Temasını ‘Alman Edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin XIII. Döneminin 27 Nisan Çarşamba günkü on üçüncü toplantısında Evren Ergeç bizlere Sebastisn Haffner’in (Raimund Prezel) (1907–1999) dönemini, hayatını ve Atölye’nin konusu olan Bir Alman’ın Hikayesi Hatırladıklarım: 1914-1933 (2000) adlı kitabını tanıttı ve Atölye katılımcılarının tartışmasına açtı.
Haffner 1907 yılında Raimund Pretzel adıyla Berlin’de doğar. Eğitim hayatına I. Dünya Savaşı yılları sırasında basının müdürü olduğu ilkokulda başlar. O yıllarda ilkokulda okuyan çocuklar için savaş ‘ülkeler arası bir çeşit oyundur’.
I.Dünya Savaşı sırasındaki çocuklar için gerçekdışı bir oyuna dönüşmesinin ve savaş müptelası olmalarının II. Dünya Savaşı’nı hazırlayan en önemli sebeplerden biri olduğunu söyler. “Bütün Alman kuşağı, çocukluk ya da gençlik yıllarında savaşı böyle ya da buna benzer şekilde yaşamıştı – ve pek anlamlı olarak, bu kuşak bugün savaşın tekrarını hazırlayan kuşaktır.” Bu ortam Naziliğin yeşermesine yardımcı olur. “On senelik bir dönemde doğmuş Alman okul çocukları, 1914 ile 1918 arasında günbegün bu şekilde yaşadılar savaşı. Ve işte bu daha sonra, Naziliğin, her şeyi mümkün kılan temel tahayyülü oldu. Nazilik ondan alır bütün propaganda gücünü, basitliğini, hayal gücü ve aksiyon şehvetine yaptığı çağrıları. Keza iç politikadaki rakiplerine karşı hoşgörüsüzlük ve gaddarlığını da, çünkü bu oyuna katılmak istemeyenler “rakip” olarak değil “oyunbozan” olarak algılanır. Ve nihayet komşu ülkelere karşı doğal olarak cengâver bir tavır içinde olmasının nedeni de budur; çünkü hiçbir devlet “komşu” olarak kabul edilemez, hepsi ister istemez rakip olmak durumundadır, aksi taktirde oyunun oynanması mümkün değildir!”
Savaştan sonra ilk kez büyük bir şehir merkezinde, Berlin’de Gymnasium eğitime gider. Burada ilk defa şehrin tanınan Yahudi ailelerinin çocuklarıyla tanışma ve eğitim görme fırsatını bulur. Eğitimli, kültürlü ve sol eğilimli ailelerin çocuklarıdır bunlar.
Daha sonra, 1924 yılında Lichterfelde’de taşınıp eğitimi orada devam edince sağ eğilimli, muhafazakar asker çocuklarıyla tanışır. Bu dönemler için “bütün hayatım bu iki okuldaki deneyimlerime göre şekillenmiştir,” der. “Yedi yaşında bir erkek çocuğu olan ben, kısa bir süre önce “ültimatom”, “seferberlik” ve “süvari ihtiyat kuvvetleri” bir kenara, savaşın bile ne olduğunu tam anlamıyla bilmez iken, göz açıp kapayıncaya kadar savaşın sadece ne, nasıl ve neredesini değil niçinini bile, iyice kavramıştım: Savaştan Fransa’nın rövanş arzusu, İngiltere’nin ticaret kıskançlığı ve Rusya’nın barbarlığı sorumluydu – çok kısa bir süre içinde bunları sıradan, günlük kelimelermişçesine söyleyebilir hale gelmiştim.”
İlk gençlik yıllarında okulda içinde olduğu gençlik örgütüyle Hitler gençliği arasında benzerlikler kurar. “Politik faaliyetimiz devrimi desteklediklerini söyleyen birkaç bahtsız çocuğu okul yolunda zaman zaman dövmekten ibaretti.” I. Dünya savaşı sonrası siyasi atmosferde ise devrimcilere reva görülen olaylardan birisi kaçarken vurulma fenomeninin ortaya çıkmasıydı. Bu şiddet severliğin yanına bir de antisemitizm gelecektir.
“Sadece birkaç kişi sadık kaldı siyasete ve ilk kez fark ettim ki bunlar, ilginç şekilde daha ziyade aptallar, yontulmamışlar ve sevimsizlerdi. […] Aramızdaki Yahudilere de arkadaşça olmayan bir tavır göstermeye başlamışlardı.” Gamalı haçla ilk tanışmasını şöyle anlatır: “Hep aynı şeyi çiziyordu. Çizdiği basit birkaç çizgi bir şekilde şaşırtıcı ama bayağı tatminkar şekilde simetrik, kutucuklara benzeyen bir motif oluşturuyordu. “Nedir bu?” diye sordum fısıltıyla, çünkü sıkıcıydı gerçi ama ders saatiydi nihayetinde. “Antisemitistlerin işareti”, diye fısıldadı telgraf yazar gibi kesik kesik. “Erhardt birliklerinin miğferlerinden. Anlamı: Yahudiler defolsun. Bilmek lazım.”
Yahudilere karşı düşmanlıklar böylece hayatına girmiş olur. Anlatının ilerleyen sayfalarından da okuyucunun karşısına daha sık çıkacaktır.
Rathenau’nun Bakan olmasıyla birlikte dünyayla ilişkiler de bir düzelme dönemi başlar ancak tüm bu süreç onuncu sınıfta okuyan gençler arasında bir bölünmeye yol açar “bir kısmımız bu anlaşmaları ‘dahiyane’ olarak nitelerken diğer bir kesimimiz ‘Yahudilerin halka ihaneti’ olarak yorumluyordu.” Görevine başladıktan altı ay sonra öldürülen bakanın faillerinden biri de onlar gibi bir gençtir. “…içlerinden biri bir on birinci sınıf öğrencisiydi. Daha birkaç gün önce Rathenau için “…gebertilmeli,” diyen sınıf arkadaşlarımdan biri de olabilirdi onun yerinde!”
1923 yılına girildiğinde Ruhr Savaşı süreci ve sonrasında oluşan ekonomik istikrarsızlık dolar kuru karşısında markın değer kaybetmesi Alman halkının derin fakirleşmesine yol açar. Kendi ailesi de bu süreçten oldukça etkilenerek fakirleşir. Sadece fakirleşme değil düzen ‘kaçarken vurulmadan’, ‘hainlerin infazına’ bir yönelişe, devletin hukuktan iyice uzaklaşmasına giden bir süreçtir bu: “İnsanlar düzinelerle yok oluyorlardı arkalarında iz bırakmadan. Neredeyse hep siyasi birliklerle alakalı insanlardı bunlar. İskeletleri yıllar sonra Berlin’in çevresindeki ormanlarda bulunacaktı.”
1924-29 yılları arası Stresemann Dönemi Haffner kendi nesli için Almanya’nın tek gerçek barış dönemi olarak betimler ancak bu betimlemede kullandığı şu benzetme atölyemiz açısından oldukça sorunludur: “Kadınlar için söylenen bir söz belki politikayla ilgili olarak da kullanılabilir: En iyisi en az dile düşenidir.”
Arkadaşları arasında ilk önce giden Teddy’dir. “Daha 1930 yılını gösteriyordu takvimler gittiğinde, Paris’e gitmişti ve daha o zamandan geri dönmemeye niyetliydi. Belki de ilk mülteciydi. Bizden daha öngörülü ve hassastı, bu yüzden de Hitler iktidara gelmeden çok daha önce Almanya’da Ahmaklığın ve Kötülüğün büyümesini ve tehditkar hale gelişini hissetmişti. Sonra, senede bir, yazları ziyarete geldi ve her defasında havanın nasıl ağırlaştığını ve nefes almanın nasıl giderek zorlaştığını gördü. Son gelişi 1933’te oldu, sonra bir daha gelmedi.”
Atölye açısından sorunlu bir tespitle “Ahmakların ezici bir çoğunluk oluşturduklarını biliyorduk. Ama Stresemann siyaset sahnesinde var olduğu sürece bunların dizginlenebileceğine dair belirli bir güvence hissediyorduk.” Stresemann’ın ölümü sonun başlangıcıdır. 1930 ilkbaharında Brüning şansölyelik makamına oturur ve daha sonra Hitler’in en etkili işkence araçları arasında sayılabilecek bir dizi yeniliğe imza atar: “Yurtdışı seyahatlerini zorlaştıran “döviz alım satımını sınırlandıran kanun” ve ülkeden yurtdışına göçü neredeyse imkansız kılan “imparatorluktan kaçış vergisi” ve hatta basın özgürlüğünün kısıtlanması ve meclisin sesinin kesilmesi dahi, başlangıçları itibariyle, onun hanesine yazılabilir.”, “Demokrasi adına ve gerçek diktatörlüğün gelişini engellemek amacıyla yürütülen yarı diktatörlük.”, “14 Eylül 1930’da Nazilerin, küçük, tuhaf, marjinal bir partiden bir hamlede ülkenin ikinci büyük partisi konumuna yükseldiği, milletvekili sayısını 12’den 107’ye çıkardığı seçimler yapıldı. Bu andan sonra Brüning Dönemi devam ederken bile kamuoyunun ilgisinin odak noktasında o değil, Hitler vardı.”
Hitler betimlemesi Haffner’in güçlü öfkesinin dışa vurumu gibidir: “1930 yılında Spor Sarayı’nda onu avuçlarını patlatırcasına alkışlayanların çoğu, muhtemelen bu adamdan sokakta ateş bile istememeyi tercih ederlerdi. Ama tuhaf olan işte tam da burada kendini göstermeye başlamıştı: Bütün bu tiksinti veren çirkinliğin, bu çamura batmışlığın, bu yapış yapış iğrençliğin yarattığı büyüleyici etki. Bu yaratık daha ilk nutkunu atarken bir güvenlik görevlisi tarafından yaka paça bir daha onu kimsenin göremeyeceği ve kimsenin oraya ait olduğundan şüphe duymayacağı bir yere atılsa, kimse şaşırmazdı bu duruma.”
Atölyemizin konusu olan ‘İyi bir Alman’ın Hikayesi’ kitabı ölümünden sonra oğlu Oliver Pretzel sayesinde gün yüzüne çıkar ve 2000 yılında yayınlanır. Tamamlanmamış ve üç bölümden oluşan anlatının giriş bölümünde, ki 1939 yılında yazılmış bölümden alıntıda şöyle der: “Burada anlatılacak hikayenin konusu bir tür düellodur.” Münferit şahıs ile güçlü, muktedir ve merhametsiz devlet arasında süregelmekte olan bir düello. “Devlet, bu münferit kişiden, arkadaşlarından kopmasını, sevgilisini terk etmesini, kendi fikirlerinden vazgeçip önüne konan fikirleri benimsemesini, insanları alıştığından farklı bir şekilde selamlamasını, hoşlandığından farklı şeyler yemesini ve içmesini, boş zamanını nefret ettiği birtakım faaliyetler için heba etmesini, bütünüyle reddettiği maceralar için kendisini emre amade kılmasını, geçmişini ve benliğini reddetmesini ve hepsinden önemlisi, bütün bunları yaparken her an yoğun şekilde bir çoşku ve minnettarlık göstermesini, korkunç tehditler savurarak talep eder […] Düelloculardan bazıları – kahramanlığa ve şehadete daha yatkın karakteri olanlar, benden daha ileri gidebildiler: Toplama kamplarına, cellat kütüklerine vardılar, gelecekte dikilecek anıtlara isimleri kazınacaklar arasına girdiler.” Eserin giriş kısmı Hitler’in siyaset sahnesine girmesiyle biter. “Savaş meydanındayız artık. Düello başlayabilir.”
1933 Yılında bir hukuk öğrencisi olarak ‘yardımcı polis gücü’ SA’ların güçlenmesine, Reichstag Yürüyüşüne ve Yahudi hakimlerin görevlerinden alınarak adliyelerden çıkarılmalarına tanıklık eder. Hukuk okuduğundan stajyer hakim – referendar- olarak çalışmaya başlamıştır ve dönemin ruhuna ilişkin şu tespitte bulunur. “O dönemde Nazi olanların hepsinin, Nazi olarak ne olduklarını doğru dürüst bildiği kanaatinde değilim. Belki milliyetçilik için Nazizm diye düşünüyorlardı, belki sosyalizm için, Yahudilere karşı olmak için ya da 1914-1918 aşkına ve çoğu içten içe, yeni bir toplumsal maceraya atılmanın ve yeni bir 1923’ün heyecanını yaşıyordu.”
SA üyelerinin Yüksek Mahkeme’de Yahudileri dışarı çıkarması, “Ari olmayan unsurlar dükkanı hemen terk etsinler” tüylerini diken diken eden bizzat yaşayarak deneyimlediği olaylardan biridir, ileride babasının isteği üzerine stajyerliğini bitirmek için zorunlu bir kampa katılıp “Heil Hitler” demek durumunda kalmasından daha mide bulandırıcı mıdır? Bilinmez. Ancak kendisine kütüphanede sorulan soruya ‘Ari’yim’ demiş olmasından dolayı utanç duymuştur!
Haffner, Yahudi dostlarının bir an önce Berlin’i terk etmesine destek olurken de benzer bir durumla yani Nazilerle aynı cephede olması, onların sırlarına vakıf olabilme ihtimali düşünceleri karşısında kendisini oldukça çaresiz hisseder. “İrkildim. Gelmiştik –bir anda büyük bir mahcubiyetle fark ettim ki tamamen yabancıydım bu mekanda ve burada olmam için aslında hiçbir neden yoktu. Ama endişe duymama da gerek yoktu. Ev o kadar doluydu ki kimsenin beni fark etmesi mümkün değildi. Dışarıdan sessiz-asil, dokunulmamış ve suskun görünüyordu ama içeri, beş çayı için bir araya gelmiş dostlar toplantısı gibi görünmek için nafile bir çaba içindeki bir mülteci kampıydı adeta.”
Kendisinin Naziliğe kapılmamasını burnuyla açıklar. İyi gelişmiş fikri koku alma kabiliyetiyle insani, ahlaki veya siyasi bir tavır, zihniyetin estetik değeri, değersizliği ile ilgili güçlü hassasiyetlere sahip olan bir burun. Düşman olduklarına ilişkin hiç bir zaman şüphe duymaz. Ancak tamamen yanıldığı bir nokta olur: “Ne kadar korkunç düşmanlar olabileceklerini tasavvur edemedim. O zamanlar hala Nazileri fazla ciddiye almama temayülüm vardı, tecrübesiz karşıtları arasında yaygın bir tavırdı bu ve o zaman Nazilere çok yardımcı olmuştu, bugün de yardımcı olmaya devam ediyor.” 1939 yılını kastetmektedir.
30 Ocak 1933’de Hitler şansölye olduğunda buz gibi korkusunu şöyle betimler ki betimlenen Hitler de olsa atölyemiz açısından sorunlu görülecek niteliktedir: “Bir an sanki burnumda hissettim Hitler denen bu adamı çevreleyen kan ve pislik kokusunu, kana susamış bir hayvanın hem tehditkar hem de tiksinti verici yaklaşmasını hissettim adeta, sivri tırnaklı pis pençesi suratımdaydı sanki.”
Hitler’in şansölye olmasıyla Naziler artık hiçbir şeyden çekinmemeye terörün şiddetini arttırmaya başlarlar. Neredeyse her gün siyasi hasımlardan insanlar öldürülür. Berlin’de sosyal demokrat bir ailenin evi yakılır. İçişleri Bakanı – Göring- polise Nazilerin tarafında yer alması ve çatışmalarda suçlu, suçsuz ayrımsız, uyarısız ateş açma yetkisini verir. “Şansölye her gün kamusal alanda terbiyesizce hakaretler yağdırıyordu Yahudilere…”
Reichstag yangınını fırsata çevirerek düşünce özgürlüğünü ve haberleşmenin gizliliği esası askıya alınır, polise meskenlerin aranması, el koyma ve tutuklama hususlarında sınırsız haklar tanıyan kararnameler yayımlanır. Seçim afişlerinin üzeri örtülür, sol partilerin seçim propagandası yapması yasaklanır. Nazilerin Reichstag nedeniyle bu kadar öfkelenmelerine anlam veremez. “Bugüne değin meclisi hep ‘zırvalık yuvası’ olarak nitelemişlerdi, ama şimdi birinin onu ateşle kundaklamasıyla en kutsal değerleri kirletilmiş gibi tepki vermişlerdi.”Herkes tarafından kabul gören kundaklamayı, yangını gerçekleştirenin bir komünist olmasıydı. Komünistlerin suçlanması herkes tarafından kabul görmüştü. Terörün şiddeti günden güne artıyordu.
“Avrupa tarihinde terörün iki formu görülebilir: Bunlardan biri kontrolden çıkmış, zafer sarhoşu bir devrimci kitlenin gem vurulamayan kan banyosu, diğeriyse aklında sürekli olarak korkutma ve güç gösterisi olan muzaffer bir devlet aparatının soğuk, enine boyuna planlanmış kıyıcılığı. Bu iki terör formu normal şartlar altında devrim ve tahakküm arasında paylaşılır. İlk form devrimci terördür, anlık heyecan ve öfkede, kendini kaybetmiş olma durumunda bulur özrünü; ikinci form baskıcı terördür, mazereti kendisini önceleyen devrimci dehşetin misillemesi olduğudur.” Terörün tanımını yaptıktan sonra yine dönemin şu korkunç olayını anlatır: “Haydutlar ve katiller, devlet otoritesiyle tam donanımlı polisler olarak karşımıza çıkıyorlardı; kurbanlarına ise cani muamelesi yapılıyordu, bu insanlar lanetleniyorlardı ve yargılanmadan ölüme mahkum ediliyorlardı. Boyutları nedeniyle kamuoyuna ulaşabilmiş bir örnek vaka: Cöpenickli sosyal demokrat bir sendikacı, kendisini “tevkif etmek” için gece yarısı evini basan bir SA devriyesine oğullarıyla beraber direndi ve gayet açık bir nefsi müdafaa durumunda iki SA mensubunu vurup öldürdü. Bunun üzerine önce, daha o gece bitmeden, sendikacı ve oğulları daha güçlü bir SA grubu tarafından etkisiz hale getirildi ve evinin ambarında asıldılar. Ertesi gün SA devriyeleri, bu defa üstlerinden aldıkları emirle hareket eden disiplinli birlikler, tekrar ortaya çıkıp Cöpernick’de sosyal demokrat oldukları bilinen herkesin evini bastılar ve hemen yakaladıkları yerde döverek insanları öldürdüler. Ölü sayısının tam olarak ne olduğu hiçbir zaman öğrenilemedi.”
Tüm bu dehşet terör salgını karşısında insanlar SA saflarına katılmaya başlar. Bu insanlara Mart şehitleri denir. “En basit ve neredeyse bütün örneklerde, biraz deşildiğinde en temel neden korkuydu. Sopa yiyenlerden biri olmamak için sopa atanların tarafına katılmak. “Mart şehitleri 1848 Mart Devrimi’nde Viyana ve Berlin’de ölenler için kullanılırken 1933’deki bu üyelik dalgasına istinaden kullanılır.
“Her zaman inandığımız kutsal babamız Aziz Marx bize yardım etmedi, Aziz Hitler’in ondan güçlü olduğu besbelli, o zaman sunaklardaki Aziz Marx resimlerini parçalayalım ve aynı sunakları Aziz Hitler için kutsayalım. Sonra da yeni duaları öğreniriz: “Suçlu kapitalizmdir!” yerine “suçlu Yahudilerdir”. Belki bu bizim kurtarıcımız olur.”
Almanya Nazi hakimiyeti gibi devasa bir medeniyet faciasına maruz kalır. Gündelik hayatlarda, ilişkilerde, Yahudi olan, olmayan dostlarla neler yaşandığı anlatılır. 1 Nisan 1933 tarihindeki Yahudi boykotu Holokost’un ön habercilerinden birisi gibidir. “Aynı anda Yahudileri hedef alan kapsamlı bir ‘aydınlatma seferberliği’ başlatıldı. Alman halkına, Yahudileri şimdiye kadar insan olarak kabul ettilerse ne kadar büyük bir hata yaptıkları el ilanları, afişler ve kitle toplantılarıyla anlatılıyordu. Yahudiler daha ziyade “Untermensch’diler, yani bir tür hayvan ve aynı zamanda, şeytana ait niteliklere sahiptiler. Bundan nasıl bir sonuç çıkarılması gerektiği şimdilik dile getirilmiyordu. Fakat en azından bir slogan, bir savaş çığlığıyla şu talep ifade ediliyordu: Geber Yahudi!”
Geber Yahudi ile başlayan insanlığı yok etmeye kadir bir çeşit virüs gibidir. “Daha bugünden açıkça görülüyor ‘Yahudi’nin yerine ‘Çek’ ya da ‘Polonyalı’ ya da herhangi başka bir ismin konulması hiç sorun teşkil etmeyecek. Burada bahis konusu olan Alman halkına sistematik olarak bir mikrobun aşılanması.”
Anlatının bitmemiş son bölümü Veda’da “Biz diğerleri, ismi anonim kalanlar, en iyi ihtimalle tarihin nesneleri, satranç tahtasındaki piyonlar olabiliriz; cepheye sürülen, unutulan, feda edilen, sopa yiyen ve-eğer varsa- hayatları, bilmeden üzerinde durdukları satranç tahtasında başlarına gelenlerden tamamen bağımsız, bambaşka bir dünyada cereyan eden piyonlar.” Der. Tarih nedir sorusunun sorgulayarak başlar. Nazilerin zaptı devam etmektedir ve toplama kampları yerleşik bir kurum haline gelmiştir. Artık yüksek mahkemede SS örgütü içinde yüksek rütbeye sahip hakimlerle de karşılaşırız.
“Veda ayları, hem de birden fazla anlamda. Ölüm döşeğindeki bir hastanın başucunda oturuyordum sanki. Bu binada bir işim olmadığını, mahkemenin ruhunun, ardından iz bile bırakmadan giderek daha fazla uçup gittiğimi hissediyordum.”
Mayıs’ta kitapların sembolik bir törenle yakılması gerçekleşir. Kitapları yakılanlar aforoz edilen, vatan haini ilan edilmiş, vatandaşlıktan çıkarılmış bilim ve edebiyat alanından isimlerdir.
Tüm bu karabasan halini Atölye açısından sorunlu olabilecek biçimde şöyle tasvir eder: “Ben bir insanın düşmanından nefret ettiğinde onu bir anlamda şereflendirdiğini de düşünürüm ve işte tam da bu şerefi Nazilerin hak etmediği kanaatindeyim. Nazilerden sadece nefret etmenin bile beraberinde getireceği yakınlıktan çekiniyordum. Bana yönelttikleri en ağır kişisel aşağılama, bezdirici bir şekilde onlara katılmamı talep etmelerinden çok daha fazla.”
1933 sonbaharına gelindiğinde arkadaş çevresinden kimse kalmaz. Kendisi gibi referendar çalışma grubunda bulunanların, meslektaşlarının nasıl dönüştüğünden, savruluşlarından detaylıca bahseder. Nazilerin ilk işgal ettikleri ülkesi Almanya’ya veda etme vakti gelmiştir. “Her yerde gamalı haçlı bayraklar dalgalanıyordu, nereye baksanız kahverengi üniformalarla karşılaşıyordunuz; otobüslerde, kafelerde, sokakta, hayvanat bahçesinde – sanki bir işgal ordusu gibi her yerde boy gösteriyorlardı.”
Doktora çalışmamları için Paris’e kaçsa da 1934 yılında Berlin’e geri döner. Vossische Zeitung, gibi dergilerde yazılar yazmaya başlar. 1938 Yılında daha sonra evleneceği Erika Schmidt-Landry’nin ağabeyinin yanına İngiltere’ye giderler ve Haffner, Ullstein Press’in muhabiri olarak orada çalışmaya başlar. Oğlu Oliver Pretzel o sırada doğar. İngiltere’nin 3 Eylül 1939’da Almanya’ya karşı savaş ilanı, Haffner’ı sınır dışı edilmekten kurtarır. Haffner ve karısı düşman tarafı olarak gözaltında tutulur. Ağustos 1940’ta Man Adası’ndaki kamplardan ilk serbest bırakılanlar arasındadırlar. Haziran ayında, George Orwell’in yayıncısı Fredric Warburg, Haffner’ın ilk İngilizce çalışması olan ‘Almanya, Jekyll ve Hyde’ı piyasaya sürer. Almanya’daki ailesini de korumak için müstear ismini kullanır: Sebastian (Johann Sebastian Bach’tan) ve Haffner (Mozart’ın Haffner Senfonisinden). Avam Kamarası’nda bu kadar önemli bir kitabın yazarının neden gözaltına alındığına, kampta tutulduğuna dair sorular sorulur. Lord Vansittart, Haffner’in “Hitlerizm ve Alman sorunu” analizini “henüz ortaya çıkmış en önemli tespitler” olarak nitelendirir.
1941 Yılından itibaren bir çok gazete ve dergiye siyasi yorum yazılarıyla katkıda bulunarak yaşamını sürdürür. 1948 Yılında İngiliz vatandaşı olur. Önemli siyasi olaylara ilişkin yazılarına devam eder. İspanya’da 36 yıl süren Franko rejimini savunması bir çok okuyucusunu hayal kırıklığına uğratır. Stern’de yazılarına son verilir. 68 Yaşından itibaren Almanya üzerine daha önce gazete ve dergilerde seri olarak yazdığı makalelerinden de faydalanarak popüler tarih kitapları yazar. 1978 Yılında kaleme aldığı ‘Hitler Üzerine Notlar’ kitabı 1 milyon kopya satar. Kitap Temmuz 2019’da Türkçeye çevrilerek basılır. ‘Bismarck’tan Hitler’ isimli kitabı 1987 yılında yayımlanan son kitabı olur. 1999 Yılında hayatını kaybetti.
Atölye kitapta dönem analizinin eksik kalmış olduğu konuşulsa da sade bir Alman vatandaşının gözüyle yazılmış olması önemli bir dönemsel tanıklık olarak değerlendirildi. Yazara göre “İyi niyetli Almanlar sadece kendi bireysel özgürlüklerini değil dünyanın barış ve özgürlüğü için de mücadele etmişlerdi”. Tüm toplumda bir akıl tutulması hali hakimdi. Herkes olup biteni bir tiyatro oyunu gibi izliyor ama tepki göstermiyordu. Bilmemek değildi konu, görmek istememekti.
Kabuğuna çekilmenin 1933 Yılında beri Almanya’da milyonlarca kez tekrarlanmış psiko-patolojik süreçte payı vardı.1933 Yazı bir insanın karşılaşabileceği en müşkül durumlardan biriydi. Nazi olmayı reddedenler berbat bir durumla karşı karşıya kalıyorlardı. Şeytanın çengelini saklayan zahiri teselli ve rahatlama yolları vardı:
1. Yanılsamalara kaçış, özellikle de üstünlük illüzyonu,
2. Hayata küsme,
3. Sırtını dönmek, en ufak adacığa geri çekilmek, ölümsüz ruhu zarar görmeden kurtarabilmek.
Ne yapıyorsunuz, neler çeviriyorsunuz şu büyük günlerde?