14. Dönemine giren ‘Fransız Edebiyatında Savaş ve Barış ’, temalı XIV. Dönem Atölyenin 4 Ocak 2023 tarihli beşinci oturumunda Nilüfer Uğur Dalay bizlere Marie-Henri Beyler Stendhal‘ın (1783-1842) yaşadığı 17, 18. ve 19.yüzyıl Fransa’sı ve İtalya’sı hakkında bilgi verdikten, yazarın yaşamını anlattıktan sonra atölyenin konusu olan Parma Manastırı adlı eser (1839) hakkında kısa bir bilgi verip kitabı katılımcıların tartışmasına açtı.
Fransa
Krallık yönetimi 17. yüzyılda ve kral XIV. Louis’nin döneminde zirvelerini yaşar. Bu süreçte Fransa, Avrupa kıtasının en kalabalık ülkesi hâline gelir ve Avrupa kültürü, politikaları ve ekonomisi üzerinde en etkili güçlerden biri olur. Fransızca dönemin diplomasi dili olur ve uzun süre bu niteliği koruyarak kalır. Aydınlanma çağı da büyük ölçüde Fransız entelektüel çevrelerinde gerçekleşir. Fransız bilim insanları 18. yüzyılda büyük bilimsel buluşların altına imzalarını atarlar. Ayrıca Fransa bu dönemlerde Afrika, Amerika ve Asya kıtaların da birçok denizaşırı toprak edinir.
Fransa’da krallık sistemi 1789 yılında gerçekleşen Fransız Devrimine dek hüküm sürer. Fransız Devrimi sırasında dönemin Fransa Kralı XVI. Louis ve eşi Marie Antoinette ile onlara yakınlığı olduğu düşünülen yüzlerce Fransız vatandaşı öldürülür. Kısa süreli bir dizi yönetim denemesinden sonra Napolyon Bonapart 1799’da cumhuriyetin kontrolünü ele alır ve kendini önce Birinci Konsül, daha sonra, günümüzde Birinci İmparatorluk (1804-1814) adıyla anılan devletin imparatoru ilan eder. Napolyon Savaşları olarak bilinen bir dizi savaşın ardından, Bonaparte ailesinin yardımıyla Napolyon kıta Avrupa’sının büyük bölümünü ele geçirir. Yeni elde edilen bu topraklara Bonaparte ailesinin üyeleri Fransa’ya bağlı krallar olarak atanırlar.
1815 Yılında yapılan Waterloo Savaşı’nda Napolyon’un yenilgisinden sonra Fransa’da krallık yönetimine geri dönülür ama bu kez kralın yetkilerine anayasal kısıtlamalar getirilir. 1830 Yılında çıkan bir sivil ayaklanma olan Temmuz Devrimiyle Bourbon Hanedanı tümüyle kaldırılarak anayasal krallığa dayanan Temmuz Monarşisi getirilir. Bu yönetim biçimi 1848 yılına dek sürer. Bu arada kurulan İkinci Cumhuriyet oldukça kısa süreli olur ve 1852 yılında III. Napolyon İkinci İmparatorluğu kurunca yıkılır. 1870 Yılında başlayan Fransa-Prusya Savaşında yenilen III. Napolyon bunun üzerine tahttan indirilir ve 1871’de Üçüncü Cumhuriyet ilan edilir.
Fransa 17. yüzyıldan başlayarak 1960’lara dek bir sömürge devleti kimliğiyle var olur. 19. ve 20. yüzyıllarda dünyanın dört bir yanında edindiği sömürge toprakları Fransa’yı İngiltere’den sonra ikinci büyük sömürge imparatorluğu haline getirir. 1919 ve 1939 yılları arasında gücünün doruklarındayken Fransız Sömürge İmparatorluğu’nun yüzölçümü 12.347.000 kilometrekareye erişir. Fransa’nın Avrupa’daki toprakları da işin içine katılınca 12.898.000 kilometre kareye ulaşan Fransız egemenlik sahası dünya topraklarının %8.6’sını kaplar durumdadır.
İtalya
13. yüzyıla kadar, İtalyan siyasetine Kutsal Roma İmparatorları ile Papalık arasındaki ilişkiler hakimdir. İtalyan şehir devletlerinin çoğu anlık kazanç için ilkinin (Ghibellinolar) veya ikincisinin (Guelfolar) yanında yer alır. Yüzyıllar boyunca Bizans orduları, Arapların, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’nun ve Papalık Devleti’nin birleşik bir İtalyan Krallığı kurmasını engelleyecek güçtedir. Ancak Bizans aynı zamanda Roma İmparatorluğu’nun eski topraklarını yeniden ele geçirecek güçten de yoksundur. Yine de Orta Çağ boyunca İtalya üzerindeki güç dengeleri çeşitli devlet ya da hanedanlar arasında değişkenlik gösterir.
Orta Çağın sonlarına doğru yani 1490’lı yıllarda 19. yüzyıla kadar İtalya’nın bölgeleri ya bağımsız yönetimler olarak kalır ya da komşu devletlerin yönetimleri altındadır. Bu otorite boşluğu sırasında İtalyan şehirlerinde karmaşa hüküm sürer ve şehirler derebeylik düzenine göre birbirlerinden ayrılmış biçimde yönetilir. İtalya bu dönemde ticaret cumhuriyetleriyle ünlenir. Bu şehir devletleri oligarşiye göre yönetilen tüccarların ayrıcalık sahibi olduğu yönetimlerdir. Venedik, Genova, Pisa, Amalfi ve Ancona bu dönemin deniz ticareti konusunda öne çıkan şehirlerdir. Özellikle Venedik ve Genova ticarette Avrupa’nın Doğu’ya açılan kapısıdır. Venedik, yöreye özgü bir tür camın üretilmesi ile ünlüdür. Floransa, ipek, yün, bankacılık ve mücevheratın önde gelen merkezidir. Denizcilikte ileri bu şehir devletleri ayrıca Doğu’ya düzenlenen Haçlı Seferlerinde de başı çeken güçlerdir.
Kara ölüm olarak da anılan 1348 tarihli veba salgını, İtalyan nüfusun neredeyse üçte birini yok ederek İtalya’nın tarihine damgasını vurur. Bu salgının yaralarının sarılmasının ardından İtalyan şehirleri gerek ticaret gerekse ekonomi alanında büyür. Bu iyileşme durumu daha sonra gerçekleşen hümanizm ve Rönesans hareketine ortam hazırlar.
Orta Çağın sonlarında İtalya daha da küçük şehir devletlerine ve bölgelere bölünür: Napoli Krallığı İtalya’nın güneyinde etkili olan bir güçtür, Floransa Cumhuriyeti ve Papalık Devleti orta İtalya’yı yönetmektedir, Genova ve Milano kuzey ile batıda söz sahibi olan güçlerdir, Venedik ise doğu İtalya’da etkilidir. 15. yüzyıl İtalyası Avrupa’nın en yoğun nüfuslu bölgelerindendir ve sanatta Rönesans hareketinin de doğum yeridir. Bizlerin de Atölye’de irdelediğimiz Dante Alighieri (1265-1321), Francesco Petrarca (1304-1374) ve Giovanni Boccaccio (y. 1313-1375)’nun yazıları ve Giotto di Bondone (1267-1337)’nin resimleriyle özellikle de Floransa bu kültür-sanat hareketinin merkezi olarak görülür. Bu dönemde Niccolò de’ Niccoli ve Poggio Bracciolini gibi düşünürler kütüphanelerde Plato, Aristo, Öklid, Ptolemy, Cicero ve Vitruvius gibi ünlü Antik Yunan filozoflarının yapıtlarını incelemişlerdir.
İtalya’nın işgali
1494 yılında Fransa Kralı VIII. Charles, İspanya’yı ele geçirebilmek amacıyla 16. yüzyıla dek sürecek olan saldırı dizisinin ilk ayağını başlatır. Bu saldırılar ve rekabet sonunda İspanya Cateau-Cambrésis Antlaşması’yla galip taraf olur. Böylece İspanya, Milano Düklüğü ve Napoli Krallığı üzerinde egemen güç durumuna gelir. Daha sonra İtalya üzerindeki etkili güç olma durumu, Utrech Antlaşmasıyla Avusturya’ya geçer. Avusturya etkisi altında İtalya’nın kuzeyinde güçlü bir ekonomik dinamizm ve entelektüel canlılık oluşur. Fransız Devrimi ve Napolyon Savaşları (1796-1815) İtalyanlar arasında eşitlik, demokrasi, hukuk ve ulus olma bilinci gibi düşünceler uyandırır.
19. yüzyılın ilk yıllarında İtalya I. Napolyon tarafından işgal edilerek Fransız etkisi altına girer. Viyana Kongresi İtalya’nın Fransız işgalinden önce yöneten hanedanlara geri verilmesini öngörür. Böylece Papalık Devleti, Sardinya-Piemonte Krallığı, Toskana Grandüklüğü, Modena Düklüğü ve Lombardiya-Venedik Krallığı tekrar kurulur. Ancak Carbonari adı verilen gizli dernekler İtalya’nın birleşmesi için çalışmaya başlar. Giuseppe Mazzini (1805-1872)ve Giuseppe Garibaldi (1807- 1882) birleşme hareketinin öncüleri arasında yer alır. Ayrıca Sardinya kralı II. Victor Emmanuel de bu birleşme hareketini destekleyenler arasındadır.
1848 yılında Lombardiya Avusturya’nın elindedir. İtalya’yı birleştirmek konusunda Fransa’nın desteğini almayı başaran İtalya, 1859’da Fransa ile birlikte Avusturya’yı mağlup eder ve 11 Kasım 1859’da Avusturya ile Piemont arasında Zürih’te barış antlaşması yapılır. Buna göre; Avusturya, Lombardiya’yı Piemont’ye verir. Venedik dâhil olmak üzere diğer İtalyan Devletleri arasında bir konfederasyon oluşturulması ve konfederasyonun fahri başkanının papa, fiilî başkanının Piemont olması kabul edilir. Bir süre sonra Kuzey İtalya’daki küçük devletler de Piemont’ye katılma kararı alırlar. Böylece bütün Kuzey ve Orta İtalya Piemont’ye katılmış olur. 1870’te Roma ve 1886’da Venedik, İtalya birliğine dâhil olur. Bunların da katılımı sonucu İtalyan Millî Birliği tamamlanmış oldu. İtalya Krallığı kurulur. Ortaya çıkan birçok farklı görüş sebebiyle İtalya, bu yolda çeşitli aşamalardan geçerek; hedefini 1860 yılında gerçekleştirebilmiştir. Bütün yarımadanın bu birliğe dahil olması ise ancak 1871 senesinde olmuştur.
1789 Yılında ihtilal patlak verdiğinde İtalya’daki siyasi durum şöyleydi; Sardinya Krallığı, Milano Dükalığı, Cenova Cumhuriyeti, Venedik Cumhuriyeti, Toscana Grandükalığı, Papalık (Roma’da) ve Napoli-Sicilya Krallıkları. Napolyon’un emrindeki ordular, 1796’da İtalya’ya girerek iki yıl içinde yarımadayı hem işgal eder hem de Avusturya’yı barış yapmaya zorlar. Milano topraklarını işgal eden Napolyon, ardından Roma’ya yönelir, Papa’yı ağır bir tazminat ödemeye mahkûm ettikten sonra bu kez de kuzeye, Alpler’i aşarak Avusturya’ya girer, 12 Mayıs 1797 tarihinde Venedik’i de işgal eder. Anavatanın tehlikeye düştüğünü gören Avusturya, 18 Ekim 1797 tarihinde Napolyon ile “Compo Formio” antlaşmasını imzalar ve bu antlaşma ile Avusturya, savaşlardan çekildiğini duyurur.Venedik ve civarları Avusturya’da kalırken, Dalmaçya kıyıları, İyon Denizi adaları da Fransa’ya verilir ve Fransa genişlettiği hakimiyet alanlarıyla Osmanlı Devleti’ne komşu olur.
Fransız İhtilali ve bunun ortaya çıkardığı Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi’nde ifade edilenlerin farkında olan ve bunları benimseyen İtalyan özgürlükçüleri, bağımsız ve aynı zamanda birleşik bir İtalya’nın kurulacağını düşünerek başlangıçta Napolyon ve ordusunu büyük bir sevinçle karşılar. Ancak Napolyon’un niyeti hiç de böyle değildir. Napolyon, düzeni sadece isim üzerinde değiştirmekle yetinir, eski krallık ya da dukalıkların yeni adı cumhuriyet olur, işgalin başlarında yarımada da Fransa’ya bağlı iki cumhuriyet kurulmuş olur. Ancak bu cumhuriyetler, Napolyon’un imparator olması ile adlarını ve niteliklerini kaybederler.
İleriki yıllarda Napolyon’un düşüşüyle bu krallıklar da sona ermiştir. Napolyon’un üvey oğlu olan Eugene’den sonra İtalya kralı olan Prens Beauharnais ise, konumunu koruyabilmek için Avusturya ile ateşkes imzalamak zorunda kalırsa da halkın isyanı ile İtalya’dan kaçmaya mecbur kalır.
Böylece sahipsiz kalan Venedik ve Milano bölgeleri Avusturya’nın egemenliği altına girer. Fransız işgalinden kurtulmuş olan İtalya yine de 1815 senesinde yapılan Viyana Kongresi’nden istediklerini alamaz. Çünkü Viyana Kongresi İtalya’nın Fransız işgalinden önce yöneten hanedanlara geri verilmesini öngörür; parçalanmış bir İtalya, kongrenin içerik amacına birebir uymaktadır. İtalya’nın denetlenmesi görevini Avusturya üstlenir.
Bu parçalı yapı içinde kongre kararlarıyla kurulan önemli bazı krallıklar ortaya çıkar: Piyemonte (Sardinya) Krallığı, Toscana, Modena, Parma Dükalıkları, Lukas Prensliği, Kilise Devleti ve Napoli (iki Sicilya) krallığı. Ancak Fransız İhtilali’nden sonra İtalya’da giderek yerleşen ulusçuluk ve liberalizm fikirleri yayılmıştır ve Viyana Kongresi’nde alınan kararlar da, bu fikirleri geliştiren unsurlar olur. Böylece İtalya’da ulusal birlik kurma çalışmaları başlar.
Bu siyasal birliğin oluşmasındaki yardımcı kuruluşlardan biri Carbonaria örgütüdür. 1807 yılında gizli bir örgüt olarak kurulan dernek, asıl amacını belli etmemek için ‘Kömürcü’ anlamına gelen bu terimi kullanır. İlk etapta Fransızları ülkeden çıkarma gayesinde olan derneğin amacı restorasyon dönemi sırasında değişime uğrar: Fransa bir dost gibi görünürken, mevcut Avusturya baskısından kurtulmak ve Avusturyalıları İtalya dışına çıkarmak, sonunda da siyasi birliği gerçekleştirmek derneğin ana hedefi olur. Viyana Kongresi kararları açıklandıktan sonra, hayal kırıklığı yaşayan İtalyan halkının derneğe desteği artar.
Bir diğer yardımcı örgüt ‘Mason Dernekleri’ örgütüdür. Masonluk İngiltere kökenlidir ve birçok ülke gibi İtalya’da da yayılmıştır. İlk etapta Ortaçağ’da yapı işçilerinin kurduğu bir lonca örgütü olarak teşkilatlanan masonluk, 17. yüzyıldan sonra mesleki bir kuruluş olma özelliğini yitirir, zamanla dinsel bazı yöntemleri de benimser. İtalya’da 18. yüzyılda kurulan mason locaları 19. yüzyılda etkinlik kazanır. İtalya birliğinin kurulması yolunda Carbonaria örgütü, silahlı bir ihtilal yöntemi sürdürürken, aydınları bünyesinde toplayan mason locaları, basın-yayın ve anlatım gibi yollarla amaca ulaşmayı hedefler.
Giuseppe Mazzini ve Giuseppe Garibaldi birleşme hareketinin öncüleri arasında yer alıyorlardı. Ayrıca Sardinya kralı II. Vittorio Emmanuele de bu birleşme hareketini destekleyenler arasındadır. 1815 Yılında toplanan Viyana Kongresi’nin yarattığı dış baskılar ve bunun yanında Avusturya’nın devam eden denetimi, içte de birliğe giden yolu etkilemiştir. Ortaya çıkan birçok farklı görüş sebebiyle İtalya, bu yolda çeşitli aşamalardan geçerek hedefini 1860 yılında gerçekleştirebiir. Bütün yarımadanın bu birliğe dahil olması ise ancak 1871 senesinde olur.
20 Eylül 1870 tarihinde Roma’yı işgal eden İtalyanlar, başkentlerini de buraya taşırlar. Papanın, Roma’nın birliğe katılmasını tanımaması yüzünden İtalya ile arası açıldı. Bunun üzerine İtalyan hükûmeti 1871’de çıkardığı ‘Garanti Kanunu’ ile Papa’nın ve Papalık’ın İtalya içerisindeki durumunu belirler; Papa, yine devlet başkanı olarak protokolde yer alacak ve kralla aynı haklara sahip olacak, belli bir maaşı olacaktır. Papa yalnızca dini lider olarak kabul görür. .
Böylece 1815 yılında kurulan ve titizlikle sürdürülmesine çalışılan Avrupa güç dengesi bozulmuş olur. Stratejik konumu itibariyle Avrupa ve Akdeniz’in önemli bir noktasında yer alan İtalya, bundan böyle diğer büyük devletlerle beraber sömürgecilik yarışı içine girer; bu amaçla gözlerini çevirdiği topraklardan bir kısmı, Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı topraklar olur.
Stendhal
Stendhal 1830 yılında yazdığı Kırmızı ve Siyah isimli iki ciltlik romanıyla psikolojik romanın kurucusu sayılır. Psikolojik öğeler de içeren Parma Manastırı’nı 1839 yılında yazmıştır. Asıl ismi Marie-Henri Beyle olan yazar Stendhal ismini daha sonra almıştır.
23 Ocak 1783 Yılında Grenoble’da burjuva bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir, babası avukat Chérubin-Joseph Beyle, annesi Henriette Gagnon’dur. Yedi yaşındayken 1790 yılında, çok sevdiği annesini kaybeder. Fransız İhtilali döneminde asilzadelerin ve Katolik Kilisesi’nin yanında yer alan aile içinde de baskıcı ve muhafazakâr olan babasıyla hiçbir zaman anlaşamayan ve bunu eserlerine yansıtan Marie-Henri, babası ve teyzesi Séraphine tarafından büyütülür, ayrıca annesinin babası olan dedesi Henri Gagnon ve onun uşağı Lambert ile arkadaşlık yaparak büyür.
13 Yaşına kadar evde eğitim görür, bu sırada edebiyata ilgi duyar, 1796’da Grenoble’da açılan École Centrale adlı okula kaydolur. Bu okulda yaşıtlarıyla yaşadığı sorunlar sınıf arkadaşlarından biriyle düello yapmasına kadar varır. Buna rağmen derslerinde başarılı olur, resim ve matematik dallarında ödül kazanır, Selmours adında, beş perdelik ilk komedyasını kaleme alır. École Centrale’de üç yıl öğrenim gördükten sonra École Polytechnique’te eğitim alma ve mühendis olma niyetiyle 30 Ekim 1799’da Grenoble’dan ayrılarak Paris’e gider. Çok geçmeden mühendis olma hayalinden vazgeçer, zengin bir bürokrat olan kuzeni Noël Daru’nün evinde yaşamaya başlar ve Noël’in oğlu Pierre’in yanında bir süre kâtiplik yapar. İlk aşkı olan Adèle Rebuffel (1788-1861) ile bu dönemde tanışır. Pierre’in kardeşi Martial’in etkisiyle orduya katılmak üzere 7 Mayıs 1800 tarihinde Paris’ten ayrılarak, ağır süvari birliğinde teğmen olarak görev yapacağı Milano’ya doğru yola çıkar.
Domenico Cimarosa ve Gioachino Rossini’nin müziğini ve Vittorio Alfieri’nin eserlerini tanıdığı ve önce Madame Martin, sonra da Angela Pietragrua adlarında iki kadına âşık olduğu Milano’da Ekim ayına kadar geçirdiği kısa süreyi, sonradan yazdığı otobiyografisi Henri Brulard’ın Hayatı’nda, “hayatının en güzel dönemi” olarak niteler. 23 Ekim 1800 tarihinde terfi ederek Milano’dan ayrılır, Lombardiya ve Piyemonte bölgelerindeki birliklerde görev almaya devam eder, Aralık 1801’de sağlığını gerekçe göstererek ordudan ayrılır ve eve döner. Burada üç ay kaldıktan sonra Nisan 1802’de Paris’e gider. Aşk yaşadığı Mélanie Guilbert adlı genç aktrisin peşinden 25 Temmuz 1805’te Marsilya’ya gider ve orada ticarete atılırsa da başarısız olur. Yeniden Paris’e döner, kuzeniyle birlikte, Fransız işgali altında bulunan Prusya’ya ardından Berlin’e gider ve yeniden askeri bir göreve atanır. Prusya ve Avusturya’da çeşitli görevlerde bulunduktan sonra 1810 yılı başında Paris’e döner, başka bir resmi göreve atanır.
1812 Yılında başlayan Napolyon’un Rusya seferine katılır, Moskova’nın yanışına şahit olur. Savaş boyunca notlar alır ve bu savaşla askerlik hakkındaki düşünceleri değişir. Üçte ikisi ölen veya esir düşen Fransız ordusunda eve dönmeyi başaran askerlerden biri oldu. Yaklaşık altı ay süren bu sefer sırasında, Almanya’nın kuzeydoğusundaki Stendhal kasabasından ilham alarak, yazılarında Stendhal takma adını kullanmaya başlar.
Paris’e döndüğünde, Altıncı Koalisyon Savaşı sırasında Mainz, Bautzen ve Żagań bölgelerinde görevlendirilir, ateşli hastalığı ilerleyince istirahat için önce Dresden’e, ardından Paris’e gönderilir. İstirahati sırasında Milano’ya gider, Venedik ve Como bölgelerini görme fırsatı bulur, dedesi Henri Gagnon’u kaybeder, görev için Fransa’ya çağrılır, İsviçre’nin Carouge kentinde ve Grenoble’da görevlendirilir, hastalığı artınca yine Paris’e döner. Napolyon’un düşüşü ve XVIII. Louis’nin Mayıs ayında Paris’e girişi üzerine Milano’ya taşınmaya karar verir. Mayıs 1814’te, Joseph Haydn, Amadeus Mozart ve Pietro Metastasio’nun hayatlarını anlatan bir kitap yazmaya karar verir. Ocak 1815’te yayımlanan bu kitap, İtalya’da Giuseppe Carpani tarafından yakın zamanda yayımlanmış bir kitaptan önemli ölçüde intihal içerdiği için Carpani ve Stendhal arasında sert bir tartışmaya neden olur.
Milano’da ve çevresindeki İtalyan kentlerini gezer, Milano’daki sanat camiasında etkinlik gösterir, İngiliz edebiyatını da inceleme fırsatı bulur, Lord Byron ile tanışır. ‘İtalya’da Resim Sanatının Tarihi’ adlı kitabı kendi ismiyle , ‘Roma, Napoli ve Floransa’ adlı eserini ise Stendhal mahlasıyla yayımlatır. 1819 yılında babası Chérubin-Joseph Beyle’i kaybeder. 1820 yılının ikinci yarısında, hakkındaki “Fransız ajanı olduğu” iddialarının toplumda yayılması üzerine, Haziran 1821’de Fransa’ya Paris’e yerleşir ve vaktinin çoğunu kültür-sanat çevrelerinde geçirmeye başlar.
1817 Yılında uğradığı ve beş hafta kaldığı Londra’dan edindiği kentin kültürel atmosferiyle 1823 yılında yayımladığı’ Racine ve Shakespeare’ ve ‘Rossini’nin Hayatı’ adlı eserlerle Romantizm akımının üstünlüğünü savunur. Geçimini sağlamak için gazetecilik yapmaya başlar, Journal de Paris, Paris Monthly Review, New Monthly Magazine, London Magazine gibi dergilere yazılar yazar.
Paris’te geçirdiği dokuz yıllık sürede entelektüel yaşamını geliştirir, denemeler, gazete yazıları, gezi yazıları ve kısa öyküler yazar. En ünlü eseri Kırmızı ve Siyah’ı yazmaya başladığı sırada, Temmuz Devrimi sonrasında, 13 Kasım 1830’da Paris’ten ayrılır ve yeniden İtalya’ya gider. Temmuz Devrimi sonrasında yeni bir resmi görev alma girişiminde bulunur. 25 Eylül 1830 günü, bugün İtalya’nın, o yıllarda ise Avusturya’nın sınırlarında kalan Trieste şehrine konsolos olarak tayin edilerek diplomatlık görevine başlar. Fakat ataması, Avusturya Şansölyesi Klemens von Metternich tarafından, Stendhal’in liberal görüşleri gerekçe gösterilerek, 19 Aralık günü resmi olarak reddedilir. Bu kez 5 Mart 1831 tarihinde Papalık Devleti sınırları içindeki Civitavecchia kentine konsolos olarak atanır. Dinsiz olması nedeniyle Papalık tarafından hoş karşılanmayan, fakat devletin Fransa’yla iyi geçinme niyeti nedeniyle ataması kabul edilen Stendhal, Avusturya’nın da baskısıyla sürekli gözetim altında tutulur.
Stendhal, bu küçük kenti sıkıcı bularak, vaktinin çoğunu, Roma başta olmak üzere, civardaki büyük şehirlerde geçirmeye başlar, Fransız diplomatik çevresiyle ve yerli aristokratlarla arkadaşlık eder, fırsat buldukça Fransa’yı ziyaret eder, Marsilya’da Alfred de Musset ve George Sand ile tanışır.
1834 yılında Civitavecchia Konsolosluğu çalışanlarından, Selânikli Lysimaque Mercure Caftangioglou Tavernier’in terfi etmesi için aracı olur, ancak Tavernier, terfi alır almaz Stendhal’i şikayet etmeye ve koltuğunu elinden almaya çalışır, bu sürecin sonunda Fransa Dışişleri Bakanlığı’ndan uyarı alan Stendhal, makamından uzak kaldığı seyahatlerini azaltmak zorunda kalır, bu vesileyle, İtalya’ya geldiği günden beri üzerine düşmediği edebi çalışmalarına ağırlık verir. Bakanlığından aldığı izinle 1836’da görev yerinden ayrılarak geçici olarak Paris’e döner. ‘Bir Turistin Anıları’ve ‘Güney Fransa Gezileri’ kitaplarını yazar.
Frengi hastalığı nedeniyle bozulmuş olan sağlığı, 1840 yılında iyice kötüleşir, Paris’e döner, tedavisi devam ederken, son gününde dahi çalışmayı sürdürür ve hayatını kaybeder. Val-d’Oise’ın Andilly beldesine, dini merasim olmadan gömülmek istediğini vasiyet etmişse de, Paris’teki Notre-Dame-de-l’Assomption Kilisesinde düzenlenen dini merasim sonrasında Montmarte Mezarlığına defnedilir. Mezarına, 1820 yılında Milano’da tespit etmiş olduğu “Yazdı, sevdi, yaşadı” sözü yazılır.
Stendhal dindar yetiştirilmesine karşın sonradan agnostik olur. Hiç evlenmez, hiç çocuğu olmaz, hatıralarında anlattıklarına göre en az 7 sevgilisi olur. Milano’da tanıştığı, karşılıksız aşkı Metilde Viscontini’yi ise hiç unutmaz.
Stendhal, uzun yıllar yaşadığı İtalya’ya derin bir aşkla bağlanmış ve mezar taşına adının “Milano’lu Errico Beyle” olarak yazılmasını dilemiştir. Ünlü Fransız yazarın İtalya’yı bu denli sevmesinin bir nedeni İtalyan kadınlarla yaşadığı tutkulu aşklarsa, diğeri, çok sevdiği annesini küçük yaşta yitirmesi ve onun ölümünden sorumlu tuttuğu babasıyla olan kan bağını yadsımak amacıyla yeni bir kimlik aramaya başlamasıdır. Yazar, kendisini yalnızca annesinin soyundan geliyor gibi duyumsamış, zaman içinde de annesinin atalarının İtalya’dan geldiğine inanmıştır.
Dünya çapındaki en önemli Stendhal araştırmacılarından biri olan Vittoria Del Litto’ya göre, ki neredeyse yaşamı boyunca ‘Stendhal Dostları Derneği Başkanı’ olarak çalışmıştır, yirminci yüzyılın başlarında ise İtalya’da bir ‘Stendhal efsanesi’ oluşmuştur. Stendhal yaşamının önemli bir bölümünü İtalya’da geçirmiş, İtalya’yı ve İtalyan sanatını konu alan kitaplar yayımlamıştır. Gezi anılarını yazdığı Bir Turistin Anıları kitabında, Fransızlardan daha özgür ve daha zeki bulduğu bu insanlara hayran olduğunu anlatır. Ona göre onların plastik sanatlardaki üstünlüğü, Ortaçağda Nicolas Pisaro’nun, Rönesans’ta da Mikel Anjelo’nun dehasıyla kanıtlanmıştır. Kendi çağdaşı olan tiyatro oyuncularını değerlendirirken de İtalyanları Fransızlara yeğlediğini belirten örnekler verir.
Parma Manastırı
Stendhal’in Napoléon dönemi sonrasında İtalyan siyasal yaşamını ele aldığı ünlü romanı Parma Manastırı, ‘ İtalya Öyküleri’ adlı kitabına kaynaklık eden el yazmalarından esinlenmiştir. Yazar, başlangıçta İtalya Öyküleri’ne eklemeyi düşündüğü bir yaşam kesitini sonradan romanlaştırmıştır. Ancak bu görkemli yapıtın doğuşunu Farnese ailesinden söz eden eski bir İtalyan el yazmasına bağlamak yeterli olmaz; o bir İtalya tutkunu ve bilirkişisidir.
Ona göre modanın etkisi altındaki Fransa, özellikle Paris, gerçek aşkı tanımaz; yapmacık aşkla zehirlenmiştir: “Kendini beğenmişlikten ve fiziksel arzulardan başka bir şeyi olmayan Fransız erkekleri tarafından biçimlendirilen Fransız kadınları İspanyol ve İtalyan kadınlarından daha az girişken, daha az enerjik, daha az korkulan, özellikle daha az sevilen ve daha az güçlü olan kadınlardır.” İngiltere’nin tutucu iklimi tutkulu aşka engeldir.
Stendhal’i harekete geçiren önemli faktörlerden birisi, hayatında önemli bir yeri olan, Milano’da tanıdığı Matilda Dembowski’ye duyduğu aşktır. Bu yurtsever İtalyan kadın, Stendhal’in en büyük tutkusu olmuş, yaşamını ve yapıtlarını derinden etkilemiştir. Yazarın ölümü düşünüp kendisine İtalyanca bir mezar taşı tasarlamasının nedeni de ona karşı beslediği umutsuz aşktır. Kenti terk etmek zorunda kaldığı 1821 yılında beynine bir kurşun sıkarak intihar etmeyi düşündüğünü belirtir. Matilda, Stendhal’in aşkına karşılık vermemiş, ondan hep uzak durmuştur; Polonyalı kocasından resmen ayrı yaşamaktadır ve iki çocuk annesidir; dedikodulardan çekinmektedir. Üstelik, İtalyan birliği için çalışan yasadışı Carbonari örgütü ile yakın ilişki içindedir. Başı Avusturya polisiyle dertteyken, bir de Napoléon’a hizmet etmiş bir Fransız’la birlikte görünüp büsbütün dikkat çekmek istemez. Stendhal’e gelince, çekingenliği ve beceriksizliği yüzünden Matilda üzerinde çılgın bir aşıktan çok, yapışkan bir kadın avcısı izlenimi bırakmıştır. Yazarımıza asıl acı veren, Matilda tarafından anlaşılamamaktır. Matilda, Stendhal’ın yaşamına ve yapıtlarına yön veren en önemli kadındır ama aşık olduğu tek İtalyan değildir.
Stendhal’in İtalya’ya bu denli bağlanmasında, kadınlarla yaşadığı sevgilerin payı olmakla birlikte anılarında en büyük aşkının annesi olduğunu anlaşılır. Onun için annesi Henriette, sevgiyi, özgürlüğü, soyluluğu, kısacası güzelliği simgeler. Onun karşısındaysa en büyük düşmanı, babası Chérubin Beyle yer alır. Nefreti, otoriteyi, sıradanlığı, çirkinliği çağrıştırır. Chérubin Beyle, Henri’yle annesinin birbirlerini doyasıya sevmelerine engel olan adamdır. Üstelik annesini bir doğum sonrasında yitirmiştir; babasını onun ölümüne neden olmakla da suçlar. Yazar, annesi ve babasıyla ilgili bu duygularından hiçbir zaman kurtulamaz ve babasını hep sıradanlıkla, yobazlıkla, paraya fazla önem vermekle suçlar.
Stendhal, sahip olduğu dünya görüşünde çocukluğundaki bu duyguların etken olduğunu belirtir. Babası kralcı ve dindardır. Öyleyse cumhuriyetçi ve Kilise düşmanı olmak zorundadır. Babasının işbirlikçisi sofu teyzesi Séraphie de, özel ders aldığı bazı papazlar da düşman saflarındadır. Yazar, cumhuriyete karşı beslediği ‘içgüdüsel’ ve ‘çılgınca’ sevgiyi çocukken babasına ve onun yandaşlarına karşı duyduğu derin nefrete bağlar. Duygusal, kırılgan, çekingen ve merhametli bir adam olan Stendhal hiç yaşlanmamıştır; çocukluk ve ilk gençlik yıllarındaki duyguları ve izlenimleri tüm yaşamı boyunca peşini bırakmaz. Kahramanları da kendisine benzer. Parma Manastırı’nda Marki del Dongo hem cimri ve despottur, hem de iyi yürekli genç karısını düşman askerlerinin eline terk edecek kadar korkak ve bencildir. Babaya duyulan nefret yapıtlarda bazen bir şiddet öğesi olarak ortaya çıkar.
Stendhal kahramanlarının özelliklerini de, yazarın derin İtalya sevgisini de belirleyen yine annesine duyduğu saplantılı sevgidir. Annesi Henriette Gagnon’un soyundan gelmiştir. Annesinden söz ederken de Bayan Beyle adını kullanmaz, Bayan Gagnon der. Sofu teyzesini o soydan saymaz, çünkü babasının işbirlikçisidir. Ama dayısına hayrandır. Dedesi Doktor Gagnon’u da taparcasına sever. Dedesi sayesinde Aydınlanma düşüncesinin etkisinde yetişmiştir.
Hem İtalya’ya duyduğu sevgi, hem de yapıtlarına yansıyan dünya görüşü bakımından onu en çok etkileyen insan annesinin halası Elizabeth’tir. Elizabeth Gagnon, 1790’da 64 yaşındayken bile bir İtalyan’ın güzelliğine sahiptir. Yazar, büyük halasının hiç evlenmemiş olmasını mutsuz bir aşk hikâyesine bağlar. Hala ona atalarının üzücü bir olay yüzünden portakal ağaçlarıyla dolu çok güzel bir memleketten göç etmek zorunda kaldıklarını, soyadlarını değiştirerek Avignon’a yerleştiklerini anlatmıştır. Bu duyduklarını sonradan İtalya hakkında öğrendikleriyle birleştiren yazar, on yedinci yüzyılda bir cinayet işlediği için İtalya’dan Avignon’a kaçan Guadagni ya da Guadaiamo adlı birinin soyundan geldiğine inanır. Stendhal’e göre annesinin de, dedesinin de çok iyi İtalyanca bilmeleri bu savı doğrulamaktadır. Yazar halasındaki ruh yüceliğini ve soylu tavırları yarattığı kişiliklerin davranış özelliklerine yansıtmış, paranın çağı diyebileceğimiz on dokuzuncu yüzyılda, kentsoylu değerleri küçümseyen, onurlarına aşırı düşkün, tutku dolu kahramanlar yaratmıştır.
Jacques Ranciére Kurmacanın Kıyıları (2017) adlı eserinde kurmaca metinlerde kapı ve pencerelerin ele alınışını burjuvazi ve sınıflar arası geçiş bağlamında irdeler. Ranciére, bu kitabında Gustave Flaubert, Stendhal ve Balzac gibi yazarların kapı ve pencereleri eserlerinde burjuvazi ile halk arasında bir sınır gibi kullandıklarını ifade eder. Burjuvazi ile halk arasındaki açık olan farklı sınıfları birbirinden ayıran sınırlar, Fransız Devrimi sonrasında değişmesidir. Burjuvaların arabayla seyahatleri sırasında halkla temasa geçtikleri, arabanın penceresinden dışarıdakileri gördükleri ânlar bu sınırın aşıldığının göstergesidir. Fransız edebiyatında, 19. yüzyılın ikinci yarısında, Emile Zola ve çağdaşlarının edebiyat dünyasında ön plana çıktığında romanlarda anlatılan artık neredeyse tamamen yoksullardır ve burjuva tipi romanlardan ‘kapı dışarı’ edilir. Bu kapı dışarı edilme, sadece varlıklı kesimin romanlarda anlatılmaktan vazgeçilmesi değil aynı zamanda bu kesimin evin dışında, kapıda beliren görüntüleri de romanlarda önemli bir unsur olarak ortaya çıkar. Artık burjuvazi ve onların varlıklı yaşamının yerini yoksullar ve sınıf mücadelesi alır. Stendhal’de ise Parma Manastırı’nda ana karakter duvara açtığı bir delikten gördüğü genç bir kadına âşık olur. Dışarıdaki görünmeyen ama tahayyül edilen varlık bu küçücük delik aracılığıyla yeniden yaratılır. Bu da romandaki anlatım tekniğinde realizmin hayal gücüyle bir arada yer almasını sağlar.
Bir anlatıda, anlatıcının aktardığı bir öykünün gerisinde ağırlıklı olarak iyi ve kötü, haklı ve haksız, adaletli ve adaletsiz, yaşam ve ölüm vb. karşıtlıklar çevresinde odaklanan bir anlayış, bir dünya görüşü gizlidir. Bir anlatıda anlatıcı yanında kişiler söz konusu şu ya da bu değeri temsil eder; bakış, dil, iş ve etik. Bir metinde bakan, konuşan, çalışan ve ötekiyle ilişki kuran her kişi bu alanlara göre değerlendirilir. ‘İyi bakmak’ ya da ‘kötü bakmak’ en bilinen ve toplumsal olarak kodlanmış temel davranışlardır. Stendhal’in Parma Manastırı’nda hapishane sahnesini iki bakış karşıtlaşır: Fabrizio’nun coşku dolu bakışı karşısına Clélia’nın utangaç, kaçamak bakışı çıkarılır. Kişiler gitgide toplumsal uzlaşıyı çiğnerler. Doğal olan uzlaşımsal olanın karşısına çıkarılır. Arzu, kurala üstün gelir
Parma Manastırı’nın ilk beş bölümü Fransız askeri betimlemesine ayrılmıştır. Romanın ilk satırları 1796‘da İtalya’yı özgürlüğüne kavuşturmak üzere Milano’ya giren genç, neşeli, gururlu Cumhuriyet askerinin destansı tanıtımı ile başlar. Üçüncü bölümde yer alan 1815 Waterloo savaşındaki bezgin, güvensiz, korkak imparatorluk askerlerinin betimlemesinde ise eski kahramanlardan artık iz kalmamıştır. Bu iki asker tablosu yazara 1796 Cumhuriyet ordusundan 1815 imparatorluk ordusuna kadar geçen sürede devrim ideolojisinden gitgide uzaklaşan Fransız askerinin bozulan karakterini irdeleme olanağını sağlar. Askeri deneyime sahip Stendhal, bu gerilemeyi vurgulamak amacıyla ilk sahnede, teğmen olarak katıldığı 1800 İtalya seferini değil, henüz 13 yaşında olduğundan katılamadığı 1796 İtalya seferini kurgular. İkinci sahnede ise levazım subayı olarak katıldığı herhangi bir imparatorluk savaşı yerine 1814’de ordudan ayrılıp İtalya’ya yerleştiği için katılamadığı Waterloo savaşını canlandırmayı tercih eder. Bu tarihi seçim Stendhal’e yaşadığı, çağı sorgulama olanağını da sağlar; 1796’daki özgürlük sembolü Napoleon Bonaparte ve askerlerinin 1815’deki hazin sonunun 1839’da yeniden canlandırılması, 1830 devrimi sırasında verdiği özgürlük vaatlerinden gitgide uzaklaşan Louis Philippe yönetimine bir uyarıdır.
Küçüklüğünden itibaren kahramanlık hikâyeleriyle büyüyen Fabrizio, Stendhal’ın yaşanmış bir Don Kişot masalıdır. Fabricio’nun Don Kişot’tan ayıran en büyük özelliği ise aptallık derecesine varan ‘’sevgi açlığı’’ bütün felaketleri üzerine çekmektedir. Parma Manastırı, Stendhal’ın Manastır’da dinlediği bir olayın aktarılmasıyla oluşmuştur. Siyaset, din ve ordunun ağır eleştiriyle halkın vatan konusundaki düşüncelerini alaya alarak yazdığı bu roman ağır ironi ve hakarete varan taşlamaların yansız aktarımını okuyucuya sunar.
Stendhal dönemin kevgire dönmüş havasını şöyle anlatır: “Yeryüzünde okumak da başka herhangi bir konuyu öğrenmek de boşuna zahmettir. İnsan köyünün mahallesinin papazına gereken haracını hiç aksatmadan verip, işlediği bütün ufak tefek günahları da olduğu gibi ona anlattı mı, cennette iyi bir yer bulacağına emin olabilir.’’ Yaşanan yıllar arasında siyaset ve ordudan sonra din işlerine de boylu boyuna rüşvet girmiştir. Hatta cinayet ve diğer kirli işlerin o kadar içine batmıştır ki! Toplum ve burjuvalar arasında kiralık katil tutmadan işini görmek zayıflık olarak görülmeye başlanmıştır.
Stendhal’ın eseri her sevginin bir önceki insanı öldürdüğünü anlatır. Kara bir ütopya gibidir. Her aşamadan geçildikten sonra diğerinden hiçbir şey kalmaz. Her son başladıkça bir diğeri başlar ve insanlar sevgi mezarlığına dönüşür. Birbirini taparcasına seven ve tanrılarını gömen insanlar gibi… Stendhal iğneleyici bir üslup kullanır. Stendhal ‘’Benim derdim, sevmektir!’’ Parma Manastırı’nda.
Balzac’ın kendi yayınladığı La Revue Parisienne isimli edebiyat dergisine 69 sayfalık bir makale yazar ve romanı ‘başyapıt’ olarak nitelendirmesi Parma Manastırı’nın geniş okur kitlelerine ulaşmasını sağlar. 1841 Yılındaki ikinci baskısına uzun bir önsöz yazar. Balzac’a yazdığı bir mektupta 1838 yılında bu küçük kentin, böylesine entrikaların yazılabilmesi için sakin ve korunaklı bir köşe olduğunu söyler.
Eser 1948, 1964 yılında sinemaya, 1981, 2012 yılında televizyona çekilir. 1948 Yılında 78 saatlik radyo tiyatrosu olarak yayınlanır. 2008 Yılında sesli kitap olarak okunur. 1939, 1982, 2009, 2014 Yıllarında müzikal olarak sahnelenir. Ayrıca şarkılara ve romanlara esin kaynağı olur.
Atölye, İtalya’da geçen ancak Fransa ve Avusturya’nın da etkilerinin gözlendiği bu toplumsal ortanım siyaset yapılış biçimine değindi. Özellikle Avusturya polisinin uyguladığı şiddete dikkat çekildi. Bu siyaseti dönemine göre ‘en iyi uygulayan/manipüle eden’in ve sonunda hayatta kalmaya devam edenin, zaman zaman kralcı, zaman zaman liberal gözüken Kont Mosca olduğu konuşuldu. Prensin otoriterliğine dikkat çekilirken yazarın savaşın anlatımın başarılı olduğu anlatıldı. Romanda zaman zaman görülen sıçramaların, sona hızlı ve bol ölümle ulaşılması ise romanın 52 günde yazılmasına bağlandı. Parma Manastırı bu kadar kısa sürede yazılan başarılı romanlardan sayıldı.
1 Kasım 2022 – 30 Mayıs 2023 tarihleri arasında sürecek olan 14. Dönem Fransız Edebiyatında Savaş ve Barış Atölyesinin takvimi şöyledir:
Fransız Edebiyatında Savaş ve Barış | ||||||
Yazarın hayatı | Kitap | Yazar | Sayfa | Tür | Anlatıcı | Tarih |
1840-1902 | Theresa Raquin | Emile Zola | 220 | duygusal | Özlem Tatlıcan | 11 Ocak 2023 |
1799-1850 | Gizli Başyapıt ve Sarrasine | Honore de Balzac | 80 | iki öykü | Şengül Çiftçi | 18 Ocak |
1871-1922 | Swann’ın Bir Aşkı | Marcel Proust | 192 | duygusal | Didem Arslanoğlu | 25 Ocak |
1873-1954 | Dişi kedi | Sidonie-Gabrielle Colette | 111 | roman | Şengül Çiftçi | 8 Şubat |
1900-1999 | Altın Meyveler | Nathalie Sarraute | 136 | roman | Yıldız Önen | 22 Şubat |
1908-1986 | Sessiz bir ölüm | Simone de Beauvoir | 126 | anı | Ceren Aydos | 8 Mart |
1914-1996 | Hiroşima Sevgilim | Marguerite Duras | 120 | film hikayesi | Kamer Badur Eğilmez | 22 Mart |
1915-1980 | Yas günlüğü | Roland Barthes | 268 | günlük | Gülsüm Ekinci | 5 Nisan |
1940- | Seneler | Annie Ernaux | 72 | Aliye Zorlu | 19 Nisan | |
1940- | Göçmen Yıldız | Jean-Marie Gustave Le Clézio | 320 | roman | Yıldız Önen | 3 Mayıs |
1940- | Cahil Hoca-Zihinsel Özgürleşme üstüne beş ders | Jacques Rancière | 144 | hikaye/felsefe | Yasemin Kilit Aklar | 17 Mayıs |
1948 – | Amerikan İşgali | Pascal Quignard | 142 | roman | Hatice Morkaya | 31 Mayıs |