30 Mart 2022 – Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi, XIII. Dönem, 11. Toplantı – Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru

0
Want create site? Find Free WordPress Themes and plugins.


Temasını ‘Alman Edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin XIII. Döneminin 30 Mart Çarşamba günkü on birinci toplantısında Figen Dayıcık bizlere Heinrich Böll’ün (1917–1985) yaşadığı dönemi, yazarın hayatını ve Atölye’nin konusu olan Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru (1973) adlı kitabını tanıttı ve Atölye katılımcılarının tartışmasına açtı.

Orta Avrupa’da başlayan ve tüm dünyaya yayılan İkinci Dünya Savaşı, derin politik ve ekonomik sarsıntılara neden olmuş ve Soğuk Savaş dönemini başlatmıştır. Bu savaş tüm Orta Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, Almanya’nın devlet yapısı ve düzeni açısından da tarihî bir dönüm noktasıdır. Savaştan sonra 1949-1990 yılları arasında Almanya, varlığını Almanya Demokratik Cumhuriyeti ve Almanya Federal Cumhuriyeti olarak sürdürdü. Federal (Batı) Almanya, Hitler diktatörlüğünün neden olduğu suç ile baş başa kalırken, Demokratik (Doğu) Almanya iç siyasetinde benimsediği tutumla bu suçu kabul etmeyip, Federal Almanya’yı suçlamayı tercih etti.

Federal Almanya tarihini üç döneme ayırarak incelemek uygun olur.

1.      Dönem geçmişe dair politikaların adının konduğu 1945-1957 yıllarıdır. Bu dönemde ‘iletişimsel sessizlik’ söz konusudur ve iki önemli konu ön plandadır: kurbanların zararının karşılanmasında tazminat politikası ve affetme politikası.

2.      Dönem ise 1958’den 1984’e kadarki geçmişle hesaplaşma sürecidir. Nasyonal Sosyalizm faillerinin adli kovuşturmalarının arttığı bu dönemde, Ludwigsburg’da Nazi Suçlarını Soruşturma Bürosu kurulur. Ayrıca 68 öğrenci hareketleri de bu dönemin eleştirilmesinde önemli rol oynar.

3.      Dönem ise 1985 yılından itibaren anımsama sürecini kapsar. Bu dönemde resmi anma ve onlara ait semboller önem kazanır.

1945-1949 arası ve 1950’ler geçmişi bastırma ve unutma dönemi olarak, 1960-1990 dönemi geçmişle yüzleşme/hesaplaşma dönemi ve 1990 sonrası da geçmişi muhafaza etme olarak da sınıflandırılabilir.

1945-1949 tarihlerine bakıldığında müttefiklerin, Alman militarizmini ve Nazizmini ortadan kaldırma konusunda bir karara vardığı görülür. Bu bağlamda Alman savaş suçluları, 20 Kasım 1945 tarihinde başlayıp 1 Ekim 1946 tarihinde sona eren, Nürnberg’deki Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesinde (Internationales Militӓrtribunal in Nürnberg) yargılanır. Ancak 1945-1949 yılları arasında Nazi döneminin çok da araştırıldığı söylenemez. Mithat Sancar ‘Geçmişle Hesaplaşma. Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne’ (2014, s. 177) adlı çalışmasında Almanya’nın 1945-1949 yılları arasındaki tutumunu suskunluk/ bastırma dönemi olarak adlandırmaktadır. Öyle ki bu dönemde Soykırım ve Holokost kelimelerinin yerine ‘ırk çılgınlığı’, ‘antisemitist ideoloji’, ‘toplu öldürmeler’ gibi dolaylı ifadeler kullanılmaktadır. Dolayısıyla bu dönemde suçu kabullenmeme durumu ve yaşanılanlardan haberi olmama ya da Avrupa’yı komünizmden koruma, A.B.D.’nin güttüğü politik söylemlerin etkin olduğu söylemler gündemi işgal eder.

‘Geçmişle hesaplaşma’ sürecinde ikinci önemli adımı, devletin zirvesindeki dönemin Başbakanı Willy Brandt atar. Brandt, 7 Aralık 1970’te İkinci Dünya Savaşı’nın sembollerinden Varşova Yahudi Getto’su kurbanlarının anısına dikilen anıtın önünde diz çöker ve bütün dünyadan Alman halkı adına özür diler.

II. Dünya Savaşının baş sorumlusu olan Nazi Almanya’sı 8 Mayıs 1945 yılında imzaladığı ‘kayıtsız-şartsız kapitülasyon’ ile yıkılır ve 5 Haziran 1945’teki ‘Berlin Bildirisi’ ile siyasal yönetim A.B.D., İngiltere, Fransa ve Rusya’dan oluşan dört müttefik devletin eline geçer.

Yaklaşık dört yıl süren (1945-1949) bu ‘işgal’ sürecinde ne bir Alman halkı ne de bir Alman devleti mevcuttur. ‘Çökmüş bir toplum’ olarak mutlak bir yıkım ile karşı karşıya kalan Almanların bu dönemdeki en birincil kaygıları hayatlarını idame ettirmektir. Bu durum, Almanlar için her şeye sil-baştan başlayacakları yeni bir başlangıç, bir milat/sıfır noktası demektir. Milyonlarca insanın canına mâl olmuş ve Avrupa devletlerini yıkıma uğratmış olan bu savaşın bitimiyle birlikte Almanların en temel hedefi ‘yeniden inşa’ olur. Yeniden inşa, özelde Almanları genelde ise tüm dünya devletlerini ilgilendirmektedir. Çünkü yükselen komünizm tehlikesi, yakın bir gelecekte dünyayı ikiye bölecek ve Batılı devletler bu güç mücadelesinde Avrupa’yı ve dünyayı kendi çıkarları için yeniden tasarlayacaklardır.

Savaş, Almanya’daki yerleşim alanlarını tahrip ettiği için Almanların çoğu evsiz kalır; Dortmund, Köln gibi şehirlerde evlerin yarısından fazlası oturulamaz haldedir. Müttefik devletler, konut sıkıntısını gidermek için Almanları hasar görmemiş binalara ya da çabucak inşa edilen derme çatma kamplara yerleştirir.

Döneme damgasını vuran kıtlık sorunu, şehirlerin belli bölgelerinde kara borsaların oluşmasına, tefeciliğin yaygınlaşmasına ve yiyecek ya da kömür gibi ihtiyaç maddelerine yönelik küçük çaplı hırsızlıkların artmasına neden olur. Kendilerine verilen yiyeceklerle yetinmeyen bazı Almanlar, hayatlarını idame ettirebilmek için kırsal alanlara gidip tarlalardan lahana, patates gibi ürünler çalar. Yiyecek hırsızlığının artması üzerine Köln Kardinalı Josef Frings 1946 yılının Noel gecesinde ‘Tanrının bu gibi masum suçları affedeceğine’ inandığını belirtir. Bu üstü örtük rıza ile birlikte ısınmak ya da karnını doyurmak amacıyla yapılmış küçük çaplı hırsızlıklar, halk arasında fringslemek (fringsen) olarak adlandırılarak masum hale getirilir.

Savaş sonrasındaki bu zor koşullar aynı zamanda toplumsal ahlakı da etkiler. Kadına yönelik şiddetin artması, yiyecek karşılığında fuhuş yapılması ya da tecavüz olaylarının artması savaş sonrası Alman toplumunun karanlıkta kalan taraflarıdır. Savaş sonrası yıllarda yaşanan bu çöküşten en çok etkilenen aile kurumu olur. Eşlerinin askerden dönüp dönmeyeceğinden emin olmayan kadınlar, hem kendi hayatlarını hem de bakmakla mükellef oldukları kişilerin hayatlarını idame ettirebilmek için çalışma hayatında yer almaya mecbur kalırlar. Çalışma hayatına giren bu kadınlar, eşlerini savaşta kaybetmeleri ya da uzun esaretten sonra eve dönen ve savaştan psikolojik olarak olumsuz etkilenen eşleriyle anlaşamamaları nedeniyle boşanma yolunu tercih eder. Bu nedenle boşanma olaylarının sayısı savaştan sonra artar. Öyle ki 1948 yılındaki boşanma oranları, savaş öncesi yıllara nazaran iki katına çıkar. Aile kurumu ile doğrudan bağlantılı bir diğer sorun savaş esirleri meselesidir. Savaşın bitimi ile birlikte on bir milyon Alman askeri düşman devletleri tarafından esir alınmıştır.

Bu etkenlerin yanı sıra, 1950’lerde, 1960’larda ve 1970’lerin başlarında nüfusun tam kapasiteyle çalıştığı uzun çalışma saatleri ve binlerce Gastarbeiter (misafir/yabancı işçi) tarafından sağlanan fazladan iş gücü, ekonomik kalkınma için çok önemli bir neden olur.

Soğuk Savaş doruk noktasına yaklaşırken, daha fazla mülteci Demokratik Almanya’yı terk eder. 13 Ağustos 1961’de Demokratik Almanya hükümeti Batı Berlin’e serbest erişimi sona erdirir. Şehrin ikiye bölen bir duvar örer ve Federal Cumhuriyet ile olan sınır bir ‘ölüm şeridi’ haline gelir. Sonraki 28 yıl boyunca birçok insan onu geçmeye çalışırken hayatını kaybeder. Başkan Kennedy 1963’te Berlin’de yaptığı ünlü konuşmada A.B.D.’nin Batı Berlin’in özgürlüğünü garanti ettiğini teyit eder. Fransa ve Almanya arasındaki Dostluk Antlaşması olan Élysée Antlaşması, bir uzlaşma eylemi olarak Ocak ayında sonuçlandırılır. Frankfurt Auschwitz Mahkemeleri başlar ve Almanları Nazi geçmişleriyle yüzleştirir. Sonbaharda, ‘ekonomik mucizenin babası’ Ekonomi Bakanı Ludwig Erhard (Almanya Hristiyan Demokrat Birlik Partisi CDU’den ) Federal Almanya Şansölyesi olur.

Öğrencilerin ve aydınların ‘kabartılmış yapılara’ ve katı değerlere karşı protesto hareketi, 60’ların ikinci yarısında ülkede güçlü bir iz bırakıp Batı Almanya’nın siyasi kültüründe ve toplumunda kalıcı bir değişiklik yapar. Feminizm, yeni yaşam tarzları, anti-otoriter eğitim ve cinsel özgürlük, uzun saçlar, tartışmalar, gösteriler, isyan ve yeni liberallik, Federal Cumhuriyet’te demokrasi birçok yönden deneyimlenir. Bu dönemin toplumsal değişimleri bugün de etkisini göstermeye devam etmektedir.  Sosyal Demokrat Parti (SPD) politikacısı Ekim 1969’da ilk kez Federal Şansölye olur; Willy Brandt, sosyal refah sisteminin genişletilmesinden eğitimin iyileştirilmesine kadar çok sayıda yerel reformu uygulayan sosyal-liberal bir hükümete liderlik eder.

Willy Brandt ile Demokratik Almanya Başbakanı Willi Stoph arasındaki ilk Alman-Alman zirvesi Mart 1970’de Demokratik Almanya’nın Erfurt kentinde yapılır. Brandt, 7 Aralık 1970’te Varşova Gettosu kurbanlarının anıtı önünde diz çöker, özür diler ve fotoğrafı dünyayı dolaşır. Bu özür, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden 25 yıl sonra, Almanya’nın uzlaşma çağrısının bir sembolü haline gelir. Aynı gün Brandt, Federal Cumhuriyet ile Polonya arasında Varşova Antlaşması’nı imzalar. Doğu Avrupa ile yapılan bir dizi anlaşmadan biri olarak yeni bir barış mimarisinin temelleri atılır. Brandt, Adenauer’in başarılı batı entegrasyonunu doğu Avrupa’ya açarak takip etmek ister;‘yakınlaşma yoluyla değişim’.

Willy Brandt’a, bu politikaları nedeniyle 1971’de Nobel Barış Ödülü verilir. Aynı yıl, Dört Güç Anlaşması ile Sovyetler Birliği, Batı Berlin’in Federal Cumhuriyet’in ekonomik, sosyal ve yasal düzenine ait olduğunu fiilen kabul eder.

Federal Almanya’nın iç politik durumu yetmişli yıllarda özellikle siyasi terörizm olayları ve tartışmaları ile geçer. Altmışlı yılların sonundaki Parlamento Dışı Muhalefet hareketinden küçük bir grup kopmuş ve giderek radikalleşmiştir. Kendisini Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) olarak adlandıran ve Andreas Baader ve Ulrike Meinhof (Baader-Meinhof Grubu) etrafında oluşan çevre, giderek şiddet eylemleriyle dikkatleri üstüne çeker. Devlet, teröristlerin bombalama saldırılarına, banka soygunlarına ve suikastlarına, yasaları sertleştirerek ve özellikle polis aygıtını güçlendirerek, karşılık verir. Alman aydınları, yazarları, Protestan papazları ve din bilimciler tartışmada önemli rol oynar, hükümet giderek terörizm oluşumundan aydınları doğrudan sorumlu tutar.

Tanınmış yazarlardan birisi olarak Heinrich Böll’ün bu tartışmadaki pozisyonu onu hedef haline getirir.

RAF Radikal sol görüşlü bir örgüttür, kendisini şehir gerillası olarak tanımlar. 1970 Yılından 1998’e kadar faaliyetlerini sürdürür. Özellikle 1977 yılında Alman Sonbaharı olarak bilinen ve ulusal krize yol açan eylemler dahil pek çok silahlı eylem yapar. Federal Alman hükümeti, RAF’ı terörist örgüt olarak tanımlar. 30 Yıllık varlığı boyunca örgüt çoğu şoför, koruma görevlisi gibi ikincil hedeflerden oluşan 34 kişinin ölümüne, birçok kişinin de yaralanmasına yol açar. 

Grubun kökeni 1960’ların sonlarında Batı Almanya’daki öğrenci protestolarına dayanır. 2 Haziran 1967’de İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi‘nin Batı Almanya’yı ziyareti sırasında, yumuşak başlı protestolar ayaklanmaya dönüşür. Sürgündeki İranlıların şiddetli protestolarının ardından Alman öğrencilerden geniş destek gören bir grup Şah’ın ziyaret ettiği Berlin Operası’nın etrafına toplanır. Gösteriler sırasında, ilk kez bir gösteriye katılan Benno Ohnesorg adlı öğrenci Batı Almanya polisinin açtığı ateş sonucu ölür. Ohnesorg’u başının arkasından vuran polis Karl-Heinz Kurras’ın bir Doğu Almanya gizli polisi olduğu sonradan ortaya çıkar.

1968 Nisan ayında Andreas Baader ve Gudrun Ensslin isimli iki üniversite öğrencisi, Vietnam savaşını protesto amacıyla Frankfurt’ta bir alış veriş mağazasını yakar. Olaya karışan Andreas Baader ve Gudrun Ensslin, yakalanarak konuldukları cezaevinden gazeteci Ulrike Meinhof’un yardımı ile 14 Mayıs 1970’te kaçmayı başarırlar. Bu tarih RAF örgütünün kuruluş günü olarak kabul edilir.

Andreas Baader yaklaşık 20 arkadaşı ile birlikte, Filistin Kurtuluş Örgütü (El Fetih) kampında eğitim görmek üzere Ürdün’e kaçar. 1972 yılında gerçekleştirdiği, 50’den fazla insanın yaralandığı ve 4 kişinin öldüğü beş bombalı saldırı ve birçok banka soygunundan sonra, Andreas Baader Almanya’nın en aranan teroristlerinden birisi haline gelir. Frankfurt’ta silahlı bir çatışma sonucu, diğer RAF üyeleri Gudrun Ensslin, Jan-Carl Raspe ve Holger Meins ile birlikte 1 Haziran 1972 tarihinde yakalanır. ve Stammheim Davası olarak adlandırılan dava sonucu 28 Nisan 1977 tarihinde müebbet hapse mahkûm olur.

24 Nisan 1975 yılında ikinci kuşak RAF üyeleri, Stokholm’de Alman Büyükelçiliği’ni basar ve 12 kişiyi rehin alarak binanın en üst katına yerleşir. Aralarında Andreas Baader, Ulrike Meinhof, Gudrun Ensslin ve Jan-Carl Raspe’nin de bulunduğu 26 örgüt üyesi arkadaşlarının serbest bırakılmasını talep ederler. Çıkan çatışmada askeri ataşe Andreas von Mirbach ağır yaralanır ve aynı gün hastanede ölür. Başbakan Helmut Schmidt‘in talepleri reddetmesi üzerine ticari ataşe Heinz Hilleggart öldürülür.

5 Eylül 1977 tarihinde, televizyonda SS subayı olduğunu söyleyen ve Nasyonal Sosyalist geçmişi ile övünen Almanya İşverenler Birliği Başkanı Hans Martin Schleyer, RAF tarafından kaçırılır ve 18 Ekim 1977’de, hapisteki RAF üyelerinin serbest bırakılması talepleri yerine getirilmeyince öldürüldü.

13 Ekim 1977 de Mallorca/İspanya‘dan Frankfurt am Main/Almanya’ya giden uçak, RAF üyelerinin serbest bıraktırılması amacıyla, Filistinli gerillalar tarafından kaçırılır. Mogadişu‘ya indirilen uçaktaki rehinelerin hepsi 18 Ekim 1977’de Alman askerleri tarafından kurtarılır. Uçağı kaçıran dört kişinin üçü öldürülür.

1977 yılında, Schleyer’in öldürülmesi ve uçak kaçırma olayı Almanya Sonbaharı olarak adlandırılır ve Federal Almanya’nın yaşadığı en büyük krizlerinden biri olur. Andreas Baader ve arkadaşları, 18 Ekim 1977 sabahı, Stuttgart Stammheim cezaevinin, çok sıkı korunan bölgesindeki hücresinde ensesinden vurulmuş olarak bulundu. Ulrike Meinhof ise bir yıl önce, 9 Mayıs 1976 yılında hücresinde hapishane havlularından yapılmış bir halatla asılmış halde ölü bulunmuştur.

Resmi soruşturmalar bunların planlanmış bir intihar dizisi olduğunu açıklarsa da iddiayı kabul etmeyen teoriler de öne sürülür. Baader’in özellikle birinci kuşak RAF üyeleri için yapılmış yüksek güvenlikli bir hapishaneye silah sokmayı nasıl başardığı tartışılır, solak olan Baader kayıtlara göre kendini sağ eliyle vurmuştur oysa ense kökünden giren kurşun alnını delerek dışarı çıkmıştır ki silahı böyle tutarak kendini vurmanın görece zor bir hareket olduğu iddia edilir. Üstelik bazı kaynaklara göre Baader’in hücresinde ikinci bir kurşun deliği daha bulunması olayı şüpheli hale getirmektedir. Ayrıca kalbinin üzerinde dört bıçak yarasıyla bulunan Möller’in kendine bunu yapması imkânsız değilse bile çok zordur. Stammheim’dan sağ olarak kurtulan tek mahkûm olan Möller, daha sonra hapishanede yaşananların intihar değil, suikast olduğunu açıklar.

Federal Almanya Cumhuriyeti Edebiyatı’nın en önemli, en tanınmış simalarından biri olan Heinrich Böll kendi deyimiyle ‘yaşadığı zamanın bir çağdaşı olarak, bir kuşağın başından geçenleri, gördüklerine ve işittiklerine bağlı kalarak’ anlatan, Alman yakın tarihinin 20. yüzyılın ortalarına ait diliminin eleştirel bakışlı tarihçisidir. Böll, romanları ve öyküleriyle 1972 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne lâyık görülmüştür.

Heinrich Böll, Birinci Dünya Savaşı’nda açlığın en acımasız boyutlara ulaştığı 1917 de marangoz ve tahta heykel oymacısı Viktor Böll ile eşi Maria’nın 6. çocuğu olarak Köln’de dünyaya gelir. Böll’ün baba tarafından ataları, yüzyıllar önce dini sebeplerden İngiltere’den Almanya’ya göç etmiş, Alçak Ren bölgesinde Xanten kentine yerleşen gemi marangozları, anne tarafından olanlar ise çiftçi ve bira imalat ustalarıdır.

1929’da Dünya Büyük Buhranı nedeniyle Böll ailesi, ülkedeki 3 milyon işsizle aynı kaderi paylaşır; kendi mal ve mülklerini rehin vererek borç alır, haciz memuru kapılarına gelir, haciz işlemleri günlük yaşantının bir parçası olur. 30 Ocak 1933’de Adolf Hitler, Almanya Şansölyesi olup Nazi terörü Köln’de de yayılmaya başlayınca Böll ailesinde siyasi olaylar sıkça ve açık yüreklilikle konuşulmaya başlanır. Böll’ün annesi, Hitler’in seçilmesini ‘Bu savaş demektir!’ sözleriyle yorumlar.

Heinrich Böll, yükselen milliyetçi, faşist dalgaya karşı durur. Savaş başlayınca, kaçmak için çok çabalarsa da sonunda, birçok genç erkek gibi, çalışma kampına, ardından savaşa gönderilir, piyade olarak doğu ve batı cephesinde kaldıktan sonra esir düşer, savaş bitince, doğup büyüdüğü Köln’e döner. Köln’de bir enkazla karşılaşır yirmi binden fazla ölüsü olan bir enkaz. Tarih boyunca, uzun süren işgallere rağmen, hiçbir büyük güç tarafından tam anlamıyla ele geçirilemeyen, kalıba sokulamayan, militarize edilemeyen tarihi Köln kenti, 262 hava bombasıyla virane bir mezarlığa dönmüştür.

Ama Heinrich Böll şehrine, insanlarına arkasını dönmez, arka arkaya kitapları yayınlanır, kısa sürede, bütün dünyada tanınır, yüzyılın önde gelen klasik yazarları arasına girer. Savaşı, sıradan faşizmi, yıkımı, yoksulluğu, hastalıkları, tarifsiz acıları, çözülüp dağılmış bir toplumun debelenmesini keskin gözlem yeteneği ve sade üslubuyla anlatır; sıradan insanları, savaşçıları, çocukları, öksüz olanları, savaşta sakatlananları, dul kadınları, aklını yitirenleri…

O yazdıkça kitapları tükenir, tükendikçe yenilerini yazar. Enkaz edebiyatından Alman refah toplumuna, bireyin özgürlüğünü kısıtlayan devlet kurumlarına yönelir. Egemen ahlakın karşısına özgürlüğün ahlakıyla çıkar. Birbirinin peşi sıra edebiyat ve insan hakları ödülleri alır. Nobel Edebiyat ödülü, “Sokaktaki insanın yıkım, acı ve umutlarını işlerken, kalemini otoriteye, zorbalığa, suçluluk ve hınç duygusuna karşı mızrak edinirken sergilediği dürüstlüğü, kişisel bütünlüğü ve ilkeli çağdaşlığına karşılık bir takdir” olduğu için verilir.

Onun için ‘Edebiyatın son azizi’ denir. ‘Demokrasi değerlerinin oluşmasında çıtayı elinde tutan otorite!’ Bir başka Almanya daha olduğunu dünyanın görmesini sağladığı için de ‘Ulusal vicdanın sembolü’ sayılır. 

Yazarlığın yanı sıra, etkin bir insan, politik bir özne, ‘küçük’ insanların avukatı, her türlü şiddete karşı ahlaki duruşun sembolü olur. Düşünce özgürlüğünü, her yerde, herkese karşı savunur. S.S.C.B.’nde çok popüler olduğu halde muhalif yazarları destekler. Angela Davis’e karşı yürütülen dava nedeniyle A.B.D kamuoyuna çağrıda bulunur. Kore’de yıllarca hücre hapsinde tutulan yazar Kim Chi Ha’nın ‘insanlık namına’ serbest bırakılması için kampanyalara girişir. Polonya’daki askeri rejimi protesto eder. A.B.D’nin Nikaragua’ya müdahalesine karşı çıkar. Böll, tüm dünyadaki her türlü hak ihlaline karşı mutlaka bir eylem içine girer.

1970’Li yıllarda Almanya’da RAF militanlarının şiddet eylemleri faşist yapılanmayı yeniden diriltince, terörle mücadele adı altında pek çok insan hakları ihlali yaşanmıştır. Böll durmaz ve bireysel özgürlüklerin devletin kolluk güçleri tarafından çeşitli bahanelerle engellenmesine, basının yalan ya da abartılı haberlerle insan yaşamını altüst etmesine karşı aktif bir mücadeleye girişir.

Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru eserinde, bir kadının medya ve polis tarafından nasıl terörist ilan edildiğini ve hayatının karartıldığını anlatır. Ardından yazarın evi kundaklanır, RAF üyelerine karşı düzenlenen operasyonda, onun da evi aranır, muhafazakâr basın tarafından terörizmin manevi babası ilan edilir, hakkında başlatılan kampanyayla hedef gösterilir. Bunun üzerine Böll ile dayanışmak için toplumun geniş kesimleri yazarın çevresinde kenetlenir. Heinrich Böll’in ölümü de, yaşamının bir özeti gibidir adeta; 1985’te, Langenbroich’deki çiftlik evinde, gelen misafirlere kapıyı açmak için koşarken merdivenden yuvarlanır.

1945 – 1952 yılları edebiyat kariyerinin başlangıç yıllarıdır. Gıda fişi alabilmek için tekrar Köln Üniversitesi’ne yazılır, ağabeyinin başına geçtiği aile marangozhanesinde vasıfsız işçi olarak işe başlar, eşi öğretmenlik mesleğine devam eder. Bu dönem eserlerin tümü Nazi ve savaş döneminde veya savaş sonrası dönemde geçer. 1953 -1959 yılları ünlü romanları yazdığı dönemdir. Federal Almanya’nın güncel sorunlarına daha fazla eğilmeye başlar; bu dönemde genç cumhuriyetin siyasi ortamına ilişkin fikirlerini dışavurduğu makaleler daha sık görülür.1953 Yılında ‘Ve O Hiçbir Şey Demedi’ romanını yayımlar ve Alman Dili ve Edebiyatı Akademisi’ne üye olur. 1956 Yılında kültür dünyasının 105 önde gelen kişisi (Albert Camus, Pablo Picasso, Arthur Köstler, Jean Paul Sartre, Heinrich Böll ve diğerleri) S.S.C.B.’nin Macaristan ayaklanmasında, Britanya ve Fransa’nın ise Mısır’da yaşanan Süveyş krizindeki müdahalelerine karşı çağrıda bulunuyor. 1961 Yılında Berlin Duvarı’nın inşasından sonra yazarların ‘ulusun vicdanı’ olarak yüklendikleri girişimler hakkında şiddetli bir tartışma başlar. Aralarında Böll’ün de yer aldığı 23 yazar, Birleşmiş Milletler’e tüm Berlin’i BM merkezi yapmaları için çağrıda bulunur. 1964 – 1969 Yılları arasında farklı bir Almanya söylemiyle, Böll’ün siyasal eylemciliğinin arttığı dönemdir. Deneme niteliğindeki yazı ve konuşmalarının sayısı, roman ve öykülerine oranla giderek artar. 1970 – 1980 Yıları arasında sözünü sakınmayan Nobel ödüllü bir yazar olan  Böll, sosyal demokrat Willy Brandt’ın şansölyeliğinde, özellikle bu dönemde uygulanan Doğu politikasıyla siyasetin eskiye göre daha çok ahlaki temellere dayandığını düşünür. Yükselen terörizm dalgası nedeniyle Almanya’nın iç siyaset ortamı giderek gerginleşmiştir. Güvenlik önlemlerinin giderek artırıldığı bir ortamda gerek Böll gerekse onun çizgisinde olan diğer aydınlar, bazı siyasetçiler ve bu siyasetçilere yakın basın organları tarafından terörizmin manevi destekçileri ilan edilirler. 1970 Yılında  Böll, Almanya P.E.N. derneğinin başkanlığına seçilir. 1971 Yılında A.B.D.’lisivil haklar savunucusu Angela Davis’e karşı yürütülen dava nedeniyle A.B.D kamuoyuna çağrıda bulunur. Fotoğrafta Kadın da Vardı (Gruppenbild mit Dame) romanı yayımlanır. 1972 Yılında RAF teröristlerin yakalanması amacıyla düzenlenen geniş çaplı bir aramada Böll’ün evi de aranır. Heinrich Böll, Nobel Edebiyat Ödülü’ne lâyık görülür.1973 Yılında yazar ve aydınlara karşı yürütülen haksız kovuşturmalarda dünya genelinde bir artış vardır; Böll bu durum karşısında doğu ve batıdaki siyasetçilere “başka ülkelerin iç işlerine karışmama prensibi olarak adlandırdıkları ikiyüzlülüğe” son vermeleri için çağrıda bulunur. Böll’ün aydınların takibata uğradığı ülkeler listesinde S.S.C.B., Türkiye, İspanya, Brezilya ve Portekiz yer almaktadır.1974 Yılında Aleksandr Soljenitzin tutuklanıp şiddetli protestolara rağmen S.S.C.B.’nden sınır dışı edildikten sonra Böll’ün evine sığınır. Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru (Die verlorene Ehre der Katharina Blum) adlı öyküsü yayımlanır. Böll, İnsan Hakları Birliği (Liga für Menschenrechte) tarafından Carl-von-Ossietzky madalyasına lâyık görülür.1980 Yılında Böll, Almanya’da bir ameliyat geçirir, sağ ayağının bir kısmı alınır. Bolivyalı kadınlardan oluşan bir delegasyon ile yaptığı görüşmeden sonra Federal Almanya Hükümeti’nin Bolivya’nın askeri müdahaleden sonraki durumunu araştıracak uluslararası bir araştırma komisyonunun kurulması için derhal Birleşmiş Milletlere başvurması gerektiğini ifade eder. 1981 – 1985 yılları arasında Böll’ün hareket kabiliyeti, rahatsızlığı nedeniyle büyük ölçüde kısıtlanmış olsa da barış hareketinde faaldir ve Yeşiller Partisi’ne destek vermektedir. 1981 Yılında Böll’ün ilk biyografik metni olan Ne Olacak Bu Çocuğun Hali? Ya da Kitaplarla Alakalı Bir Şey (Was soll aus dem Jungen blo? wedern? Oder: Irgendwas mit Büchern) yayımlanır. Böll, Avrupalı yazarların nötron bombasına ve silahlanmaya karşı çağrısını destekler; ilk büyük çaplı barış gösterisinde yaklaşık 300.000 kişilik bir kitleye hitap eder. Böll’ün yazlık evinin bir kısmı kundaklanır. 1985 Yılında Alman Ordusu’nun teslim oluşunun 40. Yıldönümü nedeniyle Dört Oğluma Mektup ya da Dört Bisiklet (Brief an meine vier Söhne oder vier Fahrräder) adlı eseri yayımlanır. Böll, Temmuz ayı başında tekrar ameliyat olur. 15 Temmuz’da aslında bir sonraki ameliyata hazırlanmak üzere taburcu olur. 16 Temmuz sabahı Eifel yöresindeki Langenbroich köyündeki evinde hayata veda eder. Böll, 19 Temmuz günü gerek halkın gerekse meslektaş ve siyasetçilerin yoğun katılımı ile Köln’e yakın Bornheim-Merten’de toprağa verilir. Böll’ün vefatından sonra Almanya’da birçok okul onun adını alır. Kasım 1987’de dostlarının girişimiyle Heinrich Böll Vakfı kurulur.

Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru, 1974 yılında basılmış dünya genelinde olay olmuş bir eserdir. 1975 Yılında çekilen film de romanın etkisini arttırır. İnsanları olaylar üzerinden doğru düşünmeye iten, okuru mahkeme salonundaki jüri heyetinin bir üyesine çeviren bu tür eserler, vicdana seslenmekle beraber okura iletmek istediği mesajı verir.

Romanda etik değerleri hiçe sayarak yaptığı yayınlarla toplumsal linçi başlatan ‘Gazete’, Katharina Blum’un adil yargılanma hakkını elinden almaya çalışır, yakınları ve tanıdıklarıyla yaptığı röportajları çarpıtarak, değiştirerek yayımlar, cinselliği, politik görüş farklılığını ve inançları kullanarak Katharina üzerinden bir kötülük temsili oluşturur, toplumu bu temsille kışkırtır ve hedeflediği tiraja ulaşmaya çalışırken Blum’u ve onun çevresindeki birkaç kişiyi de kışkırtmayı başarır.

H. Böll, basın etiğine uymayan gazetecilik anlayışını ironik bir dille eleştirirken aslında bütün bir sistemin işleyişini ve toplum yapısının çürümüşlüğünü mercek altına almaktadır. Eser gerçekçi romanın iyi bir örneği kabul edilir.

Böll, romanı Hannover Üniversitesinde ders veren –68 kuşağının ünlü isimlerinden– psikoloji profesörü Peter Brückner’in yaşadıklarından esinlenerek yazmıştır. Esin kaynağı olan olayda bir gazete, hakkında yakalama emri olan Ulrike Meinhof’un Peter Brückner’in evinde saklandığını yazmış, haber hükümet yanlısı diğer gazeteler tarafından kampanyaya dönüştürülmüş, bunun sonucunda Brückner’in üniversiteyle ilişiği kesilimiş ama meydanlarda ve kafelerde dersler devam etmiş, hakkında kampanyalar düzenlenmiş ve bir yıl sonra da üniversiteye geri dönmüştür.

Kitaptaki söz konusu gazetenin adının ‘Zeitung’ yani ‘Gazete’olma tercihi, yani gazeteye özel isim vermeyerek, kitaptaki gazeteyi imgeleştirilmesi ve tüm gazeteleri simgeleyen bir ifade ortaya koyulması aslında bir tip oluşturulması önemli bir vurgudur. Katharina Blum’un haberini yapan gazeteci eş, dost, akraba röportajları ve yalan yanlış haberler ile genç kadının hayatını bir anda çıkmaza sürüklemiş, buna daha fazla dayanamayan Katharina Blum yargısız infaza maruz kalmasının acısını, adalet sağlayıcı pozisyonuna geçerek çıkarmaya çalışmıştır.

Olayın dramatik yönleri su yüzüne çıkıp, gerçeklerin somut hali kendini gösterince, medyanın etkin gücünün sınırları keşfedilmiş ve haber sorumluluğu ilkesinin bağlayıcılığı tartışmaya açılmıştır. Blum’un hikâyesi temelde bazı mekanizmaları devreye sokmuş, haber etiği gibi kavramlar üzerinden medyanın mercek altına alınmasını sağlamıştır. Bu yüzden hikâyenin sarsıcılığı altındaki güçlü medya eleştirisi sansasyon yaratacak kadar güçlüdür. Katharina Blum’un hikâyesi üzerinden verilen mesajlar kitabın olası etkisini arttırmıştır. Katharina Blum’un yıpranan psikolojisi eserde gayet iyi çizilmiş, maruz kalınan kötü durumların çok iyi dile getirilmiştir.

Bireysel özgürlüklerin sınırlarının sonsuza uzandığı bir dönemde, tiraj arttırmak amacıyla yalanı metalaştırmak ve bundan çıkar sağlamak düsturuyla yaşamları ezen medya canavarı ne derece haklıdır? Günümüzde büyük bir güç haline gelen medyanın doğruluktan yana olması, hem bireysel hem de toplumsal olarak memnuniyet yaratacaktır olsa da Katharina Blum’un başına gelen talihsiz olaylarda olduğu gibi, medyanın yanlış tarafta olması, istenmeyen olaylara neden olabilecek ve hak ihlallerine dolayısıyla şiddete dönüşebilecektir.

Atölye katılımcıları, insan öldürülmesi gibi bazı olumsuz eylemler olsa da, romanı genel olarak barışçı buldu. Yazar şiddetle kurduğu ilişkiyi okuyucuya çok naif bir şekilde anlatıyor. Konu bugün de yaşayabileceğimiz evrensel bir konu ve yazar konuyu çok zekice ve tarafsız bir şekilde bu temanın altından kalkmış.  

Böll aslında şiddeti anlatıyor olsa da anlatırken çok zarif ve herkese karşı eşit durmayı başarmış. Kimseyi kırmadan olayı anlatmış, ironinin dengesini korumuş, ucuz eleştirilere sapmamış. Barış tarafında olduğu anlaşılıyor. ‘Ben buradayım, beni duyun, bunun şakasını da yaparım, eleştiririm de, ama ben buradayım’ diyor.  Kirlenen dünyanın farkında ve bunu çok barışçı biçimde anlatıyor.

Did you find apk for android? You can find new Free Android Games and apps.
Share.

Comments are closed.