Atölye BAK
Konusunu ‘Edebiyatta adalet arayışları’ olarak belirlediğimiz IX. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin 27 Aralık Çarşamba akşamki beşinci oturumunun konusu Suat Derviş’in (1903-1972) Ankara Mahpusu kitabıydı. Didem Arslanoğlu, yazarın yaşamı ve yaşadığı dönem hakkında bilgi verdikten sonra kitabı Atölye katılımcılarının değerlendirmesine açtı.
Suat Derviş (1903–1972), gazeteci ve yazar kimliğiyle hafızanın karanlık bir köşesinde unutulmuş, değeri bilinmemiş isimlerden biridir.
Suat Derviş, varlıklı bir ailenin ortanca çocuğu olarak dünyaya gelir, babası ünlü tıp profesörü, annesi Abdülmecid’in mabeyncilerinden birinin kızı, ablası Osmanlı Telefon İdaresi’nde çalışmaya başlayan ilk kadınlardan biridir. Önce evde, ardından Kadıköy Numune Rüştiyesi’nde ve Bilgi Yurdu’nda eğitim alır. Konservatuar eğitimi için ablasıyla birlikte Almanya’ya gider, daha sonra Edebiyat Fakültesi’ne yazılır, felsefe derslerine yönelir, ilk gazetecilik deneyimini burada yaşar, Uhistein gazetesinde Suzet Doli imzasıyla yazar, babasının ölümü üzerine fakülteden mezun olmadan ayrılır ve İstanbul’a döner.
Derviş’in ilk eseri olan Hezeyan şiiri 1918’de, ilk romanı Kara Kitap 1920 yılında basılır. Yazdığı eserlerin büyük bir bölümü tefrikalar halinde çeşitli gazetelerde yayınlanır. Latin alfabesi ile yazdığı ilk eser Emine (1931), en bilinen eseri ise Fosforlu Cevriye’dir (1944-45 yıllarında tefrika halinde yayınlanır). Bunların dışında yazdığı romanlar: Hiçbiri, Ne Bir Ses Ne Bir Nefes, Çılgın Gibi, Buhran Gecesi, Fatma’nın Günahı, Gönül Gibi, Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır, İstanbul’un Bir Gecesi, Biz Üç Kardeşiz, Kendine Tapan Kadın, Zeynep İçin, Ankara Mahpusu ve Aksaray’dan Bir Perihan’dır.
Suat Derviş birçok gazetede çalışır. 1936 yılından itibaren çalışmaya başladığı Tan gazetesinde kadın sorunlarına değinir ve dış siyaset olayları ile ilgili haberler yapar. Burada çalıştığı sürede hayatını etkileyen en önemli gelişme Sovyetler Birliği’ne yaptığı gezidir. Gördükleri onun zihin dünyasını önemli ölçüde etkiler. Son Posta gazetesinde çalışırken 1936 yılında Montrö ve Lozan Konferansları’nı izlemek için yurtdışına giden ilk kadın gazeteci olur.
Suat Derviş’in Reşat Fuat Baraner ile yaptığı dördüncü evliliğiyle sol görüşü pekişir ve Türkiye Komünist Partisi’nin Türkiye’deki yapılanması içinde çalışmaya başlar. Yeni Edebiyat’ta Baraner’in yazıları Suat Derviş ismi altında yayınlanır. Eşinin 1944 ve 1951’de yargılanması ve ikisinde de hapse mahkûm edilmesiyle zor zamanlar yaşar. Hapisten çıktıktan sonra kendisine karşı ‘şüpheli’ yaklaşım nedeniyle iş bulması da çok güç olur. Almanca, İngilizce ve İtalyaca çeviriler ve editörlük yapar. Editörlük sırasında tiyatro piyesleri ve radyo skeçleri yazar, hatta kimileri için kendisininmiş gibi tiyatro piyeslerinin düzenlemesini yapar.
Reşat Fuat Baraner’in tutuklanması ve kendisinin geçimini zor karşılaması nedeniyle ablası ile birlikte Paris’e gider. Burada sol kesimin entelektüel ortamına girme ve Europe dergisinde makale yazma şansı bulur, kendisini yurtdışına tanıtacak kitapları kaleme alır. Ablasının desteği ile önceden yazdığı Çılgın Gibi eserini Fransızca’ya çevirir ve Zeynep İçin romanını (Le Prisonnier d’Ankara/Ankara Mahpusu) ilk haline hiç bakmadan yeniden yazar. Eserleri büyük ilgi görür ve olumlu eleştiriler alır hatta kimi eleştirmenler kendisini Balzac ve Gorki gibi büyük isimlerle karşılaştırır. Bu eserler daha sonra Rusça ve Bulgarca’ya da çevrilir. Bu romanlar Türkçe’den Fransızca çevrilen ilk eserlerdir.
Eşinin hapisten çıkmasının ardından 1961 yılında Türkiye’ye döner. Bu dönemde çocuk masalları, başkasının imzası ile çıkacak olan öykü ve tiyatro oyunları yazmaya devam eder. 1968 yılında eşinin 1970 yılında ablasının kaybından çok etkilenir. Hayatının son yıllarında Devrimci Kadınlar Birliği’nin kurulmasına yardımcı olur. 1971’de birçok solcu genci evinde saklar ancak daha sonra bunun açığa çıkmasıyla tutuklanır. 1972 senesinde hayatını kaybeder.
Suat Derviş ‘kadın olmaktan utanmıyorum, yazar olmakla da iftihar ediyorum,’ diyen cesur, başını eğmeyen bir kadındır. Gazetecilik destekli edebiyatının ‘Türkiye’nin kapitalizme geçişini anlamak ve 1920’lerden 1970’lere kadar yaşananları bütüncül bir bakış açısıyla değerlendirebilmek için önemli ipuçları’ taşıdığı ifade edilir. Kadın hareketinde öncü bir kişidir. 1926 yılında İkdam gazetesinde, bir gazetenin ilk kadın sayfasını oluşturur.
Suat Derviş’in adından sıkça söz edilmesinin sebeplerinden biri sisteme muhalifliğiyse bir diğeri de birden fazla evlilik yapmasıdır. Genel normlara uymadığı için kötü kadındır. Tek gayesi evlenip, çocuk sahibi olmak, ahlaki değerleri gelecek nesillere aktarmak olmayan bu kadının, yıllarca ‘Kötü kadınlığı’ devam edecektir. Önemli bir politik figürle evlense de kendi adından ve unvanından asla feragat etmez. Bir toplantıda Reşat Fuat Baraner’in karısı olarak takdim edilince itiraz etmiş, ‘Ben yazar Suat Derviş’im. Kimsenin karısı olarak yâd edilemem,’demiştir. 1936 Model Gençler ve Zavallı Peyami Safa adlı kitapçıktaki yazısında, hakkında yapılan eleştirilere cevap niteliğinde ‘Eğer acıdıkları unvan muharrir unvanıysa yook baylar!.. Ona ilişemezsiniz, bunu bana kimse babasının kesesinden rüşvet, iane, sadaka veya taltif makamında vermedi. On altı yaşımdan beri, tam on altı sene çalışarak onu kazandım. Hem de nasıl çalışarak. O unvan benim yegâne servetim, biricik iftiharım ve ekmeğimdir,’ifadesini kaleme alır.
Türkiye’nin ilk kadın sendikası olan Devrimci Kadınlar Birliği’nin kuruluşunda yer alır ve başkanı olur. Bu birlik kapatıldıktan sonra yazmaya devam eder. Öncelikle bir yazardır, politiktir, feministtir, dışarıda bırakılsa da hayatın içinden, ‘kitabın tam ortasından’ yazar.
Her zaman iftihar ettiği, ‘yegâne servetim’ dediği yazıları yüzünden mahkûm olur, hapis yatar. Kendisini tutuklayan mahkemenin kayıtları onun hakkındaki en güzel cümlelerden birini içerir; ‘…ömrünü yazı yazmakla ve dünyada olup bitenleri takiple geçirdiği göz önüne alınınca’ diye başlayan cümle ‘…kocasının bir oda içindeki faaliyetine tamamen kayıtsız kalmayacağı kanaati kuvvetlenmektedir’ şeklinde son bulur.
Cesur bir kadındır. Cesareti, içine doğduğu Osmanlı burjuvasından çıkıp sadece yazar olmak değil, sınıf değiştirmesi, içine doğduğu sınıfa, o sınıfın imtiyazlarına sırtını dönmesi ve yönünü ezilen tarafa çevirmesindendir. Bu cesaret şöyle yorumlanır: ‘Yalnızca formel, dışsal biçimlerle ilgili bir cesaret değil, yaşamın her alanında gözünü kırmadan başkaldırabilme, verili olanı sorgulama ve kendisi olabilme cesaretidir bu ve bu anlamda hapislere girmeyi göze almanın epey ötesinde bir şeydir.’
Hayattayken eserlerine yeterince ilgi gösterilmemiş, dik başlı, güzel, çapkın kadın magazin tarafı öne çıkarılmıştır. Yaşadıkları, siyasi görüşü, evlilikleri ile oluşan kadın portresi yazarlığının önüne geçer. Burjuva ve sosyalist söylemler arasına sıkışmamış muhalifliği unutulma nedenlerinden biridir.
Suat Derviş, bir dönem yazdığı eleştiri yazılarında, edebi eserlerin ‘cemiyet hayatını aksettirmesini’, bir ‘iddia ve tezi’ olması gereğini savunan yazarlardandır.
1920’lerden 1970’lere kadar durmadan yazar. Tutku öyküleri ile toplumsal gerçekçi öğeleri bütünselleştirmede ustadır. Muhalif kimliğini eserlerine yeterince yansıtamamasının nedeni, popüler roman türünde eserler vermesinden kaynaklanır. Popüler roman okurunun el verdiği ölçüde muhalif kimliğini yansıtabilir. Yapıtlarının ortak noktası Türkiye’nin gerçeklerine dokunan eleştirel bir edebiyat yapma isteğidir. Toplumun ve insanın yüreğindeki sırların ve gizlerin peşine düşer. Yazılarında samimidir ve bildiği dünyayı anlatır. Büyüdüğü ortama uygun olarak gençliğinde kurguladığı eserlerinde konakları ve oradaki çatışmaları anlatır. Marksist bakış açısı ve gazetecilik deneyiminin kazandırdığı gözlem becerisiyle eserlerinde yarattığı olay örgülerini ekonomik ve sınıfsal tahlillerle besler. İstanbul’un arka sokaklarındaki sefaleti, toplumun en alt kesimlerinde yer alanları, sokak kadınlarını, aç ve sefil evsizlerin hayatlarını gerçekçi bir şekilde canlandırması, gazeteciliğinin ve siyasi duruşunun sağladığı deneyim, gözlem gücünden gelir.
Yaşamı İstanbul ve Avrupa’da geçmiş kentli bir yazar, bireyleşme sorunuyla erken tanışmış bir yazardır. Cinsiyet konumuyla sınıf konumunu birleştirmede ustadır.
İlk romanları psikolojik romanladır. Ulusçu ideolojinin dışında kalır. Halkçı ve köylücü de değildir ama toplumsal olaylara uzak kalmaz, kentli marjinaller, düşkünler sıkça eserlerinde yer alır. Unutulmasında romanlarının tefrika olarak yayımlanmasının, yazı hayatının ilk dönemlerinde yazdıklarının önemsenmemesinin, bir ara takma ad kullanmasının, uzun bir sure yurtdışında yaşamış olmasının da payı vardır. 1960’ların sol hareketi kendisine ilgi duyunca hatırlanır. Asıl ilgi 1990’lardan sonra kadın edebiyatına ilişkin çalışmalar artınca başlar.
Edebiyatta yapmak istediğini ‘memleketin sosyal, düşünsel ve estetik değerleri arasındaki etkileşimi yakalayıp yansıtmak’ olarak dile getirir. En olgun yapıtları olan Ankara Mahpusu ve Fosforlu Cevriye’yi Marksizmi benimsedikten sonra yazar. Yurtdışında bu eserler ‘müthiş bir duyarlılıkla yoğrulmuş’ olarak değerlendirilir.
Ankara Mahpusu’nda 1930’ların 40’ların İstanbul’unu anlatır. Dönem Türkiye’de sınıf çelişkilerinin tam anlamıyla açığa çıkmadığı, kapitalizmin henüz emekleme aşamasında olduğu bir dönemdir. İşçi, esnaf, memur birlikte aynı mahallede yaşar. Mahallenin bir zengini vardır. Etnik çelişkiler belirgin değildir, farklı etnik kökenlerdekileri yoksulluğun, ıstırabın kardeş kıldığı insanlardır. Kahramanları şehri iyi bilir. Sınıf çelişkileri kendini dayatmaz, siyasi bilinci henüz düşüktür, bilinçli siyasal örgütlenmeler kurmazlar. Suçluları tek başlarına yaşam mücadelesi veren, tek amaçları hayatta kalmak olan özgür ve yalnız insanlardır.
İstanbul’un arka sokaklarındaki açlık ve sefalet içinde sürünen yersiz evsiz insanlar canlı, aynı zamanda ekonomik bir anlatımla sergilenir. Bu insanlar içinde birçok kadın da yer alır. Gizemlidirler. Boşlukları doldurmak okura kalır. Yazarın okuru metne davet ettiğini, okuru sürece katma konusundaki farkındalığını anlarız. Aşk ve ihtiras kurbanı kahramanın hayata tutunmasını sağlayan, ‘Eğer siz mutlu değilseniz ben mutlu olamam. Başkalarının mutlu olmadığı bir dünyada tek kişi mutlu olamaz,’ diyerek sosyal bilinci ve vicdanı konusunda ipuçları bırakan bu gizemli genç kadınlardan biridir. Kahramanı, hürriyet konusunda düşünmeye davet edecektir.
Karakterlerine basmakalıp yargılardan oluşmuş bir yaklaşım sergilemese de ataerkil kültürü sorgulamaz, dönüştürmek veya deşifre etmek gibi kaygı taşımaz. Kadını ve kadın cinselliğini asla aşağılamaz, cinselliği doğal bir insani işlev olarak görür. Toplumsal gerçekçi erkek yazarlardan bu konuda ayrı bir yerde durur ve yazılarında belli bir kadın bakış açısını yansıtır.
Ankara Mahpusu irdelediği durumların, duyguların ve kişilerin çeşitliliği açısından, yoğun bir romandır. Ailedeki hırs servet sahibi olmaya değil kahramanın okumasına yükselmesine, toplum içinde yitirilmiş konumun yeniden kazanılmasına yöneliktir. Eserin sonunda kahraman örtük bir sınıf bilinci geliştirecek bir emekçi olarak hayatını kazanmaya başlayacaktır.
Karakterlerini oluştururken kişilik yapılanması ve davranışlar üzerindeki çevresel ve toplumsal faktörleri dikkate alır. Yan öyküleri ana öyküyle ustaca birleştirir. Postanede sohbet eden iki yoksulun konuşması Marx’ın ‘kapitalizmde kimse için sürekli güvence yoktur’ çözümlemesini anımsatır. Ankara Mahpusu’nu bir dünya ve sanat görüşü çerçevesinde kaleme alır. ‘Paraya tapan iğrenç menfaat dünyası’ olarak tanımladığı bir iktisadi sistemin işleyişini anlatır.
Dramatik yapısı güçlü olan romanda eleştirilen toplumsal yaşam, hukuk düzenindeki eksiklikler, norm ve uygulamadaki yanlışlıklardır. Mevcut ceza infaz rejimini oluşturan düzenlemelerin, ceza hukukundan beklenen asli sonuçlardan, örneğin suçlunun uslanması ve topluma yeniden kazandırılmasını sağlamaktan ne kadar uzak olduğunu anlatır. İşlediği cinayet nedeniyle on iki yıllık mahpusluğunun ardından tahliye olan kahramanın önceki hayatına devam etmesinin ya da kendisine yeni bir hayat kurmasının imkânsızlığına tanık oluruz. İşlediği cinayet ve aldığı hapis cezasıyla hayatı ortasından kopmuştur, roman ilerledikçe kopan uçların yeniden birleşmesinin neredeyse imkânsız olduğu anlaşılır; ‘İnsanların tek hayatı vardır. Onun hayatı birdenbire ortasından kopmuştu. Fakat bu on iki senelik kopuk parçanın bu ucunda yeniden hayatı başlıyordu, bu başka bir hayat değildi.’
Ne yapacağını, neler yapma şansı ya da olanağı olduğunu bilmiyordur kahraman. Yüzü geçmişine dönüktür. Geçmişle böylesine haşir neşirken geleceğini, kendisini nelerin beklediğini düşünmediği gibi, şimdiki zaman da yok gibidir. ‘Bütün hislerden ve düşüncelerden onu bu kadar ayıran bu sükûnet ne acayip bir şeydi. O kadar sakindi ki sanki artık yaşayanlardan biri değil… sanki bir ölüydü.’ Yeni hayatına geleceğin olmadığı, şimdiki zamanın ölü, geçmiş yaşanmış bitmiş, değişmesi, değiştirilmesi imkânsız olduğunu düşündüğü bir ruh halinde başlar. Tahliyeye sevinememesinin nedeni geleceğin meçhul oluşu değil özgürlüğünü kısıtlayıcı on iki yıllık ceza alması ama bu zaman içinde özgürlüğünün yanı sıra ruhunu da yitirmiş olması, ‘Sanki bir ölü’ gibi oluşudur. ‘Mahpuslar ruhsuz kalmış kimselerdir. Bu ölü olmaktan korkunç bir şeydi’, ‘hayatı ortadan kopmuş’, bütünlüğünü ve sürekliliğini yitirmiştir.
Suçludur, cinayet işlemiştir, cezalandırılmış, on iki yıl özgürlüğünden mahrum bırakılmıştır. Ne amaçla verilmiştir bu ceza? Ceza hukukunda cezalandırmayı haklı kılan nedenler şöyle anlatılır: ‘Suçtan zarar görenin başına gelenlerin yaptırımsız kalmaması ve böylelikle gerek mağdur gerekse kamuoyu nezdinde adalet duygusunun incinmemesi istenir, bunun aynı zamanda benzer bir suçu işleyecek olanlar için caydırıcı olacağı da düşünülür. Ayrıca suçlunun da kendisine verilen bu ceza vasıtasıyla uslanacağı, bir daha suç işlemekten uzak duracağı umulur’. Ayrıca cezalandırma yetkisinin devleti devlet, erki erk yapan şeydir. Verdiği her ceza ve çekilen her ceza ile erki elinde bulunduranların hükümranlığı daha da pekişir.
Tahliyesinin ardından kahramanın kendisine yeni bir hayat kuramamasının hikâyesi, cezalandırmayla beklenen ‘suçlunun uslanması’ amacının gerçekleşmediği bir hukuk düzeninde olduğumuzu fark ettirir bize. Bu hikâye ayrıksı ve tekil olmadığı düşünüldüğünde, mevcut haliyle cezalandırmanın bir intikam aracı olmak ve erkin pekiştirilmesi dışında bir anlamı olmadığı görülür; ‘İşi düşündü. İş sahibi olmak için sabıkalı olmamak lazımdı. Polisten hiçbir zaman bir iyi hal kâğıdı alamazdı. Böyle bir vesikayı istemek için polis müdüriyetine gittiğinde karşısına çıkmış olan komiserin çok kalın kaşları vardı. Vasfi ona ‘Ben şimdi ne yapacağım?’ demişti, ‘Benim ne işim ne param ne başımı sokacak bir damım var!.. Ekmeksiz nasıl yaşar, nasıl dayanırım? Bana ölmekten başka çare kalmadı.’
Kahraman genç yaşta, daha üniversite öğrencisiyken, henüz hiçbir işte çalışmamışken içeri düşmüştü. On iki yılın ardından iş deneyimi olmayan biri olarak iş bulması, karnını doyurması zordu. Soruyu sorduğu komiser cezalandırmanın ardındaki mantığı açık eden bir cümleyle karşılık verir; ‘O cinayeti işlemeden evvel gelip bize akıl mı danıştın? Yaşamaya devam etmek istiyorsun, bu senin hakkın!.. Ama bir düşün; onun, o öldürdüğün gencin içinde de yaşama isteği yok muydu?’
Cezanın intikam dışında bir amacı yok gibidir. Ceza infaz rejiminde suçluların yeniden topluma kazandırmanın yol ve mekanizmaları olmadığı zaman cezanın yatılan süreyle sınırlı kalmadığı, sonrasındaki yılları da kapsadığının, bunun kaçınılmaz olduğunu anlarız; ‘Ben işlediğim suçun ne olduğunu biliyorum, çok kötü bir şey yaptım. Ama cezamı çektim, yaşıyorum… Yaşamaya devam etmek istiyorum. Bundan sonra bana hırsızlık etmekten başka çare kalmasın mı?’
Kahramanın trajedisi salt hukuki ya da idari eksikliklerden kaynaklanmaz, sorun toplumsaldır. Hukuk, bu toplumsal sorunu kökünden çözecek bir çözüm bulmamış, ancak bu sorunun sonuçlarını değiştirebilecek ‘palyatif’ çözümler önermektedir.
Meselenin özündeki toplumsal sorun kahramanla uğruna cinayet işlediği kadınla olan ilişkisi üzerinden ifadesini bulur. Sevdiği kadın bu topluma egemen olan değer yargılarına uygun davranmıştır ve kahraman bunu şimdi anlamaktadır; ‘…şimdi birdenbire o meşum gün, kendisini kavramış, koluna hâkim olmuş ve bütün ıstırabı, bütün kini ve intikamıyla saldırtmış olan büyük gazabın sebebini anlıyordu. Onun başına şişeyi vurduğu ve sonra da üstüne atıldığı zaman o intikam almıştı. Her şeyden intikam almıştı. Amcasının servetiyle mücadelede duyduğu aczin hırsı bu entrika ve hesap dünyasına, evet, kendisinin malik olmadığı fakat büyük bir kıymet olan paraya tapan bu iğrenç menfaat dünyasına karşı olan nefretinin haksız ıstırabından duyduğu isyanın şiddetiyle öldürmüştü… Para sevdiğini satın almıştı. Para bir ihtiyara kuvvet vermişti para hırsı bir genci iğrençleştirmişti. O vurmuş, vurmuştu. Bütün bunların yarattığı bunalımdan kurtulmak ve nihayet, dövüş etmek için… Dövüşme mutluluğunu duymak için.’ Her şeyin alınır satılır olduğu bir toplumsal düzenin kendisindedir temel mesele. İnsan ilişkilerinin her türlüsünün aşkın, sevdanın da bir ‘değişim değeri’ vardır, şeyleşmişlerdir.
Yazar ekonomik yapıyı gözler önüne seren ve onu irdeleyen bir eser ortaya koyarken ekonomik sistemin ardındaki temel dinamiği yakalar. Romanı, dolayısıyla sistemi özellikle kadın bedeninin (kahramanın sevdiği kadının önceki ve sonraki hallerinde ve siyah bereli kadının bedenlerinde) temsili üzerinden analiz eder. Yazarın anlattığı hikâyeye toplumsal/ iktisadi boyutun eklenmesiyle roman sistem içi eleştirilerin ifade edildiği bir yapıt olmaktan çıkıp sistem eleştirisi getiren bir yapıt halini alır.
Hukuk düzeninin yetersizlikleri, temeldeki toplumsal mesele, şeyleşme, her şeyin alınır satılır olduğu bir toplumsal-iktisadi düzenin yanı sıra, ‘kader mahkûmlarından’ biri olarak anlatılan kahramanın trajedisindeki ona özgü başka boyutları da hesaba katılır, bu da onu canlı, ete kemiğe bürünmüş bir karakter haline getirir.
İş, yemek ve barınacak bir yer bulamadıkça sokakta yaşamaya ve sokakta yaşayan öbür ‘sefil mahlûk’lara benzemeye başlar, kendini onlardan biri olarak kabul etmekte zorlanır, ötekini eşi, eşiti görmez, onlardan birinin, genç bir kadının yardımına, mantosunu üzerine örtmesine sinirlenir; ‘Nerden buldun bu cesareti? Senden yardım mı istedim? Ben senden hiçbir şey istemedim, senin yardımına ihtiyacım mı var zannediyorsun? Neden benimle meşgul oluyorsun? Neden mantonu üzerime örtüyorsun?’ Sonradan pişman olur; ‘Kendini bu zavallı, bu sefil mahlûklardan daha aşağı hissediyordu, hiç olmazsa onlarda sefaletlerini kabul ettiklerini saklamayan bir cesaret vardı. Onlar bu sefaleti gururla kabul ediyorlar veya buna sabırla tahammül ediyorlardı. Fakat Vasfi onların kendisini aralarında yabancı görmemelerinden, ona merhamet göstermelerinden utanıyordu. Kaderine karşı gelemediği için utanıyordu, onların arasına düşmekten kendini kurtaramadığı için utanıyordu. O artık bu adamların eşiydi, bu sefil insanların ona muhabbetleri bile vardı, onu himaye ediyorlardı, onu dost olarak kabul etmişlerdi. Artık her şeyin sonunda olduğunu hissediyordu, adım adım sefaletin içine gömülüyordu.’
Kahraman bu sırada özgürlüğün ne olduğunun ya da olmadığının da farkına varır; ‘O senelerce kaybettikten sonra yeniden bulduğu işe yaramaz, adeta bir yük olan zavallı hürriyetiyle sefaletin içine batıyordu.’ Hapiste olmamak özgür olmak anlamına gelmiyordu. Bu kavrayış özgürlüğün de tanımını da değiştiriyordu. Özgür olmak da salt bir yere kapatılmamak, hapiste olmamak değildir o zaman.
Kendisi gibi bir evsiz olan siyah bereli kadın ona mutluluktan söz ettiğinde, ‘Sahiden buna [mutluluğa] inanıyor musunuz?’ diye sorduğunda şöyle yanıtlamıştı; ‘Niçin inanmayayım. Buna eminim, belki de güneşin ışığındadır. Bir buğday tanesinde, insan gücünde, çalışma imkânında veya istirahattadır. O her şeydedir. Ve biz insanlar onun bir zerresini ele geçirdik mi, onun tamamını bulduğumuzu zanneder ve kısa bir zaman sonra yanıldığımızı anlarız. Mutluluk hayatın kendisindedir, onun bir unsuru değil, mutluluk hayatın ta kendisidir. Bütün zerrelerinin birbirini tedirgin etmeden birleştikleri bir ahenktir ve hayat işte bu ahenk olmalıdır. Mutluluk bölünmez bir bütündür. Eğer siz mutlu değilseniz ben mutlu olamam. Başkalarının mutlu olmadığı bir dünyada tek kişi mutlu olamaz.’
Sabahın ilk tramvayları Beyoğlu’nda işlemeye başladığında, içleri nereye gittiklerini, ne yapacaklarını bilen adamlarla dolu olduğunu gördüğünde, kendisinin onlardan farklı olarak soğuğun ve rüzgârın içinde, serseri hayatını, hiçbir işe yaramayan vücudunu sürüklemekte olduğunu idrak eder. İş sahibi olmanın, çalışmanın belki de mutluluk olduğunu düşünür, siyah bereli kadının dediği gibi mutluluğun bir parçası olduğunu. ‘Onun bu mutluluğu olmayacaktı, mademki çalışmasına imkân yoktu. Şimdi hür bir insandı; ne jandarma ne de bileklerinde kelepçe vardı. Hürdü işte! Nerde isterse yer, nerde isterse uyuyabilirdi. Buna kimsenin mani olduğu yoktu. Hürdü. Yani hapishaneden çıkmıştı. Fakat önüne geçemediği güçlüklerin, çaresiz bir hayatın mahpusuydu. Bu ‘hür adam’ mademki hürdü, demek kendi arzusuyla açlık ve yorgunluktan ölüyordu. Kendi kendine ‘Hayır’ diyordu, ‘hürriyet bu olamaz. Herhalde hürriyetin daha iyi, daha veciz bir tarifi olması lazımdır. Hürriyet insana insanlık vakarını kaybetmemek için lazım gelen şeylerin hepsini birden ve bir arada vermezse ona hürriyet denilemez. (…) Eğer hürriyet hayatın ihtiyaçları ile tezat halindeyse, eğer sizi en meşru ihtiyaçlarınızın kölesi yapmıyorsa, bilakis etrafınızdaki kimselerle tam bir ahenk içinde yaşamanızı mümkün kılıyorsa, o zaman size mutluluk getirir.’ Kahramanın kader kurbanı, başına gelenlerin de olmayacak işler, kaza, kötü talih vs olarak görmemizin önüne geçen, romanda özgürlüğün ve mutluluğun ne olduğunun sorunsallaştırıldığı bu bölümlerdi.
Bu toplumsal düzende herkes birbiriyle yarıştığı ve başkalarını kendi zenginliklerinin önündeki engeller, rakipler olarak gördüğü için insanlık onuru içerisinde ihtiyaçların karşılanabildiği ahenkli bir düzen mümkün değildir. Onun gibiler kaderlerinin önüne ancak toplumsal hayatın kökten dönüşmesiyle, ‘insanlık vakarını kaybetmemek için lazım gelen şeylerin birden ve bir arada verilmesiyle’ geçebileceklerdir. Yazar, bunun nasıl mümkün olacağına dair bir yol göstermese de içinde yaşadığımız toplumsal-ekonomik sistemle olmayacağını hissettirir.
Roman kapitalist şehre karşı iki emekçinin, bir kadınla bir erkeğin sevdayı da içeren dayanışmasını imleyen, başa ne getireceği belirsiz bir muamma olan şehrin içinde hayatta kalmak için mücadele edeceklerini düşündüren bir iyimserlikle biter. Açık uçlu biter ve okuru, bizleri düşünmeye davet eder.
Suat Derviş, Yeni Edebiyat’ın 16. Sayısında yer alan ‘Hürriyet ve Zaruret’ başlıklı yazısında Ankara Mahpusu’nun odağındaki soruna değinirken çareye o yazıda işaret eder: İnsanın kendi emeğiyle yarattığı ürüne tutsaklığının sona ermesi.
Nazım Hikmet’in onun için yazdığı Gölgesi şiirinde gölgesinin halen çok güzel bir şiir olduğunu söyler:
“Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını;
Bir kere eğemedim bu kadının başını.”