Konusunu ‘Edebiyatta adalet arayışları’ olarak belirlediğimiz IX. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin 21 Şubat Çarşamba akşamki dokuzuncu oturumunun tartışma konusu Ursula Kroeber Le Guin’in (1929-2018) Mülksüzler (1974) isimli eseriydi. Murat Tekelioğlu yazarın yaşamı, yaşadığı dönem hakkında bilgi verdikten sonra kitabı Atölye katılımcılarının değerlendirmesine açtı.
Ursula K. Le Guin, 1929’da, Hitler ve Mussolini’den kaçan pek çok sığınmacının yaşadığı küçük bir üniversite kasabası olan Berkeley’de doğar. Babasının antropolog, annesinin yazar olması nedeniyle evleri üniversite kentinin aydınlarıyla dolup taşar. Lise yıllarında, Berkeley’de kendini ‘birçok zeki Amerikalı çocuk gibi, yaban diyarlardaki bir yabancı’ gibi hisseder. Berkeley Halk Kütüphanesi’nde Amerikan, İngiliz ve Fransız roman ve şiirleri, Rus edebiyatı çevirileriyle gün geçirir. Üniversite için Doğu Yakası’na, Radcliffe Üniversite’sine gider ve Fransız edebiyatı üzerine eğitim alır. 1951 Yılında Radcliffe’den mezun olur. Avrupa edebiyatı okumaya devam eder ve kendisini ‘bazı yönlerden 1640 Paris’inde veya 1812 Moskova’sında, 1948 Massachusetts’ine göre daha çok evdeymişim gibi hisseder.’
Babası, ‘yazar olmak istiyorsa başka bir işten geçinmeye yeterli ücret kazanmasını ya da böyle bir ücret kazanan birisiyle evlenmesini’ öğütlemiştir. Le Guin bu öneriyi çok akılcı bulur ve hayata geçirir. Fransızca öğretmeni olur. Columbia Üniversitesi’nde master yapar. Üç erkek kardeşi gibi akedemik kariyer yapma düşüncesiyle doktoraya başlar. Tezi için Fulbright bursu alıp Fransa’ya giderken gemide, Fransız Devrimi hakkında tez yazmakta olan tarihçi Charles LeGuin ile karşılaşır. Paris’de ortak yönlerinin çokluğunun farkına varıp iki hafta içinde nişanlanır, kısa bir süre sonra da evlenirler.
Doktora tezini bir süreliğine bırakır ve kocasıyla Fransız ve Avrupa Devrimleri konusunda çalışmaya, okumaya, tartışmaya başlar. Charles Le Guin’in nasıl tezini ilk Ursula Le Guin okuduysa, onun her kitabını da ilk kocası okur ve eleştirir. Çoçuklarının bakımını ortaklaşa üstlenince Ursula Le Guin’e de yazı yazmak için zaman kalır. Evliliklerinin ilk yıllarını kocasının iş bulduğu Georgia ve Idaho Eyaletlerinde, 1959’dan sonra da hayatının gerisini Oregon’da, sessiz ve huzurlu bir şehir olarak bilinen Portland’da yaşarlar.
Aldığı eğitimi sevse de asıl amacı bir öğretmen olarak hayatını kazanmak böylece yazmaya devam etmektir. Yirmi yaşında, Orta Avrupa’da, Hitler’in mahvettiği ve Stalin’in mahvetmeye devam ettiği ülkelerden biri gibi gördüğü, Çekoslovakya ya da Polonya’dan çok uzak olmayan, Romanya gibi, belki Slavcadan etkilenmiş ama Latince kökenli bir sözcük türeterek Orsinia isimli bir ülke yaratarak ilk bilim kurgu eserini kaleme alır. Orsinia’da, yani anavatanında yolunu bulmaya, kendini evinde hissetmeye başlar. 1951 yılında Paris’te bir not defterinde başlayan bu ilk roman denemesini büyük bir heyecanla yazar. Gönderdiği editör Alfred Knopf, ‘on yıl önce olsaydı çılgınca şeyleri yayınlayabileceğini ama bugünlerde bu tür riskler alamayacağını’ söyleyen bir mektupla romanı reddeder.
Ancak Le Guin yılmaz ve 1962 yılında ilk bilimkurgu öyküsü yayımlanır. İlk romanı Rocannon’nun Dünyası 1966 yılında basılır. 1968’de Paris’te, 68 hareketinin içinde yer alır, politik kimliği bu dönemde şekillenir. 1968’de yazdığı Yerdeniz Büyücüsü bir fantezi yazarı olarak tanındığı ilk eseridir ve çocuk öyküleri olarak yayınlanır. Bilimkurgu alanında tanınmasını sağlayan ilk eser ise 1969’da yazdığı Karanlığın Sol Eli kitabıdır. Bu eser ilk anda çok sofistike bulunduğu için yayınevleri tarafından basılmak istenmese de basıldıktan sonra çeşitli ödüller alır.
Le Guin ajitatif olmayan, yumuşaklıkla kendini ifade eden bir radikal, kendi tanımıyla ‘pasifist bir anarşist’tir. 1980’lerde feminist bilimkurgu yazmaya başlar. Aynı zamanda Kropotkinci, dayanışmacı anarşist ve Tao’cudur. Psikanalizle ilgilenir, Yung’un temel kavramlarını kullanır. Bu özellikleri yani anarşist, feminist, Tao’cu olması ve Yung düşüncesine yakınlığı başlıca dört özelliğidir. Babasının antropolog olması da düşüncelerini etkiler.
Le Guin bilimkurgu ile fantastik edebiyatı kolay kolay birbirinden ayırmaz. Kendisine hayali yerler, adalar, dünyalar yaratır, başka bir dünyanın hayalini kurar, onu yazar: ‘Başka bir dünya mümkün, o dünya sadece bizim hayalimizde olsa da’. Onun için her zaman önemli olan yol’dur, hedef değil. Hedef belki kolay ulaşılabilir değildir ama ufuk gibidir, sürekli ona gideriz, biz gittikçe bizden uzaklaşsa da.
Başka bir dünya istiyorsak, ancak o dünyanın hayalini kurarak bunu yapabiliriz. Ursula Le Guin de işte bunu yapar, sürekli yeni dünyalar, yeni yaşamlar hayal eder. Her zaman önemli olan yol’dur, hedef değil, ama elbette hedef ne olursa olsun fark etmez, diyemeyiz. Hedefimizi çok dikkatli bir şekilde belirlemeliyiz ama hedefimiz çok ulaşılabilir olmak zorunda değil.
‘Geleceğin nerede olduğunu biliriz, önümüzdedir. Geçmişin de nerede olduğunu biliriz, ardımızdadır. Bu yüzden onu görmek için geriye dönmemiz gerekir ve bu geleceğe doğru ilerlememize engel olur. Susmayan saatlerimiz zamanı yarattığımızı, onu denetlediğimizi düşünmemize neden oluyor. Saati çalıştırıyoruz ve zamanı yaratıyoruz. Ama alarmı kursanız da, kurmasanız da sabah olur. Gelecek sadece uzay değildir. Bilim kurgunun bir türünden, bütün Uzay Savaşları ve Yıldız Savaşları romanlarında ve filmlerinde ortaya çıkan emperyalist türünden ve teknolojiyi yüksek teknolojiye indirgeyen biçimlerinden ayrıldığım nokta budur. Bu tür romanlarda, uzay ve gelecek eş anlamlıdır: bağlantı kuracağımız, işgal edeceğimiz, sömürge haline getireceğimiz ve banliyö kılacağımız yerlerdir.
Uzayı ‘fethetme’miz mümkündür. Ama geleceği ‘fethetme’miz mümkün değildir; çünkü ona ulaşmak için bir yolumuz yoktur. Gelecek bizim, bedenen ve olağan bilinç durumlarında, dışlandığımız mekanzaman sürekliliğinin parçasıdır. Göremediğimize baktığımız zaman gördüklerimiz, kafalarımızın içindekilerdir. Düşüncelerimiz ve düşlerimiz; iyi olanlar ve kötü olanlar. Ve bana öyle geliyor ki, bilim kurgu gerçekten işini yaptığında, ilgilendiği şey tam da budur. ‘Gelecek’ değil. Düşlerimizi ve düşüncelerimizi gerçek dünyayla karıştırdığımızda, geleceği sahip olduğumuz bir yer gibi düşündüğümüzde başımız derttedir. O zaman bilim kurgu megaloman bir hal alır ve kurgu olmanın ötesinde kehanet olduğunu düşünür ve Pentagon ve Beyaz Saray ona inanmaya başlar ve bizler Yıldız Savaşları Projesi aracılığıyla geleceği fetheden Hakiki Müminler oluruz. Ben bir bilimkurgu yazarı olarak kendi adıma, uzun süreler boyunca dingin kalmayı ve aslında önümde olana bakmayı tercih ediyorum: dünyaya, üstündeki dostlarıma ve yıldızlara.’
Ursula K. LeGui ‘Amerikan Bilimkurgusu ve Öteki’ konusunda ise şöyle der: ‘Bilimkurgu ya kadınları toptan göz ardı ediyor ya da onları canavarlar tarafından her an tecavüze uğramaya mahkum oyuncak bebekler konumuna indirgiyor. Erkek elitizmi, bilimkurguda kol gezmekte. Fakat bu yalnızca erkek elitizmi mi? Bilimkurguda, ‘kadınların tâbi kılınması’, aslında otoriter, iktidara tapan ve son derece dar görüşlü bir bütünün emarelerinden sadece bir tanesi. Burada söz konusu olan, ‘öteki’, yani sizden farklı olan varlık meselesidir. Bu varlık sizden cinsiyetiyle, yıllık geliriyle, konuşma, giyinme ve bir şeyleri yapma şekliyle, derisinin rengiyle farklılaşabilir. Diğer bir deyişle, ‘cinsel yabancı’, ‘toplumsal yabancı’, ‘kültürel yabancı’ ve nihayet ‘ırksal yabancı’dan söz etmek mümkündür. Kültürel ve Irksal Yabancı’ya geri dönersek; eğer bir şeyin sizden tamamen farklı olduğunu düşünüyorsanız, ona karşı duyduğunuz korku zaman içinde nefret veya hürmet şeklinde tezahür edebilir. Eğer bir başka insan türüyle bütün olası bağınızı inkâr ederseniz, eğer erkeklerin kadınlara, bir sınıfın bir diğer sınıfa, bir ulusun bir diğer ulusa yapmış olduğu gibi onun sizden tamamen farklı olduğunu söylerseniz ya ondan nefret edersiniz ya da onu tanrılaştırırsınız. Her iki durumda da onun insani gerçekliğini ve sizinle olan tinsel eşitliğini inkâr etmiş olursunuz. Onunla artık tek olası ilişkilenme biçiminiz bir iktidar ilişkisidir. Böylelikle talihsiz bir şekilde kendi gerçekliğinizi yoksullaştırırsınız. Yabancılaşan ise asıl kendinizsinizdir.
Bilimkurgudaki insanlar insan değildir. Tek bir amaç için var olan, üstünler tarafından yönetilen kitlelerdir. Toplumsal bir bakış açısından bakıldığında çoğu bilimkurgu ürününün inanılmaz ölçüde gerici ve hayal gücünden yoksun olduğunu söylemek mümkündür..
Çoğu bilimkurgu ürününün sunduğu tek toplumsal değişim olanağı, otoriteryanizme, cahil kitlelerin, bazen bir uyarı görünümünde ama çoğu zaman kendini beğenmiş bir biçimde, güçlü elitler tarafından tahakküm altına alınmasına yönelik bir değişim olarak hayal edilmiştir. Sosyalizm, hiçbir zaman bir alternatif olarak değerlendirilmez. Demokrasi ise büsbütün unutulmuştur. Askeri erdemler, etiğin yerine geçmiştir. Zenginliğin haklı bir amaç ve kişisel bir erdem olduğu varsayılmıştır. Rekabetçi serbest teşebbüs kapitalizmi, bütün galaksinin ekonomik kaderidir. Amerikan bilimkurgusu genellikle, zengin, hırslı ve saldırgan erkeklerin tepede olduğu, aradaki derin bir uçurumdan sonra dipte de yoksul, eğitimsiz, isimsiz kitlelerin ve kadınların bulunduğu kalıcı bir astlar-üstler hiyerarşisi varsaymıştır.’
1974 Yılında yazılan Mülksüzler için ‘bir nevi karşı kültürün özgürlükçü komünal ethos’unun manifestosudur’ denir. Mülksüzler bir anarşist ütopyacı romandır ve içinde paylaşılan düşünceler pasifist anarşist gelenekten gelir. Ütopyalar mükemmeliyetçi, idealize coğrafyası ve toplumuyla totaliter bir yapıda olsalar da Le Guin eserinde anarşist dünya Anarres’i ve tam tersi Urras’ı anlatırken tuttuğu aynada sorgulanmayanın sorgulanmasını yani yüzleşmeyi sağlar.
Yol gösterici niteliğinde bir kitaptır ve 1968’in sistem karşıtı birikimlerini içerir. 68 Hareketinin kazanımları derlenir, sistemli bir dünya görüşüne çevrilir. Kitaptaki anarşist gezegen Anarres’teki sistem Le Guin’in Kropotkinci düşüncelerinin yansımasıdır. Ama aynı zamanda Anarres’tekiler çaresizdir, kıtlık vardır. Bütün devrimlerin başına gelenler problemler Anarres’in de başına gelmiştir.
Anarres yerleşimcilerinin sade, anti-materyalist, devrimci ruhları idealist Avrupalı sosyalist ve anarşistler tarafından kurulan kibutzları hatırlatır. Amerikalı pasifist anarşist Paul Goodman ile kardeşinin çalışmalarından etkilenir.
Yazar Anarres’te ‘hepimiz kardeşiz, hepimiz anarşistiz, dayanışma içindeyiz, ama yine de belli bir sistem, gizli de kalsa bir hiyerarşi içindeyiz’ der. Çünkü paylaşılacak şeyler azdır, bunu kimin paylaştıracağı belirsizdir ve bir anlamda çaresizdirler. Shevek, ‘çözüm’ için eski kapitalist dünyaya, Urras’a gider, ama onun da çözüm olmadığını anlar. Anarres-Urras dışında başka dünyalar olduğunu öğrenir, Arz ve Hain’i tanır. O dünyaların da başka alanlarda başarılı olduğunu görür. Aslında hepsi, Anarres, Urras, Arz ve Hain bir araya gelmeli, hep birlikte konuşup bir yol aramalıdırlar. Ama yine de eksik kalan şeyler hep olacaktır. Sonuçta evrende sonsuz yaşamlar, sonsuz sistemler ve sonsuz çözümler vardır. Yazar ‘kurtuluş sistemde değil, yolun kendisinde, mücadelededir’ der. Bir hakikat anlatıcısı olarak ‘Hakikate en çok yaklaştığımız yer, hayal kurduğumuz zamanlardır’ der.
Roman ikiz dünyaların ancak yaşam biçimi ile birbirine tamamen zıt karşıtlıklarının, anarşist dünya ile kapitalist, devletçi dünyanın ve bu dünyalar arasında ki yolculuğun anlatıldığı bir eserdir. Dünyaların siyah ve beyazı iç içe geçer. Metafor ve ironiler üzerine kurgulanır. Anarres, çorak, kıtlık içinde yaşam sürmeye çalışan, devletsiz, hiyerarşisiz özgür ve Odocuların gezegeni, Urras ise doğanın cömert davrandığı, bolluk içinde yaşayan sınıflı, hiyerarşik ve devletçi bir gezegendir.
Anarres karşılıklı yardımlaşma, dayanışma, paylaşma temelinde kendi yollarının efendileri ve özgür insanlar tarafından düşlenmiştir. Urras’tan ayrılarak Anarres’de yerleşim alanlarına akıl anlamına gelen Abbenay adını veren Odocu toplum için bireylerin hükmetme güdüsüne hizmet eden hiçbir kuruluşun olmaması önemli ögeler olarak var olur. Kent öncesi, teknoloji öncesi, kabile yaşamına dönmeden anarşizmlerini çok ileri bir uygarlığın, karmaşık çeşitlilik içeren bir kültürün dengesi içinde yaşatmaktır esas olan.
Anarresliler başlangıçtan beri merkezileşmenin büyük bir tehdit olduğunun farkındadır. ‘Sahip olmak yanlıştır. Paylaşmak doğrudur. Tüm benliğinden, bütün o geceler ve günler boyunca tüm yaşamından başka neyi paylaşabilirsin ki?’ Ancak, Anarres de mükemmel bir dünya değildir. Doğal yapı uygar bir toplumun devamı için elverişli olmaktan çok uzaktır. Hâlâ otorite olmak isteyen, bürokratik eğilimleri taşıyan insanlar vardır.
Anarres’te kadınların bebek sahibi olma isteği onların mülkiyetçi hisler taşımasına neden olur. Feminist/Anarşist bir yazar olan Le Guin’in anarşist bir dünyayı bile kadını sahiplenmeye yatkın olarak betimlemesi, yaşam boyu eşlik isteğinin özünde mülkiyetçi olduğunu vurgulamak, günümüz toplumundaki kadının edilgenliğine ironik bir atıf yapmak için ele almasındandır. Ancak Odo da bir kadındır ve evlidir.
Le Guin’in sorguladığı bir başka şey de tahakkümün ve hiyerarşinin ortadan kaldırıldığı, dayanışmanın ve karşılıklı yardımlaşmanın tek etik kural olduğu bir toplum; insanın ölüm ve yalnızlık gibi duygularının verdiği acıya yanıt bulabilirliği. Shevek ‘Gerçek kardeşlik paylaşılan acıdan mı başlıyor?’ diye sorar.
Anarres’in diğer açmazları ise, çorak bir gezegen olmasından kaynaklanan kıt kaynaklarla ayakta durma zorunluluğudur. Merkezileşmenin önüne geçmek isterken kıt kaynaklar nedeniyle üretim ve dağıtım Abbaney’deki ÜDE den (üretim ve dağıtım eşgüdümü) sağlanır. ÜDE’de bir bilimciler bürokrasisi oluşmuştur. Anarres yeni bir toplum yaratmanın sancıları ile yüzleşmek zorundadır.
Toplumsal organizmanın en önemli etkinliği eğitim, katı, ahlakçı ve otoriter bir tutumla Odo’nun sözlerini yasaymışçasına ezberletmek istemektedir. Yazdıklarıyla farklı olanlar algı dışına itilir, Tirin gibi. Anarşist dünyaya özgü aklın özgürlüğü, yıkıcı tutkularıyla Shevek, Bedap, Takver gibiler devrim olarak farklılıklarını ortaya koyarlar. Urras’la iletişim kurmak isteyenlerin hain olarak damgalanmasına karşın otoriteye taviz vermeyerek kendi vicdan ve bilincinin inisiyatifi doğrultusunda Shevek, karşılıklı yardımlaşma-dayanışma kültürünü yani kendi gerçeğini, meselesini anlatmak, paylaşmak, Urras gerçeğini görmek ve duvarları yıkmak için aslında geri dönüş olan yolculuğuna çıkar.
‘Siz bizim tarihimizsiniz. Belki biz sizin geleceğiniziz. Öğrenmek istiyorum, görmezlikten gelmek değil.’ Shevek Urras’ta ki bilim adamları ile uzunca bir süredir fizik alanında görüşlerini paylaşır. Ancak ‘satın almanın ve satmanın’ dünyasında bilim, bir takım güç dengelerini değiştirmek için bir araçtır. Shevek Urras’a görüşlerini paylaşmak amacıyla gider çünkü Urras hakkında bildikleri Odo’nun yazdıkları ile sınırlıdır. Urras farklıdır, verimli toprakları, okyanusları, Anarres’de olmayan bitkileri ve hayvanları vardır. Urras’daki ayrıca ‘satın alma, satma, sahip olma, biriktirme, statü, ataerkillik, bencillik ve devlet’ gibi Shevek’in anlayamadığı bir yaşamdır. Temel ahlaki varsayımının mülkiyet ve karşılıklı saldırganlık olduğu toplumda nesneler ve insanlar alınır satılabilir ve tüketilebilirdi. Zenginlik yani ekonomik iktidar, cinselliğin erkeğin iktidarı, hiyerarşik ilişkilerin kanıksanması ve güce tapınmanın izdüşümü özellikle kadınların konumunda dikkat çekicidir. Kadınların Urras’ta bir amacı ve yeri yoktur. Arto’nun Shevek’in savaş karşısındaki tutumuyla Odocu görüşü eleştirmek için söylediği sözler statü ve aristokratik yaşam tarzının kadın ayrımcılığının simgeleşmesi gibidir, ‘Odoculuğun derdi ne biliyor musun dostum, biraz kadınsı olması. Yaşamın erkekçe yönlerini almıyor. Kan ve çelik, savaşın parıltısı…’ Urras’ta herşey Devlet içindir ve Devlet her şeydir. Urras’ta yaşayanlar için ‘yönetmek-yönetilmek’ kaçınılmaz ve doğaldır. Otoritenin dil’i ile düşünürler, konuşurlar, eylerler. Otoritesiz bir dünyayı tasavvur edemezler. Oysa Shevek oradaki varlığı ile ‘Devletin gereksizliğinin kanıtıdır’. Urras’ta eşitlik ilişkileri hiyerarşi ile belirleniyorken ve yönetiliyorken Anarres’te yönetilen tek şey üretim ve organizasyonudur.
Shevek Anarres ile Urras arasında bir dayanışma başlatmak ister. Ancak kapitalist İo devletini sosyalist Thu devletine tercih eder. Shevek özgürlükçü idealin kapitalist toplumda, sosyalist toplumda olduğundan daha kolay yeşereceğini düşünür. Belki de bu tercihte sosyalist Thu devletinin daha totaliter ve yurtsever olduğunu, otoriter devlet aygıtının daha katı işlediğini bildiği için belki de Le Guin’in tarihsel materyalizme, liberal marksizme sıcak bakması kapitalist toplumun daha rahat dönüşeceği düşüncesinde etkili olur.
Anarres gezegenini; doğal koşulları, kıtlığı, kötü iklim koşulları göz önünde tutulduğunda ve anarşistleri arasında iktidar heveslileri, bürokrat özentileri de dikkate alındığında ütopya olarak kabul etmek zordur. Ancak ‘mülksüzler’ ve ‘mülksüzlük’ bir ütopyadır. Yazar insanların bugünkü toplumda egemen olan acıların, eşitsizliklerin ve sömürünün kaynağında romanın adı ile ilintili olarak mülkiyeti görür; Anarres’tekiler özgürdür çünkü hiçbir şeye sahip değildirler. Urras’taki sahipler ise sahiplidir.
Roman iki yolculuk üzerine kuruludur; bir gidiş bir dönüş. Ama aslında ‘gidiş’ eski dünyaya ‘dönüş’, ‘dönüş’ ise farklı bir insan olarak farklı bir dünyaya ilk kez ‘gidiş’. Le Guin bize mükemmel bir dünyayı tasvir etmese de olabilecek en iyi yaşamın içindeki tehlikeleri gösterir.
Ursula K.Le Guin verdiği Ütopya Edebiyatı dersinde Mülksüzler’i çoğunlukla kitabın alt başlığı etrafında, ‘İkircikli bir Ütopya’ döngüsünde tartıştırır. Hem Urras’ın hem de Anarres’in meziyetlerini ve hatalarını ortaya döker, belli bir noktaya kadar ikisi de birbirleri için iyi birer örnek teşkil edebilir. Kalbi Anarres’den yanadır. Bu yüzden de bu ütopya diğerleri gibi kural koyucu olmak yerine belirsizdir. Çelişkilidir. İki el de hünerli, iki elin de sunabilecekleri farklıdır.
‘Toplum suçluluk duygusu tarafından güdülecek kadar yozlaştı mı?’, ‘Aslında hiç düşünmemek her zaman daha kolay. Şirin, güvenli bir hiyerarşi bulup yerleş. Değişiklik yapılma-onaylanmama tehlikesine düşme- iş arkadaşlarını rahatsız etme. Yönetilmeye izin vermek her zaman en kolay şey.’, ‘İnsanlar büyük uzaklıkları aşamazlar ama fikirler aşabilir.’, ‘Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrim’i satın alamazsınız. Devrim’i yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde değildir.’, ‘Mülkiyetçiler gibi suçu yarattık. Bir insanı kendi onay alanımız dışına çıkmaya zorluyoruz, sonra da onu bu nedenle suçluyoruz. Yasalar yaptık, tüm çevremize duvarlar ördük ve bunları göremiyoruz, çünkü düşüncemizin bir parçası onlar’
‘- Adalet güç kullanılarak elde edilmez.
– Pasif kalarak da iktidar ele geçirilemez.
-İktidar istemiyoruz. İktidarı sona erdirmeye çalışıyoruz. Siz ne düşünüyorsunuz?
-Araç amaçtır. Barışa yalnızca barış yoluyla ulaşılabilir, yalnız adil eylemler adalet getirebilir.’
‘Ben de ruhsal acıdan söz ediyorum! İnsanların yeteneklerinin, çalışmalarının, yaşamlarının boşa gittiğini görmelerinden. Akıllıların aptallara boyun eğmelerinden. Güçlülük ve cesaretin kıskançlık, güç hırsı ve değişim korkusu tarafından boğulduğunu görmelerinden. Değişim özgürlüktür, değişim yaşamdır. Ama hiçbir şey değişmiyor! Toplumumuz hasta. Onu intihara sürükleyecek bir hastalıkla.’
‘-İnsanları düzen içinde tutan ne? Neden birbirlerini soyup öldürmüyorlar?’
‘-Kimse çalınacak bir şeye sahip değil. Bir şey istersen gidip depodan alabilirsin. Eğer birini öldürmek isteseydin, buna karşı çıkarılan bir yasa seni engeller miydi? Zorlama, düzeni sağlamanın en etkisiz yoludur.’
‘Herhangi bir güneşin altında yeni bir şey olmadığını söylerler. Ama her yaşam, başlı başına yeni değilse, neden doğuyoruz?’