Konusunu ‘Polisiye edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz VI.Dönem Edebiyatta Savaş ve Barış Atölye’sinin üçüncü kitap sunumunda Yalçın Akyıldız, Almanya’nın dağılması ve birleşmesiyle ilgili kısa bir bilgi verdikten sonra yazar Bernhard Schlink’i tanıttı ve Selb’in Ölümü isimli kitabını tartışmaya açtı.
II.Dünya Savaşı’nın ardından, Haziran 1945’te, Almanya işgal bölgelerine ayrıldığında, ülkenin doğu kesiminin yönetimi Sovyet Askeri Yönetimi’ne bırakılmıştı. O yıldan 1989 yılına kadar da öyle kaldı. 9 Kasım’da yıkılışının 25. yılı kutlanan Berlin Duvarı’yla sembolleşen Almanya’nın Doğu ve Batı olarak ikiye bölünmesi, birbirinden hiç bir farkı olmayan, tarihsel olarak hep bir arada yaşamış 64 milyon insan ikiye ayrılmıştı. ‘18 Milyona sen sosyalist bir devlette yaşayacaksın, diğer 46 milyona sen demokratik ve kapitalist sistemle yaşayacaksın’ denilerek büyük bir karmaşanın içine sürüklenmişti.
Batı Almanya savaş sonrasında Marshall yardımının da etkisiyle büyük bir ivme yakalamış ve Alman mucizesi olarak değerlendirilecek şekilde büyümüştü.
Doğu Almanya 60’lı yılların sonlarına geldiğinde, Macaristan ve Polonya’nın gösterdiği reform istek ve ivmesini göstermeyerek, Nazizim döneminin bir mirası olarak otoriter düzen yanlılığını sürdürüyordu. Savaş sonrasından 80’lere gelindiğinde doğunun nüfusu 18 milyondan 17 milyona düşerken, batı 46 milyondan 62 milyona çıkmıştı. Doğu Almanya’da devletin doğumu teşvik politikalarına, kreş, anaokul ve okul sonrası bakım hizmetlerinin yaygınlığına karşın, yaşam kalitesinin düşük olması doğurganlık oranını düşürüyordu. 1989 Yazında reformist liderliğin yönetimindeki Macaristan, Avusturya’yla olan sınırını açmaya başlayınca, Ağustos ayında 220.000 Doğu Alman Macaristan’a geçmiş,bir anlamda Demir Perde delinmişti. Bu dalga yayıldı, Berlin Duvarı’ndaki denetimler gevşemeye başladı,doğu ve batı arasında ilişkiler kadar iltica olayları da arttı.
1 Temmuz 1990’da iki ülkenin para birliğinin sağlanmasıyla başlayan süreç de siyasi birleşmeyi hızlandırdı. İki Almanya ve Rusya-ABD-İngiltere-Fransa’nın,‘2 artı 4’ anlaşmasını imzalanmasıyla Alman Birliği’nin önü açıldı. 3 Ekim 1990 günü birleşme gerçekleşti.
İki Almanya’nın birleşmesi, dış politika açısından Batı Almanya’nın olumlu bir başarısı olarak değerlendirilmekle birlikte iktisat politikaları açısından istenilen hedefe ulaşmamış bir proje olarak görülmektedir. Doğu Almanya eyaletleri, birçok sosyo-ekonomik gösterge açısından Batı eyaletlerinin kalkınmışlık seviyesine henüz çıkmış gözükmüyor. Almanya’nın doğusundaki işsizlik oranı batı eyaletlerine göre daha fazla olması, Batı Almanya şehirlerine doğru büyük göçler, doğudaki, özellikle de kırsal bölgedeki boşalma, ayrılma sonrasında mülksüzleştirilenlerin eski mallarını geri istemeleri ve bu malları yıllarca kullanan, toprakları işleyen ve zenginleştiren insanların topraklarından ve evlerinden çıkarılmaları gibi sorunlarla karşılaşılmıştır.
Özellikle Doğu Almanya insanı, bu birleşme ve entegrasyon sürecinde, psikolojik ve sosyolojik boyutta da büyük bir değişimle karşı karşıya gelir. Batı Almanlar da başlangıçta Doğu Almanlara karşı horgörülü ve anlayışsız olur onları küçümserler. Komünizmden demokrasiye, kapalı ekonomiden piyasa ekonomisine, yeni bir hukuk düzenine, yeni bir eğitim sistemine, sosyal gereksinimlere çok duyarlı olmayan bir devletle karşı karşıya kalırlar. ‘Toplumsal düzeyinde bir kuşak sancıyla yaşamayı öğreniyor’.
Bernhard Schlink dine, kiliseye, din bilimine yakın bir ailede, Batı Almanya’da doğuyor. Ailenin bağlı bulunduğu kilise, Hitler’in politikalarını protesto ettiği için babası, din bilimi öğretmenliği yaptığı okuldan atılıyor. Schlink, hukuk eğitimi alıyor ve o alanda çalışıyor. Yargıçlık, üniversitelerde kamu hukuku ve hukuk felsefesi dersleri veriyor, 1989’da iki Almanya’nın birleşme sürecinde, Demokratik Alman Cumhuriyet’nin geçiş dönemi anayasasını hazırlıyor.
1962 yılında yazdığı Der Andere isimli ilk kısa öyküsü 2008 yılında The other man olarak filme çekiliyor.1988 Yılından sonra başkişisi Selb olan polisiye üçlemesiyle yazarlık yaşamına kalıcı olarak adım atıyor. Bu üçlemeyle yazar polisiye dalında çok sayıda ödül alıyor. Ancak yazarı dünyaya tanıtacak olan, 1995 yılında yazdığı ‘Okuyucu’ isimli kitabı,35 dile çevriliyor, filmi çekiliyor, A.B.D.de NY Times’da çok satanlar listesine giren ilk Alman kitabı oluyor.
Yazarın, edebi eserlerinin dışında hukuk ve politika alanlarında yayımlanmış altı kitabı daha bulunuyor. Bunlardan biri “Geçmişe İlişkin Suç ve Bugünkü Hukuk” adıyla Türkçe’ye de çevrilerek basılmış.
Geçmişle hesaplaşmanın -hemen her Alman’da olduğu gibi- Schlink’in tüm roman baş kişilerinde var olduğu söyleniyor. Nitekim polisiye romanlarının başkişisi Selb de Nazi döneminde yaptığı savcılıktan dolayı pişmanlıklar yaşayan birisi olarak kaleme alınıyor. Yazar ayrıca ahlaki sorunlarla da yakından ilgileniyor.
Yazar’ın polisiye üçlemesinin başkişisi olan Selb, Almanca ‘kendisi’ anlamına geliyor. Bu da bizi üçlemede yazarın kendi kendisiyle ve yaşadığı toplumla ahlaki, hukuki ve toplumsal bir yüzleşmeyle karşı karşıya bırakacağının haberini veriyor.
Nazi Almanyası döneminde savcılık yapan Gerhald Selb, savaş sonrasında işten çıkarılıyor. İşsiz kalan Selb, hukuk alanında çalışmalar yapmaya hazırlanırken kendini özel dedektif olarak buluyor.
Üçlemenin ilk kitabı Selb’in yargısı 1987 yılında, Selb’in hilesi 1992 yılında, Selb’in ölümü ise 2001 yılında yayınlanıyor.
Selb’in yargısı’nda polisiye arayış bir gerçeğin arayışına, arayanın kendi gerçeğini arayışına dönüşü hikâye ediliyor. 67 Yaşındaki dedektifin bakış açısından Almanya’nın Nazi geçmişine sıkı bir toplum eleştirisi yöneltiyor.
Selb’in hilesi’nde karşımıza bir kez daha çözmeye çalıştığı vakanın gizli öznesi olan Selb’le çıkıyor. Yazar bizi ahlaki bir ikilemle karşı karşıya getiriyor; doğru olanı yaptığına inanmak, bazen otoriteye boyun eğmeyi, bazen de karşı çıkmayı gerektirmez mi? Nasyonal Sosyalist iktidarın inançlı bir savcısıyken, doğru olanı yaptığını düşünerek savaş tuksaklarını toplama kamplarına götürecek imzaları atan Selb, yıllar sonra bir terör sanığını, yargının elinden kaçıracaktır; yanlış olduğunu bile bile,ama yine doğru olanı yaptığına inanarak.
Atölye’nin tartışmasına aldığı üçlemenin son kitabı, Selb’in ölümünde bir başka ikilemle daha yüz yüze geliyoruz; unutmaya, tarihe gömmeye kalkıştığımız geçmişimiz yalnızca kendi kişisel geçmişimiz midir?
Geçmişin suçlarının bugünün günahları olarak karşımıza çıktığı bir dünyada, yitirilen masumiyetin yalnızca bireysel değil, toplumsal bir nitelik taşıdığını da öğreniyoruz İki Almanya’nın birleşmesiyle beliren yeni döneme uzanan bir suç öyküsünü çözerken suç ve ceza, hukuk ve adalet üstüne düşünüyoruz. Adaleti kim sağlayacak?
Sancılı geçen birleşme süreci toplum düzeyinde belki birkaç kuşak sürecek izler bırakıyor. Geçmiş birden silinmiyor, bugünü yaşarken sık sık karşımıza çıkıyor.
“Batı Almanya’nın Doğu Almanya’ya uyguladığı ve onlara karşılık veremediği tüm haksızlıklar için özür dilemeye hazırdım.”, “Bu artık benim dünyam değil. Bunun böyle olmasının suçlusunu ise kestiremiyorum: Soğuk Savaş’ın son bulması mı, kapitalizm mi, globalizm mi, internet mi, insanların ahlaksızlaşmaları mı?”, “Artık kirli paranın aklandığı her ortamda kadınlar da sömürülmektedir. Hayır, kendi dünyamı savaşmadan feda etmeye hazır değilim.”, “Savaş ve savaş sonrası kuşağının, ekonomik mucize kuşağını çekememesiydi bu.” “Eskiden bizde böyle şeyler yoktu. Bunları bize sizinkiler getirdi. Şimdi çözmesi gereken de sizin polisiniz.”, “Yeni eyaletlerin vatandaşlarına yaklaşık kırk beş yıllık komünizm rejiminden sonra serbest iş pazarlarına uyum sağlamakta zorluk çektiklerini, işten çıkarılmanın onurlarına dokunduğunu belirtiyor, çiğnenen onurları nedeniyle işlenen suçlara ilişkin birkaç duygusal not düşüyordu.”, “Bizde de eskiden Schwetzingen’de sizin Cottbus’unuzda olduğu kadar ender para aklandığından emin olabilir siniz. Bana Çeçenlerden, Gürcülerden, Azerbaycanlılardan siz… Bizim yönetimimizde Çeçenler Çeçenistan’da, Gürcüler Gürcistan’da yaşardı. Her şeyi karmaşık hale sokan sizsiniz.”
Masa başlarında, kapalı odalarda ayrılmalar ve birleşmeler imzalanırken insan faktörü, insanın acıları, onurları hiç dikkate alınıyor mu? Bunların hiç mi önemi yok? “Eğer ekonomi canlanmayacaksa, hükümetlerin, sistemlerin, düşüncelerin, insanların acı ve mutluluklarının ne önemi vardı?”