Mehmet Can
“Mücadele eden yenilgiye uğrayabilir; mücadele etmeyen zaten yenilmiştir…”
Bertolt Brecht
İsrail eliyle Ortadoğu’nun sürekli istikrarsızlaştırılması, dönemin Britanya’sının, bugünün ise ABD’sinin istediği bir şeydir. Çünkü bölgenin sürekli savaş hâlinde olması demek, bölgeden Britanya ve ABD’ye kafa tutacak güçlü bir devletin çıkmasını engellemek demektir. Bölgesel bir gücün oluşmamasının maddi koşulları, bu nesnellikle beraber ortadan kalkmıştır. 1948’deki bu kuruluş ile beraber, yukarıda da ifade ettiğim gibi, Ortadoğu’nun demografik yapısı değişiyor. Bu dönem ciddi nüfus hareketleri yaşanmaya başlıyor. Filistinliler topraklarından sürülerek mülteci konumuna düşüyor. Filistinlilerin bir bölümü Ürdün’e, bir bölümü Suriye’ye, esas çoğunluk ise Lübnan’a göç etmek zorunda kalıyor.
Filistinliler gelmeden önce Hıristiyan Maroniklerin ağırlıklı olarak yaşadığı Lübnan, 1948 ile beraber azımsanmayacak bir Filistinli Müslüman nüfusun gelmesi ile ülkedeki Hıristiyan ve Müslüman nüfus, sayı olarak neredeyse dengeliyor birbirilerini. Filistin’den gelen bu nüfus, giderek Güney Lübnan’da örgütlenmeye başlıyor ve İran’ın desteğiyle kurulan Hizbullah’la beraber, Lübnan siyasetinde önemli bir aktör hâline gelmeye başlıyor. İsrail’in Güney Lübnan’a yaptığı askeri operasyonlar Filistin ulusal sorunundan bağımsız değildir. Güney Lübnan’daki direniş ile Filistin’deki direniş, birbirini tamamlayan denklemin farklı bileşenleridir. Birisinin kazanması veya kaybetmesi, diğerini otomatikman etkilemektedir. Gıdalarını, mücadele motivasyonlarını birbirilerinden almaktadırlar. Hatırlayanlar bilecektir, İsrail en kanlı katliamlarını Güney Lübnan’da yaşayan Filistinlilere karşı yapmıştır. Ariel Şaron “Beyrut Kasabı” lakabını Güney Lübnan’daki Filistinli mültecilerin yaşadığı Sabra-Şatila Kampı’nı basarak elde etmiştir.
1948’den sonra, özellikle 1960 ve 1970 arası, Filistinli direniş örgütlerinin de yavaş yavaş kurulduğunu görüyoruz. 1967’de Filistin Kurtuluş Örgütü( FKÖ)’nün kurulmasıyla, Filistin davası da ete kemiğe bürünmeye başlıyor. FKÖ heterojen bir yapı; birçok irili ufaklı örgütün bir araya gelmesiyle kurulan bir örgüt. FKÖ içerisinde daha sonra liderliğini Yaser Arafat’ın yaptığı El-Fetih grubu öne çıkmaya başlıyor -Burada özellikle FKÖ içerisinden El-Fetih grubunun öne çıkmasının en büyük nedeni, diğer grupların FKÖ’den daha solda durmasıdır-. Aslında bu durum, FKÖ’nün kuruluşunda çok büyük bir payı olan, dönemin Mısır devlet başkanı Nasır başta olmak üzere, diğer Arap ulus devlet yöneticilerinin de istedikleri bir şey. Çünkü bu dönem, 1960-70 arası, dünyada rüzgarın da soldan estiği bir dönem. FKÖ içindeki El-Fetih grubunun, bir Filistin Devrimci Halk Cephesi (FDHC) veya Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nden öne çıkmasının en önemli nedeni, El-Fetih’in, Filistin davasını, Filistin ulusal sınırları ile sınırlamasıdır.
Oysa gerek FDHC, gerek ise FHKC: “Biz, sadece İsrail’e karşı değil, sömürücü halkın kanını emen Arap rejimlerine karşı da tavır alıyoruz” söyleminde bulunuyorlardı. El-Fetih dışındaki bu iki grup, devrimci bir programla ortaya çıkarak, Ortadoğu’nun bütününü kapsayan bir Arap devrimlerini esas alıyorlardı. Bu sosyalist gruplar, hem İsrail, hem de Arap yönetici sınıfları için ciddi bir tehdit olarak algılanıyorlardı. Bu yüzden Filistinli direnişçi gruplar içinde, El-Fetih’in kasıtlı olarak diğer grupların önünde yer alması sağlanmıştır. Özetlemek gerekirse El-Fetih, biz kalkıp, Suudi Arabistan’ın, Ürdün’ün, Mısır’ın iç işlerine karışmayız, diyordu. Sorunu Filistin ile sınırlı tutuyordu; ama öbür gruplar öyle değildi. “Dava Filistin’i aşan bir davadır” diyorlardı. Bu gruplar ortaya koydukları pratik ile de bunu gösteriyorlardı. Özellikle Lübnan iç savaşında, El-Fetih dışındaki FDHC ve FHKC’nin önemli rolleri vardır. Birebir bu gruplar Lübnan’a gerillalarını yollayarak savaşmışlardır Lübnan iç savaşında. El-Fetih’in dar, ulus devletçiliğine karşı, Ortadoğu’nun tümünü kapsayan bir mücadele anlayışları ve enternasyonal bir duruşları vardı. Bu dönem dünyadaki konjonktürün de etkisiyle ulusal kurtuluş hareketleri sadece Ortadoğu’da değil, dünyanın birçok yerinde solda duruyorlardı. Vietnam’da, Kamboçya’da, Latin Amerika’da, Filistin’de, Kürdistan’da ulusal kurtuluş mücadelesi veren yapıların çoğu sol menşeili idi.
FHKC gibi örgütlerin, dünyadaki diğer sol örgütlerle de yoğun bir işbirliği vardı. O dönem örneğin, Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) Filistin’deki direnişe destek olmak için Avrupa’daki İsrail konsolosluklarını basarak bir dizi eylem gerçekleştirdi. Filistin halkı da Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun lideri Meinhoff yakalandığında protesto ve eylemlerle RAF’ın liderinin arkasında durduklarını gösterdiler. Ayrıca FHKC Beka Vadisi’nde birçok sol menşeili örgüte de teorik ve silahlı eğitim veriyordu. PKK, ASALA, ETA, IRA vb. birçok örgüt ile kontak hâlinde olan bir örgüttü FHKC.
FHKC dünyadaki birçok gerilla grubunu Beka Vadisi’nde eğitirken, Beka Vadisi’ne gelen gerilla örgütleri de, İsrail’e karşı ilk etapta savaşarak hem Filistin davasına sahip çıkıyorlardı, hem de pratiğin içinde kendilerini sınıyorlardı. PKK’nin lider kadrosunda olan Mustafa Marangoz ve onunla beraber orada yer alan PKK’li bir grup İsrail’e karşı savaşırken yaşamlarını yitirmişlerdir. Bu olaydan sonra Beka Vadisi, tamamen PKK’lilere açılmıştır. Yine PKK dışındaki diğer irili ufaklı sol örgüt mensubu, Lübnan İç Savaşı ve Filistin ile İsrail arasındaki çatışmalarda, Filistinlilerin yanında savaşırken yaşamlarını yitirmişlerdir. Dünyadaki sosyalist tandanslı ulusal hareketler kendi aralarında bu dayanışmayı gösterirken, Filistin direnişi büyük güçler açısından Sovyetler de dahil destek görmüyordu. Sovyetler Birliği yüzde yüz kendi güdümünde olan yapılar dışında, diğer gruplara destek vermiyordu. 1960 ve 70 arası yukarıda da ifade ettiğim gibi sadece Ortadoğu’da değil, dünyada da o dönem sol güçlüydü ama çok ihanetler oldu. En başta Sovyetler Birliği güdümlü yapılar bu ihanetlerin başını çektiler. İran’da korkunç şeyler yaptılar, Irak’ta inanılmaz işler kotardılar, Filistin davasını Sovyetler sürekli sattı, Afganistan’ı Sovyetler gitti işgal etti, İran’da Humeyni’ye destek olarak kendi iplerini çektiler. Ve en son 1980’e gelindiğinde tükenmiş, bitmiş bir sol ortaya çıktı.
İslamcıların önünü, biraz da bu yanlış politikalarından ötürü Sovyetler Birliği açtı. Mesela Sovyetler Birliği Azerileri, Kürtleri İran’a sattı, Irak’taki Komünist Parti, İngilizlerin İkinci Dünya Savaşı’nda Irak’ta yaptığı katliamları destekledi. Sovyetler Birliği’nin Filistin ve dünyadaki diğer devrimci hareketlere mesafeli durmasının nedeni, Stalin ve Churchill’in aralarında yaptığı anlaşmaydı. 1945 yılında yapılan Yalta Konferansı’yla, Sovyetler ve İngiltere, dünyayı Doğu ve Batı bloğu olarak kendi aralarında paylaşmıştı. Bölünen dünyada, birbirilerinin bölgelerine nüfuz etmiyorlardı. Bu nedenden dolayı, Ortadoğu’da Sovyetler Birliği, Filistin davasını yukarıda da ifade ettiğim gibi sürekli sattı. İsrail’i ilk tanıyan ülke olarak sattı, İsrail’i hiçbir zaman bölgede gayri meşru bir kuvvet olarak görmeyerek sattı. Aslında Sovyetler Birliği, Filistin üzerinden ABD ve Britanya’ya mesaj vermekteydi: “Ben aramızdaki anlaşmaya sadığım!”. Filistin sorununda da ABD ve Britanya’ya “Siz biliyorsunuz” diyordu. Sovyetler Birliği, sosyalizmin etik değerlerinden doğru hareket etmiyordu. Özellikle Stalin’in tek ülkede sosyalizm retoriğini ortaya atmasından sonra, ulus devlet refleksleriyle hareket etmeye başladı. Filistin ulusal sorununa da bu eksenden baktı. SSCB’nin güvenliğine endekslenen dış politika nedeniyle, ezilen, sömürülen halkları görmezden geldi. Ezen ezilen, haklı haksız, sömüren sömürülen… Yani sınıfsal bir gözle ele almadı dünyadaki diğer sorunları. Daha çok faydacı ve toptancı bir gözle bakarak, ezilen halkların mücadelesini desteklemeyerek, baltaladı. Ortadoğu’daki devrimleri, Sovyetler Birliği kasıtlı olarak durdurdu. Sovyetler Birliği’nin çubuğu nereye büktüğü, zaten 1968’de gözüktü. Mesela Prag Baharı sırasında Prag’da da devrimci bir durum yaşandı. 68 Hareketi, Doğu Bloğu’nda da oldu o sıra. 1956’da Sovyetler Birliği, Macaristan Devrimi’ni bastırdı, 1968’de, yukarıda da ifade ettiğim gibi, Prag Devrimi’ni bastırdılar. Dolayısıyla Sovyetler Birliği, egemen kuvvet olarak devrimlerin yayılmasının önünü kesti.
Devam edecek…
(Marksist org)