Konusunu ‘Edebiyatta adalet arayışları’ olarak belirlediğimiz IX. Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin 1 Kasım Çarşamba akşamki ilk oturumunun açılış sunumunu ‘Hukuk ve edebiyatın yakınlığı/uzaklığı’ temasıyla, hukukçu ve yazar Behçet Çelik yaptı.
Behçet Çelik, ‘söz’ ile olan ilişkileri nedeniyle hukuk ve edebiyatın yakın uğraşlar olduğunu belirtti.
Hukukçu, akışkan ve değişken toplumsal hayata sözcüklerden oluşan hukuk normları aracılığıyla bir düzen vermeye çalışır, edebiyatçı, insanı anlamaya ve ifade etmeye çalışırken sözcüklerden yararlanır.
İki uğraş arasındaki temel bir ayrım da tam burada ortaya çıkar; edebiyat insan hikâyeleri peşinde koşarken hukuk olası hikayelerin tamamını kuşatacak genel kuralları koymayı amaçlar. Edebiyat, hukukun sabitlemek, her zaman her yerde aynı anlama getirmek istediği sözü açmak, genişletmek, yeni anlamlar eklemek ister. Hukuk çelişkileri sevmez ve ortadan kaldırmak isterken, edebiyat çelişkileri kışkırtır, bu çelişkilerden yeni anlamlar doğmasına, böyle ihtimallerin olduğunu hatırlatmaya, unutturmamaya çalışır.
Hukuk, tekil insanı genel ve soyut normlar içinde değerlendirirken edebiyat insanın bir başkasından ayrıldığı noktaların peşindedir. Hukuk saikle (nedenle) ilgilenmeyip eylemle ilgilenirken, eyleme giden yolu sorun haline getirmez. Edebiyatta ise esas olan bu yoldur, yoldaki uğraklardır, yolcunun hali, yola çıkma nedenleri, onu etkileyenlerdir. Hukuk, insanın neyi neden yaptığının değil, ne yaptığının ve bu yaptığının ne gibi sonuçlar doğurduğunun yanıtını ararken edebiyat, tam tersine, insanın ruhsallığının ve yapıp ettiklerinin derinindeki dinamiklerin peşindedir. Doğal olarak edebiyat insanı yargılamaz, anlamaya çalışır. Yargıladığı bütün bir toplum ya da zamanın ruhudur.
Hukuk normları soyuttur, çıkarları çatışan insanların ya da insanla devletin ilişkilerini düzenlemek için yaratılmıştır. Edebiyat ise insanın başkasıyla olduğu kadar kendisiyle olan çatışmasını da didikler, yeni çatışmaları kışkırtır ve düzensizliğe eğilim gösterir, soyut bir düzen fikrinden çok düzensizliğin olgusal, somut haliyle ilgilenir. Hukuk, konuyu toparlamaya, kurallara bağlamaya çalışırken, edebiyat konuyu dağıtma eğilimindedir.
Yargılama konusunda hukuğa az da olsa yaklaşan edebiyat eleştirisidir. Ama yine de edebiyat eleştirisi, her yapıtın biricik olduğunu hiçbir zaman göz ardı etmez. Edebi yargıyla hukuksal yargının konulara yaklaşırken sordukları sorular da birbirine yakın değildir.
Hukuk nosyonu insanın çözümleme yeteneğini geliştirir, insana adalet, hak, özgürlük gibi evrensel konularda bir derinlik kazandırmayı amaçlar. Edebiyat insan, dünya ve hayatla çok yakından ilgilendiğinden hukuğa bu noktalarda yakın düşer. Edebiyatçının dünyaya ve insana bakışında önemli bir perspektifi özgür irade- zorunluluk gerilimidir. Hukuk nosyonu edinmek, bu gerilimi görmeyi ve yorumlamayı sağlar, insanın çözümleme yeteneğini geliştirir. Hayata sürekli ve katı bir biçimde ‘olması gereken’ penceresinden bakan yerine ‘olan’ı gören, anlayan birine dönüşerek hukukçular, edebiyat aracılığıyla mesleki deformasyondan uzaklaşabilirler.
Özellikle toplumsal değişim dönemlerinde, toplumsal hayatın dinamizmi karşısında, hukuk kuralları da, hukukçular da, edebiyatçılar da değişir. Böylesi dönemler edebiyatçıları kışkırtır. Hukuk normlarıyla insan hayatı arasındaki gerilimin karmaşık bir hal aldığı bu değişim dönemlerinde edebiyat, hukuğun gözden kaçırdıklarını gözler önüne serebilir. Hukuk kargaşaya son vermeye, var olan ya da olası krizleri bertaraf etmeye çalışırken edebiyat, sükûnet hallerine dönmekten çok kriz çıkarmak, var olan krizleri derinleştirmek, gözden kaçan, göz ardı edilen, genel çıkarlara kurban edilmiş durumların ortaya serilmesini ister, krizin üstündeki örtüyü kaldırır.
Edebiyatın bireysel olanla toplumsal olan arasındaki etkileşimi göz önüne alan bakış açısı, toplumsal bilimlerin, hukukun ve iktisadın toptancı bakışının göremediği noktalara görünürlük kazandırabilir. Edebiyat, nelerin insanı insanlıktan çıkardığını, karakterlerin nasıl aşındığını, farkında olmadan nasıl bir dünya görüşünü içselleştirmeye başladığımızı görmek isteyenlere, rehberlik eder ve edecektir.
Yazar ve Kitap değerlendirmesi:
Yalçın Akyıldız’ın, Franz Kafka’nın (1883 Prag – 1924 Berlin) kısa süreli yaşamını ve yaşadığı dönemi anlatmasından sonra yazarın Ceza Sömürgesi ve Hukuk Öyküleri kitabı Atölye katılımcılarının değerlendirmesine açıldı.
Franz Kafka’nın yaşadığı dönem, 1890’da I. Wilhelm ölünce yerine önce III. Friedrich, kısa bir süre sonra da II. Wilhelm’in geçtiği dönemdir. Bismarck’ın jonglörlük diye tabir edilebilen karmaşık siyasetinin ardından, maceracı Wilhelm önderliğinde Almanya I. DünyaSavaşına giden saldırgan, yayılmacı ve emperyalist siyasete bulaşır. ‘Almanya’nın geri kalmasını emperyalizm yarışında çok geri kalmasına bağlayan’ bir yönetim anlayışı egemen olur. Bu anlayışla Almanya’nın 1871’de 41 milyon olan nüfusu 1914’te 68 milyona çıkacaktır ki aynı dönemde Fransa’nın nüfusu 36 milyondan 40 milyona yükselebilmiştir.
90’lar Çek Milliyetçiliği’nin iyice yükseldiği yıllardır. Giderek zayıflayan Habsburg İmparatorluğu nüfusunun yüzde 36’sı Çek topraklarında yaşarken üretim ve istihdamın yarısından çoğu bu topraklarda gerçekleşir. 1870-1913 yılları arasında Çek toplumunun sosyolojik yapısında köklü bir değişiklik olur, çağdaş ve refah içinde bir toplum ortaya çıkar, modernleşme sonucu ulusalcılık bayrağı soylulardan kentli orta sınıfa geçer. Böylelikle Alman ve Çek kamusal hayatı ayrışır ve Almanlar giderek azınlıkta kalmaya başlar. Prag kent merkezinde Almanca konuşma oranı 1850’de %41 iken, 1880’de yüzde 20’ye, 1900’de ise yüzde 11’e düşecektir. Bu dönem bütün Avrupa’da olduğu gibi Çek kültür, sanat ve mimarisinin parıldadığı bir dönem olacaktır.
Kafka, 3 Temmuz 1883’te Prag’da doğar, hukuk eğitimi alır, bir yıl avukatlık yaptıktan sonra sigorta şirketinde, iş kazalarıyla alakalı bir bölümde çalışmaya başlar. İşinden arta kalan zamanlarda yazı yazmaktadır. İlk yazısı olan ‘Gözlem’, 1912 yılında Leipzig’de bir yayınevi tarafından yayınır. 1917’de tüberkülöz olur, Berlin’e yerleşir, 1922’de erken emekliye ayrılır ve 1924 yılında ölür.
Yaşamı süresince 7 küçük kitabı yayınlanır. Arkadaşı Max Brod’a, ölümünden sonra yakması için, 3 tamamlanmamış roman ve bir yığın defterle günlük bırakır. Brod’un bunları yakmak yerine, 1939’da Nazilerin Çekoslavakya’yı işgalinden hemen önce, Prag’dan kalkan son trenle kaçarken yanına almasıyla, edebiyat tarihi değişir.
Günlükler, her şeyi ve kendini fazlasıyla sorgulayan bir kişilik yapısında olan Kafka’nın yaşamı ve kendini kavrama aracı, adeta bir tür terapi gibi görülebilir. Kafka’nın yarı korkunç, yarı gülünç karakterlerinin kendi durumundan uzaklaşmak ve bu durumu kontrol edebilmek adına ona iyi geldiğine inanılır.
Babasının güvenli ve güçlü bir adam olması Kafka’yı kendi ifadesiyle, babasının yanında hep ezik hissetmesine yol açar; ‘Senin o katıksız bedenselliğin karşısında ezilmiştim.’ Yüzmeye gittikleri bir gün, birlikte üstlerini değişirken, babasının gövdesinin kendisini şöyle hissetmesine yol açtığını söyler: ‘Sudan korkan, onun kulaç hareketlerini taklit etmekten aciz, kararsız küçük bir iskelet…’ Annesiyse, Değişim’deki anne gibi talihsiz oğluna üzülmekten ve kriz anlarında bayılmaktan başka yapabilecek bir şeyi olmayan bir kadındır. Annesi oğlundan düzgün bir evlilik ve başarılı bir iş hayatı beklerken, tek sevgi kaynağı annesinin kendisini sıradan biri olarak görmesi, ondan ‘Gözlem’ şikâyet etmesi Kafka’yı oldukça sarsar. Bütün bunlara karşın Max Brod ve diğer arkadaşları, Kafka’nın son derece rahat, neşeli bir insan olduğunu söyler.
Kafka, Flaubert, Dostoyevski, Kleist ve Grillparzer’le edebi kan bağı taşıdığını söylerken tam bir sinemasever olduğu bilinir. Çekce’yi akıcı konuşur, yazılarında Prag Almanca’sını değil klasik Almanca’yı kullanır.
Kitaplarında imkânsız olaylar sanki kaçınılmazmış gibi gerçekleşir ve açıklama gerektirmez. Olağandışı olanla, tüm sıradanlığı ve detaylarıyla gerçekler kol kola gider. Dönüşüm’de, Gregor böceğe dönüşmüşken aile bireyleri odayı depo olarak kullanmayı düşünür, örneğin. Bu nasıl bir dünyada yaşadığımıza dair bir belirsizliği çağrıştırır.
Fiziksel egzersize önem verir, uzun yürüyüşler yapar, yüzer, düzenli jimnastik hareketleri yapar, vejetaryen olmaya karar verir. Kısacası bedenine düşkün biri gibidir. Ona göre beden sağlıklı bir yaşam sayesinde kurtuluşa ulaşır, ama aynı zamanda cezanın da en ulu mekânıdır. Günlüklerinde, bedenine dehşet uyandıran korkunç bir ceza uygulandığını hayal eder.
Ceza Kolonisi’nin ıstırap dolu bir öykü olduğunu kabul ediyor ve yaşadığımız çağ özellikle benim dönemim çok ıstırap verici diyor. ‘Bir Köy hekimi gibi eserlerden geçici haz almam hala mümkün; ama mutluluk yalnızca dünyayı temiz, doğru ve değişmez hale getirebilirsem gerçek olur’ deyişine bakarsak yazdıklarına yüklediği önemin ya da hedefin büyüklüğü anlaşılabilir.
Otorite, otoritenin uygulanması ve kurbanın kabullenişi ana temalarındandır. Bürokrasiyi çok iyi bildiği gibi dönemin otoritesinin güç ve şiddet mekanizmalarını kullanışını da çok iyi kavramıştır. Kitapta kullanılan mekanizma ya da aygıt, aynı zamanda yönetim mekanizması-aygıtı olarak da kullanılan bir sözcüktür. Kafka güç ve gücün kötü etkilerini resmederken yöneticilerin görünmezliği özelliğini de vurgular. Ceza Sömürgesi’nde ve Geri Çekiliş’de, örneğin gerçek otorite görünmez.
Ortacağ’da en ağır cezalar, otoritenin sınır tanımaz güç kullanımı halkın önünde yapılırken Kafka’nın döneminde artık karakol ve hapishanelerdeki gizli odalara, Avrupa’dan uzak sömürgelere taşınmıştır. Kafka’nın amcalarından Joseph Loewy, 1891-1902 yıllarında Kongo’da zorla yaptırılan bir demiryolu inşaatında çalışmıştır. Amcasının anlatıları Ceza Kolonisi’nin temelini oluşturur. Aynı dönemde, 1904-1908 yılları arasında, bugünkü Namibya topraklarında bulunan Alman General Lothar von Trotha’nın emriyle gerçekleştirilen katliamlar ve toplama kamplarında sürdürülen kitlesel imha eylemleri, Herero nüfusunun yüzde 80’i ile Nama nüfusunun yüzde 50’sinin yok olmasına sebep olmuştur. Soykırımla karşılık bulan isyan için Almanya’da şöyle denmiştir: ‘Asiliklerinin sonucunu vücutlarında hissedeceklerdir.’ Yine o dönem Alman yetkililerin tıpkı İngilizlerin 40 derece sıcaklık olan Hindistan’da kendi kıyafetlerini giydikleri gibi ağır üniformalarından vazgeçmedikleri bilinir.
Kafka’nın 1914’te yazıp 1919’da yayımlanan Ceza Sömürgesi’nde, detaylarını bilmediğimiz konuğun düşünceleri, davranış biçimi, bugünkü Batı’nın Yüzü ya da BM’in ikircikli, görmezden gelen tavırları gibidir. Konuk; bir erin idamında bulunma davetini geri çevirmenin saygısızlık sayılacağını düşündüğü için kabul etmiştir. İlk başlarda kaçacak bir nokta arar, kendisi konuktur ve kendi işine bakmalıdır, tropikal bir iklimde Avrupa standartı beklenemez. Hem mahkûm da yabancının biridir, vatandaşı bile değildir. O belki yeni komutanın da görüşü doğrultusunda bu aygıta karşı çıkacaktır ama…’Ne yararım dokunabilir size ne zararım’der. Tekneye doğru hamle yapan mahkûm ve ere halatla saldırısı, bugünün mültecilerine karşı tutumlarıyla Batı’yı çağrıştırır.
Otoriteye tam bir teslimiyet gözlenir, ‘Zincirlerini söküp bıraksalar, sonra bir ıslıkla çağırsalar koşar gelirdi.’
Bugün hukuk dünyasında kabul gören yargının işleyişi ve yargılanma süreçlerinin hiçbiri, ceza sömürgedinde görülmez. ‘Sanık en temel hakkı olan kendini savunma hatta suçunu ve cezasını bilme hakkına bile sahip değil. Çünkü yargı adaletin bir enstrümanı değil otoritenin varlığının devamını garantiye alacak sopası olarak var. Yani iktidar her şeyi hukuka uygun yapıyor çünkü hukuku kendileri yapıyor.’ Ceza infaz anlayışının felsefesi olan caydırıcılık ilkesi seyirlik bir etkinliğe dönüşür. ‘İnfazı herkes izlesin diye tırmık camdan yapılmış, çocuklar ön sıradan izlesinler isteniyor. Ortaçağ sistemine dönüş arzusu.’ Hukuğun ve cezanın uygulanma ritüellerinde, dini vurgulara yer veriliyor. ‘İsa’nın çarmıha gerildiği gün Roma saatine göre 6. Saatte (12:00) tüm dünya kararıyor, ‘’Kumandan yıllar sonra dirilecek… İnanın, bekleyin!’
Adalete olan inancın kırılganlığı vurgulanır. Otoriteyle yasa uygulaması arasındaki ilişki tüm çıplaklığıyla ortaya koyulur. ‘Yasalar herkesin bilmediği, sadece bizi yöneten küçük soylu sınıfın elinde tuttuğu bir gizdir.’ Suç ve ceza üzerine fragmanlarda, bu ilişki adalet uygulayıcıları üstünden anlatılır. ‘Sadece görev almanın onuru için kabul etmemişti görevi. Savcı yardımcısı sanıktan da savunduğu siyasal düşünceden de nefret ediyordu…. Kendisi gibi düşüneler birleşse, imparator ve hükümetle uyum içinde hareket ettiklerinde çözülmeyecek zorluk yoktu. (savcı bunları görev bilinciyle, inanarak yapıyor)’, ‘Savcı: aziz meslektaşım, bu dosyada sadece bir iddianame yok, burada sizin onuncu savcılığa atanışınızın anahtarı gizli, der’, ‘Avukat da son derece isteksiz ve inançsız. Tek motivasyonu basında yer bularak kendi cephesine şirin görünerek puan kazanmak.’ Otoriteye teslimiyet ve yöneticilerin görünmezliği sıkça vurgulanır. ‘Biz başşehrin bize buyurduklarına sessizce uyarız. Oysaki başşehir bize her şeyden uzaktır’, ‘Sayısız imparator değişti biz fark bile etmedik’, ‘Neyimiz varsa elimizden alın, sonunda bizi de al bari’, ‘Albay yönetimi zor kullanarak elde etmiş değil, bu yüzden ona zorba demek olmaz.’
Kafka ceza sömürgesi ve diğer hukuk öykülerinde, Avrupa’ya, bilim dünyasına, teknolojiye, kendi refahı ve ilerleme adına kan ve dehşet getiren her şeye yönelik bir eleştiri metni oluşturur. Yasayı temsil eden düzenekleri ayarlayan ve çalıştıran, gerideki toplumsal düzeneği sorgulamaktadır. Aygıtın sorgulanması ve anlamsızlığı ortaya çıktığı anda kendi kendisini yok etmesiyle ilgilidir; cezayı uygulayan aygıt, aygıtın temsil ettiği yasa ve yasanın temsil ettiği toplumsal düzenek. Ve bir toplumsal düzenekten söz edilebiliyorsa, bu düzenek karşısındaki bireyden de söz etmek gerekir. Kafka, yasayı yapan ve uygulayan iktidarı, bu toplumsal düzeneği bireyin karşısına yenilmez bir dev olarak diker. Birey yalnızca cezaya değil yasaya ve onun temsil ettiği toplumsal düzeneklere karşı başarısızlığa da mahkûmdur. Yasaya karşı çabalayan kişilerin fiili ‘adalet’, aramaktır. Cibran’ın dediği gibi, ‘Baskıya başkaldırmayan kişi kendine karşı adaletsizdir.’
Kafka, doktora çalışmasını yürüttüğü hocası Alfred Weber’in katkısıyla, kapitalist toplumun ilerleyişinin içerdiği tehlikeleri görmeyi, kapitalistleşme sürecindeki bir devletin, pek egemen olmadığı bir bürokrasi eliyle giriştiği tolum mühendisliğinin yol açacağı kendi kendisini yıkma, yok etme, otofaji sürecini, yazın hayatından çok daha erken döneminde keşfeder.
Atölye takvimi şöyle
15.11.2017 Devlet İbni Haldun Faruk Sevim
29.11.2017 Murtaza Orhan Kemal Görkem Yeltan
Cihangir Orhan Kemal Müzesi Cafe’sinde (Akarsu Caddesi No:30 Cihangir) yapılacak ve yazarın oğlu Işık Öğütçü bizlere babasından söz edecek.
13.12.2017 Yeniden çarmıha gerilen İsa Nikos Kazancakis Özlem Tatlıcan
27.12.2017 Morgue Sokağı cinayeti Edgar Allan Poe Evren Ergeç
Yeni Yıl Yemeği
10.01.2018 Ankara mahpusu Suat Derviş Didem Arslanoğlu
24.01.2018 Bülbülü öldürmek Harper Lee Kamer Badur-Eğilmez
07.02.2018 Michael Kohlhaas Heinrich Von Kleist Nilüfer Uğur-Dalay
21.02.2018 Mülksüzler Ursula K. Le Guin Murat Tekelioğlu
07.03.2018 Mrs.Dalloway Virginia Woolf Yıldız Önen
21.03.2018 Bunlar da mı insan Primo Levi Şenol Karakaş
04.04.2018 Surname Aziz Nesin Figen Dayıcık
18.04.2018 Boyalı peçe W.Somerset Maugham Şengül Çiftçi
02.05.2018 Venedik taciri W.Shakespeare Asuman Kafaoğlu-Büke
Dönem Sonu Yemeği
Barışla kalın.
AtölyeBAK