Temasını ‘İngiliz Edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin 1 Mayıs Cuma günkü oturumunda George Orwell’in (1903-1950) 1984 adlı eseri için (1949), Evren Ergeç yazarın hayatını, yazılarından örnekleri sunduktan, 1984’ü analiz ettikten sonra kitabı Atölye katılımcıların tartışmasına açtı.
Bu dönem İngiliz edebiyatı seçkimizde bulunan kitapların bazıları bize dönemlerinin aynası olduklarını hissettirdikleri gibi dünyanın da ne türlü değişimleri geçirdiğini, o ülke penceresinden çok güzel gösterdi.
Thomas More’un 1516 yılında yazdığı Ütopyası (Yunanca köklerine göre ‘her şeyin iyi olduğu yer’ ya da ‘olmayan yer’), gerçekte var olan toplumdan daha iyi olan ve hatta var olmayan bir sistemi anlattığı, bu toplumu var eden insanın ta kendisinin olduğunu,bu yarattığı var olmayan toplumun da insanlar için olduğunu, farklı bir toplumun nasıl örgütlenebileceği sorusuna yanıt arandığı, değiştirilebilecek yönlerini hayal ettiği, okuru bu gerçekte olmayan ama hayal edilen yere davet ettiği, bir hicivle içinde bulunduğu toplumu eleştirirken farkına varmadan okuru geleceğe davet ettiği bir eserdi. Dönem insanın önemli görülmediği Ortaçağdan çıkıldığı, ‘insanın keşfedildiği’ Rönesansa girildiği, bilim ve teknik ilerlemelerin yanı sıra insan ve doğa sevgisinin önem kazandığı, hümanist dönemdi. Bu nedenle Ütopya, fazla kuralcı, kısmen ayrımcı nüveler görsek de genel itibariyle geleceğe, özgürlüğe, iyiliğe dair umut vaat eden bir kitap olarak değerlendirilmişti.
Gelen çağın ayak seslerini herkes aynı insani özle, iyimserlikle, umut vaat eden teknik gelişmelerin ışığında karşılamamıştı. Kurucu ilkesi ‘akıl’ olan 18.yüzyıl Aydınlanma Çağında öne sürülen temel görüş doğru bilgiye akıl aracılığıyla ulaşılabileceği, insan doğası ve toplumsal yaşamın bu bilgiyle düzenlenebileceğiydi. Ortaçağın kabullerini yıkıp, her şeyi akla dayanarak yeniden inşa etmeyi ilke edinen, akılcılığın insanın, toplumsal yaşamın ve düşünüşün başat öğesi olduğunu ileri süren bu dönemde akıl dışılık, düş gücü ve batıl inançlarla beslenen; doğaüstü unsurlar içeren; barbarlık, düzensizlik, kaos, korku ve dehşete yönelik çağrışımları olan gotik edebiyata ilginin uyanmasını dikkat çekici bulmuştuk. Bu durumun ardında yatan temel gerekçe Aydınlanma Hareketine ve 18.yüzyılın ilk yarısına egemen olan klasisizmin kurallara uygun, dengeli ve ölçülü yapısına duyulan tepki oluşturmuştu. İşte bu kaygıların ürünüydü Gotik Edebiyat ve örnek olarak incelediğimiz de Ann Radcliffe’in Udolf Hisarı olmuştu. İnsanların baş döndürücü değişimlere ayak uydurmakta zorluklar yaşaması, gotik edebiyatın da bu dönemin bireysel ve toplumsal ruh haline, insanların korku ve endişelerine karşı bir duyarlılığın sonucu olarak ortaya çıkmış olmasını konuşmuştuk.
Son okuduğumuz iki distopya eseri bize, ütopyanın evrime girdiğini, tarihin yalnızca insanların değil kavramların da büyüme ve gelişme süreci olduğunu gösterdi. Ütopya geleceği gösteren tozpembe bir inanç değildi elbette ama icatların art arda gelmeye başlamasıyla ütopyalar geleceği gösterirken bilimsel ve teknolojik ilerlemeyi de göz önünde bulunduran ama içinde spekülasyonları da barındıran metinlere dönüşmeye başlamıştı. Toplumu yeniden örgütlemyi önerirken, içine teknolojik ve biyolojik gelişmeler de serpiştiriliyordu. Ütopya kavramı, anti-ütopyaya doğru evrilmiş ve içerdiği olumlu dinamiğini kaybederek metinler, bu dünyaların insanı mahvedeceğini anlatmaya başlamıştı.
1868 Yılında, kapitalizmin kuramsal temelini oluşturan klasik iktisadın öncülerinden John Stuart Mill, “Ütopya yaşama geçirilemeyecek kadar iyiyse demek ki tersi de distopyadır, yani yaşama geçirilemeyecek kadar kötü” diyerek ilk kez distopya terimini, ‘her şeyin kötü olduğu yer’ anlamında kullanmaya başlamıştı. Distopya gerçeği gösterme görevini üstlenir: insanın ideal bir toplum kurması olanaksızdır, bu yüzden iyi bir toplumun inşası için çalışmalıdır. Distopik metinlerin ortak misyonu totaliter hükümetleri eleştirmesi, bilimsel ve teknolojik ilerlemelerin zararlarını gösterebilmesi iyilik ve insanlık kaybolduğunda ne kadar çirkin bir dünyaya dönüştüğümüzü kanıtlaması oluvermişti.
Kapitalizmin krizleri, 1873 Viyana Borsası’nın çökmesiyle başlayıp 1896’da sona eren ‘Uzun Depresyon’, bu çöküşün büyük etkisinin olduğu I.Dünya Savaşı, altın cinsinden savaş tazminatlarının ABD ekonomisinde yarattığı sabun köpüğü genişleme sonucunda 1929 yılında patlayıp 1935 yılına kadar süren, ABD ve Avrupa’yı etkileyen ikinci büyük finansal kriz,‘Büyük Bunalım/Depresyon’, onun yattığı daralmayla hız kazanan faşizm, nazizim, SSCB’de 1936-1938 yılların arasında yaşanan Stalinist Büyük Temizlik, II. Dünya Savaşı, 1945 yılında patlatılan iki atom bombası, sonrasında bombaların gölgesinde ve korkusuyla tırmanan Soğuk Savaş…
Dünya üzerindeki cennet vizyonu cehennem öngörüsüne dönüşürken ütopyadan distopyaya dönüşüm hız kazanmıştı. Rus yazar Yevgeni Zamyat, 1921 yılında yazdığı ‘Biz’ isimli eserinde, insanların şeffaf camlar ardında yaşadığı, kendilerine ait bir isimleri bile olmayan sadece numaralarla adlandırılan bireylerden söz etmişti. 1932 Yılında Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya’sında embriyoların cam fanuslarda yetiştirildiği, insanların şartlandırma tekniği ile eğitildiği ve Soma içip kendilerini mutlu hissettikleri bir toplumda, mutsuzluğun yazar tarafından konu dışı edildiği/dışlandığı/yok kabul edildiği bir dünya anlatılmıştı. 1949 Yılında George Orwell yazdığı 1984 romanında her şey kurallar dâhilinde işliyor, birileri bizi devamlı izliyor, gerçeklerin saklandığı bir korku imparatorluğunun egemen olduğu bir toplumda yaşanyor, güce tapılıyor ve bireysellikler siliniyordu.
İşte 20.yüzyılın ortalarında yüzyıllar boyu sürüp gelen ve zıddıyla var olan ütopya kaybolup cennet cehenneme dönüşüyordu. Yaşanılan gün ve biz insanlar Thomas More’un ve Francis Bacon’ın ütopyasıyken, onların sözünü ettikleri gelecek bizsek/bugünse, bahsettikleri tüm ‘ideal’ toplumlar da ‘totaliter’ ve ‘distopyacı’ mıdır yani? Gregory Claeys bir makalesinde “Tıpkı bir kişinin terörist dediğine öbürünün özgürlük savaşçısı demesi gibi, bu argümanın içinde de bir kişinin ütopyası bir diğerinin distopyası olduğunu düşündüren bir şey var kuşkusuz” der.
Hafızaların silindiği, insana dair tüm duyguların dışlandığı, bilimin dünyayı ele geçirdiği ama yine de saygı duyulmadığı, insanların tüm insani özelliklerinden sıyrıldığı, mutluluğun, ahlakın ve etiğin ne olduğunun sorgulandığı bu eserler, ütopik kavramlardan çok uzaklaşmışlardı. Yalnızca dinin, toplumun ve yönetim biçimlerinin sorgulandığı ilk dönem romanlarından farklı olarak artık teknolojinin yok ettiği insanlık üzerinde durulur olmuştu. İşte bu dönem yaşadıklarımız, edebiyat üzerinden toplumların, dünyanın evrimini izlediğimiz bir film şeridi gibiydi.
George Orwell 25 Haziran 1903 yılında Bengal–Hindistan’da doğar. Babası Hindistan’da Kamu Hizmeti’nde afyon mümessili olarak çalışan alt-üst-orta-sınıfa mensup biridir. Kısa bir süre sonra annesiyle İngiltere’ye taşınan Orwell, 1911 yılında disiplinli bir Katolik okulu olan St Cyprian’s’ta burslu öğrenci olarak öğrenim görmeye başlar. “En çok çekenler, yoksul ama zeki çocuklardı. Beyinlerimiz, para yatırdığı birer altın madeniydi ve bizi sıkıp kar payını çıkarmalıydı…Aslına bakılırsa, okulda üç kast vardı: aristokrat ya da milyoner ailelerden bir azınlık, okulun çoğunluğunu oluşturan sıradan banliyö zenginlerinin çocukları ve rahiplerin, Hindistanlı devlet memurlarının, zorlu bir hayat yaşayan dulların vb. çocukları olan birkaç ast.”
Çalışkan bir öğrenci olduğundan 1917 yılında Eton Koleji’ne yine burslu olarak kabul edilir. 1921 Yılında mezun olduktan sonra ailesinin ekonomik durumu nedeniyle üniversitede okumak yerine o dönemde bir İngiliz sömürgesi olan Burma’da (Myanmar) kısa süreliğine polis teşkilatında görev alır.5 Yıllık bu dönemde tanıklık ettiği acımasız uygulamaların özellikle emperyalizme karşı geliştirdiği derin öfkede önemli bir yeri vardır. “Tüm bunlar kafa karıştırıcı ve üzücüydü. Çünkü o zamanlar emperyalizmin kötü bir şey olduğuna ve ne kadar erken işimi bırakıp ayrılırsam o kadar iyi olacağına çoktan karar vermiştim. Teorik – ve tabii ki gizli- olarak, bütün kalbimle Burmalıların tarafında ve üstlerinde baskı kuran zalimlerin, yani Britanyalıların karşısındaydım. Yaptığım işten ise, belki de ifade edebileceğimden daha şiddetli bir biçimde nefret ediyordum. Bunun gibi bir işte, İmparatorluğun kirli işlerini yakından görürsünüz.”
Sonrası 5 sene berduş bir hayat sürer, ailesinin Southwold, Suffolk’de bulunan evinde yaşar, özel okullarda ders verir, Londra, Paris’te kılıktan kılığa giren bir gözlemci olarak yaşar, 1927 yılında, Jack London’dan esinlenerek Londra’nın fakir mahallelerinde yaşayan insanlarla tanışır, takma adla ortak kullanımlı evlerde yaşar, 1928 yılında Paris’e yerleşir ve bu dönemde gazetelerde ilk makaleleri çıkmaya başlar. Özellikle fakirlik, işsizlik, dilencilik meselelerine ilişkin yazılar kaleme alır. Orwell ilk basılı eserini 1933 yılında yayınlar ve hayat boyu kullanacağı takma ismini hükümdar ve nehrin isimlerini bir araya getirmesiyle yaratır. Eileen O’Shaughnessy ile tanışır ve 1936 yılında evlenir.
1937 yılında yayımlanacak “The Road to Wigan Pier” (Wigan İskelesi Yolu) romanını yazmak için Wigan’a gider ve kömür madenlerinde çalışan insanlarla birlikte zaman geçirir. Hayatının dönüm noktasını oluşturan tecrübe, 1937 yılında İspanya İç Savaşı’nda Franco’ya karşı Cumhuriyetçi safta yer alması, 6 ay İspanya’da Katalonya’da bulunmasıdır. “…ateş etmememin bir nedeni de pantolonuydu. Ben buraya ‘Faşistlere’ ateş etmeye gelmiştim ama pantolonunu toplamaya çalışarak koşan bir adam ‘Faşist’ değildir, size benzeyen bir insancıktır ve ona ateş etmek istemezsiniz.” İspanya bir yandan Orwell’in sosyalizme olan inancını arttırırken öte yandan da totaliter siyasi sistemlere karşı kalıcı bir nefret aşılar. “İspanya İç Savaşı ve 1936-37 yıllarındaki diğer olaylar durumu değiştirdi ve ondan sonra nerede durduğumu bilmeye başladım. 1936’dan bu yana yazdığım ciddi eserlerin her satırı, doğrudan ya da dolaylı olarak, totalitarizme karşı durarak ve – benim anladığım biçimiyle- demokratik sosyalizmi destekleyerek yazıldı.” “Çağımızda entelektüel özgürlük fikri iki yönden tehdit altında. Bir yanda teorideki düşmanları olan totalitarizm savunucuları; diğer yanda daha birincil, pratik düşmanları olan tekeller ve bürokrasi var.”
“Kitlelerin bugünkü olağandışı ve ani fikir değişimlerinin, musluk gibi açılıp kapanabilen duygularının temelinde gazete ve radyoların hipnozu yatıyor. Entelijansiyanın fikir değişimleriyse paradan ve fiziksel güvenlik ihtiyacından kaynaklanıyor. Her an ‘savaş yanlısı’ veya ‘savaş karşıtı’ konum alabilirler ama iki durumda da zihinlerinde gerçekçi bir savaş tasviri yok.” “Totalitarizm, bütün insanların aynı hayvan türünden geldiğini işaret eden bu temel ve ortak mutabakatı yok ediyor. Nazi teorisi ‘gerçek’diye bir şeyin varlığını özellikle inkar ediyor. Örneğin onlara göre ‘bilim’diye bir şey yok. Yalnızca ‘Alman bilimi’, ‘Yahudi Bilimi’vb var. Bu düşünme biçimi, Lider’in ya da yönetici zümrenin yalnızca geleceği değil geçmişi de kontrol ettiği bir kabus dünyasını amaçlar örtülü bir şekilde. Lider, şu ya da bu olayın “Asla olmadığını” söylüyorsa, o olay olmamıştır. İki artı iki beş ediyor diyorsa, iki artı iki beş eder. Bu olasılık beni bombalardan daha fazla ürkütüyor – özellikle son bir kaç yıldır deneyimlediklerimizden sonra önemsiz bir iddia denemez buna.”
Hayatını tehdit eden akciğer kanaması sebebiyle 1939 yılını Fas ve İngiltere’de dinlenerek geçirir. “1933’ten sonra neredeyse bütün solcuların asıl günahı, anti-totaliter olmadan anti-Faşist olmak istemeleriydi.” “Sosyalizmin asıl amacı insanların kardeşliğidir. Genel olarak pek ortaya atılmamış veya yeterince gür bir şekilde ifade edilmemiş olsa da yaygın görüş budur. İnsanlar merkezi ısıtmalı, klimalı ve ışıklandırılmış bir cennet kurmak için değil, insanları üç kağıda getirip öldürmektense herkesin birbirini sevdiği bir dünya istedikleri için ömürlerini yürek yakan siyasi mücadelelerde harcarlar ya da Gestapo’nun gizli hapishanelerinde işkenceye uğrarlar. Ve istedikleri bu dünya atılacak adımların ilkidir. Oradan nereye varılacağı o kadar belli değildir ve ileriki adımlara dair öngörüde bulunma çabası meseleyi bulandırmaktan başka bir işe yaramaz.” “Bence 1930’ların genç yazarlarının Komünist Parti’ye katılmalarının veya onu cazip bulmalarının altında yatan başka bir neden aramaya gerek yoktur. Bir şeye inanma ihtiyaçları vardı. Kilise, ordu, ortodoksluk ve disiplin işte buradaydı. Burada bir Anayurt ve – her hâlükârda 1935’lerden beri- bir Führer vardı. Aklın görünüşte sürgüne gönderdiği bağlılık ve hurafeler kılık değiştirmiş biçimde akın akın geri gelebilirdi. Milliyetçilik, din, imparatorluk, askeri zafer – tek kelimeyle ifade edersek Rusya. Baba, kral, lider, kahraman, kurtarıcı – tek kelimeyle Stalin. Tanrı – Stalin, Şeytan – Hitler, Cennet – Moskova, Cehennem – Berlin. Bütün boşluklar dolduruldu. Böylece sonuç olarak, İngiliz aydınının ‘komünizmi’yeterince açıklanabilir bir şeydir. Kökünden koparılanların milliyetçiliği.”
1940’lı yıllarda eşinin de Enformasyon Bakanlığı’nda çalışmaya başlamasıyla Londra’da ikamet etmeye başlar. Aynı yıl Tribune’e yazar. Dunkirk Tahliyesi’nin olduğu dönemlerdir ve savaş günlükleri tutmaya başlar. Orwell’in sağlığından dolayı savaş için herhangi bir hizmete katılması sakıncalı bulunduğundan II.Dünya Savaşı’nda işgale karşı direnmek üzere kurulmuş silahlı sivil timlerinden oluşan ‘Home Guard’a katılır. Savaş devam ederken denemelerini de yazmaya devam eder. “Sosyalizm, sonuç olarak özgür ve eşit insanlardan oluşan bir dünya devletini hedefliyor. İnsan haklarının eşitliğini kabul ediyor. Nazilerse tam tersini varsayıyor. Nazi hareketinin arkasındaki itici güç insan eşitsizliğine, Almanların tüm diğer ırklara üstünlüğüne, Almanya’nın dünyaya hükmetme hakkına olan inanç. Alman Reich’ının dışında herhangi bir yükümlülük kabul etmiyor…Bu nedenle, Alman devletinde bir tür savaş sosyalizmi mevcutken, fethedilen ülkelere yönelik tutumu, açıkça bir sömürücününki…Naziler, gerçekte, Hindu dininkilerle oldukça büyük uyum gösteren bir tür kast sistemi kurmayı hedefliyor. En tepede Nazi partisi var, ikinci sırada Alman halk kitleleri, üçüncü sırada fethedilen Avrupa halkları, dördüncü ve son sırada, apaçık biçimde köleliğe mahkum edilecek olan renkli halklar, Hitler’in vereceği isimle ‘yarı maymunlar’ var.”
1941 yıllarının başında Amerikan “Partisan Review”da yazmaya başlar. Bir yandan edebiyat ve oyunlar üzerine yazarken bir yandan da BBC’de radyo programlarına katılır. 3 Temmuz 1941’de savaş günlüklerine şunu yazmıştır. “Çağımızın ahlaki ve duygusal sığlığına, şimdi hepimizin az çok Stalin’den yana olmamız gerçeğinden daha iyi bir örnek bulmak mümkün değil. Bu iğrenç katil geçici olarak bizim tarafımızda ve yaptığı tasfiyeler vs. bu yüzden derhal unutuldu. Sonunda bizim tarafımıza geçseler, aynısı Franco, Mussolini vs. açısından da geçerli olur.”
1941 Ağustos’unda BBC’nin Doğu Servisi’nde çalışmaya başlar ve kültür programları yapmaya başlar, The Observer’ın editörü olur ve orada yazmaya başlar. 1942 yılında düzenli olarak Tribune’de yazıları çıkar. 1943 Yılında ‘Hayvan Çiftliği’ni yazmaya başlar, BBC’den istifa eder ve romanına yoğunlaşarak 1944’de yayına hazır hale getirir. İngiltere’nin savaştaki stratejik müttefiki olan Sovyet rejimine karşı olduğu için birçok yayınevi tarafından reddedilirse de 1945 yılında yayınlatabilir. “Milliyetçiler kendi taraflarının yaptığı vahşetleri tenkit etmemekle kalmazlar, bunlarla ilgili bir şey duymamak konusunda da olağanüstü bir yeteneğe sahiptirler. Hitler’in İngiliz hayranları Dachau ve Buchenwald toplama kamplarının varlığını altı yıl boyunca öğrenmemeyi becerdi: Alman toplama kamplarını en yüksek sesle ve şiddetle eleştirenler ise Rusya’da da toplama kampları olduğunu genellikle ya hiç bilmiyor ya da hayal meyal farkında. 1933 Ukrayna kıtlığı gibi milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanan devasa olaylar Rus hayranı İngilizlerin büyük çoğunluğunun dikkatinden kaçtı.” “Bahsettiğim milliyetçi aşklar ve nefretler, istesek de istemesek de, bir parçamızdır. Onlardan kurtulmak mümkün mü bilmiyorum, ama onlarla mücadele etmenin mümkün olduğunu ve bunun esasen ahlaki bir çaba olduğunu biliyorum. Bu her şeyden önce, insanın gerçekte ne olduğunu keşfetmesi ve sonra da kaçınılmaz yanlılığı hesaba katması meselesidir.”
1945 Yılında eşi Eileen bir ameliyat sonrasında ölür. “Toplum, yapısı belirgin bir biçimde yapay hale gelince; yani yönetici sınıfı işlevlerini kaybetmesine rağmen güç kullanarak ya da sahtekarlıkla iktidara tutunmakta başarılı olunca totaliterleşir.” Hayva Çiftliği savaş sonrası iklimde büyük ses getirir. Yayımlanmasından sonraki dört senede gazeteciliğe, deneme yazarlığına devam eden Orwell aynı zamanda 1949 yılında ölümünden sadece 7 ay önce yayımlanacak 1984 için çalışır. 1947 Yılında tüberküloz teşhisi konan Orwell’in sağlığı günden güne kötüye gider, 1949’da hastanede Sonia Brownell’le ikinci evliliğini yapar. 21 Ocak 1950 sabahı 46 yaşında yaşamını kaybeder.
1984 Kitabı, bugün içinde bulunduğumuz zamanın, coğrafyanın, ülkenin, dünyanın her gün yaşayabileceğimiz, yaşadığımız otoriter, totaliter, toptancı anlayışlarına, anlarına dair bir hatırlatma, bir silkeletme, bu konular üzerine tekrardan düşündürtme işlevini görüyor. Bir yandan otoriterlik, bir yandan sürekli gözetim, gözlem altında olma durumunun paranoyasıyla ortaya çıkan sahte hayatlar, öte yandan yoğun şiddet sarmalı biz okuyucuya büyük bir kabus yaşatıyor. İktidarın karşımıza çeşitli biçimlerde çıkan şiddeti, şiddetlerinin yansımasını da bu metinde rahatlıkla bulabiliyoruz.
1984’ün atölyemiz açısından en önemli sorunu birçok edebi eserde de gördüğümüz üzere edebiyatın kurulmuş olan dünyasının ‘erkek dünyası’olması ve bu dünyanın içindeki ‘kadınların’da sorunlu ele alınışı. “Parti’nin en koyu yandaşları, sloganları körü körüne ezberleyenler, gönüllü ispiyoncular, bağnaz olmayanları ele verenler hep kadınlardı, özellikle de genç kadınlar.” “Çılgınca, müthiş sanrılar düştü aklına. Kızı lastik bir copla döve döve öldürüyordu. Çırılçıplak soyduktan sonra bir kazığa bağlıyor, Aziz Sebastian’a yaptıkları gibi oklarla delik deşik ediyordu. Irzına geçiyor, orgazm anında boğazını kesiyordu….” “Partili kadınlar asla koku sürmezlerdi, böyle bir şey düşünülemezdi bile. Yalnızca proleter kadınlar parfüm kullanırlardı. Parfüm konusu, Winston’ın kafasında, fahişelikle bütünleşmişti.” “Winston, evliliklerinin daha başında – belki de yalnızca, Katharine’i çoğu insandan daha yakından tanıdığı için – hayatında ondan daha salak, daha kalın kafalı, daha beyinsiz birine rastlamadığı sonucuna varmıştı. Kafası sloganlardan başka bir şey almazdı; her türlü ahmaklığa inanabilirdi, yeter ki Parti tarafından söylensin.” “Cırlak sesler birden kesiliverdi. Kadınlar, önlerinden geçen Winston’ı düşmanca bakışlarla süzdüler.” “Gerçi daha beş gece önce aklından kızın kafasını kaldırım taşıyla ezmek geçmişti, ama artık bunun hiç önemi kalmamıştı. Onu, rüyasında gördüğü gibi, çırılçıplak düşündü, gözlerinin önüne genç kızın taze bedenini getirdi. Oysa onun da öteki salaklardan bir farkı olmadığını, kafası yalan ve nefretle dolu, o soğuk ve donuk kızlardan olduğunu sanmıştı. Bir an onu kaybedebileceği, o sütbeyaz gencecik bedenin elinin altından kayıp gidebileceği düşüncesiyle sarsıldı!”
Kadınlar ne kadar şiddetli bir biçimde, ele alınışları itibariyle sorunluysa ve erkek dünyasının küçültücü, aşağılayıcı algısıyla betimleniyorsa, ‘proleterler’de ikircikli bir şekilde ele alınıyor, bir sınıf olarak bir yandan da sistemden çıkış unsuru, kurtarıcıları olarak görülüyorlardı. “Bir umut varsa, proleterlerde olmalıydı, çünkü Parti’yi yok edecek güç ancak Okyanusya nüfusunun yüzde 85’ini oluşturan bu hor görülmüş kitlelerde harekete geçirilebilirdi.” “Parti (…), proleterlerin tıpkı hayvanlar gibi doğuştan düşkün yaratıklar olduğunu, o yüzden de baskı altında tutulmaları gerektiğini savunuyordu. (….) Ağır koşullarda çalışmaktan, boğaz kavgasından, komşularla didişmekten, sinema, futbol, bira ve en önemlisi de kumar yüzünden kafalarını çalıştırmaya fırsat bulamıyorlardı.” “Parti sloganında dendiği gibiydi: “Proleterler ve hayvanlar özgürdür.” “Winston, birden, proleterlerin hala böyle olduklarını fark etti. Bir partiye, bir ülkeye ya da bir düşünceye değil, birbirlerine bağlıydılar. Winston, hayatında ilk kez, proleterleri aşağılamadığını ya da onları yalnızca, bir gün zembereğinden boşanıp dünyayı yeniden yaratması beklenen durağan bir güç olarak görmediğini düşündü. Proleterler insan kalmışlardı. Yürekleri katılaşmamıştı. Şimdi kendisinin özel bir çaba göstererek yeniden edinmeye çalıştığı ilkel duygulara tutunmuşlardı. Winston, bunu düşünürken, hiçbir ilgisi yokken, birkaç hafta önce kaldırımda gördüğü ve bir lahana sapıymışçasına bir tekmede yolun kıyısına attığı kopuk eli anımsadı.“Proleterler insan,” dedi sesini yükselterek. “Biz insan değiliz.” “Proleterlerin korkulacak bir yanı yoktur. Kaderlerine terk edilmiş olan proleterler, yalnızca başkaldırı dürtüsünden yoksun olarak değil, aynı zamanda dünyanın daha farklı olabileceğini kavrama gücünden de yoksun bir biçimde kuşaklar ve yüzyıllar boyunca çalışacak, üreyecek ve öleceklerdir.” “İnsanoğlu eğilip bükülmeye çok yatkındır. Yoksa yine proleterler ya da kölelerin ayaklanarak bizi devireceklerini mi düşünmeye başladın? Çıkar at kafandan bunu. Onlar, hayvanlar gibi, acizdirler. İnsanlık Parti’dir. Ötekiler adamdan sayılmaz, unut gitsin.”
Toplum sınıflı yapıda, bir kast sistemi içinde ayrıştırılmıştı. Büyük Birader’in eğemenliğindeki bu korku imparatorluğu, bu kast yapısının korunması için totaliterleşmişti. “Bu piramit yspısı sürekli savaşa dayanan ve sürekli savaşa hizmet eden bir ekonomiye yaslanıyordu.” “Piramidin tepesinde Büyük Birader oturmaktadır. Büyük Birader yanılmaz ve her şeye kadirdir. Tüm başarılar, tüm kazanımlar, tüm zaferler, tüm bilimsel buluşlar, tüm bilgiler, tüm bilgelikler, tüm mutluluklar ve tüm erdemler doğrudan onun önderliğinden doğar ve ondan esinlenir. (…) Büyük Birader’den sonra, üye sayısı altı milyonla ya da Okyanusya nüfusunun yüzde ikisinden azıyla sınırlı olan İç Parti gelir. İç Parti’nin altında Dış Parti yer alır; İç Parti devletin beyni ise, Dış Parti de devletin eli kolu sayılabilir. Ondan sonra, nüfusu belki de yüzde seksen beşini oluşturan, genellikle “proleterler” dediğimiz suskun kitleler gelir. Proleterler, daha önceki sınıflandırmamıza göre, Aşağı kesimdir; sürekli olarak bir egemenin elinden bir başka egemenin eline geçen ekvatoral ülkelerin köle halklarına gelince, onlar bu yapının kalıcı ya da gerekli bir parçası değildir.” “Yaşan koşulları üç süper-devlette de birbirinin aynıdır. Okyanusya’daki egemen felsefenin adı İngsos’tur; Avrasya’da buna Neo-Bolşevizm denir; Doğuasya’da ise bunun Ölüme Tapınma diye çevirebileceğimiz, ama belki Özünden Geçmek de diyebileceğimiz Çince bir adı vardır.”
İktidarın devamlılığını sağlamak için yaratılmış ‘dış düşmanlar’, Avrasya ve Doğuasya’dakiler olarak karşımıza çıkar, politikanın kadim düşman yaratma oyununu tüm çıplaklığıyla Avrasyalı ve Doğuasyalı üzerinden görürüz. “Yabancılara, ister Avrasyalı ister Doğuasyalı olsunlar, yabansı hayvanlar gözüyle bakılıyordu. Onları yalnızca tutsaklık durumunda, o da ancak götürülürlerken şöyle bir görüyorlardı. Savaş suçlusu olarak idam edilenler dışında başlarına neler geldiğini kimse bilmiyordu; idam edilmeyenler ortadan kayboluveriyor, olasılıkla kendilerini zorla çalıştırdıkları kamplarda buluyorlardı.” “Savaşa karşı genellikle ilgisiz kalan proleterler, dönemsel yurtseverlik cinnetlerinden birine kışkırtılıyordu. (….) Başka bir bomba da çocukların oynadığı boş bir arsaya isabet etmişti, kırk-elli çocuk paramparça olmuştu. Daha başka lanetleme gösterileri de düzenlenmişti: Goldstein’ın resimleri yakılmış, yüzlerce Avrasyalı asker posteri yırtılarak ateşe verilmiş, bu kargaşada pek çok dükkan yağmalanmıştı; ardından, tepkili bombaların casuslar tarafından telsiz dalgalarıyla yönlendirildiği söylentisi yayılmış, çok geçmeden yabancı kökenli olduğundan kuşkulanıldığı için evi kundaklanan yaşlı bir çift dumandan boğularak yaşamını yitirmişti.” “Nefret Haftası’nın altıncı günü, geçit törenleri, nutuk atmalar, bağırıp çağırmalar, şarkılar, bayraklar, posterler, filmler, balmumu heykeller, davulların gümbürtüsü, trompetlerin cayırtısı, postalların raprapları, tank paletlerinin gıcırtıları, bir sürü uçağın gürültüsü ve topların gümbürtüsü arasında geçen altı günün sonunda, büyük orgazm doruğuna ulaşmak üzereyken, Avrasya’ya duyulan nefret insanları törenlerin son günü ortalık yerde asılacak iki bin Avrasyalı savaş suçlusunu ele geçirseler oracıkta paramparça edecek kadar çıldırmışken, işte tam o sırada Okyanusya’nın Avrasya’yla savaşta olmadığı açıklanmıştı. Okyanusya Doğuasya’yla savaştaydı, Avrasya Okyanusya’nın müttefikiydi.” “Okyanusya, Doğuasya’yla savaşıyordu! Çok geçmeden kızılca kıyamet koptu. Meydanı donatan bayraklar ve posterlerin hepsi yanlıştı! Neredeyse yarısında yanlış yüzler vardı! Sabotajdı bu! Goldstein’ın ajanları işbaşındaydı!”
Büyük Birader’in yarattığı otoriter sistemin devamlılığı öncelikle savaşın, savaş ekonomisinin devamlılığına bağlıydı. “Sevişmeleri bir savaş, doyumun doruğuna varışları bir zafer olmuştu sanki. Parti’ye indirilmiş bir darbeden farksızdı. Siyasal bir eylemdi.” “Savaşın asıl yaptığı, yok etmektir; ama ille de insanları yok etmesi gerekmez, insan emeğinin ürünlerini de yok eder. Savaş, halk kitlelerini fazlasıyla rahata erdirecek, dolayısıyla uzun sürede kafalarının fazlasıyla çalışmasını sağlayacak araç gereç ve donatımı paramparça etmenin, stratosfere yollamanın ya da denizin dibine göndermenin bir yoludur. Savaşta kullanılan silahlar yok edilmese bile, silah yapımı, tüketilebilecek herhangi bir şey üretmeksizin i şgücünü kullanmanın uygun bir yoludur.” “Savaş her egemen kesim tarafından kendi uyruklarına karşı verilmektedir ve savaşın amacı toprak ele geçirmek ya da toprak yitirmeyi önlemek değil, toplum yapısının hiç değişmeden sürmesini sağlamaktır.”– “Parti sloganının özündeki anlam budur: Savaş Barıştır.” “Bizleri yönetmekte olan dört Bakanlığın adları bile, gerçeklerin kasıtlı olarak ters yüz edilmesindeki saygısızlığın yansımasıdır. Barış Bakanlığı savaşın, Gerçek Bakanlığı yalanların, Sevgi Bakanlığı işkencenin, Varlık Bakanlığı yokluğun bakanlığıdır.”
Günümüze rahatlıkla uyarlayabileceğimiz durumları anlatan eser 1984. Düşünce Polisi’nin eylemleri “Böyle işler hep geceleri yapılırdı; tutuklamalar her zaman geceleri gerçekleşirdi. Ansızın irkilerek uyanmak, hoyrat bir elin omzunuzu sarsması, gözlerinize tutulan ışıklar, yatağı çevreleyen acımasız yüzler. (…) Kökünüz kazınır, külünüz göğe savrulurdu: Alışılmış deyimle, buharlaşırdınız.” “1970’e gelindiğinde, Büyük Birader dışında, ilk başlardaki önderlerin hiçbiri kalmamıştı. Büyük Birader dışında hepsi hain ve karşı devrimci ilan edilmişti.” “O zamandan bu zamana adamlara şimdi anımsayamadığı başka suçlamalar da yöneltilmişti. Büyük olasılıkla, itiraflar yeniden yazıla yazıla, sonunda ilk baştaki gerçekler ve tarihlerin en küçük bir önemi kalmamıştı. Geçmiş değişmekle kalmıyor, sürekli olarak değişiyordu.” “Yozluğu anıştıran her şey onda her zaman çılgınca bir umut doğuruyordu. Kim bilir, belki de Parti içten içe çürümüştü, emek ve özveriye tapınma kötülükleri örtbas eden bir yalandan başka bir şey değildi belki de. Ah, hepsine birden cüzam ya da frengi bulaştırmak ne kadar hoş olurdu! Parti’yi çürütmek, güçsüz kılmak, yerle bir etmek için neler vermezdi!”
Winston’ın içindeki ihtilalciyi, sistem karşıtlığını uzun soluklu işkenceye ‘tedaviye’ maruz kalarak nasıl ortadan kaldırdığını, nasıl öldürdüğünü okuruz. Hasta tedaviye cevap verir: “Sonunda kendine karşı zafere ulaşmıştı. Büyük Birader’i çok seviyordu.”
Yazarların bizim için öngördüğü distopik gelecek gerçekten de bizi bekleyen gelecek midir? Bunu düşünmeye başladığımızda satır aralarında ipuçları bulabiliyoruz.
“Önemli olan tek şey var, o da hiçbir yararı olmasa bile birbirimize ihanet etmemek…İtiraf ihanet değildir. Önemli olan yalnızca duygulardır. Beni seni sevmekten caydırırlarsa, işte o zaman gerçekten ihanet etmiş olurum… Seni beni sevmediğine inandıramazlar. İçine giremezler.”
“Evet. Hiçbir yararı olmayacağını bile bile insan kalmanın çok önemli olduğunu düşünüyorsan, onları yendin demektir.”
“O kadar zeki olmalarına karşın, insanın aklından geçenleri okumanın sırrını çözmeyi becerememişlerdi.”
“Gerçekler ne yaparsanız yapın, gizlenemezdi.”
“Ama amacımız hayatta kalmak değil de insan kalmaksa, sonuçta ne fark edersi? Duygularımızı değiştirmeleri olanaksızdı; siz kendiniz bile değiştiremezdiniz duygularınızı, isteseniz bile.”
“Yaptığınız, söylediğiniz ya da düşündüğünüz her şeyi en küçük ayrıntılarına kadar açığa çıkarabilirlerdi; ama nasıl işlediğini sizin bile bilmediğiniz, yüreğinizin içi, sırrını korurdu.”
“Gökyüzünün herkes için bir olması ne kadar tuhaftı.”
“ O göğün altındaki insanlar da birbirlerine çok benziyorlardı; her yerde, yeryüzünün dört bir yöresinde, birbirlerinin varlığından habersiz, aralarına nefret ve yalan duvarları girmiş, ama yine de birbirinin aynı olan; düşünmeyi hiçbir zaman öğrenmedikleri halde, bir gün dünyayı altüst edebilecek gücü yüreklerinde, içlerinde, kaslarında biriktirmekte olan yüz milyonlarca insan yaşıyordu. Umut, varsa eğer, proleterlerdeydi!”
“Eşitliğin olduğu yerde akıl ağır basabilirdi. Bu, önünde sonunda gerçek olacaktı, güç bilince dönüşecekti.”
“her şeye karşın hayatta kalacaklar, Parti’nin paylaşmadığı ve öldüremediği o canlılığı kuşlar gibi bedenden bedene aktaracaklardı…Kuşlar şakıyordu, proleterler şakıyordu, Parti şakımıyordu.”
“Ama onların bedeni canlı tuttukları gibi sizler de zihni canlı tutsaydınız ve iki iki daha dört eder gizli öğretisini başkalarına aktarsaydınız, sizler de o geleceği paylaşabilirdiniz.”