Temasını ‘İngiliz Edebiyatında savaş ve barış’ olarak belirlediğimiz Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin 01.04.2020 Çarşamba günkü onuncu oturumunu dijital ortamda gerçekleştirdik. Oturumun konusu Oscar Wilde’ın (1854-1900) Dorian Grey’in Portresi (1890) idi. Yalçın Akyıldız bize yazarın hayatı, yaşadığı dönem ve o dönemde etkin olan sanat akımları hakkında bilgi verdikten sonra kitabı Atölye katılımcıların tartışmasına açtı.
Elizabeth Gaskell, Emily Brontë gibi Oscar Wilde da Kraliçe Victoria (1837-1901) döneminde yaşar. Bu dönemi, ahlaki yasakların ve baskıların yoğun olduğu, İngiltere’nin güçlendiği, Britanya’da sanayi devriminin yükselişiyle İmparatorluğun en parlak yılları olarak irdelemiştik. Sınıf meselesinin tartışıldığı, İngiltere’de Çartizm, İrlanda’da Ribbonizm ve Tithe Savaşı, Galler’de Rebecca ayaklanmaları ve İskoçya’da Dağlık Bölgelerin Tasfiyesi gibi hareketlerin yaşandığı dönemdir. 1860-1914 arası dönemde etnik bilinçte olağanüstü bir artış göze çarpacak ve milliyetçilik meselesi Britanya siyasetinin öncelikli konusu olacak, klasik Britanya siyasetinin desteklediği Protestanların karşısında Katolik İrlanda’nın mücadelesi önemli olacaktır. İrlanda meselesi ve özellikle toprak reformu büyük toprak sahipleri için ürkütücü bir hal alacaktır. Kilisenin devletten ayrılması, toprak ve eğitim reformu, büyüyen milliyetçilik tehdidini ortadan kaldırmaya yetmeyecektir. Özerklik Hareketi 1874 seçimlerinden sonra kimsenin göz ardı edemeyeceği bir siyasi mesele haline gelir.
Bu döneme iki sanat hareketi damgasını vurur: Estetizm ve Dekadans. Estetikçilik gerek felsefe ve gerek töre bilim alanında, bir öğreti ya da davranışı, gerçekliğinden çok, güzelliğinden ötürü benimseme eğilimidir. ‘Sanat sanat içindir’ düşüncesinde birleşen estetizm ve dekadans hareketi, duygusallığı öne çıkaran, cinsel, politik ve artistik deneyimlere açık görüşleri savunmasıyla Viktorya Döneminde deprem etkisi yaratacaktır.
Estetik Hareket sanatta ve tasarımda saf güzelliğe ulaşmayı amaçlayan özgürlükçü bir akım olarak Viktorya Dönemi muhafazakârlığına karşı ortaya çıkmış, ahlaki sınırların üstünde kışkırtıcı bir sanat anlayışı ortaya koymuştu. Sanat üzerinden sosyal, ahlaki ya da politik mesaj verilmesine karşı çıkıyor, sanat eserlerinde sadece güzellik ve estetiğin önemini vurguluyor, endüstrinin ve kaba işlevselliğin egemen olduğu bir çağda, geleneksel zanaat anlayışını yenileyerek hayatı estetize etmek gibi önemli bir amacı dile getiriyordu.
Estetler, Japon Sanat’ını kendi bakış açıları ile birleştirirler. Viktorya Döneminin sanayileşmesiyle artan seri üretime ve tek tip ürün kullanımının yaygınlaşmasına karşı estetler, tüketici ürünlerinin sanatı öldürdüğünü savunur. Estetizmin günlük yaşamın bir parçası olması gerektiğine olan inanç, kaliteli ve sanatsal ürünlerin eski yöntemlerle üretimini başlatır. Seramik, moda ve mobilyacılıkta lüks tüketim malları üretilir. Sanatçının kendini özgürce ifade etmesinin önemi vurgulanır ki bu kavram daha sonra Modern Sanat Hareketlerinde geniş yer bulur. Sanayileşme sonrası gerileyen el sanatları yeniden canlanır ve kendinden sonraki Art Nouveau gibi akımların da önünü açar.
Hareket görsel sanatlarla başlasa da diğer alanlara da hızla yayılır. Şiirin öğretici bir şey olmasa da iyi bir şiirin her şeyi tapılacak bir nesneye dönüştüreceği iddia edilir. Sanat ve edebiyatı kendini geliştirme aracı olarak gören ana akım Viktorya dönemi insanını, konularında seks ve şiddet barındıran şiirleriyle sarsar ve şiir estetizmin merkezinde yer alır. Wilde da şiiri sanatın en üst noktası olarak kabul eder.
Dönemin etkili ismi Oxford’da hocalık yapan Walter Pater, 1873’te yayınladığı Rönesans kitabıyla estetizmin manifestosunu yazmış olur. Orta Çağın ünlendiği bir dönemde Rönesans ve antik pagan kültürünü savunur. Viktoryan ve Hristiyan anlayışı çok rahatsız edecek bazı noktaları kitabının sonuç bölümünde şöyle açıklar: “Deneyimin meyvesi değil, deneyimin bizzat kendisi amaçtır. Rengârenk, dramatik bir hayat için bize sadece sayılı nefesler verilir.” Pater’in öğretisine göre sanat, tekdüze gerçekler dünyasından, felsefi sistemlerin katılığından ve klişeleşmiş bakış açılarından uzaklaşınca gelişir. Saf güzellik arayışı, insanoğlunun en güzel uğraşıdır. Estetler geleneksel hayat-sanat ilişkisini de terse çevirirler. Wilde da sanatın yaşamı değil yaşamın sanatı taklit ettiğini söyler. Tutucu kültürün baskıcı ortamında, ciddi bir eleştiri ve hiciv akımı yaşanır. Oscar Wilde’ın Dorian Grey’in portresinde söylediği gibi “sanat kullanışsızdır ya da yararsızdır”. Yararlı olan şey çirkindir de. Sanat yaşantısından daha değerli, daha zengin, daha yüce bir yaşantı olmadığından, estetik değerle diğer değerler arasında bir çatışma söz konusu ise birincisini feda etmek gerekir. Kısacası hayat sanattır.
Dekadan (düşkünleşmiş) kelimesi ilk olarak 19. yüzyıl sonlarında Fransa’da natüralistlere karşı ortaya çıkan sembolizm akımına öncülük eden Baudelaire, Gautier gibi sanatçılara, edebiyatı soysuzlaştırdıkları öne sürülerek verilmiş bir isimdir, daha sonra bir akımın ismi haline gelir. Dekadans akımı o zamana kadar gelen edebiyat geleneklerini yıkma yoluna giderek, toplumsal ve sanatsal düzenin dışına çıkmayı planlamıştır. Akımın belirleyici eseri, J.-K. Huysmans’ın Tersine romanıdır ki Dorian Gray’in Portresi’nde bu kitaptan “sarı kitap – zehirli Fransız romanı” diye söz edilir. Kitabın karakteri Des Esseintes tensel zevklerin peşine düşen, hayatını bu zevklere adayan, içinde yaşadığı topluma ve çağa karşı duyduğu tiksintiyle onlardan kaçma isteği duyan birisidir. Kapitalist, burjuva, tamahkar, ikiyüzlü̈, parayı merkeze alan, kaba kuvvet ve cehalet üzerine kurulu, güzellik, sanat ve şiire kayıtsız, tüm estetik değerleri yıkmaya çalışan bir topluma karşı duyduğu nefretle oradan uzaklaşır ve içindeki yaşama sevincini yeniden bulabileceği yeni bir çevre arar. Karamsar bir felsefe benimsemiş̧ gözükse de, aynı zamanda güzeli arayan bir estet ve ayrıksı, moda düşkünü bir dandy görünümündedir. Züppe anlamına gelen sözcük Oscar Wilde için de kullanılmıştır. Dekadan romanın sapkınlık, şehvet ve yozlaşmayı içermesi onu ilgi çekici kılan ve aynı zamanda tepkiler almasına neden olan özellikleridir.
Tüm bu hareketler Victoria Döneminin ahlakçılığına, yararcı toplumsal felsefelerine, sanayi devriminin kentlerde yarattığı pisliğe, çirkinliğe ve renksizliğe tepki olarak doğmuştur. İngiltere’de bu hareketleri görünür kılan kişi ise, hiç kuşkusuz yaşamı ve eserleri ile Oscar Wilde olmuştur.
Oscar Wilde İrlanda’nın tanınmış göz cerrahı bir baba ve başarılı bir yazar, genç İrlandalı devrimcilere örnek bir şair olan bir annenin ikinci çocuğu olarak Dublin’de doğar. Trinity Koleji’nde eğitim görür, Trinity öğrencileri için en büyük ödül olan Berkeley altın madalyasını ve aynı zamanda Oxford Üniversitesi Magdalen Koleji’nden bir burs kazanır. 1874-1878 Yılları arasında burada eğitim alır. Estetizm hareketindeki fikirlerle burada tanışır. 17 Yaşında Robbie Ross’a aşık olduğunda eş cinselliğinin farkına varır. Gizlemek, saklamak, bastırmakla herkese duyurma arzusu arasındaki çelişen duyguları onun yaratıcılığını ateşler ve yazılarında benlik bul.
Eşcinsel kelimesi ilk kez 1868 yılında Alman gazeteci Karl Maria Kertbeny tarafından kullanılmış ancak yeni yüzyılın başına kadar da İngiliz dilinde yer bulamamıştır. Daha çok kullanılan kelime sodomist ilişkidir. Eski ahitte bahsi geçen iki günah (Sodom ve Gomora) şehrinden biri olan Sodom’dan esinlenerek erkek erkeğe cinsel birleşme anlamında kullanılan Sodomistlik, mastürbasyonun akıl hastalığı belirtisi sayıldığı Viktorya Çağı insanları için ölümden beter bir kader olur.
Britanya topraklarında erkekler arası cinsel ilişkinin cezası eski zamanlarda canlı canlı toprağa gömülme, yakma, asma ya da suda boğmadır. 1533 Yılında hukuk sistemine cezası ölüm olan bir suç olarak girer, 1885’te ağır müebbete çevrilir. Kınanma nedenlerinden biri de bu ilişkiye girenlerin toplumun farklı kesimlerinden gelmiş olması, zengin bir aristokratın bir işçiyle pekâlâ ilişkiye girebilmesidir. Yasadaki bir boşluk, eylemin suç sayılması için cinsel birleşme şartı aranmasıdır ki bu da ispatı kolay olmayan bir şeydir. Ancak daha sonra çıkarılan ve tam adı ‘kadınların ve genç kızların korunması ve genel evlerin kontrol altına alınması için daha etkili önlemler almaya yönelik yasa’ ile eşcinsel ilişki için ispat şartı aranmayacak, şantajcılara fırsat doğacaktır. Oscar Wilde da bu şantajlardan nasibini bolca alacaktır. Bu kanun 1967 yılına kadar yürürlükte kalacaktır.
Oscar Wild duygularını ifade etmek için ‘eski yunan aşkı’ kavramını düşünür, tapınmak üzere tanrı yerine güzelliği seçer, inancını din yerine sanat üzerine inşa eder. Oxford’dan ayrılıp Londra’ya taşındığında kendine gösterişli bir ad edinir: estetik profesörü ve sanat eleştirmeni. 1879 Yılında Londra’da estetizm dersleri vermeye başlar, Amerika’da konferanslar serisinde estetizmi anlatır. İngiltere’ye döndükten sonra Pall Mall Gazette’de 1887-1889 yılları arasında köşe yazarlığı yapar, sonrasında Woman’s World adlı kadın dergisinin editörü olur. ‘Sanatta kendini pazarlama’ işinin öncüsü olduğu izlenimi yaratır.
Oscar Wilde sosyalizmi destekler. Onun sosyalizm anlayışında zengin fakir tüm bireyler özgürleşecek ve böylece her bireyin kendini tam olarak gerçekleştirmesi mümkün olacak, bunun sonucunda yasaklardan tümüyle arınmış bir kültür doğacaktır. Sosyalizm otoritenin yıkılması demektir ve sanatın özgürlüğünü sınırlayan ahmak canavar olarak nitelendirdiği kamuoyu baskısının ortadan kaldırılmasını sağlayacaktır. Ahlaki kısıtlamalar olmaksızın yaşamanın bireyin en doğal hakkı olduğunu ve cinsel olarak neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirlemek konusunda en büyük yargıcın doğa olacağını vurgular. Oscar Wilde ayrıca bir pasifisttir. “Özgürlük kanlı elleriyle geldiğinde onunla el sıkışmak zor olacak,” demiştir. Politika hakkındaki ana yazısı olan ‘Sosyalizm ve İnsan Ruhu’dur. Ayrıca Daily Chronicles’a hapishane reformunu destekleyen yazılar yazar.
70’li yılların sonlarına doğru Wilde eş cinsel aşkı konusunda kendisiyle aynı düşüncelere sahip bir arkadaş grubu edinmiş olsa da cinsel tercihi konusunda net olmayan düşünceleri ve yaşadığı çelişki ona zor gelir, kendini iyileştireceği umuduyla 1884 yılında Constance Lloyd ile evlenir ve bu evlilikten iki çocuğu olur.
Geleneksel aşk, tek eşlilik, sadakat ve genel ahlak kavramlarına karşı çıkar, cinselliği incelemek ve yaşamak için güçlü bir istek duyar, genel toplum ahlakına ters düşüncelerine rağmen evlilikte kadının rolü konusunda eski kafalılığı sürdürür. Ona göre kadınlar kocaları için var olmalıdır ve kadınların erkekleri mahvetmek için yaratıldığını düşünür.
Hemcins aşkını önce gizli bir biçimde 1886 yılında yayınlanan Mutlu Prens ve diğer öykülerde (Bülbül), sonra da açık olarak ‘Bay W.H.’nin Portresi’adlı yapıtında işler. Burada Shakespeare’in Soneler’ini genç bir erkeğe duyduğu aşk sonucunda yazdığını iddia eder. 1880’li yılların sonlarına doğru temkinli olmayı bir kenara bırakır, beğendiği erkeklere doğrudan tekliflerde bulunur. 1889 yılında gözdesi genç şair, Oscar’ın güzellik prensi John Gray’dir ki Dorian Gray’in Porteresi’nin esin kaynağı olur. Dorian ismi savaşçı bir ırk olarak kışlalarda sürekli birlikte yaşadıklarından erkek erkeğe ilişkinin neredeyse kurumsallaştığı eski Yunan kavmi Dor’lardan gelmiş kabul edilir.
Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi kitabını 1890 Haziran’ında yayınlar ve Britanya’da şiddetli tepkilerle birlikte sansasyon yaratır. Eleştirmenler kitabın ahlaki boyutuna saldırır: “İngiltere bu kitabı kaldırabiliyorsa her şeyi kaldırabilir.” Wilde eleştirmenlere mektup yollar ve “Bir sanat eserini nasıl oluyor da ahlaki yönden değerlendirebildiğinizi anlamıyorum” der. Halkın ve basının üzerine gelmesine çok kızar ve ‘Sosyalizm ve İnsan Ruhu’ kitabında ‘Üç çeşit despot vardır: Birincisi beden üzerinde zorbalık kuran despot. Buna prens denir. İkincisi ruh üzerinde zorbalık kuran despot. Buna Papa denir. Üçüncüsü de beden ve ruh üzerinde zorbalık kuran despot. Bu sonuncuya da halk denir… Bir sanat eseri benzersiz bir mizacın benzersiz ürünüdür. Güzelliği onu yapanın özgünlüğünden, kendisi oluşundan gelir. Başkalarının ondan şunu ya da bunu istemesi onu bağlamaz. Sanatçı başkalarının şunu ya da bunu istediğini fark ettiği ve talebi karşılamaya çalıştığı an sanatçı olmaktan çıkar. İngiltere’de şiir kalitesini sürdürebilmiştir, çünkü halk şiir okumamakta, bu yüzden de şiiri etkilememektedir.’ Oscar Wilde’ın, Reading Cezaevinden, dostu Lord Alfred Douglas’a yazdığı bir uzun mektuptan oluşan De Profundis kitabında “Sanat hiçbir zaman popüler olmamalıdır. Halk kendini sanatsal kılmaya çalışmalıdır” der.
Dorian Grey’in Portresi önce Haziran 1890 tarihinde beş bölümlük olarak Lippincott’s Monthly Magazine dergisinde, bir yıl sonra da kitap olarak yayınlanır. Kitapta Wilde bazı sansürler uygular, dergide 13 bölüm halinde yayınlanan eseri 20 bölüme çıkarır, son bölümü ikiye ayırır, James Vane karakterini ekler. Kitap dava konusu olduğunda, karşı taraf avukatının kitabın basılı versiyonunda bazı bölümlerin çıkarılıp çıkarılmadığını sorduğunda “Sadece yüzyılımızın değer verdiğim tek eleştirmeni olan Pater bir noktaya dikkat çekmişti, oraya ilaveler yaptım” der.
John Gray’dan sonra Wilde’ın, Queensbery Markizinin oğlu Sir Alfred Douglas ya da bilinen adıyla Bosie ile ilişkisi başlar. Annesi ona Bosie dediği için verilen bir ad. Bosie tam da Wilde’ın aradığı gibi güzel, genç, zeki ve aristokrattır. Bu ilişki onu hapse ve belki de ölüme götüren tutkulu, sansasyonel, inişli çıkışlı haliyle, ölene kadar sürer. Oscar Wilde, oyunlarının başarısının ardından sevgilisi Bosie ile birlikte Londra’nın en pahalı oteli Savoy’da günlerce kalır, neredeyse yoldan geçenleri odaya atıp çılgınca alemler yapar. Karısı bunun farkındadır ancak yine de boşanmayı düşünemez, tüm bu rezaletlere karşın boşanmış bir kadının toplumdaki yerini biliyordur.
Eserleri yaşamına paralel gider. Savoy’daki çılgın partilerin sürdüğü günlerde yazdığı Önemsiz Bir Kadın’da “Ölçülü olmak ölümcüldür, aşırıya kaçıp da en ince ayrıntısına kadar görüp anlamadan, bir şey iyi mi kötü mü anlayamazsın…tutku dışında ciddiye alınacak bir şey yoktur,” der. İdeal Koca, şantajlardan bıkıp sevgilisi Queensbery Markizinin oğlu Bosie’yle taşrada bir eve yerleştikleri ve karısının, çocuklarının, evde çalışanların onları arada ziyaret ettikleri, her şeyin açıkça ortaya çıktığı döneme denk gelir. İdeal Koca’da Sir Robert geçmişteki bir işi nedeniyle şantaja uğrar. Robert’ın suçu cinsel ya da ahlaki değil, ticari amaçla yapılmış bir düzenbazlıktır. Karısı ona bu rezaletin doğru olup olmadığını sorduğunda “Kadınların bizi yargılamaları değil, ihtiyacımız olduğunda bizi bağışlamaları gerekir” karşılığını alır. Oscar Wilde’ın belki de eşi Constance’dan anlayış ve bağışlanma istediği dönemdir bu.
Oscar Wilde ile oğlu Bosie’nin ilişkisine içerleyen Queensbery Markizi sürekli rahatsızlık verir. Wilde Queensbery’yi tacizden dolayı 1985 yılında mahkemeye verir ama dava tersine döner, Queensbery’nin avukatları Oscar’ın ilişkide bulunduğu, onu tehdit eden veya ona hizmet edip olanları bilen kişileri şahit olarak mahkemeye getirir. Queensbery’nin taciz davası düşer ama Oscar Wilde sodomistlikle suçlanır. Wilde suçlu bulunsa da ilişkiye girdiği diğer erkekler suçlu bulunmaz. Hükümet onu günah keçisi ilan etmiş, tercihini onun üzerinden topluma mesaj vermek yönünde kullanmıştır. Sodomistlikle değil ahlaksızlık suçu ile cezalandırıldığından müebbet değil iki yıl hapis cezası alır. Dava sırasında birçok eşcinsel ülkeyi terk eder. De Profundis’te “Hayatımın iki önemli dönüm noktası, babamın beni Oxford’a, toplumun ise hapishaneye göndermesiydi” diyecektir. İki ayrı yerde yattıktan sonra Reading Zindanı’na sevk edilir, mahkum C.3.3. olur. Hapis günlerinde Bosie’ye 50.000 kelimelik bir mektup yazsa da gönderme şansı bulamaz. Ölümünden sonra mektup Robbie Ross tarafından kısaltılarak De Profundis adıyla basılır.
Hapisten çıktıktan bir süre sonra Bosie ile birlikte Napoli’ye gider. Burada hem huzur bulur, hem Reading Zindanı Baladı’nı tamamlar, hem de çılgın eşcinsel âlemleri yapar.
Hayatının son döneminde artık niçin yazmadığı sorulduğunda, “Yazılacak her şeyi yaşamı tanımadığım dönemde yazdım, artık yaşamın anlamını biliyorum, yazacak bir şeyim kalmadı. Yaşam yazılamaz; yaşam sadece yaşanabilir. Ben yaşadım.” der.
10 Ekim 1900’de basit bir kulak ameliyatı sonunda yarası apse yapar, menenjite dönüşür. Öleceğini anlar ve ölmeden önce bir rahip tarafından Katolikliğe tekrar kabul edilir. “Yeni yüzyılda hayatta olacağımı sanmıyorum, yeni bir yüzyıl başlar ve ben o yüzyılda hala hayatta olursam bu İngilizler için dayanılmaz bir şey olur” der. 30 Kasım1900 yılında 46 yaşındayken ölür. Paris’teki Pere Lachaise’e mezarlığında, Sir Jacob Epstein tarafından tasarlanan ve üzerinde erkek melekler olan mezar taşının altına gömülür.
Oscar Wilde’ın Victoria döneminin sanat anlayışının yerini modern sanat anlayışının alması sürecindeki katkıları küçümsenemez. Andre Gide, Profundis’in önsözünde Wilde’ın büyük bir yazar değil ama büyük bir hayat adamı olduğunu söyler. Gide’e göre Oscar Wilde aynı Yunan filozofları gibi bilgeliğini yazıya dökmemiş, konuşması ve yaşamıyla aktarmıştır.
Dorian Grey’in Portresi, Oscar Wilde’in yaşam öyküsünün ve sanat anlayışının izlerini taşır. Bu paralelliğe yazar kitaptaki karakterlerle ilintili olarak “Ben kendimi Basil gibi düşünüyorum, dünyaysa Henry olduğumu sanıyor; ama aslında Dorian olmak isterdim,” der. Sanki Basil, Oscar Wilde’ın vicdanı ve sonsuz aşkı, Henry, bedeni zevkleri ve cinselliğinin sesi gibidir. Lord Henry, Dorian’a “Ömründe tek bir şey üretmediğine o kadar seviniyorum ki. Ne bir heykel yonttun ne bir resim çizdin ne de herhangi bir şey ortaya çıkardın kendin dışında! Yaşam, senin sanatın oldu. Sen kendi kendini besteledin. Yaşadığın günler senin şiirlerin,” der.
Oscar Wilde’in ‘Sanatçı: eleştirmen, yalancı, katil-estetik ve etik üzerine’ kitabının girişinde editör, yazma danışmanı, eğitmen Elizabeth Hollander şöyle yazar. “Wilde, Dorian Gray’de kendi mürşitleriyle olan ilişkisini ifşa eder: Basil, Dorian’a duyduğu aşkı bastırsa da yaptığı portrede bunu açıkça yansıtan sanatçıdır. Lord Henry ise Dorian’a gençliğin kendi başına bir sanat olduğunu, hayatın sunduğu en güzel şey olduğuna ikna eden estet eleştirmendir. Bu ikisi de Wilde’ın özellikleridir.”
Atölyemiz açısından eser güzelliğe övgü, çirkinliğe sövgü ya da gençliğe övgü, yaşlılığa sövgü ekseninde gelişirken güzelliğin yalnızca gençlikte olabilir, yaşlılığın çirkinlikle sürdüğünü sürekli vurgulayarak, günümüz değer sisteminin ayırımcılığını gözler önüne sermesi açısından şiddet içeriyor. “Bana iltifatlar yağdırdın (nız), bana güzelliğimle kibirlenmeyi öğrettin (iz)”,“Sahip olmaya değer tek şey gençliktir”, “Sonsuza dek genç kalan ben, ihtiyarlayansa şu resim olsaydı, bu uğurda her şeyimi verirdim. Ruhumu bile satarım bu uğurda!”, “Günahın çirkinliğinden kurtulabilse de ihtiyarların çirkinliği onu beklemekteydi”, “Güzelliği mahvetmişti onu. Güzelliği bir de tanrıdan dilediği gençlik. Bu iki şey olmasa hayatına leke düşmeyecekti”, “Günahların en güzeli olan kibirle…”
Covid 19 nedeniyle yoğun bakım ünitelerinde bulunan yaşlıları yaşam ünitelerinden çekip gençlere bu fırsatı verelim demek kadar acımasız. Nitekim bu güzel kabul edilen portre Dorian’a “Bu resim beni yok etti” dedirtecektir. Basil ideali olan resmin geldiği hale şaşırarak, “O resimde kötüye dair utanılması gereken hiçbir şey yoktu. Sen benim gözümde bir daha asla rastlayamayacağım türden bir idealdin. Şu karşımdaki ise şehvet düşkünü bir iblisin yüzü.” İdeal olanı iblise çeviren kim? Arada ince bir çizgi mi var yoksa?
Basil’in gençliğinin ve güzelliğinin sonsuza dek sürmesini dilemesi üzerine ruh ve beden adeta ayrılır. Beden Basil’de kalırken ruh tabloya hapsolur. Ruh bedenden ayrı yaşayabilir mi, yaşarsa ne olur gibi sorular akla geliyor.”Dorian Grey bir kitaptan zehirlenmişti. Kötülüğü yalnızca kafasındaki güzellik idealini hayata geçirmenin bir yolu olarak gördüğü zamanlar oluyordu.”
Lord Henry, Dorian’ı günaha çağıran, ondaki kötülüğün ilk fitilini yakan bir Mefistodur, “Şeytandan kurtulmanın yolu şeytana uymaktır,” “Modern zamanlarda yaşamlara renk katacak tek şey günah işlemektir.”
Eserde toplumsal sınıf ayrımı, sıklıkla vurgulanıyor. “Avukat sınıfı çok saygındır. Hele taşradakiler çok zaman en iyi ailelere yemeğe çağrılırlar”, “Kendinden böylesine aşağı seviyede bir kızla evlenmesi gülünç olur.”
Aristokratların asalaklığı da eser boyunca göze çarpıyor. “Kendini büyük bir ciddiyetle kadim bir aristokrat sanatı olan hiçbir şey yapmama sanatına vermişti”, “Onun gibi biri yalnızca İngiltere’nin ürünü olabilirdi.”
Yahudi tiyatro menajeri ve diğer Yahudiler aşağılanıyor, “Her zamanki gibi pis, yılışık, tiksinç”, “Hayatımda gördüğüm en tuhaf yeleği giymiş, çirkin Yahudi kapıda dikilmiş, pis kokan puro içiyor. Saçlarının lüleleri yağ içinde… büyük bir yalakalıkla şapkasını çıkarıyor…Herif tam bir ucube”
Kadınlar kitap boyunca, Oscar Wilde’ın kadınlara yönelik bakış açısını vurgularcasına aşağılanıyor. “Sevgili yavrum, hiçbir kadın büyük yetenek olamaz. Kadınlar süs için yaratılmış bir cinstirler”, “İnsanoğlu tanrılarına nasıl davranırsa kadınlar da bize öyle davranırlar. Tapınırlar bize”, “Biz kadınlara özgürlüklerini verdik, ama onlar gene de efendilerini arayan birer köle olmayı sürdürüyorlar. Hükmedilmeye bayılırlar”. “İngiliz kadınlar geçmişlerini saklamakta ne denli ustaysa, Amerikalı kadınlar da ailelerini saklamakta o denli usta”. “Londra’da sohbet etmeye değer beş kadın varsa, bunların ikisi cemiyete kabul edilecek kadınlar değildir”. “Sıradan kadınlar hayal gücümüze hitap etmezler; onlar kendi çağları ile sınırlıdır”. Kadın hafızası müthiş bir zihinsel durağanlığın dışa vurumudur”
Yazarın kadınlarla ve sanatla kurduğu ilişkinin savaşçıl olduğunu düşündük. Yazarın tavrında olay örgüsünün tamamlanması için katılan karakterleri işleyişi, insanları ayrıştırması, dışlaması edebi anlamda doyurucu olsa da Atölyemiz açısından kabul edilebilir değildi.
Yaşadığımız günlerle örtüşen anlatılar da yok değil. “On dokuzuncu yüzyılı yapış yapış merhamet duygumuzla tükettiğimize göre, çıkış yolunu bilimde aramalıyız”, “Ceza çekmenin insanı arındırıp temizleyen bir yanı vardı. İnsanın hakkaniyetli bir Tanrı’ya ettiği dua ‘günahlarımızı bağışla’ değil de, ‘yaptığımız kötülükler için bizi cezalandır’ olmalıydı.”