V.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin on ikinci toplantısında Sinan Akboğa bize Irakla ilgili genel bir bilgi sunduktan sonra, Iraklı yazar Hiner Saleem’i ve kitabı Babamın Tüfeğini tanıttı ve tartışmaya açtı. Irak, en eski uygarlıkların doğduğu Mezopotamya topraklarında, 1916 yılında, Fransız ve İngilizler arasında, masa başında, Ortadoğu’yu iki ülke arasında paylaştıran Sykes-Picot Anlaşmasıyla kurulma çalışmaları başlayan yeni bir ülke. Bölgenin etnik ve dinsel yapısını göz önünde bulundurmaksızın, harita üstünde, yalnızca Fransa ve İngiltere’nin kendi çıkarları doğrultusunda, yapay olarak yeni ülkeler oluşturan bu anlaşmayla, yüzyıl boyunca sürecek çatışmaların başlamasına yol açılmıştır. Bu anlaşma sonucunda kurulan devletlerden Irak, Ürdün, Filistin İngiliz etki bölgesini, Suriye, Lübnan Fransız etki bölgesini oluşturmuştur.
Modern Irak, 1920’de Osmanlıların I. Dünya Savaşı’nda yenilmesiyle birlikte, İngilizlerin Osmanlı eyaletleri olan Musul, Bağdat ve Basra’yı yeni bir politik düşünceyla değiştirmeleri sonucu, Fırat-Dicle Havzasını kontrolü altına alan ve yakın bir bölge devleti tarafından yönetilmeyen yeni bir oluşum, tasarısı olarak şekillenmiştir.
İngilizler tarafından Kral Faysal’ın başa geçirilmesiyle birlikte, Arap ulusçuluğu ve Arap birliğine yönelik çalışmalar, güçlü ve bağımsız bir Irak kurabilmenin yolunun güçlü bir ordudan geçtiğini öngörerek askeri yatırımlarına başlanır. 1930 yılında Irak hükümeti bağımsız bir devlet olma yolunda İngiltere ile 25 yıllık bir anlaşma imzalar, 1932 yılında Birleşmiş Milletlere bağımsız bir devlet olarak katılır.
1945 yılında Arap ülkeleri bir araya gelerek, bir Arap Birliği örgütü kurarlar. Birlik, Arap ülkeleri arasında milliyetçilik duygularının artmasına yol açarak Irak, Suriye, Ürdün ve Lübnan’ı bir tek ülke olarak birleşme düşüncesini ortaya çıkartır. Ortadoğu’da İngilizlerin etkisinin zayıflaması, İsrail devletinin kurulması, Mısır’ın muhalefeti gibi nedenlerle bu birlik fikri hayata geçirilemez.
Bu tarihlerde, ABD’nin etkisi ile Türkiye’nin İsrail devletini tanıması, Arap ülkelerinde tepki ile karşılanır. Türkiye bu tepkileri azaltmak ve yeni müttefikler bulabilmek için Irak’la yakınlaşmaya çalışır. ABD ve İngiltere’nin aktif katılımlarıyla Bağdat Paktını imzalanır.
Dünya üzerindeki güç dengelerinde büyük değişmeler yaşandığı İkinci Dünya Savaşı sonrası, İngiltere Irak ve bölge üstündeki egemenliğini yitirirken, egemenlik yavaş yavaş ABD ve Sovyetler’ geçmeye başlar. Irak bu dönemde Sovyetler Birliği’nin yanında yer alır.
1958 yılında gerçekleşen kanlı bir darbeyle Irak’da krallık devrilerek cumhuriyet ilan edilir. General Abdülkerim Kasım cumhurbaşkanı olur. Irak bu darbenin ardından Bağdat Paktı’ndan çekilir, komünizm ve etnik milliyetçilik ülkede yayılmaya başlar.
Önce Irak’ta, ardından Suriye’de benzer eğilimlerin artması, Sovyetler Birliği’nin egemenliğinin artmaya başlaması, ABD ve İngiltere’yi harekete geçirir. 8 Kasım 1963’te Baas Partisi mensupları ve ordudaki milliyetçiler darbe girişiminde bulunurlar. Ancak General Abdüsselam Arif yeni lider olur ve ülke genelinde komünist avı başlatılır.
1940 yılında Suriye’de kurulan Baas ideolojisi, amaç olarak Ortadoğu’da tek bir Arap devleti kurulmasını benimsemiştir. Partinin sloganı ‘birlik, özgürlük ve sosyalizm’dir. Parti ideolojisi, parti birliğine ve dış baskılara karşı durmaya dayanmaktadır. Baas Hareketi Suriye’de ortaya çıkmışsa da, Irak’ta da taraftar bulur. Parti, Suriye ve Irak’ta yaptıkları devrimlerle iktidarı ele geçirir. Saddam Hüseyin ve Hafız Esat, Baas akımının son büyük temsilcileri olurlar.
17 Temmuz 1968’de gerçekleşen kansız bir darbenin ardından iktidar tamamen Baasçılara geçer. Hükümet programı konusunda başlayan anlaşmazlıklar üzerine Baas yanlısı Saddam Hüseyin’in başında bulunduğu bir grup subay, temmuz sonlarında öteki darbeci hizipleri saf dışı bırakır. Devlet başkanlığı ve başbakanlığa getirilen Ahmet Hasan el-Bekir, aynı zamanda yeni oluşturulan Devrimci Komuta Konseyi ve Baas Partisi Bölgesel komutanlığı başkanı olarak kesin bir denetim sağlar. Hükümete ağırlığını koyan Baas Partisi, örgütlü yapısıyla hemen hemen bütün kurumları ele geçirmeyi başarır.
Tabanını genişletmek isteyen Parti, 1970’te Kürtlerle çatışmaya son vererek Irak Komünist Partisi (IKP), Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) ve öteki bazı milliyetçi ve sol eğilimli siyasi güçlerle işbirliğine yönelir. Ancak, 1974’te Kürtlerle, ardından komünistlerle ilişkilerin bozulması sonucunda yeniden tek partili, sıkı bir rejime dönülür.
1976’da başbakanlığı ve bazı önemli yetkileri Ahmet Hasan El Bekir’den devralan Saddam Hüseyin, Temmuz 1979’da, devlet başkanı oldu.
1975’te Kürt sorununu çözmek için İran’a bazı ödünler veren Irak, 1979 yılında İran’da yaşanan İslam Devrimi rejim değişikliğinden yararlanarak İran’a savaş açar. Bu dönem içinde Irak, 1987’de Kürtlere yönelik büyük katliamlara girişir. Halepçe bunların en büyük ve acımasızıdır. 1986-1988 arasında, Irak‘ın kuzeyinde, Kürtlere karşı düzenlenen El-Enfal Harekâtı adlı isyanı bastırma operasyonunun bir parçası olan girişim,1 Mart 2010’da, Irak Yüksek Ceza Mahkemesi Halepçe Katliamı soykırım olarak tanındı. Her iki ülkeye de insani ve ekonomik olarak büyük kayıplar verdiren İran-Irak Savaşı 1988’de imzalanan ateşkes antlaşmasıyla sona erer.
Irak, Ağustos 1990’da petrol üretim kotalarını aşmak ve tartışmalı bölgelerden petrol çıkarmakla suçladığı komşusu Kuveyt’i işgal ederek 19. ili olarak topraklarına kattığını ilan eder. BM Güvenlik Konseyi, Irak’a 15 Ocak 1991’e değin Kuveyt’ten çekilmesi için son bir uyarıda bulunur. 17 Ocak 1991’de başlayan ve Körfez Savaşı olarak bilinen Çöl Fırtınası Harekatı sonunda 27 Şubat 1991’de Kuveyt işgalden kurtarılır. 28 Şubat’taki ateşkesin ardından, kuzeydeki Kürtler ve güneydeki Şiiler arasında başlayan ayaklanmalar, Irak kuvvetlerince acımasızca bastırılır. 2 milyonun üzerinde Iraklı Kürt Türkiye ve İran’a sığınır.
ABD yönetimindeki ‘müttefik kuvvetler’ 1993, 1996, 1998 ve 2001 yıllarında Irak’a karşı hava saldırıları düzenler. Körfez Savaşı’ndan sonra uygulamaya konan BM ambargosu 1996 yılında başlayan Gıda Karşılığı Petrol programıyla yumuşatılır.
ABD ve Birleşik Krallık öncülüğündeki koalisyon kuvvetleri Irak’ı kitle imha silahlarından arındırmak, Saddam Hüseyin’in teröre verdiği desteği kesmek ve Irak Halkını özgürleştirmek gerekçeleriyle Irak’taki Baas Rejimi’ne karşı saldırıya geçer. 20 Mart 2003’te başlayan hava saldırısı ve onu takip eden kara harekatı sonunda 9 Nisan 2003’te başkent Bağdat’a giren koalisyon güçleri, Saddam Hüseyin iktidarını devirir. 15 Nisan’da Irak tümüyle koalisyon güçlerinin denetimine geçer. Aralık 2003’te Saddam Hüseyin yakalanır. Sonraki dönemlerde işgalci ABD güçlerine karşı bir direniş başlar. Günümüzde de çok şiddetli olarak(özelikle Felluce) devam etmektedir. Bunun yanında Şiiler ile Sünniler arasında derin bir ayrışma ortaya çıkar ve adeta iç savaşı andıran, günümüzde de devam eden şiddetli çatışmalar yaşanır. İşgalin başladığı Mart 2003’den sonra 1 milyondan fazla Iraklı şiddet, çatışma ve direniş olayları sonucu öldürülür, milyonlarcası şiddet ve işkence görür, göç etmek zorunda kalır.
2008 yılı nüfus tahminlerine göre Irak, 28 milyonluk bir nüfusa sahip. Toplam nüfusun % 70-75-‘ini Araplar, % 20’sini Kürtler ve % 10’unu ise Türkmenler, Süryaniler, Keldaniler, Nesturiler, Asuriler ve diğer etnik gruplar oluşturur. %97’si Müslüman olan halkın %60-65’i Şii Müslümanlar, %32-37’si Sünni Müslümanlardan oluşmaktadır. Şii Araplar ağırlıkla Irak’ın güneyinde yaşarken, Bağdat civarında Sünni ve Şii Araplar, Irak’ın kuzeyinde ise Sünni Kürtler, Ezidiler ve Irak Türkmenleri yaşamaktadır.
2004 yılında yazılan Babamın Tüfeği’nde Hiner Saleem, Baas Rejimi öncesi, cumhuriyetin kurulduğu yıllardan, Saddam Hüseyin´in iktidara gelmesi sonrasına, on yedi yaşında, artık katlanamadığı topraklardan kaçmasına kadar süren çocukluğunu ve ailesini anlatıyor. Savaşın tam da içinden ve bir çocuğun gözünden anlatılıyor hikâye. Bir yandan kişisel bir tarih okuması olan anlatı, diğer yanıyla da belgesel nitelik taşıyarak ülkenin kaderine tanıklık ediyor. Sinemacı olmanın verdiği gözle,bazen ayrıntılara ve bir çocuğun düşlerine odaklanırken bazen de en tepeden dağı taşı, akın akın insanların göçünü gösteriyor. İlk bölüm, çocukluğunun, umut dolu yıllarını, yoksulluğunu mizahla anlattığı 1968 yılı öncesidir. Azad çocuktur.
Sonraki dönem Ahmet Hasan el-Bekr’in devlet başkanı, Saddam Hüseyin´in yardımcısı olduğu, korku, acı, göç, sürgün ve trajedinin başladığı, 1970- 1974 arasında yalancı özgürlüğün yaşandığı yıllardır. Uçakların bombardımanı altında, diktatörün askerlerinin kol gezdiği, her gün bir yerden göçüp bir yere konan kaybedenlerin hikâyesi başlar. Ölenler geride bırakıldığı, yılgınlığın baş gösterdiği yıllardır. Azad hâlâ çocuktur.
Savaşın savaşı, şiddetin şiddeti doğurduğu üçüncü dönemde, Azad direniş güçlerine katılmaya karar verir, sonra fikri değişir ve geri döner. Yapmak istediği bu değildir; o sinemacı olmak istemektedir. Artık katlanamadığında hapishaneden çıkmak için bir yol bulur ve önce Suriye´ye oradan İtalya´ya, oradan da Fransa´ya geçer. Azad artık bir çocuk değildir, Baas’ zulmünden kaçınca büyür.
Bir ülkenin çocuk gözünden dramı anlatılır. ‘Adım Azad Şero Selim. Selim Malay’ın torunuyum. Dedem, güçlü bir mizah anlayışına sahipti. Özgür topraklarda bir Kürt olarak doğduğunu söylerdi. Ardından Osmanlılar geldi ve dedeme şöyle dediler: Sen Osmanlısın ve o bir Osmanlı oldu… İngilizler Irak’ı icat ettiler, dedem bir Iraklı oldu, fakat bu yeni sözcüğün gizemini asla çözemedi: Irak, ve son nefesine kadar asla Iraklı olmaktan gurur duymadı; oğlu yani babam Şero Selim Malay da öyle. Ama ben Azad, o zamanlar hâlâ bir çocuktum’,
‘O gün ailemizden yedi erkeği kaybettik. Kaçtık. Ben hâlâ bir çocuktum’,‘Annemin yüzündeki gülümseme kaybolmuştu, öldürülen erkek kardeşinin ve ailenin diğer altı ferdinin yasını tutuyordu. Ama ben hâlâ bir çocuktum.’
Ortadoğu edebiyatında sıkça gördüğümüz, ülkelerin trajedileri yanında ailelerin trajedileri, Babamın Tüfeği’nde önemli bir yer tutuyor. Güçlü, gerçek, insani, adil anne/kadınlara karşı, otoriter, şiddet yanlısı, her an tüfeğine sarılan, dağa çıkan, savaşla var olan baba/erkek figürler. Yazar bu geleneksel rol ayrımlarını olumlayan bir yerde duruyor anlatı boyunca. ’O bir erkek olarak ölmek istiyordu’,’Barut kokusuna doymuştu’, ‘Az yaşa atik yaşa’, ‘Kuş tek kanatla uçamıyorsa ötekiler ona kanat versin ama yengem değil’, ‘Toprağımız üstünde ölmek, Şahın hizmetinde milis erleri ya da Amerika’da mülteci olmaktan daha onurluydu. Toprağımıza dönmeye karar verdik.’ Yüceltilen erkek değerleri zaman içinde, Birno marka tüfek gibi dönem dışı, teknoloji dışı kalıyor ama yazar bunu görmesine karşın savunmaya devam ediyor.
Atölye’miz kitabı ve yazarı, ‘bu coğrafyanın gerçeği bu’ demek için yazılmış bir çalışma olarak yorumladı. Eleştirmeden, isyan etmeden, zaman zaman oryantalist vurgulara kaçan, şiddeti içselleştiren, genetik davranışsal reflekslerle hareket eden, güvensizlik, hıyanet, şüphe üzerine kurulmuş bir dil ve üslup sahibi olarak değerlendirdi.
Şiddete kaçmakla birlikte, zaman zaman da olsa barışçıl söylemlerin eksik olmadığı, Kürt sanat ve sanatçılarının yarattığı duygusal hazzın anlatıldığı satırlar da dikkatimizden kaçmadı. ‘Kaçak gazete Xebat, yasallaşmıştı, artık bundan böyle bu gazeteyi rahatça edinebildik. Bir gün babam kolunun altında gazete ve koca bir kitapla geldi. Bunlar Melayê Cizîrî’nin şiirleriydi. Ne harika bir kitaptı! Her şiir bir resimle süslenmişti. Artık bütün radyoları, Bağdat Radyosu, İsrail Radyosu, Moskova Radyosu ve Amerika’nın Sesi’ni dinledikten sonra, gecenin geç saatlerinde babam koca kitabı alıyor, çok güzel bir Kürtçeyle yazılmış olan şiirleri okuyordu bize. Hayal gücünü serbest bırakarak bize bunları yorumluyordu. Ama beni esas büyüleyen şey, şiirlerin karşılarında bulunan muhteşem resimlerdi. Hayatımda ilk kez resim görüyordum ve bu sihirli sanatı keşfedince alt üst olmuştum. Bu resimlerin bu kadar güzel olmalarının sebebi, şiirlerin çok güzel olmasıdır diye düşünüyordum’, ‘Tablonun ismi ‘Kürt Kızı’ydı ve ‘Sami’ diye imzalanmıştı’, ‘Sami artık sadece Kürt kızlarını resmetmiyordu. Tablolarından birisi, karlı dağın üzerine konmuş dört kekliği temsil ediyordu. Bu, dört ülke arasında parçalanmış olan vatanımızın sembolüydü’ ,’Gizli teşkilat tarafından götürüldükten sonra, bir daha hiç ortaya çıkmadı. Annesiyle babası, onun sülfürik asitte eritildiğini düşünüyorlar’. Ressam Sami de ülkenin kaderine ortak olmuştu.