‘Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin on beşinci çalışması Ryunosuke Akutagava’nın ‘Raşömon (Tanrı Raşho’nun kapısı) ve diğer öyküler’ isimli kitabındaki Raşömon ve Çalılıklar Arasındaki öyküleriydi. İki öyküyü bir arada okuma nedenimiz yönetmen Akira Kurosawa’nın 1950 yılında bu iki öyküden hareketle Rashomon filmini çekmiş olmasıydı. Japon kültürü ve yazarın yaşadığı dönemin özelliklerini bize Alev Yapışkan-Tahmaz, yazar ile ilgili bilgileri Kamer Badur-Eğilmez ve Faruk Sevim, filmi ise Pınar Demircan tanıttı ve tartışmaya açtı. Kitabın ilk hikâyesi olan Raşömon’da işinden atılmış bir uşak, Raşömon kulesinde, peruk yapmak için ölü bir kadının saçlarını yolmakta olan yaşlı bir kadını görmektedir. Kadın ‘yaşamak için bunu yapmaya mecbur olduğumu bilseydin, belki bana kızmazdın’ diyerek durumunu açıklamaya çalışır. Uşak ‘Yaa, öyle mi? O zaman hırsızlık yapma sırası bende. Yapmazsam ben de açlıktan öleceğim’ der ve elbiselerini üstünden çıkarıp alarak kadını bir tekmeyle kokmuş cesetlerin arasına yuvarlar.
‘Sırtında ten renkli kimonosu olan maymun kılıklı
yaşlı kadın…yaşlı cadı…lanet cadı…’ gibi tanımlamaları ile yazarın üslubunu ayrımcı ve aşağılayıcı bulduk. Bu üslup ve içerik, erkek egemenliğin çok ağır bastığı, kadına yönelik aşağılama ve kadının bizzat kendisini kadın olmaktan ötürü aşağılamasıyla ‘Çalılıklar arasında’ öyküsünde de artarak devam ediyordu.
Akutagava’nın diğer öykülerini de okuyanlar için metinlerinde yaratmış olduğu ırz düşmanları, katiller, haydutlar, fanatikler üzerine hiçbir zaman merhamet güneşi doğmamaktaydı. Yazar, insanların aczine uzaktan ve soğuk bakmaktaydı. Nihilizmi son dönem eserlerinde daha da çokça görünmekteydi.
Çalılıklar arasında ise insanoğlunun zaafları üzerine kurulmuş bu psikolojik dramdı. 12. yy Japonya’sında karısıyla birlikte ormandan geçmekte olan bir samuray, bir haydudun saldırısına uğrar, karısı tecavüze uğrar, kendisi de öldürülür Haydut yakalanır. Ancak onun, samurayın karısının, olayı çözmesi için devreye giren bir medyumun vasıtasıyla alınan ölen samurayın ifadesi taban tabana zıttır. Cesedi bulan oduncunun ifadesi ise hiçbirisininkine uymaz. Aynı suçun dört çelişkili ama bir o kadar da inandırıcı olarak anlatıldığı, yani herkesin ‘gerçeği’nin farklı olduğu bu olayda kimin doğru söylediği anlaşılmaz.
Sağanak yağmurun altında Raşömon kapısı altına sığınan yabancıya, mahkemede şahit olarak dinlenen Budist rahip, cesedi bulan oduncu ‘inanılması güç’ olayı anlatırlar. Budist rahip ‘İnsanoğlu zayıftır, o yüzden yalan söyler. Hatta kendine bile!’ der. Yabancı ise ‘İnsanlar kötü şeyleri unutmak ve yalan da olsa iyi şeylere inanmak ister. Böylesi daha zahmetsizdir.’ diyerek hem öyküleriyle yazarın hem de diyaloglarıyla yönetmenin filminin ana fikrini açıklar.
Filmin sonunda, şehir kapısının yıkıntılarında, anlatıcıların sözleri terk edilmiş bir bebek ağlaması keser. Bebeğin bırakıldığı şapka/sepette bulunan bazı değerli eşyaları çalmaya kalkışan yabancıyla, onu kınayan oduncu tartışırlarken uyanık yabancı daha önce anlatılanlardan bir ipucu yakalar. Oduncuyu biraz sorgulayıp sıkıştırınca onun da bir hırsız olduğunu ve samurayın karısının değerli hançerini onun çalmış olduğunu ortaya çıkartır. Bütün bu bencillikler ve yalanlar rahibin insanlığa olan inancını zayıflatır. Ancak fakir oduncunun evde altı çocuğu daha olmasına rağmen bebeği evlat edinmek istemesi, rahibin ona karşı yumuşamasına neden olur ve hançeri çalmış olmasını farklı bir gözle değerlendirmeye başlarlar. Oduncunun kucağında bebekle uzaklaşırken yağmurun birden kesilmesi ve havanın açması, her şeye rağmen insanlığa olan inancın ve umudun hâlâ var olduğunu sembolize eder. Film boyunca devam eden şiddet, aşağılamalar barışçıl bir sonla tatlıya bağlanır.
Gerek yazarın gerekse yönetmenin, silahı, savaşı, saldırıyı, kavgaları normalleştiren hatta zaman zaman öven tavırlarını, her ne kadar erkek egemen toplum özelliklerine bağladıysak da eleştirdik.
Kadına yönelik yaklaşımlarını ise Atölyemiz adına son derece sorunlu bulduk. Kadının annesinin yargıca verdiği ifadedeki ‘kızımın erkekten farkı yoktur’, haydudun ifadesindeki ‘böyle azgın karı görmedim… eğer cinsel arzuların ötesinde onu kendi kadınım yapmak gibi bir fikrim olmasaydı, vururdum tekmeyi kadına, yıkardım yere sonra da basar giderdim’, kadının ifadesindeki ‘Bundan böyle ırzına geçilmiş…şerefsiz… bir kadın olarak sana yar olamam. İntihar etmeye karar verdim’, samurayın ifadesindeki ‘Haydut karıma ‘Bir kez bile tecavüze uğrasan, artık sen kirletilmiş bir kadınsın…Bundan sonra, dünyada kocanla aran düzelmez…Onun için artık kocanı unut, gel benimle evlen’ dedi. Bunun üzerine karım büyülenmiş gibi başını kaldırıp ona baktı. Karımı hiç bu kadar güzel görmemiştim. Karım hayduda ‘öldür o adamı. O adam sağ kaldıkça ben seninle olamam’ diye beni öldürmesini istedi’ bunlara örnek olarak görüldü.
Kadının hem sevilen, güzel bir yaratık hem de şerefsizliği temizlemek için öldürülesi bir günah öznesi olarak görülmesi de ayrıca sorunluydu. Kadının tecavüze uğramış kişi olarak mağduriyeti, ezikliği ile ‘Ya senin ölmen gerek ya da kocamın! İçinizden birinin ölmesi gerek…Düştüğüm bu günah mezbelesini iki kişinin bilmesi benim için ölümden beter…Hanginiz sağ kalırsanız ben yalnız onun kadını olurum’ sözleri ile mağrur ve güç severliğini kadınlık durumundaki bir çelişki olarak değerlendirdik. Kadının kendini korunma gereksinimdeki biri olarak görmesini bu erkek egemen anlayışın bir tezahürü olarak yorumladık.