Çok farklı tanımları olsa da, iktisadi bir sistem olarak kapitalizmin ve onun sermeye birikimi paradigmasının dünyaya yayılması olan küreselleşme, bunun önünde engel oluşturan fiziksel, finansal ve hukuki sınırları sarma, delme ve sonunda yok etme süreci olarak tanımlanabilir. IMF 2000 yılında küreselleşmenin dört ana görünümünü, ticaret ve işlemlerdeki hareketlilik ve artış, sermaye ve yatırımların hareketliliği, göç ve emek hareketleri, bilginin yayılması/yaygınlaşması olarak tanımlamıştı.
Küreselleşmeyle, ülke ekonomilerinin büyümesi arasında bir ilişkinin olup olmadığı tartışmalıdır. Ekonomik liberalizasyon ve teknolojik gelişmelerin sonucu ülkeler ve insanlar birbirlerine yakınlaşıyorlarsa da, aralarında büyük gelir farklılıkları doğmuştur. Halkın artan ekonomik korkuları farklı kültürel korkularıyla birleşerek siyasi tercihlerini değiştirmektedir; Brexit, Nazi sempatizanlığı, İslamofobi, ırkçılık, ‘yerlicilik’, dincilik gibi akımlar gibi.
1980 Sonrasında, yapısal krizi yönetecek model olarak sunulan küreselleşmenin bugünkü haritasına baktığımızda gördüklerimiz oransız zenginliğin ve dayanılmaz yoksulluğun coğrafyasıdır. Bu sürecin sürdürülmesi rızaya dayanmayacağından baskıların, güvenlik kaygılarının ve askeri harcamalarını arttığını gözlemliyoruz.
Risk hesaplarına dayanan ulusal güvenlik, önleyici güvenlik mantığı, 11 Eylül 2001 yılında belirsizliği ana iktidar stratejisi yapmıştır. Nereden ve kimin tarafından geleceği belli olmayan terör veya terörist imgesi, devletin güvenlik aygıtını ya da idari kapasitesini olağanüstü arttırmış, belirsizliği manipüle ederek korku iklimi yaratmış ve bu sayede korku araçlarının kullanılabilmesini mümkün kılmıştır. Bu dönem, iktidarlara toplumu yeniden şekillendirme alanı açılmış ve kolektif belirsizliğin artmasıyla otoriter iktidarlar güçlenmiş, kolektif korku ve belirsizlik, küresel anlamda bir iktidar stratejisi olarak benimsenmiştir. Devletler, 11 Eylül sonrasında ‘önleyici güvenlik’ anlayışını uygulamaya koymuştur; tehditleri daha tehditler ortada yokken bulan ve ortadan kaldıran ama bunu yaparken de yakıp yıkmayı ve her tür hak ihlalini mümkün ve hatta gerekli gören bir anlayışı yerleştirmişlerdir.
1980 Öncesi ve sonrasında yaşanan ekonomik krizlere küreselleşmenin ürettiği çözüm önerileri, bu gerçekler çerçevesinde, şiddet, savaş, baskı, göç, işsizlik, yalnızlaşma, doğa ve çevre üzerindeki baskılar, borçlanmalarla yaratılan ekonomik şiddet, sınır ötesi işgal ve operasyonlar, ırkçılık, milliyetçilik, paramiliter güçlerin yükselişi… olmuştur. İnsanlığa çok büyük tahribatlar veren bu baskı dönemi, ileri teknoloji uygulamalı silah sanayi sayesinde küresel güçlerle diğer halklar arasındaki eşitsizliklerini arttırmıştır.
Son kırk yılda küreselleşme hareketi, başlangıç tezlerinden çok farklı yere savrularak korumacılık ve bölgeselleşme hareketleri gibi karşı eğilimleri de doğurmuştur. Sistemin egemen güçleri, korunma refleksiyle, milliyetçiliğe yönelmiş, ticaret savaşlarını tetiklemiş, kaygılar hızla siyasi ve hukuki hatta askeri boyutlara taşınmıştır.
Bugün, II.Dünya Savaşı sonrasının tek kutuplu, 1980 başlarının çok kutuplu olmayan dünyası için ‘güçler birlikteliği’ tanımı yapılmaktadır. Ekonomik ve askeri müttefikler arası bağlar ve ittifaklar zayıflıyor, dağılıyor, ittifakların koyduğu sınırlamalar deliniyor, farklı ticaret, ekonomik ve askeri anlaşmalar, yeni ortaklıklar ortaya çıkıyor: BRICS, Şanghay İşbirliği Örgütü, Güney Asya Ülkeleri İşbirliği Örgütü, Avrasya Ekonomik Birliği, İskandinav Kurulu, Helsinki tipi süreçler, Balkan Ecological Charter, Balkan co-development önerisi gibi… Avrupa Birliği’nin NATO’dan bağımsız militarizasyonu çalışmalarında, 2017 yılında 28 Avrupa ülkesinden 25’inin katılımıyla imzalanan Kalıcı Yapılandırılmış İşbirliği Savunma Anlaşması gibi….
Diğer yandan Birleşmiş Milletlerin P5+1 ülkeleri arasındaki ilişkilerin gerilmesi, bölgesel güçlerin BM Güvenlik Konseyi’nden ve barış güçlerinden daha çok çaba bekleme, bölgesel ittifaklar kurma fırsatını vermektedir.
Özetle küreselleşme süreci teknoloji geliştirme ve kullanımıyla Kuzey ve Güney ülkelerinde ekonomik ve askeri eşitsizlikler yaratmış, bu eşitsizlikler baskıyı gerektirmiş, askeri harcamaları artmıştır. Güvenlik politikaları, serbest ticaretin, küreselleşmenin stratejik bir tehlike olarak görülmesiyle yeniden şekillenmiş, sanayi ve savunma yapılanmasını güçlendirmiş, ‘bir sanayi politikası’nı düşünmek gerektiği dillendirilmiştir.
Emperyalist rekabet sertleşirken, küresel ekonomik-güvenlik mimarisi dağılırken başka bir muhalif dalga yükselmiş, yeni ittifaklar doğmuş, barış arayışları artmıştır.
Neo-liberal dönemde sermaye, emeğin 19. yüzyıldan beri verdiği mücadelelerle kazandığı hakları teker teker tasfiye ederken, 19. yüzyılın ‘toplumsal sorunu’ yeniden gündeme gelmiş, hak ve özgürlükler, devletin amaç ve işlevleri, hukukun devlet oluşumundaki önemi ve yeri, düzenleme ve denetleme işlevleri yeniden tartışmaya açılmıştır. ‘Neo-liberal otoriterlik’ kavramının karşısına ‘demokrasilerin demokratikleştirilmesi’ düşüncesi yükselmiştir.
‘Otoriterleşme’ olarak tartışılan konu, köklü bir dönüşüme işaret etmektedir ki bu herkesin hayatını doğrudan etkileyecek bir süreç olarak gözükmektedir. Neo- liberal dönemde gitgide artan eşitsizlikler, 2008’de başlayıp tüm dünyayı etkisi altına alan finansal kriz, 2010’lardan itibaren dünyada giderek artan, yükselen isyanlar, bunların yarattığı tehditleri denetlemeye çalışan otoriter liderler, bunlara karşı etkili olmaya çalışan muhalif proje çalışmaları, barış hareketlerinin gücüyle uluslararası ilişkiler sözlüğüne giren ‘peoples’ diplomacy’ sözcüğü dünyayı çatışmalı alanlara ayırmıştır.
Ekonomik büyümeyi arttırdığı için askeri harcamaların arttırılmasını öneren ekonomik politika, askeri Keynesçilik politikaları, örnek gösterilen Almanya ve ABD üzerindeki etkileriyle tartışılmıştır. Askeri harcamaların ekonomi üzerindeki ekonomik çarpan etkisinin sosyal hizmetlere yapılacak harcamaların çarpan etkisinden daha düşük olduğunun ortaya çıkmasıyla bu görüş dayanağını yitirmiştir.
İşte tam da bu ortamda küreselleşmenin yarattığı COVİD 19 virüsü, küreselleşmenin bütün çatlaklarını, yanlışlarını ortaya çıkarmıştır. En çok yıkıma uğrayan kesimler, virüsün özelliğinden çok insan eliyle yaratılmış toplumsal eşitsizliklerin dışavurumu olarak görülmeye başlanması, AB ülkelerindeki içe kapanış, küreselleşmeden geri dönüşü çağrıştırarak toplumsal hafızaları zorlamaktadır.
COVİD 19 vakası, oldukça kısa sürede, son kırk yılın neo-liberal pardigmalarını, küresel hegemonyanın dogmalarını altüst etmiştir. Yurttaşlık geliri uygulamaya başlanmış, kamu sağlığının piyasa ekonomisi aktörlerine bırakılamayacak kadar önemli olduğu anlaşılmış, hastaneler, sıhhi malzeme ve ilaç üreten firmalar kamulaştırılmaya başlanmış, bankaların, havayolu, demiryolu şirketlerinin kamulaştırılması tartışmaya açılmıştır. Maastricht kriterlerinin askıya alınacağı konuşulurken, aşırı küreselleşen üretim zincirlerinin yeniden yerelleşmesi fikri artık bir güvenlik ihtiyacı olarak kendini dayatmıştır. Müştereklerin piyasa ekonomisi tahakkümü dışına çıkarılması, iktisadi küreselleşmeden üretimde yeniden yerelleşmeye dönülmesi, kamunun düzenleyici gücünün sadece yasayla sınırlı kalmayıp, üretim ve dağıtımda da yeniden aktif hale gelmesi gibi önlemlerin salgın sonrasında kalıcı olma ihtimali gözükmüştür.
Küreselleşmenin sonu, neo-liberalizm ve onun sonuçlarından olan güvenlik kaygısıyla silahlanma, askeri güç artışının kesilmesi, dünya halklarının gereksinimlerine uluslararası düzeyde karşılık verecek, ihtiyaçları karşılayacak bir refah devleti gereksiniminin ortaya çıkmasıyla gelmiş olabilir. İnsan odaklı olmayan, tamamen piyasa hareketine dayalı, önüne çıkan her şeyi yakıp yıkan küreselleşme dönemi bitebilir. Küreselleşmeye yönelik itirazlar ulusal, milliyetçi bir hattan olduğu kadar dayanışmacı, dâhil edici bir küreselleşme hattından da olsa sınırsız bir piyasacılığa dayanan küreselleşme fikrinin geri gelmesini zorlaştırabilir, küreselleşme aktörlerinin ne olacağı, nasıl davranacaklarını bugünden öngörmek güç olsa da …
Dünyanın artık eski dünya olmayacağını söylemek erkense de küreselleşmenin artık aynı olmayacağını görebiliriz. Dünya tarihi, tüm salgın hastalıkların, büyük felaketlerin kısa vadede yıkımlar yaşatsa da toplumu, içinde bulunduğu an öngöremediği biçimlerde dönüştürdüğünü göstermektedir.
BM Genel Sekreteri António Guterres “Virüsün şiddeti savaşın anlamsızlığını ortaya koyuyor. Bu nedenle bugün dünyanın dört bir yanında hemen küresel ateşkes ilan edilmesi çağrısı yapıyorum. Şimdi silahlı çatışmaları durdurmamız ve hep birlikte hayatımızın gerçek savaşı üzerinde odaklanmamız gerekiyor” demesi bile öngörülemeyen değişimin ipuçları gibidir.