‘Postkolonyal Dönem Edebiyatında Savaş ve Barış’ temalı XV. Dönemine giren Atölyenin 31 Ocak 2024 tarihli yedinci oturumunda Murat Tekelioğlu J.M.Coetzee’nin (1940) hayatı, edebi kişiliği, Güney Afrika’da uygulanan Apartheid politikası hakkında kısa bir bilgi verdikten sonra, Atölye’nin konusu olan Barbarları Beklerken romanını (1980) genel hatlarıyla tanıttıktan sonra kitap Atölye katılımcılarının tartışmasına açıldı.
John Maxwell Coetzee, 9 Şubat 1940 tarihinde Güney Afrika’nın Cape Town kentinde doğar. Baba tarafı 17. yüzyılda Güney Afrika’ya göç eden Hollandalı göçmenlerden, annesi ise Hollandalı, Alman ve Polonyalı göçmenlerin soyundan gelmektedir. Annesi ilkokul öğretmeni, babası avukattır. Coetzee’nin Afrikaner olan ebeveynleri, liberal Güney Afrika Partisi destekçileridir ve 1948’de iktidara gelerek Apartheid politikasını uygulamaya başlayan Afrikaner milliyetçi hareketine karşı çıkarlar. Çocuklarını iki dilli büyütürler. Evde konuşulan temel dil İngilizceyken akrabalarla konuşulan Afrikanca, gittiği ilkokullarda ve Katolik erkek okulunda eğitimin ana dili İngilizcedir.
Çocukluğu Cape Town’da ve Cape Town’un kuzeyinde bulunan ve Worcester’da, yazlarının çoğunu Cape Eyaleti’nin yarı çöl bölgesi olan Karoo’daki amcasının çiftliğinde geçer. Bu coğrafyayı daha sonra Michael K. Yaşamı ve Yaşadığı Dönem (1983) adlı romanında ana mekân olarak kullanılacaktır.
Coetzee, Cape Town Üniversitesi’nde İngilizce ve matematik okur, her iki alanda da onur dereceleriyle mezun olur. Apartheid rejimine karşı olduğu ve askere alınmak istemediği için 1962’de Güney Afrika’yı terk eder, Londra’ya taşınır.
Londra’da 1962-63 yılları arasında IBM’de bilgisayar programcısı olarak çalışır, para biriktirdikten sonra işini bırakıp İngiliz edebiyatçı Ford Madox üzerine bir yüksek lisans tezi yazar, 1963 yılında Cape Town Üniversitesi’nden İngilizce alanında yüksek lisans derecesi alır. Güney Afrika’ya geri dönmemeye kararlı olduğundan 1964-65 yılları arasında İngiltere’de International Computers’ta bilgisayar sistemleri programcısı olarak çalışır. O güne kadar daha çok şiire meraklı olan yazar bu dönemde düz yazıya kayar, Samuel Beckett’e ilgi duymaya başlar. 1963 Yılında kendisi gibi Güney Afrikalı olan Philippa Jubber ile evlenir ve iki çocuğu olur.
1965 Yılında Fulbright bursu kazanarak İngiltere’den ayrılır ve Texas-Austin Üniversitesi’nde doktoraya başlar. 1969 Yılında Samuel Beckett’in erken dönem kurguları üzerine tezini tamamlayarak doktora derecesi alır, 1968-71 yılları arasında üç yıl boyunca Buffalo’daki New York Eyalet Üniversitesi’nde İngilizce alanında öğretim üyesi olarak çalışır ve 1969’da ilk romanı Dusklands’i yazmaya başlar. Coetzee, 1968 yılında ABD’den daimî ikamet talebinde bulunurken Vietnam savaşına karşı protestolara katılır, Mart 1970’te üniversitenin salonlarından birini işgal eden ve bu yüzden tutuklanan 45 öğretim üyelerinin arasına katılır. Savaş karşıtı protestolara katılması ikamet talebinin reddedilmesine sebep olur ve Güney Afrika’ya geri dönmek zorunda kalır.
1972-1982 yılları arasında Cape Town Üniversitesi’nde İngilizce okutmanı olarak görev yapar, iki yıl sonra 1974’te Dusklands, 1977’de ikinci romanı In the Heart of the Country (Ülkenin Kalbinde) yayınlanır. Kitap Güney Afrika’nın o zamanki en büyük edebiyat ödülü olan CNA ödülünü kazanırken İngiltere ile ABD’de yayımlanan ilk kitabı olur.
1980 Yılında eşinden boşanır. Aynı yıl Barbarları Beklerken kitabını yayınlar ve uluslararası birçok ödül kazanır. 1983 Yılında basılan Michael K Yaşamı ve Yaşadığı Dönem isimli kitabı ile İngiltere’nin prestijli Booker ödülünü kazanır, 1983 yılında Cape Town Üniversitesi’nde edebiyat profesörü olur ve 2000 yılına kadar bu üniversitede görev yapar. Amerika Birleşik Devletleri’nin prestijli üniversitelerinden gelen teklifleri kabul ederek 1984 ve 1986’da Buffalo’da New York Eyalet Üniversitesi’nde, 1986 ve 1989’da Johns Hopkins Üniversitesi’nde, 1991’de de Harvard Üniversitesi’nde misafir İngilizce Profesörü olarak görev yapar.
1986 Yılında Daniel Defoe’nun klasiği Robinson Crusoe’nun bir kadın karakter tarafından yeniden anlatıldığı kitabı Foe yayınlanır. 1987 Yılında Michael K kitabı için verilen Kudüs ödülünü alırken Güney Afrika Cumhuriyeti’nde sanatın sınırlamalarından şu şekilde söz ederken Güney Afrika hükümetine Apartheid rejimini terk etmesi çağrısında bulunacaktır; “Bu toplumdaki yapılar insanlar arasında deforme olmuş ve körelmiş ilişkilere sahiptir. Güney Afrika edebiyatı esaret altında bir edebiyattır. İnsani bir edebiyat değildir. Tam olarak insanların hapishaneden yazmasını bekleyeceğiniz türden bir edebiyattır.”
1989 Yılında oğlu Nicolas 23 yaşındayken yaşadığı apartman dairesinde balkondan düşerek hayatını kaybeder. 1990 Yılında Age of Iron, 1994 yılında The Master of Petersburg, Petersburg’lu Usta kitapları, 1999 yılında Booker ödülünü ikinci kez kazandıran ve bunu başaran ilk yazar olmasını sağlayan Disgrace, Utanç kitabı yayınlanır. 2002 Yılında ilk kez 1996 yılında Yazarlar Haftası’na davet edildiğinde ziyaret ettiği Avustralya’nın Adelaide şehrine yerleşir, partneri Doroty Driver’ın akademisyen olduğu Adelaide Üniversitesi İngilizce Bölümünde fahri araştırma görevlisi olur. Elizabeth Costello romanının yayınlandığı 2003 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü kazanır. Nobel ödülünü veren akademi tarafından yapılan açıklamada, Coetzee’nin ödüle eserlerinde “analitik zekâ ve verimli diyaloglarla yabancılaşmayı anlattığı” için layık görüldüğü belirtilir.
2005’te Slow Man-Yavaş Adam, 2007’de de Diary of a Bad Year-Kötü Bir Yılın Güncesi romanları yayınlanırken 2006 yılında Avustralya vatandaşı olur, 2010’lu yıllarda sırasıyla İsa’nın Çocukluğu, İsa’nın Okul Günleri ve İsa’nın Ölümü kitaplarından oluşan İsa Üçlemesi yayınlanır. Yazar son olarak 2022’de The Pole-Kutup kitabını yayınlar ve 2009’dan itibaren Güney Afrika’da geçen bir roman yazmaz. 2015 Yılında Adelaide Üniversitesi’nde kendi adına kurulan bir araştırma ve kültür merkezinin yöneticiliğini yapmaya başlar ve bu merkezde yazarlar ve akademisyenler için atölye çalışmaları yürütür. Coetzee yazarlığının yanında bir akademisyen olarak önemli bir kariyere sahipken Hollanda ve Afrikaner edebiyatından çeviriler yaparak da edebiyat dünyasına katkılarda bulunur.
Vejetaryen olan yazar içki ve sigara kullanmaz. İki Booker Ödülünü almak için de Londra’ya gitmeyi reddeder, röportaj vermek konusunda istekli davranmaz, Washington Post’a verdiği bir demeçte ‘Yazmayı sevmiyorum bu yüzden kendimi zorlamam gerekiyor. Yazarsam kötü ama yazmazsam daha da kötü’ der. Yayınlanmış eserleri hakkındaki görüşünün başkalarınınkinden daha önemli olmadığını düşünür: ‘Yazar, daha önce yazmış olduğu kitapları tartışmak söz konusu olduğunda başka bir okuyucudan daha fazlası değildir’. Verdiği ender röportajda eserinin anlamı hakkındaki soruları kibarca geri çevirir. Son yıllarda hayvanlara yönelik zulmü sesli bir şekilde eleştirir ve hayvan haklarını savunucusu olarak tanınır. 2014 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Hollanda Hayvanları Koruma Partisi adına aday olmak ister ancak Hollanda seçim kurulu, adayların Avrupa Birliği’nde yasal olarak ikamet ettiklerini kanıtlamaları gerektiği gerekçesiyle adaylığını reddeder.
Kendisi hakkında yazdığı bir yazıda politik duruşundan şöyle söz eder: “Worcester’da bir çocuk olarak, kendisine ömür boyu yetecek kadar Afrikaner sağını gördü. Aslına bakılırsa, Worcester’dan önce bile bir çocuğa izin verilmesi gerekenden daha fazla zulüm ve şiddet görmüş olabilir. Solun insani kaygılarına sempatiyle yaklaştı. Solun bir parçası olmadan kenarlarında hareket etti.”
Toplum içine çıkmaktan hoşlanmayan, kendisini gizleyen bir yazardan beklenmeyecek şekilde yaşam öyküsünü kaleme alır; Çocukluk, Gençlik ve Yaz Mevsimi adlarıyla üç bağımsız kitap olarak yayınladığı romanlar, daha sonra Taşra Hayatından Manzaralar adı altında toplu olarak basılır. Kurgulanmış biyografi olarak tanımlanan bu kitaplar katı bir gerçekçilikle yazar hakkında pek çok şeyi anlatmakla beraber ne kadarının gerçek ne kadarının kurgu olduğu belli değildir. Kitabın Çocukluk ve Gençlik bölümleri, üçüncü şahıs ağzından aktarılarak kurguya daha yakındır. Çocukluk ’ta yazarı Cape Town’un kuzeyindeki bir yerleşim bölgesinde yaşayan, babasına saygı duymayan, annesine hem tapan hem de hoyrat davranan, okulda parlak bir öğrenci evdeyse bir zorba olan çocuk olarak tanıtır kendini. Edebiyatla ilk tanışması, cinsel arzunun uyanması ve ırk ayrımcılığının farkına varmasıyla bu çocuğun kafasında soru işaretleri doğurur. Gençlik’te ise yazar annesinin boğucu sevgisinden, babasından, memleketi Güney Afrika’da patlak vereceğine inandığı devrimden kaçmayı tasarlar ama 1960’ların Londra’sında da aradıklarını bulamaz. Yaz Mevsimi bölümü, yazarı dışlayarak biyografisini yaşamında yer tutmuş beş kişiyle yapılan röportajlar şeklinde sunar. Bu beş kişinin Coetzee betimlemeleri apayrıdır. Onu değersiz, yeteneksiz biri olarak gören de vardır, olduğu gibi abartmadan seven de, tapan da. Hangisinin gerçek Coetzee olduğu bilinemez.
Coetzee 2017 Mayısında akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça’nın ihraç edildikleri, işlerine iade talebiyle Ankara’da İnsan Hakları Anıtı önünde başlattıkları eyleme destek mesajı yayınlar: ‘’Nuriye Gülmen ve Semih Özakça, dünyanın dikkatini, yeni Türkiye’de aydınların vahim durumuna çekmek için cesaretle açlık grevine gitti. Umarım, Türkiye’yle ilişkide olan NATO ülkeleri bu durumu dikkate alır ve ülkede hukukun üstünlüğüne dönülmesi için Cumhurbaşkanı Erdoğan’a baskı yaparlar’’.
“Peki biz şimdi ne yapacağız barbarlar olmadan, Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza.” Voltaire’in ‘Eğer Tanrı olmasaydı, insanların onu icat etmesi gerekirdi’ sözünü hatırlayarak emperyalist devletlerin barbarların varlığına, yoksa da icadına ihtiyaç duyarlar diye düşünebiliriz.
Kavafis’in 1903 yılında yazdığı ‘Barbarları Beklerken’ şiiri iki önemli kitaba ilham kaynağı olur: 1940 yılında yayınlanan Tino Buzzati’nin Tatar Çölü ve 1980’de yayınlanan ve atölye konumuz olan Barbarları Beklerken. Barbarları Beklerken romanı yazılmasından 26 yıl sonra, 2006 yılında Türkçeye çevrilmiştir.
Apartheid, Güney Afrika’da Ulusal Parti’nin iktidara gelmesiyle başlayan, ırk ayrımcılığına dayanan rejimin ismidir. 1948-1994 Yılları arasında etkili olan rejim, 1994’te ülkenin ilk siyahi devlet başkanı Nelson Mandela’nın seçimle başa gelmesiyle sona erer. Rejimin yönetim, yargı ve kolluk kuvvetlerinin işbirliğiyle siyahilere karşı ağır bir ırk ayrımcılığı uyguladığı bu yıllarda siyahiler haklarından mahrum bırakılmış, zulüm görmüş ve göç ettirilmiştir. Siyah ve beyaz ırkın yaşam alanları birbirinden ayrılır, evlenmeleri ve cinsel ilişkiye girmeleri yasaklanır, gittikçe sertleşen ayrımcı politikalar nedeniyle siyahilerin yaşam koşulları kötüleşirken, beyazlar ise ayrıcalıklı bir konum elde eder.
Bu rejimin acı anılarından biri Güney Afrikalı siyahi insan hakları savunucusu Steve Biko’ya yapılanlardır. Biko 18 Ağustos 1977’de bir polis kontrol noktasında tutuklanır, gözaltındayken başına ağır darbeler alır, zincirlenerek hücreye kapatılır, çıplak bir şekilde bir kamyonun kasasına konarak 1200 km uzaklıktaki Pretoria’ya götürülür, Pretoria cezaevine ulaştıktan kısa bir süre sonra hayatını kaybeder. Polis ölüm nedeninin uzamış açlık grevi olarak açıklar, 2 Şubat 1978’de açılan davada hiçbir polis hakkında soruşturma açılmaz, Biko’nun kafasındaki yaraların intihar girişimi sonucu oluştuğu ileri sürülür.
Barbarları Beklerken, korku imparatorluğunun oluşum sürecini, yaratılan hayali düşman ile halkın nasıl bir nefret objesine dönüştüğünü anlatan, her dönem güncelliğini koruyabilecek bir romandır. Sürekli bir korku kültürü yaymak ve düşman beklemek, güvenliğin kutsanması anlamına gelir. Güvenliği sağlayacak, şiddet uygulama gücünü elinde bulunduran güç devlet mekanizması olduğuna göre, vatandaşlar bu ‘kriz’ anlarında devlete kayıtsız şartsız itaat eden uysal bedenler haline gelecektir. Üstelik bu çaresiz vatandaşlar, ‘felaketler ve düşmanlarla’ dolu bu çağda, hayatta kalmakla bile büyük bir iş yaptığına inanacak ve onurlu bir yaşam sürmesi yönündeki beklentilerini asgariye düşürecektir. Bu sayede dünyanın en barışçıl halkını bile uygun propaganda teknikleri ile bir canavara dönüştürmek mümkün olur.
Barbarları Beklerken kitabının ana temalardan birini oluşturan işkence hakkında Coetzee 1986 yılında yapılan bir mülakatta, işkence temasını işleyen bir yazarın iki temel ahlaki sorunla karşı karşıya kaldığını belirtmiştir; işkencenin gerçekçi tasviri ya da işkencecinin tasviridir. Coetzee’ye göre yazar, iğrençlikleri göz ardı etme ile temsil etme arasında bir orta yol bulmalıdır; eğer yazar işkenceyi gerçekçi bir biçimde tasvir ederse, dolaylı olarak da olsa işkence uygulayanların insanları terörize edici amacına hizmet etmiş olacaktır. Ancak işkence eylemleri gizlenemez; öyleyse yazarın yapması gereken, bu konuda kendine özgü bir strateji geliştirmek, oyunu işkencecinin kurallarına göre oynamamaktır. Coetzee’nin ilk soruna yani işkencenin gerçekçi tasvirine getirdiği çözüm, işkence olgusunu belirsiz bir yer ve zaman diliminde alegorik bir biçimde ele almak olur.
Coetzee’nin mücadelenin iki tarafını İmparatorluk ve Barbarlar olarak tasvir etmesi, işkence olgusunun belirli bir zaman ve yere atfedilmemesini sağlar. Kendi perspektifinin kaynağı olan Güney Afrika polisini suçlamaz; işkenceyi evrensel bir olgu olarak tasvir etmek ister. Otomatik Portakal’ın yazarı olan İngiliz yazar Anthony Burgess bu roman hakkında “Barbarları Beklerken, Güney Afrika hakkında değil: Herhangi bir yer hakkında da değil, bu roman her yer hakkında”der.
Coetzee’ye göre birçok yazar, işkenceciyi şeytani bir düşman, trajik bir karakter ya da karanlık bir lirizmin faili şeklinde tasvir eder. Oysa bu konuda da bir orta yol, özgün bir strateji üretilmelidir. Onun bulduğu yol işkence odasının içine girmemek olur. İşkenceye uğrayanın acılarını tarife kalkmaz, işkencecinin psikolojisine odaklanmaz. Ne işkenceciyi sanık sandalyesine oturtur ne de işkenceye maruz kalanı kurbanlaştırır. İşkence odasının etrafında dolaşır, yaşanan vahşete tanık olmanın ve buna ses çıkarmamış olmanın getirdiği suçlulukla ve utançla, bize işkence odasının kapısının önünde beklediğimizi hatırlatır.
Coetzee egemen olanla ile tabi olan arasındaki zorbalık ilişkisini tabi olanlar üzerinden anlatmaz. Tabiiyet altında bulunanların sesi romanda duyulmaz. Babası işkencede öldürülen ve kendisi kör edilen barbar kızı ne olduğunu ne hissettiğini anlatmaz. Sessizliği kendi anlatısının kurucu bir unsuru olarak kullanır. Bunu şiddetin hedefi olan insanların yaşadıklarını değersiz bulduğu için yapmaz. Bu şekilde insanı kurban konumundan çıkaran bir anlatıyı mümkün kılarken, okuyucu da şiddetin ağırlığından çıkarır; işkence ile başka bir şekilde yüzleşmeye çalışır. İşkence odasının kapısında içerdeki karanlığı hayal etmeye çalışır. Kana susamışların vatanperverliğinin hüküm sürdüğü bu dünyada bir öfkesi olmayanların, masumların bile nasıl birer suç ortağına dönüştüğünü gösterir.
Kitap kendisini “Ben bir taşra sulh hâkimiyim, İmparatorluk’un emrindeki sorumlu bir memurum, günlerimi bu uyuşuk sınır bölgesinde emekliliğimi bekleyerek geçiriyorum. Kilise paralarını ve vergileri topluyor, komünal toprakları idare ediyor, garnizonun ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlıyor, … genç subayları denetliyor, ticareti kontrol ediyor, haftada iki kez askeri mahkemeye başkanlık ediyorum. Geri kalan zamanımda güneşin doğup batışını izliyor, yiyip içiyor ve uyuyorum” diye tanımlayan, sınır kasabasında uzun yıllardır görev yapan, unutulmuş bir sulh hakiminin bakış açısından anlatılır.
Kitabın başlangıcında başkentten, sivil savunma departmanından gelen Albay Joll’un güneş gözlüğü ile açılıyor. ‘Kör mü? Kör gözlerini saklamasını istemesini anlayabilirdim. Ama kör değil. Görmemek için kullanılan bir araçtır gözlükler; albayın barbarlara yapılan işkencelere karşı kör olduğunu anlatır bize.
Sulh hâkimi Albaya kasabada mahkûmlar için cezaevi niteliğinde bir yer olmadığını anlatıyor. ‘Burada fazla suç izlenmez ve genellikle para cezası ya da zorunlu çalışma cezası verilir’ der. “Mahkûmlar tahıl ambarına eklenmiş bir depoda kalır.” Unutulmuş, barbarlara komşu olarak yaşanan bu yere ‘uygarlığın’ nasıl geldiği, nasıl inşa edildiği güzel bir ayrıntıyla verilir; medeniyet, suç işlenmeyen ve cezaevi olmayan bir toplum anlayışı istemez çünkü suç yoksa Albay Joll’lar da yoktur.
Albay Joll hırsızlık soruşturmasına başlayacakken sulh hâkimi ‘Benim orada olmamamı mı tercih edersiniz?’ diye sorduğunda Albay ‘Canınız sıkılırdı. Başlamadan önce uyguladığımız prosedürler var’ diyerek işkenceye hazırlık yaptığını ima eder. Soruşturma sonrasında hakim “Ya mahkûm doğruyu söylüyorsa, bu korkunç bir durum değil mi?” (s.16) diye sorduğunda Albay, sanıkların ses tonundan yalan söylediklerini anladığını ve gerçeği elde etmek için daha çok baskı uyguladığını söyler. Sorgulanan yaşlı adam işkence sırasında ölür, Albay Joll sahte bir ölüm raporu düzenletir ve çocuğun sözde dayanarak yanına aldığı askerlerle baskına çıkar, nehir boylarında balıkçılık yapan aileleri tutsak olarak gönderir, sonra kendisi başka tutsaklarla geri döner. Bu tutsakları daha önce bahsettiği türden ‘prosedürler’ uygulayarak sorguladıktan sonra işini bitirip kasabadan ayrılır.
Tutsaklardan geriye maruz kaldığı işkenceden dolayı görme yeteneğini büyük ölçüde yitirmiş, ayak bileğinde kırıklık oluşmuş barbar bir kız kalır. Hâkim genç kadını alır, yarasını temizler, onu dilenmekten kurtararak kışla mutfağında çalışmasını sağlar, kadına özel bir ilgi gösterir, yaralı ayaklarını sabırla, erotik bir hazla yıkayarak masaj yapar, masajı yaparken kendinden geçer ve kadının ayağına sarılarak uyuyakalır.
Bu ritüellerle ilgili iki yorum yapılabilir: sulh hâkiminin Albay’ın tahakkümünün daha hafif bir şekilde devam ettirmesi ya da bunun aslında Hristiyanlıkta yeri olan bir arınma ritüeli olduğu. Şöyle ki:
Luka İncil’ine göre İsa bir gün Ferisilerden Simun’un evine yemeğe gider, yemek sırasında İsa’nın, daha sonra Magdalalı Meryem olarak adlandıracağı fahişe, dolayısıyla günahkâr olan bir kadın odaya girer, gözyaşlarıyla İsa’nın ayaklarını ıslatıp saçlarıyla kurular, kokulu yağlar sürerek ovmaya başlar. İsa inanan bu kadının tüm günahlarının affedildiğini söyler. Yazar İncil’de geçen bu arınma ritüelini hâkime yaşatmaktadır; hâkim tüm günahlarından arındığını hissedip huzur bulduğundan kızın ayaklarını ovarken uyuyakalır.
Hâkimi, daha sonra bir kafile ile bu kızı alıp, haftalarca süren çetin bir yolculuktan sonra barbarların bulunduğu dağlık bölgeye ulaşır, kızı ait olduğu insanlara teslim eder, geri döndüğünde orduyu kasabaya yerleşmiş bulur, düşmanla iş birliği yapmakla suçlanıp tutuklanır. Tutuklansa bile mutludur: ‘Sevincimin kaynağının ne olduğunu biliyorum: İmparatorluk muhafızlarıyla olan ittifakım sona erdi, onlara karşı çıktım, aramızdaki bağ koptu. Bu duruma kim gülümsemez ki?… ancak…karşı çıkışımda kahramanca bir şey yok, bunu bir an bile unutmamalıyım.’’ diye ekler.
Hakim tek kişilik hücrede mahkeme ve sorgulama olmaksızın hapiste tutulurken Albay Joll komutasındaki süvari alayı yanlarından on iki tutsakla barbar avından döner. Delinmiş ellerinden ve yanaklarından sade metal ilmik geçen tutsaklar tel halkalarla birbirine bağlanmış durumda ve çırılçıplaktırlar. Mahkûmlar yerde diz çökmüş beklerken, Albay Joll, her bir tutsağın sırtına bir avuç kömürle düşman kelimesini yazar. Bu bir damgalama merasimidir. Böylelikle Albay onlarla insanlar arasına bir sınır çekmekte, onların hayvana daha yakın olduğunu anlatmaktadır. Madem insan değildirler, empati kurmaya gerek yoktur, her türden şiddet uygulamaya layıktırlar. Amerikalı nörobilimci David Eagleman, “damga; sosyal açıdan kabul görme vasfından menedilme olarak tanımlanır. İnsandışılaştırma da soykırımın ana bileşenlerinden birisidir” diye açıklar.
Damgalandıktan sonra askerler tutsakları değneklerle dövmeye başlar, değneği erkekleri kırbaçlayan bir kızla aşağılamak amacıyla bir kıza vererek, yaşananları bir acı çektirme törenine dönüştürüyor ve bu törene halkı da dahil eder. Orta çağda sıkça başvurulan bu yöntemde halkın katılımı önemlidir çünkü böylelikle tören bir ideoloji aktarımına dönüşür. İmparatorluk askerleri gelene kadar göçebe halkla bir sorun yaşamayan kasaba halkı, zamanla onların barbar olduğuna, kendilerinin medeni olduğuna ikna edilmiş ve onlara yapılanlara karşı duyarsızlaşmış olur.
Tutsaklara yapılanlara öfkelenerek karşı çıkan hâkim Albaya ‘Sen, bu insanların ahlakını bozuyorsun’ diye bağırır ve kendisi de dayak yemeye başlar. Tutsakların arkasında elinde çekiç tutmakta olan Albay’ı görünce de, “Bir hayvana bile çekiçle vuramazsın, bir hayvana” diye bağırır. Daha sonra Albay Joll’ün karşısına getirildiğinde, düşmana karşı iş birliğinden kaçındığı suçlaması yöneltildiğinde hâkim “Düşman sizsiniz, savaşı siz başlattınız… Siz iğrenç bir işkencecisiniz! Asılmayı hak ediyorsunuz.” der.
O günden sonra hâkim için işkence dönemi başlar. İşkence sona erdiğinde işkencecisine sorar: “Cellatlar ve benzerleri hakkında bu soruyu hep sormuşumdur. …Daha sonra kolayca yemek yiyebiliyor musun? Herhalde insan daha sonra ellerini yıkamak ister. Ama sıradan bir el yıkama yeterli olmaz, insanın rahiplerin yardımını alması, bir arınma ayini yaptırması gerekir değil mi? Ruhunu da bir şekilde arındırması gerekir; ben böyle hayal ediyorum. Yoksa insan nasıl gündelik yaşamına geri dönebilir, mesela masaya nasıl oturup ailesiyle ya da arkadaşlarıyla yemek yiyebilir ki? …Beni yanlış anlama, seni suçlamıyorum, bunun ötesine geçtim çoktan. Benim de hayatımı kanunlara adamış olduğumu anımsa, süreçlerini biliyorum, …İçinde yaşadığım kesimi anlamaya çalışıyorum. Ama yapamıyorum! Bu kafamı kurcalıyor! Onun yerinde olsam, diyorum kendi kendime, ellerim öyle kirli gelirdi ki boğulacak gibi olurdum…’’
İşkence ve haksızlıklara tanık olan ve maruz kalan adalet kavramı üzerine düşünmeye başlar: “Canımızın istediğini yapamayız…Kanunlarla idare edilen bir dünyada yaşıyoruz… Bu konuda yapabileceğimiz bir şey yok… Tek yapabileceğimiz hep birlikte kanunlara uymak, adaletin anısının kaybolmasına izin vermeden….Bazı insanlar haksız yere acı çektiğinde, acılarına tanık olanların kaderi bunun utancını hissetmektir.” Postkolonyal edebiyatı okurken sıkça karşılaştığımız durumla Barbarları Beklerken bir kez daha karşılaşırız: başkaları adına utanma…
Yaklaşık bir yıl süren baskı dolu yönetimden sonra Barbarlara karşı mücadelesinde başarısızlığa uğrayan Albay Joll kasabayı terk ederek başkente dönecektir çünkü aslında barbar olarak nitelendirilenler çöl koşullarında yaşamaya alışkın yerel halktır. Albay garnizondan atlı araba ile ayrılırken hakim “İçimizdeki potansiyel suçu kendimize karşı işlemeliyiz, başkalarına karşı değil” diye seslenir.
Hâkim tarihte önemli bir yer kaplamayacağının düşünür: ‘Bir gün insanlar gelip harabeleri eşelemeye başladıklarında, çöldeki harabelerdeki antika eşyalarla, benim geride bırakabileceğim her şeyden çok daha fazla ilgilenecekler. Bunda haklı da olacaklar.’
Oysa barışı kurmak o kadar yalın ki…”Askerler gidince onlar geri gelecekler. Koyunlarını otlatıp bizi rahat bırakacaklar, biz tarlalarımızı ekip onları rahata bırakacağız ve birkaç yıl sonra tekrar barış hakim olacak.”
Atölye takvimi şöyledir:
1943 | Michael Ondaatje | İngiliz Hasta (Casus) | Sri Lanka-Kanada | Alfa Yayınları | 312 sayfa | 14.02.2024 | Yıldız Önen |
1975 | Zadie Smith | İnci gibi dişler (2000) | Jamaika-ingiltere | Everest yayınları | 312 sayfa | 28.02.2024 | Şengül Çiftçi |
1961 | Arundhati Roy | Küçük Şeylerin Tanrısı | Hindistan | Can Yayınları | 400 sayfa | 13.03.2024 | Ceren Aydos |
1958 | Yan Lianke | Günler aylar yıllar | Çin | Jaguar Yayınları | 102 sayfa | 27.03.2024 | Aliye Zorlu |
1952 | Jung Chang | Yaban kuğuları | Çin | İnkilap Yayınları (tükenmiş) | 520 sayfa | 17.04.2024 | Nilüfer Uğur Dalay |
1977 | Jesmyn Ward | Söyle Hayalet Şarkını Söyle | ABD | Doğan Yayınları | 264 sayfa | 1.05.2024 | Yasemin Kilit Aklar |