‘Sinemaya uyarlanmış edebiyat eserlerinde savaş ve barış’ Atölye’sinin dokuzuncu kitap/filmi -Karanlığın Yüreği, Joseph Conrad (1902), Apocalypse Now, Francis Ford Coppola (1979)- bize Özlem Tatlıcan, Faruk Sevim, Esra Akbalık tanıttı ve tartışmaya açtı. Karanlığın Yüreği’nin yazarı Joseph Conrad, kitabını 1902 de yayınladı. Kitap yayınlamadan önce denizcilik yapan yazar, 1890’da Belçika sömürgesi olan Kongo’da bir buharlı geminin kaptanlığını yapmış ve yolculuğu sırasında karşılaştığı zulüm manzaralarına dayanamayıp kısa bir süre sonra bu işi bırakmış. Karanlığın Yüreği, Conrad’ın bu çalışmaları sıralarda yaşayıp gördüklerinin izini taşıyordu. Kitap dünyanın ve tarihin olduğu kadar insanın kendi karanlığına da eğiliyordu. Sömürgeciliği analitik ve etik açıdan ele alıyordu.
Kitap kahramanı, heyecan ve para için bir şirketin gemi kaptanı olarak başladığı yolculukta, bölgede en fazla fildişini toplayan, bir dahi kabul edilen, ancak hastalanan Avrupalı taciri bulup İngiltere’ye geri götürmekle görevlendirilir. Kongo ile bütünleşmiş olan tacir geri dönmek istememektedir. Çünkü o sömürgeciliğin bir neferi olarak gittiği Afrika’da kendi yetiştiği toplumun bir aynası olarak, aydın bir toplumun meyvesi olarak, emperyalizmin sahtekâr sloganlarına kanarak, ‘ışık götürmek’ gibi yüce bir görevle gittiği Afrika’nın karanlığında ruhsal olarak iflas etmiş ve içindeki karanlık ortaya çıkmıştı. Bu karakter bize Avrupalı burjuva sınıfının emperyalizmle birlikte manevi olarak çöküşünü yansıtıyordu. Emperyalizmin yozlaşmasını, bu tacirin hasta bedeninde somutlaşıyordu.
Yazarın kitapta hacılar olarak bahsettiği karakterler ise fildişi toplamak için Avrupa’dan gelen kâşifler,misyonerlerdi. Bu hacılar imgesiyle, Avrupa’da emperyalizmin bir din kadar kutsallaştığına dair vurucu bir göndermenin yapıldığını konuştuk.
Kenya kurucu devlet başkanı Jomo Kenyatta emperyalizmi şöyle tanımlamıştı; “Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize, gözlerimizi kapayarak dua etmesini öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda ise bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız vardı.”
Yazarın yerlileri vahşi, yamyam, yaratık ve hayvani özelliklerle anlatmasının ırkçılık sayılıp sayılmayacağını konuştuk. Acaba yazar Afrikalıyı bir insan unsuru olarak görülmüyor muydu? Yerli betimlemeleri, ırkçı söylemlerden çok o yıllarda Afrika’ya gitmiş Avrupalı’nın iç sesi ve bu iç sesin dışa vurumu olarak değerlendirdik. Bu yazarın, kitabın başlangıçtaki söylemiydi. Dünyanın kararlığına doğru yolculuk ederken aynı zamanda yüreğinin de karanlığına doğru yola çıkmıştı. Kitabın sonunda yazarın serüvenini, yolculuktaki dönüşümünü gözlerken dilinin de değiştiğini gördük. ‘Afrikalı arkadaşlar’ olmuştu.
Yerli halk için kullandığı betimlemeler üzerinde de durduk. “Yavaş, yavaş ölmekteydiler, apaçıktı bu. Düşman değildiler, hükümlü değildiler, dünyayla ilgili hiç bir şey değildiler artık… hastalığın ve açlığın kara gölgelerinden başka bir şey değildiler.”,”Boynuna bir parça beyaz yün kumaş bağlamış yerli. Deniz aşırı yerlerden gelme bu kumaş çok çarpıcı duruyordu kara boynunda. Bu beyaz yün parçasının beyaz adamın yerliye verebileceği tek şey.”
Mürettebattaki yerlilerin aç oldukları halde beyazları yemediklerine tanık olur.”Yakala onu dedi birden… Yakala onu. Bize ver. Size ha diye sordum. Ne yapacaksınız onları? yiyeceğiz dedi… Onun ve arkadaşlarının çok aç olduklarını düşünmeseydim,dehşete düşebilirdim…tüm kemirgen açlık şeytanlarının adına, niçin bize saldırıp, biz beş kişiydik, onlar otuz, iyice karınlarını doyurmadıklarına hala şaşarım… ama onları engelleyen bir şeyin, olanak hesaplarını alt üst eden o insan gizlerinden birinin burada da etkisini gösterdiğini anladım… Kısa bir süre sonra beni yiyebileceklerini düşündüğümden değil; ama birden, onlara yeni bir ışık altında bakıyormuşum gibi…hiç bir korku açlığa karşı direnemez, hiçbir sabır onu aşındıramaz, açlığın olduğu yerde iğrenme var olamaz…”
İnsan olmaktan çıkıp dehşetle yüz yüze gelmek insanı dönüştürüyordu. Karanlığın yüreğindeki ince çizgide yürümek, iyilikle kötülüğün iç içe geçtiği, duyguların bilinen anlamlarını yitirdiği bir karabasanı anlatmaktaydı. ‘Bu ne dehşet!?’ diyordu hem yaşayan, hem yazan hem de okuyan.
Eserin yönetmen Coppola tarafından Kıyamet’e dönüştürülmesinin ardında da bu vardı; gördüğü dehşet, şiddet, savaş karşısında insanoğlunun değişim/dönüşüm süreçleri. Olayları 19.yüzyıl sömürge alanı Afrika’dan alıp 20.yüzyıl sömürgecilik alanına, Vietnam Savaşı dönemine, Batılı düşüncenin sömürgeci tavrının bir başka coğrafyasına getirmişti.Film, yönetmenin elinde sinema tarihinde savaş karşıtı olarak bilinen en görkemli filmlerden birine dönüşmüştü. Yönetmen, savaşın insan ruhunu paramparça eden doğasını gösterip, dehşeti tüm acımasızlığıyla yaşatan deneyimler olarak açığa çıkartmıştı.
Tehlikeyi ortadan kaldırmak üzere yola çıkanların, asıl tehlikenin kendisi gibiler olduklarını fark etmemeleri, böylece savaşı pohpohlayan bir zihniyetin temsilcisi olmalarını görürüzhem kitapta hem de filmde.
Kitapta, sömürgecilik için kullanılan geçen yüzyılın fildişi motivasyonu, 20 ve 21. yüyılda yerini “özgürleştirme’ eğilimine dönüştürdüğünü görüyoruz. Sömürgeci zihniyetin pervasızlığının yansımaları, biçim değiştirerek devam ediyor. Bölge için iyi bir şey yapıyor olduğunu düşünen Batılılar, aslında yokedici kimliğine sahip olduklarını ve yöredeki insanları yok etmeye yönelik bir eylem planını uyguladıklarını görmemezlikten geliyorlar. Halen devam eden ve dünyayı gizli sömürgelerle donatan bu yaklaşım, kendi kendini mahvedecek dehşete, karanlığın yüreğine doğru yolculuğuna devam ediyor.
O yolculuk, insanlığı korkunç noktalara getirdiğini konuştuk. “Hiçbir korku açlığa karşı direnemez, hiçbir sabır onu aşındıramaz, açlığın olduğu yerde iğrenme varolamaz, hurafelere, inançlara, ilke diyebileceğimiz şeylere gelince de, bunlar rüzgarın savurduğu saman çöplerinden farksızdırlar. Ağır ağır öldüren açlığın şeytanlığını, bıktırıcı acısını, kara düşüncelerini, karanlık ve suratsız yabanıllığını Bilir misiniz?… Yokluğa, onursuzluğa, ruhsuzluğa dayanmak, bu uzayan açlığa dayanmaktan daha kolaydır. Üzüntü verici bir şey bu ama GERÇEK?”
Atölye’de kitapta kadınların betimlenmelerine, neleri simgelediklerine de değindik. Kadın ötekiydi. “Tuhaftır, kadınların gerçeklere böylesine yabancı olmaları. Kendi dünyalarında yaşarlar. Böyle bir dünya da hiçbir zaman olmamıştır, olamaz. Fazla güzel bir dünya onlarınki; gerçekten kuracak olsalar da, ilk günbatımından önce paramparça olurdu. Biz erkeklerin, dünyanın kuruluşundan beri iç içe yaşadığımız herhangi bir Allah?ın cezası gerçek, kalkıp yıkıverirdi dünyalarını?”, “Onlar-kadınlar yani- hep dışındadırlar-dışında olmalıdırlar. Onlara kendi güzel dünyalarında kalmaları için yardımcı olmalıyız, yoksa bizim dünyamız daha da kötüleşir.”
Yapıt Avrupa sömürgeciliğinin uygarlık maskesi altındaki korkunç yüzü, yirminci yüzyılın insanının ahlak yönünden çöküşü gibi değişik anlamlarda da okunabiliyordu.
Kitapta, yaşananları görmezlikten gelerek yaşamlarını sürdürenlere de vurgular vardı. “Anlayamazsınız. Nasıl anlarsınız- ayağınızın altında sağlam kaldırım, çevrenizde sizi alkışlamaya, üstünüze düşmeye hazır iyi yürekli komşular, polisle kasabın arasında kibar adımlar atıp rezaletten, darağacından ve tımarhaneden korkarak yaşıyorsunuz…”
Kişinin yapacakları da vardı. “Yaşamdan tek umulacak şey, insanın biraz kendini öğrenmesi o da geç gelir hep ve sönmek bilmeyen bir yoğun pişmanlık. Ölümle dövüştüm ben. Düşünebileceğiniz en can sıkıcı karşılaşmadır bu. Elle tutulmaz bir pusun içinde yer alır, ayağının altında bir şey yoktur… Bilgiçliğin son aşaması buysa eğer, yaşam sandığımızdan da gizemli bir bilmece demek? Son sözü söyleme fırsatının geldiği ana varmama kıl payı kalmıştı, büyük bir olasılıkla da söylenecek hiçbir şeyim olmayacağını utanarak gördüm. Kurtz’un olağanüstü bir adam olduğunu bu yüzden doğruluyorum. Söyleyecek bir sözü vardı. Söyledi!?”
Avrupa uygarlığı, Fransız devrimiyle birlikte, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi ilerici kavramlarla, hem Avrupa’yı, hem dünyada aydınlanma hareketini başlattı.Bütün dünya Avrupa uygarlığını ulaşılması gereken hedef olarak gördü. Avrupa, Fransız devriminin etkisinde eşitlik, kardeşlik, özgürlük kavramlarının savunucusu olduysa da daha sonraki yıllarda bu devrimci özelliğini yitirerek barışçı tutumunu bırakıp saldırgan bir politika izledi. Sömürdüğü ülkelerin özgürlüğünü, eşitliğini, kardeşliğini unuttu.
Mandela, 1994 seçimlerinin ertesinde halkına hitaben yaptığı konuşmasında,’Affet, ancak unutma’ demişti.
Karanlığın Yüreği, insan eli değmemiş Kongo’da mı daha hızlı çarpar, sömürgeciliğin tohumlarının yeşerdiği Avrupa’nın derinliklerinde mi?