Dünyadan Haberler
Filistin – İsrail
Wikileaks sözünü tuttu, işte ilk İsrail belgeleri…/ Star – 28.12.2010
Dubai’deki El Mebhuh suikastı, son zamanların en çok konuşan ajan operasyonlarından biriydi. İsrail gizli servisi Mossad’a mal edilen o operasyonda, en az 11 ajan Hamaslı üst düzey yetkili El Mebhuh’u öldürdü. Wikileaks, o suikaste dair yazışmaları açıklamaya başladı. Belgelerde, ajanların MOSSAD bağlantısına dair bilgi yok. Dünyanın merakla izlediği ayrıntılar netleştikçe İsrail’in diplomatik batağa sürüklendiği bir suikast operasyonu…Hamas’ın üst düzey isimlerinden biri olan Mahmud El Mebhuh, Dubai’de otel odasında öldürüldü. Suikast İsrail’in, pek çok Avrupa ülkesi ve Avustralya ile arasını bozdu.
Çünkü operasyona katılan 10’dan fazla ajanın İngiltere, İrlanda, Fransa, Almanya ve Avustralya’ya ait sahte pasaportları kullanarak Dubai’ye girdiği anlaşıldı.
Avustralya bir İsrailli diplomatı sınırdışı etti, Almanya; Polonya’da yakalanan bir ajanın yargılanmak üzere iadesini istiyor.
“İsrail hakkında neden hiçbir doküman açıklamıyor?” denilen Wikileaks, sonunda o suikaste dair belgeleri de açıklamaya başladı. Ama açıklanan belge yine doğrudan İsrail’i ilgilendirmiyor.
O belgeye göre Birleşik Arap Emirlikleri, El Mebhuh suikastının ayrıntılarını gizli tutmak ve açıklamak arasında kararsız kalmış.
Gizliliğin İsrail’i korumak anlamına geleceği yorumu yapılınca, yetkililer kameralar karşısına geçmiş ve ellerindeki tüm verileri kamuoyu ile paylaşmış.
Suikastle ilgili bir diğer Amerikan Dışişleri yazışmasına göre de, Birleşik Arap Emirlikleri soruşturma için ABD’den yardım istemiş.
O belgede, şüphelilerin çoğunun kullandığı kredi kartlarının Amerika’nın Iowa eyaletindeki bir banka tarafından verildiği belirtiliyor.
Dubai polisi, o kartların kullanıcılarının kimlik bilgileri için Amerika’ya “acil” yardım talebinde bulunmuş. Amerikan elçilik yetkilileri de talebi FBI’ya göndermiş ve Washington’dan konunun acil oalrak ele alınmasını istemiş. Yani açıklanan belgelerde saldırganların kimliğine ve MOSSAD bağlantısına dair net bir saptama yok. Wikileaks’in o konudaki ayrıntıları ne zaman yayınlayacağı merak konusu.
‘Büyük bir savaşa hazırlanıyoruz’
Hürriyet – 02.11.2011
Wikileaks’in dün yayınladığı belgelere göre İsrail Genelkurmay Başkanı Gabi Aşkenazi, 2009 yılında Amerikalı politikacılara büyük bir savaş için hazırlık yaptıklarını açıkladı
Tel Aviv’deki Amerikan büyükelçiliğinden geçilen kriptoya göre Aykenazi, Amerikan delegasyonuna “Orduyu büyük bir savaş için hazırlıyorum. Sonuçta böyle bir hazırlık yapıp planları küçültmek, tam tersini yapmaktan daha kolay” dedi.
Wikileaks: ‘İsrail Ordusu Ortadoğu Savaşına Hazırlanıyor’
Voanews – 03.01.2011
WikiLeaks tarafından kamuoyuna sızdırılan son Amerikan diplomatik kriptolarında İsrail’in İran’dan gelecek olası bir füze saldırısına karşı 12 dakikalık bir uyarı süresine sahip olacağına inandığı belirtiliyor.
Norveç‘in Aftenposten gazetesinde yayınlanan habere göre Tel Aviv’deki Amerikan Büyükelçiliği’nden gönderilen 15 Kasım 2009 tarihli kriptoda Amerikan Kongre heyeti ve İsrail Genelkurmay Başkanlığı arasındaki görüşmeler anlatılıyor.
Haberde İsrail Genelkurmay Başkanı Gabi Aşkenazi’nin, Amerikan heyetine, İran’ın elinde 300 adet Şahap füzesi bulunduğunu ve bu füzelerin İsrail’i vuracak menzile sahip olduklarını söylediği belirtiliyor. Ayrıca Aşkenazi, İsrail için en büyük tehdit olarak Hamas ve Hizbullah‘ı gördüğünü de söylüyor.
Kriptoda Aşkenazi’nin İsrail ordusunun Ortadoğu’da büyük bir savaşa hazırlandığını belirttiği de ifade ediliyor.
Barış olmazsa hükümet çöker
Star – 3.01.2011
SANAYİ BAKANI ELİEZER’DEN NETANYAHU’YA ÜLTİMATOM
İşçi Parti’den Bakan Ben-Eliezer, Filistinliler ile barış görüşmelerinde ilerleme olmazsa hükümetten çekilecekleri uyarısında bulundu.
İsrail’de aşırı sağcı Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ın rehin aldığı İsrail kabinesi, ilk kez içten gelen bir isyanla karşılaştı. İsrail kabinesinin en mutedil ismi olarak bilinen Sanayi, Ticaret ve Çalışma Bakanı Binyamin Ben-Eliezer, Filistinliler ile barış görüşmelerinde bir ilerleme olmazsa, İşçi Partisi’nin hükümetten çekilebileceği uyarısında bulundu. Ben Eliezer, İşçi Partili bakanların toplantısında yaptığı açıklamada, herhangi bir ültimatom verme gibi bir niyetinin olmadığını, ancak barış sürecinde kendilerini memnun edecek bir gelişme olmaması halinde, İşçi Partisi olarak Nisan ayında koalisyondan ayrılabileceklerini söyledi.
HÜKÜMET AŞIRI SAĞCI HALE GELDİ
Toplantıda, partinin lideri ve Savunma Bakanı Ehud Barak hakkında da eleştiriler yapıldı. İşçi Partili bakanlardan Avişay Braverman, Barak’a yönelik olarak “Amerikalılar için bir arabulucu olarak hizmet etmek üzere çizdiğiniz hatalı strateji başarısızlıkla sona erdi” derken, sadece barış sürecinin yok olmakla kalmayıp güvenlik konusunda da darbe aldıklarını ifade etti. Braverman, Barak’ın İşçi Partisi’nin kongresini biran önce toplayıp Netanyahu’ya, “Ya Filistinliler ile doğrudan görüşmelerin başlatılmasını ya da İşçi Partisi’nin koalisyondan çekileceğini belirten bir ültimatom yayımlamasını” istedi. Braverman, Netanyahu’nun başkanlığı altındaki hükümetin aşırı sağcı bir iktidar haline geldiğini, izledikleri stratejinin de İsrail’in dünya ülkelerinden izole edilmesine yol açtığını kaydetti.
NETANYAHU TEHLİKEYİ ANLAMALI
İşçi Partili bakanlardan İzak Herzog da halihazırdaki krizi “siyasi yıkım süreci” olarak adlandırdı. “Başbakan Benyamin Netanyahu, hükümetinin tehlike altında olduğunu anlamalıdır” diye konuşan Herzog, İşçi Partisi kongresinin toplanmasına yönelik çabaların sürmesini talep etti.
Barak ABD’yi aldattı!
Kabinenin aşırı sağcı kanadıyla yeterince etkin mücadele etmemekle eleştirilen Savunma Bakanı Ehud Barak, ABD’nin de sabrını taşırdı. Haaretz’e konuşan üst düzey yetkililer, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ile ABD Başkanı Barack Obama’nın, Barak’ın, yaklaşık 1,5 yıldır Filistinliler ile bir barış anlaşması konusunda Netanyahu’yu ikna edebileceği yolundaki söylemleriyle, kendilerini yanılttığını düşündüklerini söyledi. İsrailli yetkili, Amerikalı bir yetkilinin kendisine, “Bu koalisyona olan umudumuzu yitirdik. Artık hiçbir beklentimiz yok” dediğini de dile getirdi.
Irak
Irak’ta çok eşlilik ABD sayesinde geri geldi
Radikal – 03.01.2011
İngiliz Times gazetesi Irak savaşının sebep olduğu ilginç bir duruma dikkat çekti.
“Dul sayısının artışı, çok eşliliği geri getirdi” başlıklı haberde, Irak’ta 2003 yılındaki işgalden bu yana süren çatışmalarda hayatını kaybeden onbinlerce kişiden büyük çoğunluğun erkek olmasının, ülkedeki dul kadın sayısında büyük artış ortaya çıkardığına dikkat çekildi.
Habere göre bu durumun beraberinde getirdiği uygulama, dul kalan kadınların halihazırda evli bir erkeğin ikinci eşi olarak onunla evlenmesi oldu. Böylece Irak’ta savaş öncesinde kaybolmaya yüz tutmuş çok eşlilik, savaş sebebiyle yeniden ortaya çıktı.
1000 DOLARLIK DESTEK
Birden çok kadınla evlenme uygulamasının ülkedeki İslami partiler tarafından desteklendiğinin anlatıldığı haberde, ikinci eşle evlenen erkeklere bu partiler tarafından 1000 dolarlık yardım yapıldığı belirtilmiş.
Times’in haberinde savaşta kocasını kaybeden, 35 yaşındaki beş çocuk annesi Manar Muhammed’in şu sözlerine yer verilmiş:
“Benim için ikinci kadın olmak tabi ki zor bir şey, ancak böylece hiç değilse beni koruyacak ve çocuklarımın yetişmesini sağlayacak bir kocam var.”
Felluce’deki sakat doğumlar ile ABD saldırıları bağlantılı
Hürriyet – 01.01.2011
Irak’ın Felluce kentindeki yaşanan çok yüksek orandaki sakat doğum vakalarına yönelik yapılan bir araştırma, sorunun ABD güçlerinin altı yıl önce kente düzenlediği saldırılardan kaynaklandığına işaret etti.
Gelecek ay yayımlanacak rapor hakkında bilgi elde eden Guardian, Felluce’de yeni doğan bebeklerde görülen kanser, sinirsel hastalıkları, kalp rahatsızlıkları ve kemik yapılarındaki bozuklukların artışında, ABD’nin kullandığı silahların sorumlu olduğuna dair bilgilere ulaştı.
Raporda, işgalin ilk dönemlerinde yapılan saldırıların ardından, kentteki sakat doğumların normal oranın 11 katına kadar çıktığı belirtildi. “International Journal of Environmental Research and Public Health” dergisinde yayımlanacak olan raporun yanı sıra, Dünya Sağlık Örgütü’de (WHO) Felluce’deki sakat doğumlar hakkında bir araştırma yayımlamaya hazırlanıyor.
Felluce’de geçmişte yapılan araştırmalar, yeni doğan bebeklerin cinsiyet dağılımında ciddi bir değişim olduğunu ve 2003’ten itibaren erkek çocukların doğumunda yüzde 15 azalma yaşandığını gösterdi.
Zehir bilim uzmanı Mozhgan Savabieasfahani, “Rapor, Irak toplumunun sürekli olarak çevreye yayılan zehre maruz kaldığını gösteriyor. Çevresel faktörün ne olduğunu bilmiyoruz ancak bunu ortaya çıkarmak için daha fazla test yapıyoruz” dedi.
Raporda, sakat doğumlara neden olan genetik bozuklukların en büyük sebebinin başta hamile kadınların maruz kaldığı zehirli gaz ve metaller olduğu belirtiliyor. Çevrenin zehirlenmesindeki en büyük neden olarak da savaş alanlarında geride kalan artıkların olduğu düşünülüyor.
Felluce’de sakat doğumlar üzerinde yapılan son araştırma, Felluce Hastanesi çocuk doktoru Samira Abdul Gani tarafından gerçekleştirildi. 55 aile üzerinde yapılan çalışmada, Mayıs ayında doğan 547 bebeğin yüzde 15’inin ciddi sakatlıklar bulundurduğu belirtildi.
Beş milyon çocuk okula gidemedi’
Star – 01.01.2011
Afganistan’da kötüleşen güvenlik koşulları ve gelenekler yüzünden yaklaşık 5 milyon çocuğun geçen yıl okula gidemediği bildirildi.
Eğitim Bakanlığı sözcüsü Asıf Nang, okul yaşındaki 12 milyon çocuktan sadece 7 milyonunun geçen yıl okula gittiğini belirtti.
Nang, bu rakamların endişe verici olduğunu, hükümetin bu çocukların da okula gidebilmesi için elinden geleni yaptığını söyledi.
Sözcü, ülkedeki şiddet olaylarının yanı sıra ülkenin, kız çocuklarının erkek öğretmenler tarafından eğitilmesine izin vermeyen ailelerin bulunduğu ücra kesimlerinde kadın öğretmenlerin olmamasının sorunu daha da kötüleştirdiğini ifade etti.
Ülkedeki 364 bölgeden 200’den fazlasında kadın öğretmen bulunmadığını belirten Nang, Taliban’ın karargahları sayılan güney ve doğu kesimlerinde ailelerin hala kız çocuklarını okula göndermediğini de kaydetti.
Afganistan – Pakistan
ABD’nin füze saldırısı 14 can aldı
Star – 01.01.2011
Pakistan’ın kuzeybatısında Amerikan insansız uçaklarının bir füze saldırısı daha düzenlediği, iki saldırıda 14 kişinin öldüğü bildirildi.
Pakistanlı istihbarat görevlileri, Kuzey Veziristan vilayetinin Span Vam bölgesinde seyir halindeki bir araca düzenlenen ilk saldırıda 9, ilk saldırıdan iki saat kadar sonra düzenlenen ikinci füze saldırısında da 5 kişinin öldüğünü belirtti.
İstihbarat yetkilileri, öldürülenlerin kimlikleri ya da milliyetlerinin henüz bilinmediğini söyledi.
ABD insansız uçakları Afganistan’da geçen yıl 110’dan fazla bu türden saldırı düzenledi. Bu sayı bir önceki yıl geçen yılın yarısından da azdı.
Pakistan hükümeti ve muhalefeti, ülkenin egemenliğini ihlal anlamına geldiği ve aşırıcı unsurları yenmek için desteklerine ihtiyaç duydukları aşiret üyelerinin öfkesini çektiği için füze saldırılarını protesto ediyor.
Türkiye
“Filistin’e Özgürlük, İsrail’e Boykot!”
BİA Haber Merkezi – 28.12.2010
İsrail, iki yıl önce bugün, Gazze’ye topyekûn bir saldırının ilk bombardımanına başlamıştı.Siyonist devletin dünyanın gözü önünde 22 gün süren bu saldırısı, arkasında 1.400’ünüzerinde ölü ve 5.300’ün üzerinde yaralı bırakarak Gazze’yi bir enkaza dönüştürdü. Onbinlerce Filistinli evsiz kaldı ve yüz binlercesi okulunu, geçim kaynağını, sağlık hizmetini veen temel yaşamsal ihtiyaçlarını kaybetti.
Bu saldırı hâlâ sürüyor. Gazze’ye uygulanan abluka dört yıldır sürüyor ve biteceğine dairbir işaret bulunmuyor. Gazze açık hava hapishanesi açlık, işsizlik ve çevre felaketleri gibisorunlarla cebelleşiyor.
İşbirliğinin çatışan kanatların üstünde bir devlet politikası olduğu tescil edildi.
Türkiye’nin BM Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı UNRWA’ya yıllık katkısı sadece 500bin dolarda kalırken, İsrail ile yıllık ticaret hacmi 3 milyar doları aştı. Bankacılık, tarım,turizm ve enerji alanlarında Türkiye sermayesinin İsrail’le ilişkileri en hareketli döneminiyaşadı. Bu durumda İsrail’in AKP hükümetine borçlu olduğu şey özür değil teşekkürdür.
Ancak, İsrail’e yönelik sözlü bir tepkinin bir karşılığı olmadığı gibi, İsrail’in sözlü olarakpişmanlık belirtmesinin de bir karşılığı olmayacaktır. İsrail 1948’deki kuruluşundan buyana tırmandırarak sürdürdüğü işgal, sömürgecilik ve apartheid siyasetinden ancak somutyaptırımlarla vazgeçirilebilir. Böylesi bir yaptırım da sözle değil ikili ilişkilerin kesilmesineyönelik somut adımlarla olur. Filistin halkının çağrısıyla İsrail’e yönelik her alandaboykotu savunan bir kampanya 2005’ten bu yana dünya çapında gittikçe yaygınlaşarak örgütlenmektedir. BDS, yani “Boykot, Yatırımların geri çekilmesi ve Yaptırımlar” olarak bilinen bu kampanya, somut bir yaptırım için İsrail ile ikili ilişkilerin kesilmesini talep etmektedir.
Bu çağrıya Türkiye’den katılan bizler de boş efelenmelerin, özür ve tazminat talep etmeninİsrail’i durdurmadığını aksine İsrail’e verilen desteği gözden kaçırmaya hizmet ettiğinigörüyor; İsrail saldırganlığını frenlemenin öncelikli koşulunun İsrail ile ikili ilişkilerinkesilmesi olduğunu biliyoruz. Emperyalizme ve Siyonizm’e karşı halkların kurtuluşundan,kardeşliğinden ve barıştan yana tüm güçleri de ilişkilerin kesilmesi çağrısını yükseltmeye, heralanda boykotu yaygınlaştırarak hayata geçirmeye davet ediyoruz.
Gazze ablukasının kaldırılması içinİsrail ırkçılığını durdurmak içinFilistinli mültecilerin yurtlarına geri dönmesi içinBatı Şeria ve Gazze’nin işgaline son vermek içinİsrail vatandaşı Filistinlilere uygulanan ırk ayrımcılığına son vermek içinFilistin ulusunun kendi kaderini tayini içinİsrail’le tüm askeri, ticari, diplomatik, akademik, kültürel ilişkilere son verilsin!”
Eyleme Alınteri, Barış Derneği, DHF, EHP, Emek ve Özgürlük Cephesi, ESP, FHDD,Halkevleri, İstanbul Tabip Odası, Kaldıraç, Öğrenci Kolektifleri, Partizan, PDD, Sosyalist Gelecek, Sosyalist Parti, TKP ve destekçi kurum olarak BDSP katıldı.
2010’da Türk dış politikası analizi 1
Habertürk – 30.12.2010 / CEYDA KARAN
AB ile yüzyüze değil yanyana durmak gerek
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun hafta sonunda gazetecilerle yaptığı 2010 değerlendirme toplantısı vesilesiyle, dış politikada izlenen ana stratejik hatta dair izahatlarını dünkü yazıda etraflıca aktarmıştım. Türkiye’nin sergilemeye çalıştığı ‘özgün dış politika’ ancak bugün yaşanan ‘kimlik arayışı’ eşliğinde anlaşılabilir. Bu bağlamda Davutoğlu’nun iç ve dış politanın topyekün restorasyondan geçtiği saptaması kanımca son derece isabetli. Dışişleri Bakanı’nın izahatıyla ‘150 yıllık süreçte yaşanan üç restorasyonda da görülen ‘uluslararası düzene intibak etme çabalarında’, Türkiye’nin bu kez ‘intibak’ın ötesine geçip ‘uluslararası sistemi restore eden’ ülkelerden birisi olup olamayacağını ise zaman gösterecek.
Öyleyse 21. yüzyılın ilk 10 yılını tamamlarken, 2010 sonu itibariyle hangi başlıklarda neler yaşandığına iyi bakmak lazım. Doğrusu Türk dış politikasında bu denli derin dönüşümü kısaca geçiştirmek haksızlık olur. Bu yüzden olay bir çeşit yıl sonu toparlamasına dönüştüğünden belirleyici başlıkları birkaç güne yaymayı uygun gördüm… İlk bölüm AB, Türk-Yunan ilişkileri, Kıbrıs ve Balkanlar’dan oluşuyor. İkinci bölüm İran ve Irak… Üçüncüsü İsrail, ABD, Ermeni meselesi ve NATO. Dördüncü ve sonuncusu da Rusya, Çin, Afrika ve Latin Amerika’ya dair olacak.
‘ÖZGÜRLÜK’ REFERANSI AB…
AB: Davutoğlu’nun ilk yazıda aktardığım ‘özgürlük’ ağırlıklı restorasyon dönemi için referans kaynağı gösterdiği Avrupa Birliği’nden başlayalım… Türkiye, 2007’den beri AB muktesebatına uyum programını uyguluyor. Bu süreç 2013’e kadar sürecek. Zira 2004’de başlatılan müzakereler icabı 2014’de AB’ye tam üye olmamız icab ediyor. Gel gör ki, Türkiye’nin yasal çerçevesini birlik ile uyumlu kılmak için giriştiği müzakerelerde 33 başlıktan 13 tanesi açıldı, çoğu kapatılamaz halde. 20 başlıktan 17’sinin açılması da AB tarafından siyasi sebeplerle engelleniyor. Olur da önümüzdeki aylarda geriye kalan üç başlıktan ‘rekabet’le alakalı olan açılabilirse, bu küresel ekonomik krizden musdarip AB’nin Türk ekonomisine alakasından kaynaklanacak.
Şimdi ‘aşağılık kompleksiyle’ ‘sınıfta daha zayıf görünen çocuğunu pataklayan ebeveyn’ moduna girip “E tabi biz de AB’nin kurallarını yerine getirmiyoruz” klişesini tekrarlamayacağım. Hükümetin AB meselesinde ‘çok’ samimi olduğunu, demokrasi ve sivilleşme açısından gerekli her adımı attığını düşündüğüm için değil; ‘yeterince’ samimi olduğunu düşündüğümden. Ve AB ile işlerin tıkanmasının müsebbibinin büyük ölçüde AB olduğu kanaatimden… Uluslararası anlaşmalara aykırı olarak siyasi bir tercihle üye kabul edilen Kıbrıs Rum Kesimi’nin engellemelerine geçit veren AB’nin kendisi. Çifte standartları, kendi çıkarları icab ettirdiğinde ‘demokrasi ve insan haklarını’ hiç de dikkate almayabilen de öyle… Üstelik işin acı tarafı, üyelik sürecindeki bu sancılı halet-i ruhiye Türkiye’ye yönelik rezervlerini gizlemeyen Almanya ve Fransa gibi ülkelerin de gayet işine geliyor. Elbette nüfusunun çoğunluğu Müslüman ve kalabalık bir ülke haliyle geleceği belirsizliklerle yüklü AB’yi kara kara düşündürüyor. Bu durumda Türkiye’nin de ‘işine geldiği gibi’ davranması kaçınılmaz.
Buna karşılık Türkiye’nin ancak AB süreci sayesinde ‘demokrasi ve insan hakları’ standartlarını yakalayacağı zannının da vakti doluyor. 11 Eylül travmasıyla AB bu alanda öncülüğünü zaten yitirmeye başladı. İslamofobi, ekonomik ve siyasi çifte standartların ayyuka çıkması Avrupa zihniyetine maalesef giderek daha fazla etkili oluyor. Kılıfına uydurularak elbette… Misal Fransa’nın ceplerine para doldurup sınırdışı ettiği Romanlar, eli kolu bağlı AB… Türkiye’deki sivil toplum bu manada böylesine bir AB’den ne bekleyebilir ki!
Velhasıl, Davutoğlu ‘özgürlük’ ağırlıklı restorasyon için AB’ye ne kadar referans verse de Türkiye açısından AB projesi her açıdan çıkmazda. Buradan ‘AB’ye sırt çevirelim’ sonucu çıkarılmasın. Şahsi kanaatim Türkiye’nin bir an önce Avrupalılarla ‘imtiyazlı ortaklık’, ‘özel ilişki’ biçimlerine yönelmesinde ve kendi özgün dış politikasını sağlamlaştırmasında fayda olduğu… Bu manada Davutoğlu’nun ‘Türkiye AB’siz yapamaz, AB de Türkiye’siz’ önermesi doğru. Ancak bu ilişki biçimi gayet tartışmaya açık.
KIBRISLI RUMLAR EKONOMİK KRİZE SAPLANIRSA…
Davutoğlu, brifingde özellikle son aylarda Türkiye’nin AB ile imzaladığı Gümrük Birliği Ek Protokolü Gereği liman ve havaalanlarını Kıbrıslı Rumlara açması koşulunu yerine getirmek üzere bazı öneriler getirdiğini ama hiç birisinin dikkate alınmadığını aktardı. Burada Türkiye’nin önerisi açık: ‘Siz yıllardır tecrit ettiğiniz Kıbrıslı Türklere karşı tutumunuzu değiştirin, Ercan Havaalanı’nı uluslararası uçuşlara açın, biz de limanları açarız’. AB’nin zaten buna meylini sağlayacak bir tutumu var. Lakin Kıbrıslı Rumlar ‘şımarık’ çocuk misali ve AB adım atamaz durumda…
Türkiye, Akdeniz’deki gücünü salt askeri manada Kıbrıs üzerinden aleme cihana ispatlama saplantısından vazgeçip de adada çözümü zorlayan bir taktik benimsedi. Ancak işe yaramıyor. Kanımca bunda Kıbrıslı Rumların ‘Türkiye kompleksi’ ve Kıbrıslı Türklerle yaşama konusundaki ikilemi en mühim etkeni oluşturuyor. AB’nin uluslararası yasalara aykırı olarak siyasi tasarrufunu kullanarak içine aldığı bölünmüş adada tümüyle güneyin arzuları doğrultusunda bir barış mümkün değil. Türkiye müzakerelerin başlaması ve rotasına oturtulması için AB ile Gümrük Birliği Ek Protokolü’nü imzalayıp liman ve havalimanlarını açma vaadinde de bulunmuş olabilir. Vaatte bulunmak başka, yapmak başka. Avrupa’nın vaatleri ve yerine getirdiklerine bakmak kafi.
Ocak sonunda BM Genel Sekreteri adadaki iki lideri yeniden Cenevre’de buluşturacak. Ben şahsen çözüm yolunda somut sonuç çıkmasını zor görüyorum. Kıbrıs meselesinde Rumların çok yakında ekonomik krize saplanması ihtimalini ise yakından izlemekte fayda var…
YUNANİSTAN’LA ASAYİŞ BERKEMAL
Türkiye dış politikasını çeşitlendirmemiş, salt AB’ye bel bağlamış olsa “Yunanistan büyük sorun” diyeceğim. Lakin artık kazın ayağı öyle değil. Bu durumda “Yunanistan Türkiye için sorun değil. Asıl Yunanistan, Türkiye’yi kendisi için sorun olmaktan rahatlıkla çıkarabilir” demek hiç de yanlış olmaz. Bu Ege’deki durum gibi sorunların bir çırpıda çözüleceği anlamına gelmiyor. Lakin kısa ve orta vadede ilişkilerin ‘hallice’ gideceği aşikar. Türkiye ekonomik krize batmış Yunanistan’a yönelik her düzeyde sergilediği ‘iyi niyetini’ sürdürse kafi… Gerisi Atina’ya kalmış…
BALKANLAR: ÇABA ÇOK AMA…
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun özel ilgi alanlarından birisi de olan Balkanlar’a yönelik dış politika atılımlarını takdire şayan buluyorum. Lakin başta Boşnakları Sırplarla yakınlaştırma çabası olmak üzere harcanan çabalar sonucunda elde edilen sonuçlar çok yetersiz kalıyor. Türkiye’nin çabalarından bağımsız olarak öyle kalmaya da mahkum. Zira Balkanlar son tahlilde ABD’nin, Rusya’nın ve Avrupa’nın alanı. Arnavutluk ve Karadağ’da İtalya’nın, Hırvatistan ve Slovenya’da Almanya’nın, Sırbistan’da Rusya’nın, Makedonya’da ABD’nin, AB’nin ve Rusya’nın borusu bizden fazla ötüyor. Bize siyasi etkinlik açısından Boşnaklar kalıyor, belki bir de ekonomik ilişkilerin giderek güçlendiği Romanya. Bu ‘Balkanlar’ı boşlayalım’ manasına gelmiyor. Tam tersine Türkiye’nin Bosna Hersek’in de ötesinde Yunanistan, Bulgaristan gibi ülkelerdeki Müslüman ahaliyi münasip biçimde kollayan pozisyonunu daha da takviye etmesi gerekiyor.
İRAN VE NÜKLEER SİLAH MESELESİNE TERSTEN BAKIŞ
İran meselesinde Davutoğlu haklı olarak Türkiye’nin uyguladığı taktiği savunuyor. İran’la nükleer takas anlaşması için yolu açık tutacak Tahran Bildirisi Obama yönetiminin koyduğu çerçeve içinde geçen mayısta kotarıldı. Ancak bu ABD yönetimi ve 5+1 Grubu’nun belki de hiç beklemedikleri için işine gelmedi. Yeni yaptırım paketi onaylandı. Bugün belki Tahran Bildirisi konuşulmuyor lakin Türkiye’nin İran nezdindeki çabalarının da katkısıyla masaya yeniden oturuldu ve ocakta İstanbul’da toplanılacak.
Şahsen bu toplantıdan fazla umutvar olmadığımı belirteyim. Ama bu Türkiye’nin çabalarının doğru yönde olmadığı anlamına gelmiyor. Davutoğlu’nun ifadesiyle “İran dosyası Türkiye’nin küresel sahneye çıkmasını sağladı”. Elbette bundan hoşlanmayanlar olacak, ‘eksen kaydırılacak’. Başkalarının demesiyle ‘eksen kaysaydı’! Nihayetinde belki fazla tekrarlanması icab etti, kimilerine ‘gına gelmiş’ de olabilir lakin İran konusunda Türkiye’nin ‘Nükleer silahlı İran’a karşıyız, bölgemizde kimsede nükleer silah istemiyoruz. Nükleer teknoloji ise herkesi hakkı’ tezi anlatılabildi.
Bu tez reel politika açısından elbette sorunlar içeriyor. Uluslararası kamuoyunda İran’ın nükleer silah edinecek denli gözü dönmüş bir rejim gibi sunularak ‘şeytanlaştırılmaya’ çalışıldığı ortada. Ancak İran ve nükleer silah meselesinde her zaman temkinlilik payı bırakmakta fayda var. Zira bu ülkede bile nükleer silah talebini dile getirenler eksik değil. Ama Irak savaşına götüren yalanlarla dolu süreç ortadayken, dış politikada manipülasyonlardan hareketle iş yapılacak da değil.
Zaten kanımca bundan da mühimi, bölgedeki nükleer silah denklemi ‘İsrail’in denetimsiz bir nükleer silahlı güç’ olmasından hareketle düşünülmeli. Bu durum, bölgede son dönemde Körfez ülkelerinin birbiri ardına nükleer güç elde etme arzularını beyan etmeleriyle birleşince yine Türkiye için sorunlu bir alan yaratıyor. Eğer bütün çabalara rağmen bölge ‘nükleer silahlar ve bu silahların caydırıcılığına’ dayalı bir yönelime girecekse, Türkiye’nin tezinin altı boşalıyor. Zira günümüz dünyasında Hindistan, Pakistan, İsrail örnekleri, ‘bastıran nükleer silahlı güç oluverir’ fikrini destekliyor. BKZ: ABD ve Rusya’nın son dönemde var olan nükleer rejim gereği ‘cezalandırılmaları’ icab eden Hindistan’la yaptıkları nükleer anlaşmalar… Hiç hazzettiğimden söylemiyorum lakin birileri de NATO çerçevesinde İncirlik’te muhafaza edilen nükleer silahlar ortadayken, neden Türkiye’nin nükleer silahı olmasın sorusunu da sorabilir.
NÜKLEER TEKNOLOJİ HAKKINI SAVUNMAK
Öte yandan nükleer enerji meselesinin İran çerçevesinin de ötesine taşarak önümüzdeki döneme damgasını vuracağı da anlaşıldı. Davutoğlu haklı olarak şöyle diyor:
“Nükleer teknolojiye getirilen sınırlamaları güvenlik değil ekonomik sınırlama olarak görüyoruz. Nükleer silah güvenlik, nükleer teknoloji ekonomi meselesidir. İran’ın nükleer silah sahibi olmasını istemiyoruz, nükleer silaha sahip olacağı bahanesiyle başka ülkelerin nükleer teknolojilere sınırlama getirmelerine de karşıyız. Çünkü Türkiye ekonomisi büyüyor. 2.5 trilyon dolarlık GYSMH’yi hedefliyoruz ki ilk 10’a girelim. Bizde doğalgaz ve petrol de olmadığına göre geriye iki kaynak kalıyor. Yenilenebilir enerji ve nükleer enerji… Yenilenebilir enerjinin sınırı var. Nükleer enerji, teknolojiyi elde ettiyseniz en ucuz enerji. Bizim enerjimiz yok. Bizim için tek yol enerji maliyetini azaltmak. Zaten gelişmiş ekonomiye sahip nükleer güçlerin bu alanda da fiyatı kontrol altında tutarak, uluslararası ticarette haksız rekabeti de doğrabilirler. Bir süre sonra nükleer enerjinin OPEC’i yaratılacak gibi bir durum çıkıyor. Nükleer banka oluşturulmasından bile söz ediliyor.”
Bu değerlendirme. Türkiye’nin algısını kafi derecede izah ediyor. Nükleer enerjiden ürküntü duysak dahi, kaçınılmazlaşmasından ötürü güvenlilik ve temiz enerji olarak geliştirilmesinin yöntemlerine odaklanmanın daha hayırlı olacağı kanaatindeyim. Öyleyse uzatmaya gerek yok. Kapsamlı bir nükleer strateji geliştirilmesinin vaktidir.
IRAK ‘YERLİ YERİNDE DURUYOR’!
Irak üzerinden Türkiye için geçmişte kurgulanan hiçbir felaket senaryosu gerçekleşmedi. 1 Mart tezkeresi yüzünden ABD’yle itişip kakışıldığında Türkiye’nin ekonomik açıdan biteceğini, bölgede söz sahibi olma şansının yitirildiğini söyleyenler de pek yanıldı. Şimdi 7 Mart seçimlerinin ardından Irak’ta ancak yıl sonunda hükümet kurulabilmişken, Türkiye’nin Amerika’nın peşinde Sünni kartına oynayıp, Iraklı Kürtlere ‘yamuk yapıp’ ‘oyundan düştüğünü’ söyleyenler de büyük ihtimalle yanılıyor.
ABD İran’la sürtüşmeye devam ettikçe Irak, Türkiye için mühim bir etki alanı olarak kalacak. Seçim sonrası hükümet kurulma sürecindeki gibi taktik hatalar bunu kolay kolay değiştiremez kanatindeyim. Irak Türkiye’nin Kürt meselesine çözüm arayışları çerçevesinde de büyük ehemmiyet taşıyor. Bu bağlamda konjonktür değişirken tümüyle işlevsiz kalan ‘kırmızı çizgiler’in aşılıp Irak’taki tüm gruplarla geliştirilen diyaloğun dengeli yürütülmesi elbette elzem. Şiiler, Sünniler ve Kürtlerle geliştirilen ‘esnek’ ilişkiler bu dengenin sağlanmasını kolaylaştıracaktır. Amerika’nın işgalle ‘pandoranın kutusunu’ açtığı Irak, akıllı politikalarla her gücün taktik açıdan birbirine ikame edilebileceği bir ülke. Zira işgal sonrası gelişmeler Irak politikalarında alelade küskünlüklere mahal olmadığını gösterdi.
Öte yandan ABD’nin kalan askerlerini 2011 sonrasında çekeceği düşüncesiyle Irak’ın kolaylıkla parçalanacağı görüşü de sıkça işitilir oluyor. Ben bu kanaatte değilim. Bugün ABD’nin ‘İran’a yakın’ diye istemediği Şii Başbakan Nuri el Maliki’nin Wall Street Journal’le yaptığı söyleşide ‘ABD askerleri çekildikten sonra ülkesinin bazıları istese dahi İran’la ittifaka sürüklenmesine izin vermeyeceğini belirtip, “Irak’ın bir yörüngeye çekilmesi imkansızdır. İster İran’dan, ister Türkiye veya Araplardan gelsin, buna karşıyız” sözlerini bir yere not etmekte fayda var. Dolayısıyla Türkiye’nin Irak’taki hükümete ABD’nin ‘İran yahut da İran’ın ABD paranoyasının’ ötesinden bakması gerekiyor.
2010’da Türk dış politikası analizi 2
Habertürk – 31.12.2010 Cuma
İSRAİL’LE HASIMLIK DÖNEMİ BAŞLADI
Türkiye’nin 2010 yılındaki en çetrefilli dış politika meselesi İsrail kaynaklı oldu. İsrail’in Gazze Şeridi’ni enkaza çeviren kanlı ‘Dökme Kurşun’ saldırısı sonrası Davos’ta Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ‘One minute’ çıkışı ile zaten gerilmeye başlamış olan ilişkilerde kanlı Mavi Marmara baskınıyla yeni bir evreye geçildi: Hasımlık.
Bu hasımlık halinin 2010’deki ilk tezahürü, ocakta İsrail’in şahin Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ın yardımcısı Danny Ayalon’un Türkiye Büyükelçisi Oğuz Çelikkol’a reva gördüğü ‘alçak kanepe’ hakaretiydi. Bunu 31 Mayıs’taki Mavi Marmara baskını izledi. İsrail müttefiki bir ülkenin vatandaşlarını alenen infaz etmekten çekinmedi. Bunun karşısında Türkiye dik durdu ve dost addedilen bir ülkenin, vatandaşlarını bu şekilde katletmiş olmasından ötürü özür ve tazminat taleplerinden hiç vazgeçmedi. Böylesi bir olayın ‘terörist-terörizm’ etiketleriyle sunulması girişimlerine de hiç prim verilmedi.
‘YANLIŞLIK MI, KASTİ Mİ’
İsrail son yıllarda kendi var oluşsal sorunları nedeniyle sürekli Türkiye’deki AK Parti iktidarını hedef alıyor, uluslararası kamuoyunda büyük bir ‘psikolojik savaş’ yürütüyor. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, 2010 değerlendirme toplantısında Mavi Marmara gemisinde Türk vatandaşlarının infazına dair İsrail’den beklentilerini içeren cümlesi aynen şöyleydi: “Yanlışlık oldu denilebilir ama kasti olduğu söyleniyorsa o zaman dost olmaktan çıkarsınız.” Bu sözler İsrail’in Türkiye’ye karşı hasımlık halet-i ruhiyesini deşifre ederken, diğer yandan Türkiye’nin her şeye rağmen ‘büyüklük’ göstermeye hazır olduğunun beyanı. Davutoğlu’nun “İsrail ile barışma niyetimiz var. Bütün ülkelerle barıştan yanayız. Arabuluculuk yürüttüğümüz bir ülkeyle ilişkilerimizin kötü olmasını niye isteyelim. Karşıdan da aynı irade gelmeyince zorluk yaşıyoruz. Bizde irade var ama karşı tarafta irade oluşturmak çok zor” saptamasını da doğru buluyorum.
Krizden hemen sonra Davutoğlu’nun Brüksel’de İsrail Sanayi ve Altyapı Bakanı Benyamin Ben Eliezer’le buluşması da –İsrail tarafının Türkiye’deki iç politikaya oynayarak bunu derhal sızdırmasına dikkat çekmek lazım- yıl sonuna doğru İsrail’in Hayfa kenti civarındaki Carmel bölgesine yangınına yardım için uçak göndermesi de ‘hasımlık’ düzeyinin frenlenmesi arzusundan kaynaklanıyor. Lakin İsrail, dış politikada giderek karşı karşıya geldiği Türkiye’ye boyun eğer görünmek istemiyor. Öte yandan Türkiye’nin de boyun eğme olasılığı yok. Davutoğlu’nun sözleriyle “Uluslararası sularda Türk vatandaşları öldürüldü, bu gerçeği başka hiçbir şey örtemez. Türkiye’ye hiçbir suç yüklenemez. ”
TAM BİR ÇIKMAZ HALİ
Tam bir çıkmaz hali… Kanımca Türkiye-İsrail ilişkilerini hasımlıktan kurtarmanın imkanı ihtimali yok. Türkiye’nin ‘komşularla sıfır sorun’ politikasını İsrail’le hayata geçirebilmesi neredeyse imkansız. Diğer yandan İsrail’in var oluş tarzı başlı başına bu politikaya tezat teşkil ediyor. İsrail etrafına sürekli savaş, çatışma, husumet pazarlayan, ırk ve din temelli kalmaya azmetmiş bir rejim. Üzerinde var olduğu topraklarda başkalarına yaşama şansı vermemekte de ısrar ediyor. Türkiye’nin arayışlarının tam tersine bir yönelimi var. Türkiye için kaçınılmaz olan böylesi bir rejimin zorlanması, sıkıştırılması… Hatta İsrail’in ‘komşularına sorun yaratma potansiyeli’ göz önüne alınırsa, Türkiye’nin kimi zaman ‘sorun yaratan taraf’ olması bile gayet anlaşılır olur. Kıssadan hisse… İsrail’le bundan böyle sorunsuzluk imkansız. O vakit sorunlar çıkacağını öngörerek pro aktif olmak gerekiyor.
TÜRKİYE ABD’SİZ, ABD TÜRKİYE’SİZ YAPAMAZ
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’la yaptığımız toplantıda, ABD-Türkiye ilişkilerine dair yaptığı değerlendirme doğrusu bir hayli çarpıcıydı. Öncelikle “ABD ile ilişkilerimizde türbülanslar yaşadık” diyerek sorunları teslim etti bakan. Diğer yandan ABD yönetiminin Washington DC’deki lobilerden ve STK’lardan ibaret olmadığını, yani başka bir ‘aklın’ bulunduğunu anımsattı. Daha dikkat çekici çıkışı ise ABD ile ilişkilerin karakterine dair tahayyülüydü: “Biz ABD’nin sadece askeri müttefiki olmak istemiyoruz. Bu bölgede ve dünyada bir oyuncu olarak, oyun kurucu ABD ile ortak ve eşit bir işbirliği bekliyoruz. ABD ile aramızdaki sorun, onların henüz bunu algılamamasıdır, sorun, bu yeni dönemin, pozisyonun getirdiği uyum sorunlarıdır, yeni döneme henüz alışamama meselesidir.”
TÜRKİYE’NİN YERİNE KİM İKAME EDİLEBİLİR?
Dünyanın hala bir şekilde ‘tek’ süpergücüne yönelik bu bakış açısı oldukça iddialı. Hele de 1 Mart tezkeresi Washington’da bir travma yaratmış ve henüz bu travmadan tümüyle kurtulunmamışken. Yine de bence Davutoğlu’nun iddiasının altı hiç de boş değil. ABD, Türkiye için kaybedilecek bir ortak değil. Ama bunu tersine çevirip Türkiye’nin de ABD için de kaybedilecek bir ortak olmadığını anlamak lazım. Evet, ABD’nin Ortadoğu politikaları öncelikle İsrail odaklıdır. Ancak İsrail, Türkiye’nin yerine ikame edebilecek bölgesel bir güç de değil. Bugünden yarına ABD’nin böylesi bir ülke bulabileceği kanaatinde de değilim. Mısır mı? Suudi Arabistan mı? Bu ülkelerin hiç birinin Türkiye’nin yerini doldurması mümkün değil.
Dolayısıyla Amerikan Kongresi’nde ne kadar arıza çıksa, İsrail yahut Yahudi lobisi anlaşılabilir kaygılarla yan çizse de Amerikan devlet teamülleri bir şekilde Türkiye’yi ‘kollamak’ durumunda olduklarını ayırdında olacaktır. Tekrar edelim; ABD açısından Ortadoğu’da kaybedilemeyecek birinci ülke İsrail ise, ikincisi Türkiye’dir. Dolayısıyla ABD ve İsrail ile ilişkiler Türkiye için ne denli zorlayıcıysa ABD için de Türkiye ve İsrail arasındaki ‘hasımlık’ o denli zorlayıcı olmaya mahkum. Üç örnek bu durumu izaha yeter…
MAVİ MARMARA BAŞARISIZLIK DEĞİL
Mavi Marmara krizi… ABD yönetimi feci halde iki arada bir derede kaldı. Ustalıklı bir manevrayla BM Güvenlik Konseyi’nde İsrail’in kınanmasını engellese de daha zayıf olan başkanlık açıklaması yöntemiyle bu kınamaya iştirak etti. Bu ABD’nin hangi biçim altında olursa olsun İsrail’in kınanmasına kalkan olduğu düşünülürse azımsanacak bir şey de değil. Elbette şimdilik Türkiye’nin gücü bu kadarına yetti. Dolayısıyla bunu bir felaket olarak algılamamak gerek.
İkinci örnek İran’la ilgili nükleer dosya. Uzun lafa gerek yok. Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nde geçici üye olarak Brezilya ile birlikte ‘Hayır’ oyu vermesi Türkiye’de ‘kıyametler kopartmış’ olabilir. Lakin ABD Başkanı Barack Obama, sonraki süreçte verdiği söyleşilerde Türkiye’nin pozisyonunu gayet iyi anladığını boşu boşuna beyan etmedi.
Aynı şekilde 1915 olaylarına dair yaşanan krizlerdeki tutum da farklı değil. Tarihte Ermenilere yönelik mezalimin Amerikan Kongresi gibi siyasi bir platform aracılığıyla ‘soykırım piyasasına’ dönüştürülmüş olmasına son tahlilde Washington’da hangi yönetim olursa olsun prim veremiyor.
Bütün bunlar Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinde hiç zorlanmayacağı anlamına gelmiyor. Türkiye’nin ABD ile ilişkisinin ‘eşit ortaklık’ düzeyine yükseltmesinin anahtarı kendi değerinin farkına varıp bu değeri ‘güce’ dönüştürmeyi başarması…
ERMENİSTAN’LA CESUR AMA NAFİLE ADIM
Türkiye Ermenistan’la ilişkilerinde 2009 sonunda cesur bir adım attı. İlişkilerin normalleştirilmesi yolunda sınırın açılması dahil bir dizi adamı içeren protokollere imza konuldu. Ancak 2010 bu protokollerin rafa kaldırıldığı tarih oldu. Davutoğlu’nun bu konudaki mesajı özetle şöyleydi: “İki ülke ilişkilerinde rehabilitasyon döneminden geçmek lazım. Cesur bir süreç süreç başlattık. Kafkasya oyunu zor. Rusya denkleme katılmadan kapsamlı barış mümkün değil.” Elbette bütün bunlar protokoller imzalanmadan da biliniyordu.
Ermenistan’la meselemiz Türkiye için hem iç hem dış politika açısından ehemmiyet taşıyor. Ermenistan küçük, kaynakları kıt bir ülke. Karşısında da enerji zengini olup da Türkiye ile bir şekilde derin bağları bulunan Azerbaycan var. Şu konjonktürde Türkiye’nin Bakü’yü küstürmeyi göze alması zor. Lakin Kafkasya’da kapsamlı barış istiyorsanız Erivan’ı da hesaba katmak durumundasınız. Üstelik iç politika açısından sembolik yanı var. Ulus devletleşme sürecinde geniş bir Ermeni nüfusunu bu topraklardan sürmüş bir imparatorluğun mirasçısı olarak Türkiye’nin en başta ahlaken kurtulması icab eden bir yük mevcut.
NORMALLEŞME RAFA KALKARKEN, GERİYE KALANLAR…
Hal böyleyken Ermenistan’la protokoller perde arkasında daha uzun süreye yayılan çabalara karşın Bakü psikolojik olarak ikna edilmeden çok aceleci biçimde devreye sokulmaya çalışıldı. ABD ile ilişkilerin manivelasına indirgenmiş gibi bir görüntü çıktı ortaya. Nihayetinde iki tarafın da zamanlamasını beceremediği bir hikaye olarak askıya alındı. Ama bunu çok da olumsuz değerlendirmiyorum. Konjonktür el verdiğinde, gerekli çabalar yeniden sarf edildiğinde raftan indirilecektir. Protokollerin rafa kaldırılmasına rağmen 2010 yılının ilk altı ayında Türkiye’nin tarihinde hiç olmadığı denli Ermenistan’la meseleleri konuşup tartışması dahi tek başına kazanım. Bir başka önemli kazanımı da sürecin sonucundaki başarısızlığa karşın Davutoğlu’nun özellikle Ermeni diasporasına açılımdan söz etmesidir. Bu çok önemli, zira Türkiye ilk kez Osmanlı İmparatorluğu’ndan yurtdışına göç eden ya da göç etmek zorunda kalan Ermenilerle diyalog kurarak, bu insanların ‘Türkiye’nin diasporası’ olduğunu resmi bir ağızdan beyan etmiş oldu.
NATO: ‘MAYINLARLA’ DOLU ETKİNLİK ALANI
Davutoğlu isabetli bir biçimde Türkiye’nin NATO’da ‘etkinliğinin arttığına’ işaret ediyor. Hemen ardından ekleme ihtiyacı hissediyor, “Ben Dışişleri Bakanı olduğum sürece NATO cephe ülkesi olmayız” diye… İttifakın ‘dünya barışını sürdürecek bir misyon üstlenmesi gerektiğini’ vurguluyor. “Bunu söyleyince niye eksen kaysın” diye soruyor. Türkiye’nin ‘birkaç yıl öncesine kadar, 60 yıl boyunca savunma harcamalarını eğitim harcamalarının üstünde tuttuğunu’ anımsatarak, ”Tam NATO’dan kopmadan kendi ulusal çıkarlarınızı korumak için bir çabaya giriyorsunuz, birden iç kamuoyunda ‘Türkiye sınavda’ diye sözler ediliyor” diye yakınıyor.
Haklı ancak buradaki sorun NATO’nun ‘dünya jandarması’ niteliğinde var olan çelişki. Batı ittifakının elbette çıkarları doğrultusunda dünyayı zorlayan tercihleri var. Özellikle Afganistan savaşı ittifak için kötü bir sınav alanı ve karnede şimdiye kadarki not da ortada.
NATO, Türkiye için önümüzdeki dönemde hele de Obama yönetiminin füze savunma kalkanı projesini ittifaka onaylatmasının ardından ‘mayınlı bir alan’ olacak. Türkiye tercihleri itibariyle el mahkum ‘kanat ülkesi’ algısını sarsacak. Bu durum da yine el mahkum sorgulanacak. Herşeyin ötesinde kanımca ittifakın son 10 yıldaki ve önümüzdeki dönem için tercihleri Türkiye’nin komşularla ‘sıfır sorun’ psikolojik kavramı açısından da sorunlu. Türkiye doğal olarak ‘sistem içinde kalıp mücadeleyi’ seçiyor. Hani derler ya ‘ya bu deveyi güdeceğiz, ya bu diyardan gideceğiz’ durumu.
RUSYA İLE ‘BIÇAK SIRTINDA’ DENGE
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Türkiye’nin son dönemlerde izlediği dış politika ile ilgili bir soruya; “Büyük bir küresel değişimi hep birlikte yaşıyoruz. Arzumuz, yeni küresel düzenin kapsayıcı, adil ve sorunların giderilmesine hizmet edecek biçimde oluşmasıdır. Bu çerçevede Türkiye’nin dış politikada ilgi ve etkinlik menzili tüm dünyadır” diyor. Geçen hafta sonundaki 2010 değerlendirme toplantısında gündemin yoğunluğundan detaylı biçimde ele alınmadı lakin Rusya, Çin, dünyanın kalkınmakta olan ülkelerinin yanı sıra Afrika ve Latin Amerika’yla ilişkileri dair de bir çift laf etmek lazım.
‘İsrail Araplara karşı atom bombası kullanabilir’
Radikal – 30.12.2010
İngiltere’de 1980 yılında Margaret Thatcher hükümetinde görev yapmış İngiliz diplomatların, İsrail’in Arap komşuları ile savaşa girdiği takdirde, atom bombasına başvuracağından endişe ettikleri ortaya çıktı.
Gizliliği 30 yıl sonra kaldırılan İngiliz milli arşivindeki belgelerde yer alan ve İngiltere’nin Tel Aviv büyükelçiliğine ait 4 Mayıs 1980 tarihli bir telgraf yazısı, İsrail’in Mısır ile 1979 yılında imzaladığı barış anlaşmasına rağmen, Ortadoğu’daki durumun gitgide kötüleştiğini, İsrail’in tecrit edilmişlik ve güvensizlik hissinin artığı yönünde uyarıda bulunuyor.
Telgraf, Arap ülkeleriyle savaş durumunda, yok olmamak için ve uzun süreli bir savaşı göz önüne alamayacağından İsrail’in ilk hamlede atom bombasını kullanabileceği ihtimalinin altını çiziyor.
Gizliliği kaldırılan İngiliz milli arşivindeki belgeler ayrıca, dönemin başbakanı Margaret Thatcher’in Ortadoğu’da diplomasi yürütmeyi “sinir bozucu” bir iş olarak gördüğünü aktarıyor. Belgelerde, Thatcher’in dönemin Fransız Cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing’e içini açarken, hayatında dönemin “İsrail Başbakanı Menahem Begin kadar zor bir muhatapla karşılaşmadığı” itirafında bulunduğunu belirtiliyor.
Belgelerde, Thatcher, Begin’le görüşürken, İsrail’in işgal ettiği Filistin topraklarında yürüttüğü yerleşim politikasını eleştirip, “anlamsız” olarak nitelendirdiğini, ancak Begin’in cevap olarak, Batı Şeria bölgesinin İncil döneminden beri İsrail’e ait olduğunu ve bugün de öyle olacağını iddia ettiği de aktarılıyor.
Belgelerde, Başbakan Thatcher’ın ayrıca, danışmanlarının Filistin Kurtuluş Örgütünü (FKÖ) sadece “bir terör örgütü olarak algılamaması, FKÖ’nün aynı zamanda bir siyasi hareket olarak da algılanması” gerektiği yönde yaptıkları tavsiyelere de kulak asmadığı belirtiliyor.
‘Mısır’da iç savaş çıkabilir’
Milliyet – 02.11.2011
Mısır gazeteleri, yılbaşında İskenderiye’deki Kıpti kilisesine düzenlenen bombalı saldırı sonrasında yapılan protestoların Hristiyanları ve Müslümanları kamplara bölmesi halinde ülkede iç savaş çıkabileceği uyarısında bulundu.
21 kişinin ölümüne yol açan saldırı sonrasında Hristiyanlar ile Müslümanlar arasında çatışma çıkmıştı. Kıpti Hristiyanları dün de saldırıya uğrayan kiliseye giderek “şehitlerinin intikamını alması” için Tanrı’ya dua ettiler. Hristiyanların öfkelenmeye hakları olduğunu söyleyen Al-Şorok gazetesi kışkırtıcılıların oyununa gelmemeleri konusunda uyardı. Gazete “Hristiyanların hayal kırıklığı ve öfkeye kapılmaları, saldırıdan bile daha tehlikeli” diye yazdı. Gazeteler Hristiyanların dışlandıklarını düşündüklerini, bu saldırının da yalnızlık hislerini arttırdığını belirttiler.
Katliama küresel infial
Star – 3.01.2011
Mısır’da Hıristiyanları hedef alan saldırıya dünyadan tepki yağdı. Ülkede gerilim doruğa çıkarken, Cumhurbaşkanı Mübarek birlik çağrısında bulundu.
Ortadoğu’da en büyük Hıristiyan nüfusun yaşadığı Mısır, İskenderiye kentinde kiliseyi hedef alan kanlı saldırının ardından kritik bir döneme girdi. Dini gruplar arasındaki gerilimi doruğa çıkaran saldırının ardından sonu iç savaşa varabilecek şiddet olaylarının başlayabileceği öne sürülürken, Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek, ‘’saldırının Müslüman-Hıristiyan çatışması çıkarmayı amaçladığını’’ söyleyerek vatandaşlara birlik çağrısında bulundu. Soruşturma kapsamında şu ana kadar 17 kişi de gözaltına alındı.
DİYANET’TEN KINAMA MESAJI
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez yazılı açıklamasında, saldırının, Diyanet camiasında ve Türk toplumunda büyük üzüntü meydana getirdiğini, her Müslümanı derinden yaraladığını ve insanlığın geleceğine yönelik kaygılarını artırdığını’’ belirtti. Saldırıya en sert tepkiyi gösteren Papa 16. Benediktus da, uluslararası toplumu, Irak’ın ardından Mısır’da Hıristiyanları hedef alan “kalleş saldırılara” karşı harekete geçmeye çağırdı.
2011’de barış sinyalleri
Star – 3.01.2011
Güney Kore Devlet Başkanı Lee Myung-bak, Kuzey ile olan ilişkilerin yeni yılda barış içinde ilerleyeceği sinyalleri verdi.
Güney Kore lideri Lee Myung-bak, bugün sabah yeni yıl dolayısı ile yaptığı özel konuşmasında geçen 2010 senesini değerlendirdi. Lee, özellikle ekonomik büyüme, G20 zirvesi ve Kuzey Kore meselelerine değindi. Güney Kore’nin ekonomik devleri ile KOBİ’leri arasındaki dengesiz rekabetten doğan ekonomik problemlere dikkat çeken Lee, “Ekonomimizin yüklerini artık dev markalarımız tek başına taşımaktan kurtuldu. Ekonomimiz bundan sonra, sonra dev markalarımız ile KOBİ’lerimizin sırtında bir dayanışma içinde ilerleyecek.” dedi.
Özellikle Yeonpyeong Adası saldırısı ile gerilen Kuzey Kore-Güney Kore hattında yumuşamaları gündeme getiren Güney Kore lideri, “Kuzey ile diyalog kapıları kapalı değildir. Uluslararası desteği arkamıza alıp, işbirliği içinde barış hakim kılacak bütün yolları denemekle yükümlüyüz.” diyerek, Kuzey Kore ile olan ilişkilerin yeni yılda barış içinde ilerleyeceği sinyali verdi. Güney Kore’nin bir çok konuda uluslararası topluma örnek olduğunu dile getiren Lee, Seul’de düzenlenen G20 zirvesini hatırlatarak, “‘Yeşil Büyüme’ ile zaten dünyanın bir çok ülkesine model olduk.
G20 zirvesinde dünyadaki ekonomik sistemin aksaklıklarına getirdiğimiz çözüm önerileri ile katılımcılardan övgü topladık. Globalleşen dünyada yerimizi aldık diye biliriz. Aynı nesil ile yardım alan ülke statüsünden, yardım veren ülke statüsüne gelmemiz, şu an bir çok ülke için örnek teşkil etmekte.” diye açıklamada bulundu.
Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu Bülteni, 3 Ocak 2011
İletişim: www.kureselbak.org, kureselbak@gmail.com; 00905362196341