Konusunu ‘Polisiye edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz VI.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin, 05.02.2015 tarihinde yapılan dokuzuncu toplantısında, Kamer Badur-Eğilmez, eserlerini Fransızca yazan Belçikalı yazar Georges Joseph Christian Simenon’u (1903-1989) ve kitabı Bella’nın ölümünü tanıtıp tartışmaya açtı.
Simenon, 86 yıllık yaşamı boyunca, yaklaşık 450 eser vermiş, günde 60 ila 80 sayfa yazma kapasitesiyle 20. yy’ın en üretken yazarlarından biri kabul edilmişti. 200 Roman, 150’nin üzerinde novella (kısa roman), sayısız otobiyografik çalışma ve makale yayımlar. Bunların dışında, çok fazla sayıda takma adla birçok ‘ucuz roman’ yazar. Yazıları toplam 550 milyon kopya basılır. 21 ciltlik anı kitabı yazar, 37 kez ev taşır, Fellini ile yaptığı bir söyleşide 10 bin kadınla birlikte olduğunu söyler.
George Simenon, psikolojik polisiyenin babası kabul edilir. Komiser Maigret’nin yaratıcısıdır. Okurlarına suçlunun takibinden çok suçun nedenlerini anlatır. Kitaplarının konusu, çoğunlukla insanı pençesine alan duygular üzerinde şekillenir; şehvet, kıskançlık, intikam, tutku ve takıntılar.
15 yaşına kadar parlak bir öğrenci olan genç Simenon, babasının ölümcül hastalığı nedeniyle okulu bırakır. Kitapçıda, fırında, sonradan kitaplarında kullanacağı malzemeleri biriktirdiği, yerel bir gazetede cenaze ve suç haberleri muhabiri olarak çalışır.
Simenon kadınlara açlık derecesinde bağlı bir kişi olarak bilinir. Kadınlarla olan karmaşık ilişkisi de romanlara konu olabilecek zenginlikte kabul edilir. Üç kadınla evlenir; ressam Regine Renchon takma adlı Tigy, Amerika’ya göçtüğünde tanıdığı sekreteri Denyse ve Fransa’da küçük bir köye yerleştikten sonra, banyoda düşerek kaburgalarını kırdığında bakıcı hemşiresi olan Teresa. 4 Çocuk babası olur.
1922 yılının sonunda, yazarlık hayatının profesyonel anlamda başlayacağı Paris’e gider ve burada bir eşe, işe, paraya ve üne kavuşur. 1929’un Eylül’ünde Hollanda’nın bir liman kentinde Komiser Maigret karakteri doğar. Bu gelişme, Simenon için bir dönüm noktasıdır. Bundan sonra yazar, takma isimleri ve popüler romanları bırakır. Bu kahramanı merkeze yerleştirdiği eserler yazar ve büyük bir ün kazanır.
Romanlarda polisiye deyince akla ilk gelen isimlerden biridir Simenon. Yarattığı komiser Maigret, dönemin dedektiflerinden oldukça farklıdır. Cinayetleri psikolojik yönden çözer. Gayet sakin bir karaktere sahiptir. Evlidir. Eşi çok anlayışlı bir kadındır. Evli olsa da, onun için önemli olan işidir. Bir soruşturmaya başladığı zaman ev, yemek, uyku hepsini unutur, melankolik bir şekilde soruşturmasını yapar.
Maigret romanları tüm belli başlı dillere çevrilmiş, birçoğu filme uyarlanmış ve yazarını, otuzuna gelmeden başarıya ulaştırmıştır.
Savaş, hayatını yavaşlatır. Kâğıt kolay bulunmaz ve kitap satışları düşer. Simenon’un, Alman işgali sırasında bir Alman prodüktöre Maigret serisinin haklarını satması tepki çeker. Savaşın sonu yaklaştığında, ülkedeki politik istikrarsızlık, yayınevi ile anlaşmazlıkları ve bazı çevrelerce Alman sempatizanı olarak görülmesi, Simenon’u Fransa’yı terk etmeye iter. Ekim 1945’te ailesiyle Amerika’ya, New York’a göçer. Yazar, ‘ABD yılları’nda yaratıcı gücünün doruğuna ulaştı. 1955 Yılının baharında Fransa’ya döner, Orta Fransa’ya yerleşir.
Amerika’da evlendiği ikinci karısının psikolojik sorunları ve yazarın alkole düşkünlüğü, aile hayatını çıkmaza sokar. Yazar bu dönemde psikolojik sert romanlar üretir. İki yıl sonra, İsviçre’de Lozan yakınlarında 16. yüzyıldan kalma bir şatoya yerleşir. Tıbbi ve psikoloji konulu kitaplar yazmaya başlar. İkinci karısının psikolojik sorunlarından bunalınca, Lozan’a taşınır. Burada tanıştığı Teresa ile evlenir veömrünün sonuna kadar yaşar.
1972’de romanı bırakır. Otobiyografik çalışmalar yapar. 1978 yılında acı bir haber yazarı altüst eder; kızı Marie-Jo, göğsüne bir kurşun sıkarak canına kıyar. Karısı Denyse, bu intihardan yazarı sorumlu tutar ve Simenon’u şiddet eğilimli, otoriter ve sorumsuz bir baba olarak tanımladığı iki kitap yazar. Bir süre sessizliğe gömülen yazar, enerjisini ‘Memoires Intimes’ (Samimi Hatıralar) adlı eserini yazmak için son kez toplar. 1981’de basılan bu kitap yazarın son eseridir ve kızına duyduğu sevgiyi, karısıyla hesaplaşmalarını okuyucularına aktarır. Bu eser, yazar için edebiyat dünyasına vedası niteliğini taşır, 1989’da 3 Eylül gecesi Lozan’da hayata veda eder. Vasiyetine bağlı kalınarak, oğulları ölümünü basından öğrenecektir.
Genellikle polislik olayları içeren, izlenmesi hem kolay, hem meraklı, sürükleyici, halk için olmakla birlikte bayağılığa düşmeyen çok sayıda eser ürettir. 1930 sonrasında, polisiye roman türüne hem insanca bir derinlik kazandırmış, hem de edebiyat değeri olan dizilerine sevilen sayılan inanılıp güvenilen Komiser Maigret tipini katmıştır. Ruh çözümlenmeleri inandırıcı, olayları hızlı ve düşündürücü, entrikası sağlam, konunun çözümlenmesi doyurucu olan bu değerli ürünleri inanılmaz bir hızla yaratmakta, erişilmesi güç bir başarıya ulaşmaktadır. Geniş ufuklu bir düş gücü, gözlem yeteneği, anlatım güzelliği, plan ve kompozisyon eksikliği, başlıca nitelikleri olur. Sayısız ürünü senaryolaştırıldığı için ayrı bir kazanç kaynağı olur. Dünyanın her yerinde okunur, aranır.
‘Sokaktaki insan’ portrelerinden oluşan, çoğunlukla bir suç olayı çevresinde ama polisiye kalıbından uzak, kimi zaman da karakterler arası psikolojik savaş betimlemeleriyle dolu bu kitaplar müthiş bir insan sarraflığının eseri olarak görülür.Eserlerinde yer verdiği binbir ayrı karakteri, fırncısından gece kulübü sahibine, saatçisinden askerine, polisine, striptizcisine, binbir renkte ve geçmişte karakterinden hiçbirinin, bir Simenon macerasından ‘kötü adam’ namıyla anılmaması, yazarın sanki bir tanrı nesnelliğiyle kahramanlarını yargılamaktan kaçındığını göstermektedir. Kitaplarında kolay çözümler yoktur. Sorunlarını çözemeyen insanları anlatır ve onları anlamaya çalışır.
Simenon’un dünyası, kendini bir anda ifşa eden sırlarla doludur. Önce bir yüzey görünür;herhangi bir adam veya herhangi bir kadın, sokakta veya yakın çevrede görülebilecek tarzda, dikkat çekmeyecek biri. Fakat sonra bu adamın veya kadının hikâyesi, ufacık bir ayrıntıda kendini belli eder. Birden, bir tip olmaktan çıkıp bir karaktere dönüşür. Bir cinayet, acılı bir aşk hikâyesi veya belki ufacık görünen ama çok derinlere inen bir takıntı, sadece ufak göndermelerle karakterin arka planına yerleşiverir. Okurların, üç sayfa boyunca okudukları ama neye hizmet ettiğini anlayamadıkları bir sürü ayrıntı, birden bir hamleyle çok acıklı veya karanlık bir hikayenin kritik ayrıntılarına dönüşebilir.
Atölyemizin konusu olan Bella’nın ölümü kitabında masum, şiddete kaçmayan, edebi bir polisiye eseriyle karşılaştık.
Ancak yazarın, insanların fiziksel özellikleriyle dalga geçmekten, ötekileştirmekten kaçınmadığını da irdeledik. ‘Adamın yağlı, parıldayan yüzü’, ‘Asby’nin gördüğü karaltı Kartz’ın tombul, tiksindirici doymuşluk içinde yüzen biçimi olurdu’.
Atölyemiz açısından değerlendirildiğinde, yazarın kadınlarla olan ilişkisinin sorunlu olduğu konusunda fikir birliğine vardık. Kadın karakterler yazarın özel hayatındaki çalkantıların bir yansıması olarak karşımıza çıktı. Kadınların tümü bir meta, bir obje ve derinlikten yoksun olarak ele alınmıştı.
Edilgen, duyguları irdelenmemiş, cinsel çekiciliği, dişiliği olmadığına dair gizli eleştiriler yöneltilen bir eş vardı. Öldürülen genç kız Bella’da ise neredeyse duygularına, kimliğine dair empati kurabileceğimiz, onu anlayabileceğimiz hiçbir ayrıntı verilmemişti. Kişiliği yoktu. Herhangi bir objeydi adeta. Romandaki erkekler Bella’nın yaşam biçimi ve erkeklerle olan ilişkisi nedeniyle ölümü haketmiş olabileceğine dair imalarda bulunuyordu. Hatta gazetelerde Bella’nın bakire olmadığının altı çiziliyor bu da alttan alta onun iffetini sorgulatıyor. Bella’nın annesi yarı deli, tutarsız, duygu kontrolü olmayan, sorumsuz, alkolik bir kadın olarak betimlenmişti. Polis kâtibesi Bayan Moller ise teşhirci, bir cinsel obje olarak sunulmuş; baştan çıkaran, erkeklerin tatmin amacıyla ilişkiye girdikleri birisi. Komşu Bayan Katz perdenin arkasından Spencer’ı ayartmaya çalışan evli bir kadındı. Ancak onun da gerçek duygularına dair bir ipucu yakalıyamıyorduk. Romanın başkişisi Spencer’ın de kendi annesiyle olan ilişkisi kopuk, boşluklarla doluydu.
Bununla birlikte kitabı psikolojik tahlilleri güçlü, derinliği olan, şiddet batağına saplanmayan bir polisiye eser olarak değerlendirdik.
‘Topluluğun (toplumun) hayatta kalması için, kuralların dışına çıkmış, yasalara meydan okumuş biri, bir yıkım öğesi olduğu için ele geçirilmeli, cezalandırılmalıydı.’ Toplumsal bağlar kurmak ya da yaratmakla, sosyalleşmeyle ilgili olarak, aile, din, vatandaşlık, eğitim sistemi, meslek kuruluşları gibi önemli verileri olanlar, o topluma entegre olabilmekte yoksa dışlanmaktadır. Yazar, bu bağları zayıflayan birinin, nasıl toplum tarafından şiddete, dışlanmaya maruz kaldığını, suçlusu olmadığı bir olayda nasıl suçluya dönüştüğünü, edebi tadda veriyordu. 1952 Yılının ABD’sinde kaleme aldığı eserinde, toplumsal baskının insan yaşamını yok edici gücünü gözlerimizin önüne seriyordu.