Meclisi’nin başkanı valiydi. Bu anlamda reform
sonrası İl Genel Meclislerinde seçilmişlerin ağırlığı artmıştır.
7 S. Ulaş Bayraktar, Dönüşüm ve Statüko: Reform Sonrası İl Genel Meclisleri. Kalkedon Yayınları, İstanbul, 2011
8 age, s. 32-33
9 Yöre veya memleket aidiyeti güçlü olan Türkiye toplumunda özellikle büyük vilayetlerin kişilerin kendilerini ait
hissettikleri yöre dışındaki yerleri bir araya getirdiğini ve aslında bir tür ikincil, bölgesel aidiyet duygusu yarattığı
söylenebilir.
10 The Nomenclature of Territorial Units for Statistics
11 Pınar Taşkan, NUTS (The Nomenclature of Territorial Units for Statistics) (Sunum), 2006
12 TC Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Türkiye Tarım Havzaları Üretim ve Destekleme Modeli (Sunum) Ankara, Temmuz 2009
* Ümit Şahin, Dr., Halk Sağlığı Uzmanı. Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü, Üç Ekoloji Dergisi Yayın
Yönetmeni
Bu yazı “İlk olarak Helsinki Yurttaşlar Derneği, Karadeniz Barış Ağı çerçevesinde yayınlanmıştır. PDF hali için bu adresi tıklayabilirsiniz.http://www.hyd.org.tr/?pid=842