‘Orta Doğu Edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz V.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin ilk toplantısında Nilüfer Uğur-Dalay Orta Doğu üzerine bize kısa bir bilgi verdi. Ardından Yıldız Önen, Suriyeli yazar Helim Yûsiv’in hayatını anlatarak Ölüler Uyumaz isimli kitabı tartışmaya açtı.
Orta Doğu kavramı ilk kez 2.Dünya Savaşı sırasında, İngilizlerce, Mısır’daki askeri birliğin ‘Orta Doğu Komutanlığı’ olarak adlandırılmasıyla, ulus-devlet yapılarının netleştiği 20. Yüzyılın başlarında kullanılmaya başlanmıştır. Tanım Avrupa bakış açısını gösteriyor olup İngiliz merkezli bir dünya coğrafyasının bölgeye düşen jeopolitik kavramın adını oluşturuyor.
Kavram karmaşası coğrafi sınırların çizilmesinde de yaşanıyor. En geniş anlamıyla Orta Doğu Fas’tan başlayarak Afganistan’a, Pakistan’a, Türkiye’ den Habeşistan’a kadar giden bir bölgeyi kapsıyor. Daha dar anlamıyla Ortadoğu(Kuzey Afrika, Arap Yarımadası, Afganistan, Türkiye)nüfusu 653 Milyon olan bir havza. Toplam dünya nüfusu 6.9 Milyar (BM 2010 verisi) olduğuna göre, dünyanın % 9.4’lük bir bölümünün yaşadığı bir bölgeden söz ediyor oluyoruz.
Orta Doğu dünyanın medeniyet beşiği. Tarihi M.Ö.9000’lere giden, insanlığın ilk yerleşik düzene geçtiği yerlerden biri, ilk kez tarımın yapıldığı, hayvanların evcilleştirildiği, tekerleğin kullanılmaya başlandığı, ilk yazılı uygarlığın doğuş yeridir. Dünyanın en büyük 3 semavi dini de Orta Doğu merkezli. Dolayısıyla Orta Doğu dünyanın kalpgâh noktası diyebileceğimiz bir yer.
Dünyanın beyni Batı ise, dünyanın kalbi de Orta Doğu’dur demek yanlış olmaz. Çünkü dünyanın yaşamasını, Batı ve Doğu diye nitelendirdiğimiz coğrafi alanlarının yaşam ihtiyacının büyük bölümünü Orta Doğu sağlamaktadır.
Orta Doğu büyük güçlerin her zaman ilgisini çekmiştir. Petrol yokken de Orta Doğu çok önemli bir yer olmuştu. Çağlar boyu ipek ve baharat yolları ile kültürlerin karıştığını, birbirleriyle tanıştığını ve kavga ettiğini görüyoruz.
Orta Doğu’nun önemli bir bölge olarak algılanmasının nedenlerinden biri de, doğuyla-batı, kuzeyle-güneyin kesiştiği coğrafi kavşak niteliğinde olması. Bu sebepledir ki, tarihi boyunca, dünyada ve bölgede güçlü ve söz sahibi olmak isteyen ülkelerin birincil hedefi durumunda olmuştur.
Orta Doğu’nun kendine özgü bir sosyo-kültürel yapısı bulunmaktadır. Bölgenin dünya sistemi içindeki hareketleri ve mevcut durumları bu özgül özellikleri çerçevesinde biçimlendirmektedir. Orta Doğu ülkelerinin büyük çoğunluğunun (azınlık olarak farklı din unsurları olsa da) İslam dininden ve toplumların genelde Arap etnik temelli olmaları, Orta Doğu siyasetinde, sosyo-kültürel yapısında, uluslaşma ve devletleşme sürecindeki ideolojileri, fikirleri, ekonomileri, kaynakları ve yaşam anlayışlarında belirleyici olmaktadır.
Orta Doğu’nun can damarını oluşturan bu kendine has yapının temelini üç unsur oluşturmaktadır; din, siyaset ve ideoloji. Ülkelerinin bu üç argüman üzerinden hareket ettikleri görülmektedir. Devvletlerinin yanı sıra Orta Doğu halklarının da bu üç prensip çerçevesinde düşünce sistemlerini oluşturduğu görülmektedir.
Orta Doğu’nun bu özgün yapısı bir baharatçı dükkânına benzemektedir. Her türden, renkten, taddan baharat vardır. Gizemli bir denge içinde hep beraber var olmaktadırlar. Dışarıdan birisi, bu baharatçı dükkânına girer ve hapşırırsan baharatlar havaya kalkar, dengeleri bozulur. Elbette bu karmaşada baharatları toplayacak birileri de çıkar. Yani birileri hapşırmaya başlıyorsa bilin ki dükkânı karıştıracak demektir. Bu karışıklık siyasi olaylar ile kan ve gözyaşını da beraberinde getirecektir.
Atölye’nin tartıştığı Ölüler Uyumaz isimli kitabın yazarı Suriyeli bir Kürt olan Helim Yûsiv’du. Kitap 1996’da yazılmış ve 1992 yılında öldürülen Musa Anter’e adanmış; ‘Bahçene ektiğin ağacın duvarın üstünden aşan dalları bizim Amûdê’deki evin bahçesine ulaştı’.
Suriye’nin kuzey sınırına yakın bir kasabada doğup yaşayan, sonra da Almanya’ya göçen yazar kendisini’Ben bir sınır çocuğuyum,’ diye tanımlıyor. Sınırda yaşamak, göz ucuyla başka bir ülkeye bakarak başka bir dünyayı düşlemek, sürekli polis, asker, mayın ve silahların gölgesinde yaşamak anlamına geliyor. Kitaplarını Kürtçe yazıyor ve bunu sırf Kürtçe yazmış olmak için yazmadığını söyleyerek yazıyor. O iyi bir Kürt Edebiyatı yazarı olmak için yazmayı hedefliyor.
Yazar ‘sınırda yaşayan’, ‘vatanı olmayan’, ‘vatan kurma hasreti çeken’ birisinin yaşayabileceği tüm acıları, ölümü, şiddeti, alegorik, metaforlarla zenginleştirilmiş, gerçeküstü bir dünya kurarak anlatıyor. Özellikle delilik metaforu sıklıkla kullanılıyor. ‘Yaşananlar, görülenler ve maruz kalınan aşağılanmalardan çıldırmamak için tek çıkış yolu işi deliliğe vurmak’. Baskıya karşı ses çıkartamama ya sessizliği ya da deliliği getiriyor.’Delilik ilahi bir sevgidir’.
Yersiz yurtsuzluk, bir vatanının, bir ulus devletinin olmaması, vatan hasreti kitabın çoğunluğuna egemen düşünce. ‘Nasıl olur da bir ülke boydan boya kirli bir ayağa ayakkabı olur?’,’Ülkeye gelince; o kara bahtlı,melül, ezilenlerin yeriydi. Kara bahtlı namuslu insanlar yaratamaz mıydı?’, ’Allah bizi niye vatansız, bahtsız kıldı’, ‘Allahım…bir gün ben… yanına tırmanacağım ve seni kendi kanımla yıkayacağım. Bütün kirlerinden arınana kadar iki ayağını sıcak gözyaşlarımın içinde tutacağım. Belki o zaman varlığımızdan haberdar olursun.’
Yazarın dili, önerisi ayrımcı, özellikle okumuş, eğitimlilere karşı kırıcı bulundu. ‘Yaşayanlar artık dünyanın bütün gazete ve dergilerine karşılık bir lira vermeye yanaşmıyor’,‘Üniversiteye yeniden döndü…Burunu havada kızlar, nevrotik hastalıklar…Uzun detaylı konuşmalar…Ne zaman ülke sözünü duysa elli ölü…Hala okumayı nasıl sürdürebilir, sonuca götürebilirim?…Çivi çiviyi söker…zoru ancak zor bertaraf edebilir.’
Çözüm önerisi de acılara acıyla, şiddete şiddetle cevap verecek yöntemlerde.’Bir mayın tarafından parçalansın, dönmesin, her bir parçası bir tarafa savrulsun istedi ama olmadı’, ‘İşe yaramaz sözcüklerle hakkını isteyenler, suda boğulmak üzere olan ve elleri, ayakları çürümüş insana benzer’. Silah onun için hayatın vaz geçilmezi. Silahlı mücadeleye methiyeleri çoğu satırlarda izliyoruz. ‘Silahla, tüfekle ilişkisi, bu duygusallıkla başladı’. Çoğu zaman aşk bile silahla özdeşiyor, aşk silahtan, savaştan esinleniyor. ‘Yiğidimin tüfeği nesrani Kaleye saldık, kale almadı Ne benim vardığım koca Ne senin aldığın karı.’
Atölye yazarın dilini, hayvanlarla ilgili betimlemelerini, toplumda birlikte yaşadığı ötekileri, onlardan olmayanlara ‘gavur’ olarak nitelemelerini, ‘Gavur gözlü Cemile’, savaşçıl buldu. ‘Kudurmuş askerler’,’Askerler de adeta koyunlaştı’, ‘Bu dağın kökü kazınmalı’,’Çuvaldan çıkardığı beyaz kediyi havaya kaldırdı ve iki eli, kedinin boynunda kement oldu. Sıktı, sıktı…Parmakları çözüldüğünde, beyaz kedinin cansız leşi ayaklarının dibine düşüverdi’;’okşamalarla kuzusunu tahrik eder, kızıştırırdı’.
Kadınlara karşı üslubu ise son derece erkek egemen ve aşağılayıcıydı. ‘Kendisini kocasının ve çocuklarının hizmetine adamış, ailesi ile bağlarını kopartmıştı,’ ‘Para karşılığı bacaklarını havaya dikmek, zevk ve günah ateşiyle bedenlerini dağlayan kadınlar’,’Misto üniversitdeki Kürt kızların gülü Şêrin’in ardına düşmüştü. Ve içlerinde güzeller az olduğundan ikiyüz genç Şêrin’in etrafında pervane olmuştu.’
Her ne kadar genel dili ataerkil olsa da yazar erkekleri de küçümsemeden duramıyordu. Erkek olmak da zordu.’Telo’dan başka kimseerkek olduğunu söylemesin’, ’Evet, kaçmak erkekliğin yarısı.’
Yaşanılan acı, yoksulluk, yoksunluk, öfke, aşağılama, sıkışmışlıklarla dolu vahşi ve acımasız bir dünya. Vatansızlık, ulus devletin olmaması insanlar için büyük bir eksiklik olabilir. Ancak Atölye’miz açısından çözüm yolu ve dili şiddetten, savaştan geçmemeli. Masalsı anlatımlar belki yazarın diline naiflik kazandırsa da gerçeküstücülüğün büyüsü, masalsı, romantik dünyası, gerçeği, yazarın canını acıtan gerçeği ve bu gerçekle silahla başa çıkmanın önerildiği bir dünyada yok oluyor.Yazarın edebiyatını da daha nitelikli kılmıyor.Yazarın duruşu Atölye tarafından kabul görmeyen, karşı çıkılan bir duruş olarak kabul edildi.
Çünkü biz de yazar da (!) biliyoruz ki,yaşanılan bu süreçte, varılan bu noktada;‘Eskiden, dünya daha güzeldi. İnsanların yüreğinde bu kadar kin ve garez yoktu. Şimdilerde kimse kimseyi sevmiyor. Kimsa, kimsenin iyiliğini istemiyor’.