Arife Köse
Hawaiililer 13 Ocak Cumartesi günü sabah saat 8.10’da ceptelefonlarına aldıkları bir nükleer saldırı mesajıyla hayatlarının en büyük travmalarından birini yaşadılar. Aslında bu sadece onların değil hepimizin travmasıydı, çünkü Soğuk Savaş’tan bu yana ilk defa bir nükleer savaş tehdidinin ne kadar yakın ve mümkün olabileceğini hepimiz görmüş olduk.
13 Ocak Cumartesi günü Hawaii’de ne olduğunu bir kez daha hatırlayalım.
O gün Hawaiililerin ceptelefonlarına bir mesaj geldi. Mesajda, “Hawaii balistik füze saldırısı tehdidi altında. Acilen korunaklı bir yer bulun. Bu bir tatbikat değildir” yazıyordu. Uyarı televizyon ve radyolardan da duyuruldu. ABD Başkanı Trump ve Kuzey Kore lideri Kim Jong-un’un birbirini bir süreden beri nükleer silahlarla tehdit ediyor olması nedeniyle Hawaii zaten diken üzerindeydi. Soğuk Savaş’tan bu yana ilk kez 2017 yılının Aralık ayında kentte sirenli tatbikat yapılmıştı. Kuzey Kore’den atılacak bir nükleer füzenin yarım saat içinde Hawaii’ye ulaşabileceği ve böyle bir durumda şehirde yaşayanların kendilerine güvenli bir barınak bulmak için sadece on iki dakikası olduğu tahmin ediliyor. Dolayısıyla, bu uyarı yayımlandığında Hawaiililerin bunun gerçek olmayabileceğini düşünmesi için hiçbir neden yoktu; aksine alarmın doğru olduğuna inanmaları için bütün koşullar mevcuttu.
Uyarının yayımlanmasının üzerinden otuz sekiz dakika geçtikten sonra bunun yanlış alarm olduğu ortaya çıktı. Sadece birisi yanlış düğmeye basmış ve bu da doğru olmayan bir uyarının herkese gönderilmesine neden olmuştu. Ancak o kısa otuz sekiz dakikada Hawaii’de çok şey yaşandı. Uyarı bütün bölgede büyük bir paniğe ve kaosa yol açtı, çünkü herkes dakikalar içinde öleceğini ve bu konuda yapılabilecek hiçbir şey olmadığını düşünüyordu. Honolulu’da yaşayan 38 yaşındaki Natalie Haena durumu şöyle özetliyordu: “Gelen bir füzeye karşı yapılabilecek hiçbir hazırlık yok. Bizim bomba sığınaklarımız ya da ona benzer yerlerimiz yok. Gidecek hiçbir yer yok.”[1]
“Eyaletteki herkes dehşete düşmüştü. Herkes öleceğini düşünmesine rağmen yine de sığınabileceği bir yer bulmaya çalışıyordu. Banyoların, küvetlerin, eczanelerin ve hatta rögarların içine saklanmaya çalıştılar. Hawaii’de çok sayıda sığınak bulunmuyor ve evlerin çoğunda da bodrum katı yok. İnsanlar ailelerine olabildiğince çabuk kavuşabilmek için kırmızı ışığı vs. önemsemeden hızla evlerine gitmeye çalıştılar. Onları bir daha göremeyeceğini düşünenler sevdiklerine son kez telefon ile ulaşmaya ya da mesajla onları ne kadar sevdiklerini söylemeye çalıştılar.”[2]
Hawaii Üniversitesi’nde profesör olan Noelani Goodyear-Kaʻōpua ise yaşadıklarını şöyle tarif ediyordu: “Ani bir şok… ve sonra umutsuzluk ve sonra hayatını değiştirecek bir şeylerin oluyor olduğunu fark etmek.”[3]
Hawaii Üniversitesi’nden bir başka profesör Craig Santos Perez ise mesajı telefonunda görür görmez aklından geçenleri şöyle anlatıyordu: “O panik ânında savaşın nihayet artık başladığını düşündüm. O an gelmişti işte.”[4]
Bunlar Hawaiililerin o gün neler hissettiklerinin yalnızca küçük bir özeti. İnternet’te kısa bir tarama o gün otuz sekiz dakika boyunca Hawaii’de neler yaşandığının bir bilançosunu farklı boyutlarıyla bize gösteriyor. Ama bu yazı açısından bundan da önemlisi o gün yaşananların farklı bir açıdan değerlendirildiğinde ne anlama gelebileceği, nelere işaret ettiği.
Bir anlık hata ya da öfke nöbeti
Hawaii’de yaşanan bu travmatik olay bize iki şeyi gösteriyor.
Birincisi, bu silahların kullanım emrinin verilmesinden alarmların gönderilmesine kadar her sürecin insanın kontrolünde olduğunu ve insanın da her zaman hata yapmasının ya da yanlış kararlar almasının mümkün olduğunu. Yine Hawaii’de yaşananlardan yola çıkacak olursak, eğer yanlış alarmın verildiği andan bir hata yapıldığının açıklandığı âna kadar geçen otuz sekiz dakikada ABD Başkanı Trump hatanın düzeltilmesini beklemeden karşı saldırı emri vermiş olsaydı yapılanın bir hata olduğunun ortaya çıkmasının çok da anlamı kalmayacaktı. Üstelik sadece yanlış alarm vermek değil, gerçekten nükleer saldırı emrini vermek bir an meselesi. Günümüzün çok da rasyonel olmayan liderlerinden birinin, bir öfke nöbeti sonucunda ya da “yanlışlıkla” bu emri vermeyeceğinin bir garantisi yok. Örneğin, dünyanın en demokratik ülkeleri arasında gösterilen ABD’de bile nükleer silah kullanma emrini verme sürecinde işleyen herhangi bir denge ve denetim mekanizması bulunmuyor. Başkan Truman’dan bu yana çeşitli değişimler geçiren nükleer karar mekanizmasının son geldiği noktaya göre bir ABD başkanının nükleer silah ateşleme emri vermesi için tek yapması gereken bir düğmeye basarak Pentagon’a emri ve kimliğini doğrulayan kodu iletmesi. Pentagon’un sadece bir tweet uzunluğundaki bu emri gerekli birimlere iletmesi ve görev yerlerinde bekleyen askerlerin bu emri yerine getirmesi ise sadece beş dakikalık bir süreyi gerektiriyor (eğer ateşleme denizaltından yapılıyorsa bu süre on beş dakika). Bunu yaparken başkanın kimseye danışması gerekmiyor, sistemde onu durduracak ya da bir saniye daha düşünmeye itecek hiçbir denge ve denetim mekanizması bulunmuyor.
Adam Shatz, “The President and the Bomb” adlı makalesinde Trump’ın çevresindeki üst düzey komutanları ve böylesi bir durumdaki tutumlarının ne olabileceğini şöyle anlatıyor:
“(…) ‘şu anda savaşmaktan başka bir şey bilmeyen generallere sahibiz’. Yaklaşık yarım yüzyıl önce daha popüler olan gücün son çare olduğu fikri artık yok. Şu anda Soğuk Savaş döneminde var olandan daha farklı bir ulusal güvenlik anlayışı var ve bu anlayış söz konusu olan daha geniş çaplı güç kullanımı olduğunda buna engel olacak şeyleri en aza indirgeyebilir.”[5]
Üstelik Shatz’ın aynı makalesinde belirttiği gibi bu sadece askerlere ait bir tutum değil.
“Demokratlar da –başkanlar ya da olası başkanlar– ‘bütün seçenekleri masada tutma’ konusunda en az Trump kadar istekliler. Obama, 2008 başkanlık seçimleri sırasındaki bir konuşmasında Pakistan’a karşı nükleer silah kullanmayı düşünmediğini söylediğinde Hillary Clinton onu azarlayarak şöyle demişti: ‘Nükleer silah kullanma ya da kullanmama konusunda bir başkanın böyle genel açıklamalar yapmasının doğru olmadığını düşünüyorum.’ Düşmanı (ya da Pakistan söz konusu olduğunda, dost gibi görünen düşmanı) ortadan kaldırma hakkı, hiçbir Amerikan liderinin feragat etmeyi göze alamayacağı bir haktır.”[6]
Yine Shatz’ın aynı makalede aktardığına göre 2017 Ekim ayının sonunda Massachusetts senatörü Ed Markey ve Michigan’dan Kongre üyesi John Conyers, Trump’ın tek başına Kuzey Kore’ye saldırı kararı vermesini engelleyen bir kanun tasarısı sunmuş ve 535 üyeden sadece 62’si bu tasarıyı desteklemişti.
Jeopolitik rekabet ve ulusal güvenlik
Tüm bunlar bizi Hawaii’de yaşanan olayın gösterdiği ikinci noktaya götürüyor: Günümüzde giderek artan jeopolitik rekabet ve buna bağlı olarak gelişen ulusal güvenlik kaygısına dayalı devlet yönetimi anlayışı İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan Hiroşima ve Nagazaki felaketlerinin ve Soğuk Savaş sürecinin ardından ilk kez nükleer silahların kullanıldığı bir savaşı mümkün kılıyor. Üstelik bunun yakın zamanda gerçekleşeceğini düşünenlerin sayısı hiç de az değil.
Kısa süre önce Dünya Ekonomik Forumu tarafından yayımlanan “Küresel Riskler 2018” raporu önümüzdeki on yılda en büyük yıkıma neden olabilecek tehlikeler arasında ilk sırada kitle imha silahlarını gösteriyor. Raporda, nükleer, kimyasal ve biyolojik silah teknolojilerindeki gelişmelerin uluslararası krizlere neden olup önemli tahribatlara yol açabileceği belirtiliyor.[7]
ABD’nin bu yılın başında yayımladığı Ulusal Güvenlik Strateji belgesi giderek artan jeopolitik rekabeti açıkça ifade ediyor. Belge, Çin’in Avrupa, Hint-Pasifik coğrafyası ve Afrika’da etkisini artırmaya başladığını, Rusya ile birlikte hareket edip ABD’nin yerini almaya çalıştığını, ABD’nin jeopolitik avantajlarına rakip olduğunu ve uluslararası düzeni kendi lehine değiştirmeye çalıştığını ileri sürüyor. Belgede, “büyük güçler arasında yeniden bir rekabet var” deniyor ve Çin ve Rusya, ABD’nin hakimiyetine meydan okuyan “revizyonist” güçler olarak tanımlanıyor. Ayrıca Çin’in ekonomik büyümesinden bir ulusal güvenlik tehdidi olarak bahsediliyor. Ve tüm bunlara karşı ABD’yi güçlendirme, egemenlik, güvenlik ve ekonomik kayıpları geri kazanma ve Çin ve Rusya’yı bastırma yeni dönemin stratejik adımları olarak tarif ediliyor.
İçinden geçtiğimiz günlerde bu küresel gerilime en açık şekilde Trump ve Kuzey Kore lideri Kim Jong-un arasındaki sürekli karşılıklı savaş tehdidi biçiminde tanık alıyoruz ve nükleer silahlar bu karşılıklı tehditlerin merkezinde yer alıyor.
Dünyada nükleer silahların durumu
Günümüzde dünyada her an ateşlenmeye hazır durumda ya da stoklarda 14.900 adet nükleer silah bulunuyor. Bu silahlardan 13.800 tanesi ABD ve Rusya’nın, kalan 1.100 tanesi Çin, İngiltere, Fransa, Hindistan, Pakistan ve İsrail’in elinde. Sayısı bilinmese de Kuzey Kore’nin elinde de nükleer silah olduğu artık kesin olarak biliniyor.
Soğuk Savaş’tan bu yana ABD ve Rusya 1.800 adet nükleer savaş başlığını herhangi bir nükleer saldırı tespit edildiğinde hemen ateşlenmek üzere hazır tutuyor. Bunun amacı karşı taraftan bir nükleer saldırı gelmesini önlemek. Karşı taraf nükleer silah kullanması durumunda saldırdığı ülkenin saldırı kendisine ulaşmadan önce karşılık vereceğini bilirse bu saldırıyı gerçekleştirmeyi göze alamayacağı varsayılıyor. Ancak bu strateji sadece Hawaii olayında değil, geçmişte de benzer yanlış alarmlar yüzünden dünyayı birkaç kez nükleer savaş noktasına getirdi. Üstelik günümüzde gelişen teknolojiyle birlikte siber saldırı tehdidinin daha yüksek olduğuna dikkat çeken uzmanlar bu riskin artık daha büyük olduğunun altını çiziyorlar.
Nükleer silahlardan tamamen kurtulmak
Günümüzde herkesin kabul ettiği ve bildiği açık gerçek şu: Herhangi bir şekilde bilerek ya da kaza ile nükleer silahların kullanılması insanlık için bir felaket olacaktır. Nükleer silahlar bizi güvende tutmuyor, tam tersine küresel ölçekte güvensizliği ve savaş riskini giderek artırıyor. Bu farkındalık 2017 yılında 122 devletin Birleşmiş Milletler çatısı altında tıpkı biyolojik ve kimyasal silahlar gibi nükleer silahların da yasaklanmasını öngören bir anlaşmayı imzalamasına yol açtı. Anlaşmanın nihai amacı nükleer silahları tamamen ortadan kaldıran bir süreci başlatmak ve bu amaç çerçevesinde nükleer silah sahibi devletlere ellerindeki stokları azaltmaları için baskı yapmak. Dolayısıyla ilk görev bu anlaşmayı Türkiye dahil olmak üzere (Türkiye henüz imzalamadı) olabildiğince çok sayıda devletin imzalamasını sağlamak ve böylece ne zaman ne yapacağı belli olmayan liderlerin bu silahları kullanmayı bu kadar kolay telaffuz edemeyecekleri bir ortam yaratmak.
Bunu yaparken üzerinde düşünülmeye ve tartışılmaya değer iki olgu karşımızda durmakta. Birincisi, günümüzün en demokratik rejimleri arasında gösterilen ABD’nin bile nükleer silah kullanmaya niyetli bir lideri durduracak bir denge ve denetim mekanizması ya da gücünün bulunmaması. İkincisi ise ulusal güvenlik konsepti üzerine kurulu devlet yönetme anlayışının en başta gelen sonuçlarından birisi olan militarizmin güçlenmesi. Trump gibi öngörülemez, ne zaman ne yapacağı belli olmayan liderler tabii ki sorun ama bu tür karar mekanizmaları ve ulusal güvenlik anlayışı Trump ile başlamadı. Dolayısıyla karşı karşıya kaldığımız sorunun daha köklü olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Bu sorun üzerine düşünmeye, Hawaii’deki tanıklıkları da bir kez daha hatırlayarak ve onların en sevdiklerine hayatlarının son birkaç dakikasında “seni seviyorum” deme çabasını gözümüzde canlandırarak başlarsak, çözümü sadece Trump ya da Kim Jong-un gibi liderlerden kurtulmakla sınırlandırmayıp daha geniş bir pencereden bakmaya başlayabiliriz.
Tekrar soralım: Bütün gezegeni havayı uçurma yetkisine sahip olan ve kendisi de mükemmel bir insan olmayan bir kişiye neden güvenelim? Eğer güvenmeyeceksek -ki güvenmediğimiz çok açık- o zaman sadece liderlerimizi değiştirmeyi değil, onlara verdiğimiz yetkileri de gözden geçirmenin zamanı gelmedi mi?
(Birikim Günce)