Temasını ‘İngiliz Edebiyatında Savaş ve Barış’ olarak belirlediğimiz Edebiyatta Savaş ve Barış Atölyesi’nin 5.02.2020 Çarşamba günkü yedinci oturumunda, Özlem Tatlıcan ve Ceren Aydos bize Jane Austen’in (1775-1817) hayatını ve yaşadığı dönemi anlattıktan sonra İkna kitabını katılımcıların tartışmasına açtı.
Jane Austen Fransa ve Almanya’da devrimlerin olduğu, İngiltere’nin Sanayi Devrimini yaşadığı, monarşi anlamında da IV. George’un, babası III.George’a önce vekil tayin edilmesi, sonra da taç giyme dönemi olan Regency (vekalet) Döneminde (1811-1820) yaşar.
Regency Dönemi, resmi kayıtlara göre 1811’de Galler Prensi’nin babası Kral III. George’a vekil (regent) tayin edilmesiyle başlar ve 1820’de asilliğe geçişine, yani Kral IV. George olarak taç giymesine kadar devam eder. Babası Kral Üçüncü George, günümüzde porfiri (orijinali porphyria) olarak adlandırılan bir hastalıktan dolayı artık hüküm süremez hale geldiğinden ülkeyi Prens’in yönetmeye başladığı bu dönem, Kraliçe Victoria’nın tahta çıktığı 1837 yılına kadar hüküm sürer. Bu yıllar arasında mimaride, sanatta, edebiyatta, politikada ve modada görülen farklılıklar, dönemi diğer dönemlerden ayıran özelliklerdir.
1760-1801 yılları arasında Büyük Britanya ve İngiltere Kralı olarak hüküm süren III. George, Avrupa’nın ve kendi krallığının huzurunu sağlamak adına savaşlar ve askerî ihtilaflar yaşar. Küresel anlamda gerçekleşen ilk savaş olarak tanımlanan Yedi Yıl Savaşı 1756-1763 arasında gerçekleşir. Sonucunda imzalanan Paris Antlaşmasıyla, Büyük Britanya dünya çapında deniz üstünlüğünü ve sömürgeciliğini pekiştirirken Fransa hem ekonomik bakımdan, hem de politik bakımdan güç kaybeder. Yine bu savaşla, Amerika Kıtası’ndaki Kolonileşme dönemi son bulur, Fransa, Hindistan’daki kolonilerini Büyük Britanya’ya devreder, Hindistan’da Büyük Britanya hâkimiyeti başlar.
Büyük Britanya, Yedi Yıl Savaşları sonucu oluşan kayıplarını giderebilmek için, Amerika’da bulunan kolonilere ağır vergiler yükleyince Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın başlamasına sebep olur. Amerika’da 4 Temmuz 1776 yılında Bağımsızlık Bildirgesi yayınlanır. Çatışmalar önce Büyük Britanya’nın sömürge sorunlarından kaynaklanan bir iç savaş olarak başlarsa da; 1778’de Fransa Krallığı’nın, 1779’da İspanyol İmparatorluğu’nun 1780’de Hollanda’nın Koloniler’in yanında yer almasıyla, uluslararası bir savaşa dönüşür. Altı yıl süren savaş sonunda, George Washington komutasındaki koloni güçleri tarafından yenilgiye uğratılan İngiltere geri çekilir, 1783 yılında Paris antlaşmasıyla 13 koloninin bağımsızlığını kabul eder. 1789’da Anayasası tamamlanan ve onaylanan ABD, ülkeyi anayasayla yöneten bir Başkanın seçimle iş başına geldiği ilk modern demokratik cumhuriyet olarak Fransız Devrimi’nin de öncüsü olur.
Fransız Devrimi ile birlikte devrimin kendi yarattıkları düzene zarar vermesinden endişe eden Avrupa Devletleri ile Fransa arasında 1792-1815 yılları arasında Napolyon savaşları olarak adlandırılan bir dizi Koalisyon ve 1815 yılında İngiltere’nin zaferiyle sonuçlanan Waterloo savaşları yaşanır.
Vekil Prens politika ve krallığı yönetmekten ziyade moda, mimari, sanat ve kişisel zevklere düşkündür, bu nedenle Vekil ve Kral olarak tahta kaldığı süre boyunca Britanya’yı, Liverpool Lordu Robert Jenkinson Başbakan olarak yönetir. Torries olarak anılan hizbin liderinin başbakanlık yaptığı 1812-1827 yılları arasında, Ceza Hukuku Reformu, vergi indirimi, pek çok suç için ölüm cezasını kaldırılması gibi değişimler yaşanır, toprak sahiplerinin çıkarlarının yanı sıra şehirde yerleşik burjuvazinin, tüccar ve üreticilerin çıkarları da yasayla korunur. Bu dönem, ekonomiyi canlandıran kesimin politik gücünü de artırdığı, yeni burjuva sınıfın çıkarlarının yazılı olarak kabul edildiği modern devlet- hukuk devletinin başlangıcı sayılır
1829 Yılında Kral kendisi de karşı olmasına rağmen Catholic Emancipation’ı kabul etmek durumunda kalır, katoliklerin yeniden parlamentoya girmesi sağlanır, hukuki ehliyetsizlikleri ve uğradıkları ayrımcılıklar ortadan kalkmış olur.
Jane Austin, 1775 yılında sekiz çocuklu bir ailenin yedinci çocuğu olarak dünyaya gelir. Babası rahip, annesi ise iyi eğitim almış bir ev kadınıydı. Orta gelirli bir aile oldukları için nüfuzlu akrabalarının himayelerinden faydandalanırlar ve evleri sık sık akraba ziyaretlerine ev sahipliği yapar. Böylelikle çocuklar farklı fikirlerin konuşulduğu, açık bir entelektüel ortamda büyür. Babaları kendi kütüphanesini çocuklarına açar, annelerinin Londra’daki akrabalarının ziyaretleri sayesinde oradaki şaşalı hayattan haberdar olurlar. Baba George, din adamlığının yanında çiftçilik yaparak ve aynı zamanda erkek öğrencilere evini okul yaparak ailesinin ekonomik dengesini ayakta tutmaya çalışır. Jane, ablası ve en yakın arkadaşı Cassandra ile birlikte 1783’te Oxford’a gönderilerek Bayan Ann Cawley’in yanında eğitim almaya başlar. 1785 Yılından itibaren Abbey School House’da yatılı olarak kalsalar da iki yıl sonra ailenin ekonomik durumu nedeniyle eve geri dönerler, eğitimlerini babaları ve abilerinin yardımıyla sürdürürler.
Ailenin tiyatroya özel ilgisi nedeniyle, ahırları, aile arasındaki gösterileri sahneledikleri mekan olur. Önceleri seyirci olarak katılan Jane, 11 yaşından itibaren yazmaya başlayıp gençlik yıllarında üç kısa tiyatro oyunu bitirir. Kızlarının yazma isteklerine babaları da karşı çıkmaz ve pahalı kağıt ve kalemlerini kullanmalarına izin verir. Dönem gereği romanın ve kadın yazarların hoş karşılanmadığını dikkate alındığında, babalarının toplumsal kuralları çok da ciddiye almadığı söylenebilir.
Austen, 1793’ten başlayarak daha uzun ve sofistike eserler yazmaya başlar. Genellikle yaptığı gibi yazdıklarını aile arasında akşamları okur. Kardeşiyle mektuplaşmaları yazım gücünü olgunlaştırır. Kardeşi Henry‘nin ‘Lady Susan’ isimli kitabını 1803 yılında bir yayınevine göndermesi üzerine yayın hakları için 10 pound ödenir.
Aile 1800 yılında babanın emekli olmasıyla Bath‘e taşınır, birkaç ay sonra babaları ölür. Jane Austen, “Sevgiden yoksun evlenmek yerine, başka her şey tercih edilir ve her şeye katlanılır,” diyecek ve romanlarında kadınlara aşk olmadan evlenmemelerini salık verecektir. Babaları ölünce aile ekonomik sıkıntıya girer ve 1809 yılında zenginleşen kardeş Edward’ın yanına, Chawton’a yerleşirler.
Köyde sosyal hayat yoktur, aile de köylülerle içli dışlı olamadıkları için zorlanırlar. Ancak yine de kardeşi Henry sayesinde 1811 ve 1813 yıllarında iki kitabı yayınlanır ve oldukça başarılı olup aynı yıl ikinci basımı yapılır. 1814 Yılında Mansfield Park basıldığında 6 ay içinde tüm baskıları tükenir, yazarın sağlığında en çok okunan romanı olur ve hayli kazanç sağlayarak Austen’i rahatlatır.
Bu dönemde saraydan, Prens Regent’in kendisinin okuyucusu olduğu haberini alır, saray kütüphanecisi kendisini ziyaret eder, ancak yeni kitabı Emma’yı Prens’e ithaf etme fikrinden ve edebi tavsiyelerinden hoşlanmaz. Yine de 1815 yılında Emma romanı yayıncısının baskısıyla, naip prense ithaf edilerek basılır.
1816 Yılında sağlığıyla ilgili sorun yaşamaya başlayan Jane Austen, ertesi yıl tedavisi için Winchester’a taşınır. Kesin olmamakla beraber hastalığı, Addison hastalığı olarak bilinen böbreküstü bezleri tüberkülozudur. Hastalıkla başa çıkılamayınca 1816 yılının başlarından itibaren sağlık durumu bozulmaya başlar, hastalığına rağmen çalışmalarına devam ederse de 1817 yılına kadar çalışabilir, sonrasında yatağa mahkum olur ve 1817’de 42 yaşındayken hayatını kaybeder.
Austen’in ölümünden sonra kardeşleri İkna ve Northenger Manastırı kitaplarını bir set olarak düzenlemeye karar verir ve önsözde Jane’i roman yazarı olarak ilk kez tanımlarlar. Artık daha önceki kitaplarında yazar olarak kullanılan isim “A Lady” değil, Jane Austen’dır.
Jane Austin, İngiliz edebiyatının en önemli yazarlarından biri ve dönemin ilk feminist yazarları arasında kabul edilir. Yazar, satır aralarında kadın erkek eşitliğini sorgulasa da eserlerinin mutlu ‘evliliklerle’ bitmesi bazı kesimlerce yazarın feminizmle bir ilgisi olmadığına, gerçekleştiremediği evlilikleri anlattığına yorulmuştur. Austin’in romantik edebiyatın bir temsilcisi olduğunu söylemek mümkün olduğu gibi diyaloglarında ve tasvirlerinde güçlü gözlem yeteceğinin etkisi ile aynı zamanda toplumsal hayata dair mizahi eleştirilerini de gözeterek realizme yaklaştığı ve eserlerinde döneme hakim olan romantizm akımını da hicvettiği sonucuna varılabilir. Tam olarak dönemini reddetmemesine rağmen popüler olanı kendi tarzıyla yorumlamıştır. Bu ise mevcut şartlar dikkate alındığında oldukça önemli bir karşı koyuştur. Özellikle şiir ve oyunlarda kullanılan ağdalı dile rağmen, Austen sade ve akıcı bir dil kullanmış, kelime oyunlarına sıkça başvurmuştur. Karakterin duygularını da metne gerektiği kadar ekleyerek yine de yazının hakimiyetini elinde tutabilen, dolaylı anlatıları geniş anlamda eserlerinde kullanan ilk İngiliz yazar kabul edilir. Cümlelerinin yapısını karakterin ruh haline göre biçimleyebilmesi dahi başlı başına bir başarıdır. Austen, mizahı eserlerinde kullanan ilk kadın yazardır.
1840-1880 Yılları arasında, kadın yazarlar ancak erkek yazarları taklit edebildiği bir dönemde, Austen de dönemin şartları gereği bilinçli olarak kadınsal ve duygusal bir anlatımdan uzak durur, erkeksi bir üslup benimser. 1929 Yılında Virginia Wolf’un Kendine Ait Bir Oda adlı eserine dek, kadının kendine ait bir dili olması gerektiği hiç tartışılmaz. Woolf’un Austen hakkında, “Tüm büyük yazarlar içinde büyüklüğü en zor yakalanacak yazar” der.
Regency Dönemi özellikle Austen’ın da mensubu olduğu üst orta sınıf için mini-Rönesans olarak değerlendirilebilecek bir bolluk ve refah dönemidir. Genellikle aristokratların ve toprak sahibi üst tabakanın lüks yaşam stilleri anlatılsa da nüfusun çoğunluğunun işçi sınıfı olduğu hatırlanmalıdır. Bu dönemde işçi sınıfı yoksulluk içinde, zenginlere hizmet ederek ve çalışarak hayatta kalmaktadır. Zenginler çoğunlukla çiftçilere kiralık verdikleri büyük arazilere sahiptir, öyle ki 1700’lerin sonuna gelindiğinde tarımsal arazilerin neredeyse yarısı sadece 500 ailenin elinde toplanmıştır.
Kaynak, üretim, piyasa ve istihdam alanındaki değişimlerle beraber yeni bir ekonomik coğrafya oluşunca yoksulluk ayaklanmaları ve göçler yaşanmaya başlar. Ekonomik büyümeyle birlikte kent nüfusu ve toplumsal tabakalaşma artar, İngiltere’nin rağbet edilen işkolları ve şık ortamlarının yanı sıra, Londra’nın daha düşük refah seviyesine sahip bölgelerinde hırsızlık, kumar, içki ile birlikte kenar mahalleler oluşur, yaygınlaşır. Toplumdaki bu zıtlığa rağmen yoksulluk nadiren dikkate alınır, Prens’in de etkisiyle toplumun mesafeli ve dindar özellikleri yerini şatafat ve havailiğe bırakır.
Değişimin kaynağında para ve Prens’in geleneğe başkaldıran tarzı kadar teknolojik gelişmelerin de etkisi vardır. 1814 yılında buharlı matbaa teknolojisine geçilmesiyle birlikte saatte 200 yerine 1100 sayfa basılması mümkün olur. Revaçta olan romanlar sayesinde varlıklı ve soylu sınıflara ait hikayeler, alt sınıflar tarafından erişilemez hayaller olarak görülmeye başlanır.
Fransız Devrimi ile Sanayi Devriminin etkilerinin altında toplumun hızla değiştiği ve savaşların ülkeyi tehdit ettiği böyle bir dönemde, Austen kendi ait olduğu sınıfın gerçekliğinden ayrılmadan, kendi sınıfının sınırlarının dışına çıkmadan romanlarını kurgular. Günlük hayatta karşılaşmasının kaçınılmaz olduğu hizmetçilere, dükkân sahiplerine, sokakta gördükleri halktan insanlara, çiftçilere, hekimlere, avukatlara romanlarında yer vermez. İkna’da Yüzbaşı dışında geçimini çalışarak sağlayan neredeyse kimse yoktur.
İngiltere’de Regency Dönemi, sınıfsal ayrımların belirginleştiği bir dönemdir. Toplumun en tepesinde Kraliyet Ailesi, onun altında Kral ve Kraliçenin akrabalarının mensubu olduğu Dük, Marki, Baron, Başpiskopos vb. unvanlarına sahip soylular sınıfı, bu iki sınıf dışında gentry denilen, Baronet, Şövalye, toprak sahipleri, psikopos, yargıç vb. seçkinlerin dâhil olduğu bir sınıf daha vardır. Gentry’ler soylular kadar varlıklı olmasalar da, çoğunlukla çalışmalarına gerek olmadan yaşamalarını idame ettiren, çalışanlarının ise din, hukuk ve politika alanında üst düzey görevlerde bulunduğu bir kesimdir. Hem Austen’ın kendi ailesi hem de romanlarındaki karakterlerin mensup olduğu bu sınıfta, kibar olmak her şeyden üstün tutulur. Gentry’leri sanayici, banker gibi burjuvazinin, subayların, doktor ve parlamento üyelerinin, avukat, öğretmen, hancı, esnaf ve memurların yer aldığı orta sınıf takip eder. En altta ise, Austen’ın romanlarında hiç rastlamadığımız toplumun en alt basamağındaki, suçlu, dilenci, aylak, hasta ve Romanlardan oluşan yoksullar yer alır. Niteliksiz işçiler, fabrika ve tarım işçileri, hizmetçi, seyis ve bahçıvanlar işçi sınıfının daha düşük gelir ve sosyal koşullara sahip olan alt basamağını oluştururken, ayakkabıcı, fırıncı, kasap, saraç, kâhya, uşak, zanaatkarlar ve nitelikli işçiler, işçi sınıfının üst basamağını oluşturmaktadır.
Hangi sınıfa ait olduğu önem arz etmeksizin sınıf atlama ve hayat koşullarını iyileştirme arzusu herkes tarafından paylaşılır, aileler en azından gelecek nesillerinin üst sınıfa geçmesi için çaba gösterir. Sanayici kızına iyi bir çeyiz vererek, soylu biriyle evlenmesini sağlamaya çalışırken, alt orta sınıftan biri çocuklarının yerel okullara giderek kendisininkinden daha iyi bir işe sahip olmasına çalışır. Üniversite ortamı bu sınıflar için, asil ve soylu kişilerle arkadaş olma olanağı sağlaması açısından ek bir avantaj sağlar.
Kadının toplumsal rolü, doğduğu an itibariyle mensubu olduğu sınıf tarafından belirlenir. Soylu ve üst sınıf mensubu kadınlar aşırı konforlu yaşamlara sahip olmakla beraber, yine de baskı altında bulunmaktadır. Onlardan evde oturup çeşitli ev içi etkinliklerle vakitlerini geçirmeleri ve uysal olmaları beklenir. Tüm maddi varlık içerisinde dahi kadınların kendilerine ait özel alanları yoktur ve tüm hayatları denetim altında tutulur. Üst orta sınıfa (gently) mensup kadınlar, daha az varlıklı olmakla beraber benzer koşullarda yaşamaktadır. İşçi sınıfına mensup kadınlar ise çalışmak zorundadır ve neredeyse hiçbir hakları bulunmamaktadır. Toplumdaki en niteliksiz işleri yapan kadınların yaşamlarını devam ettirmek için çok çalışmaları gerekmektedir.
Kadınların iyi huylu ve ölçülü olmaları beklenirken, erkeklerden daha zeki olduklarını göstermeleri itici bulunur, müzik, dans, resim, dikiş, okuma-yazma, temel matematik ve bilim konularında yetkin olmaları onların erkekler tarafından çekici bulunmalarını sağlar. Aynı şekilde orta ve üst sınıfa mensup bir erkeğin görgüsüz ve bayağı tavırlardan uzak durarak kendini uygun bir şekilde ifade etmesi, iyi dans etmesi ve üniversite eğitiminin olması beklenir.
Toplum tarafından erkek kadına üstün kabul edilir, erkekler toplum içerisinde bir konum elde ederken kadınların ev içi alanda kalması beklenir. Kadınlar gençliklerini varlıklı erkeklerle evlenmek üzere uygun niteliklere sahip olmak için uğraşarak geçirirler, genç yaşta erkeğin ailenin reisi olduğu ve yine paranın erkek tarafından yönetildiği bir evlilik yaparlar. Sadece ailedeki diğer erkeklere miras bırakılabildiği için babasının veya eşinin ölümünün ardından kadınlar yoksulluğa mahkûm olur. 18. Yüzyıl İngilteresi’nde kadının yoksulluktan kurtulmasının tek yolu evlilik olsa da serveti olmadığı sürece üst sınıftan biriyle evlenmesi de imkânsızdır. Aileler tarafından evlilik toplumsal merdivenin üst basamaklarına tırmanmak ve varlıklarını, refahlarını arttırmanın bir aracı olarak görülürdü. Evlilik kadınlar için hem statü kazanmanın hem de ekonomik istikrarı sağlamanın garantisiydi. Bu sebeple aileler, çocuklarını kendi sınıflarına ya da üst sınıfa mensup kişilerle evlenmek için teşvik eder. Avantajlı evlilik daha geniş topraklar, yeni araziler demektir.
Fransız Devrimi’nin özgürlük, eşitlik, kardeşlik ilkelerinin kadını kapsamadığı bir dönemde toplum evlilik konusunda kararını kendi veren kadın fikrine sıcak bakmasa da yavaş yavaş kadın yazarlar hemcinslerinin mantıklı kararlar veren bireyler olduklarını vurgulamaya başlarlar.
Evliliğin iptali belli koşullar altında kabul edilebilir; cinsel iktidarsızlık ve ebeveyn izni olmadan evlenmek. Servet ve rütbe konusunda yalan söylemek ya da başka bir adamdan hamile kalmak evliliğin iptali için kabul edilebilir sebeplerden sayılmaz. Boşanma ise oldukça zor ve maliyetli bir süreçtir. Boşanma talebi, kilise ve hukuk mahkemesi tarafından onaylandıktan sonra parlamento tarafından bir yasayla sona erebilir. İlgili yasanın ayrıca Avam Kamarası ve Lordlar Kamarası tarafından onaylanması gerekir. Pahalı olmasının yanında karı kocanın davranış ve karakterlerini halkın tetkik ve alayına maruz bırakır. Bu sebeple boşanma ancak erkeğin yeniden evlenmeyi düşündüğü ve tüm masrafları karşılamaya gücünün yettiği durumlarda gerçekleşir. Kadının aldattığı, çocuk doğurmadığı durumlarda da boşanma gerçekleşebilir. 1765-1857 Yılları arasında İngiltere’de 276 boşanma gerçekleşmiştir. Bunlardan sadece 4 tanesi kadınların talebiyle gerçekleştirilmiş olup kadınlar boşanma hakkına ancak Regency dönemi sonrasında sahip olmuşlardır.
Boşanma masraflarını karşılamaya gücü yetmeyen yoksul kesim ise karısını satma yoluna başvurur. Bu durum hiçbir zaman İngiliz yasalarında yer almasa da 19. yy başına kadar süren bir adettir. Eşler boşanmaya karar verdikleri zaman pazar yerine gidip kalabalık önünde kendilerini tanıtır, erkek kadının boynuna bir ip geçirerek hayvanların satıldığı yere götürür ve kadını, tanıkların önünde satışa çıkarır. Alıcı genelde kadının sevgilisi olur ya da pazar çalışanlarından birinin gözüne çarpar. Alıcı kadının ipini çözer ve tanıkların önünde kendini alıcı olarak takdim eder. Genelde bu karşılıklı rıza ile gerçekleşir ve kadın istemezse alıcıyı kabul etmeyebilir. Nadir olan bu boşanmalar gazetelerde yer alır.
Austen’ın tüm romanları evlilik hakkındadır ve evlilikle biter. Kadın ağırlıklı dünyasında erkekler sadece kadınların arasında vardır ve erkeklerin işlevi kadınların kişiliklerini belirtmek ve onların kusurlarını düzeltmektir. Austen, erkekler ile kadınlar arasında aklın egemenliğinin temeli üzerine kurulmuş dengeli ilişkiler ister. Kadınların haklarından bahsetmez ancak kadınlara dayatılan toplumsal kuralları sorgulamadan içselleştirdiği de söylenemez. İroni, alay ve hicivle kadın-erkek eşitsizliğine dair karanlık bir gerçekliği sunar. Baş kaldırmamakla birlikte kadınların ezildiklerinin farkındadır. Romanları aracılığıyla hapsolduğu dünyayı tiye alır ve keskin gözlem yeteneği ile zamanın kural ve normlarını aktarır. Austen kadınlarının, İngiliz Kilisesi tarafından uygun görülen davranış modellerini sergilerken, bir yandan da kendi hayatlarına yön vererek erkek iktidarına direnmeye çalıştıkları söylenebilir. Bunu sivri dilleri, zekaları ve yerinde tespitleri ile erkek iktidarı ile dalga geçerek gerçekleştirirler. Toplum yapısının bu şekilde ortaya konması kadınları kurban olarak görülmenin ötesine taşıyarak sınırlı da olsa içsel özgürlüğe sahip, kendi tercihlerini yapabilen bireylere dönüştürür.
Romanlardaki erkekler daha olgun, erdemli ve deneyimli tasvir edilirken kadınlar daha genç, heyecanlı, uçarı, istekli, tecrübesiz ve yanlış yapmaya daha meyilli olarak aktarılırlar. Evlilik sürecinde kendi zayıflıklarının ve olumsuz yönlerinin farkına varır ve yanılgılarını gördükçe olgunlaşırlar.
Austen kadınları, kadınlara özgü kusurlar olarak görülen romantik özlemler ve duygusallıktan arınmıştır. Austen’de aşkın salt romantik halinden çok kadının kamusal alandaki kısıtlı varlığı dolayısıyla sınırlı seçeneği olan, statüsünü korumaya veya yükseltmeye çalışan kadın kahramanların romantik olmayan evlilik süreçleridir. Yani evlilik sadece duygularla değil, toplumla da ilgilidir. Bu açıdan evliliğin maddi ve toplumsal boyutları ele alınmıştır. Feminizm açısından Austen romanlarındaki evlilikler, içinde sosyal ve ekonomik gerçekliklerin pazarlık ettiği ve bu süreçte hiciv ve komedi unsurlarıyla eleştirilen romantik aşk hikâyeleridir.
Austen romanlarındaki aşk; tutkudan ve saplantıdan arınmış, karşılıklı sevgi ve saygıda ifadesini bulur ve mutlak olarak evlilikle son bulur, sadece edepli ve erdemli karakterler mutlu sona ulaşır. Evliliğin sosyal statü ve maddi olanaklardan bağımsız düşünülemediği bir dönemde, Austen için ideal evlilik hem toplum hem de birey açısından uygun olandır. Dolayısıyla ana karakterler romanın sonunda ne statüden ve toplumsal ayrıcalıklardan ne de aşktan mahrum kalmadan mutlu sona ulaşmış olurlar. Bir yandan geleneksel sınırlar içerisinde kalırken, toplumun dayattıklarına tamamen boyun eğmemenin mükafatıdır bu.
Austen, çağında çoğunlukla kadınlar tarafından yazılan duygusal romanları, o sıralar rağbet gören serüven romanlarını, gotik romanları, akıl dışı rastlantıları, karmaşık konuları ve acayip kişileri ele alan pikaresk türde romanları alaya alır.
1818 Yılında, ölümünden sonra yayınlanan son kitabı İkna’da, ait olduğu sınıfın dışına çıkarak, ilk defa çalışarak hayatını idame ettiren kişilere yer vermiştir. Sir Walter’ın malikanesini kiraladığı Emekli Amiral Croft’u küçümsemesi ve deniz kuvvetlerinde soylu olmayan, yüksek sınıftan gelmeyen kişilerin zamanla yüksek rütbeler elde ederek mesleklerinde ulaştıkları bu başarı sayesinde, babalarının veya büyük babalarının hakları olmayan onurlu konumlara varmalarının toplumun düzenini sarstığını düşünmesi Austen’ın yaşadığı dönemdeki sınıfsal ayrışmayı gözler önüne serer.
Austen’da, yaşadığı çağından farklı olarak, derinlikli olarak ele alınan duygulara, doğaya, din ve ahlaki sorgulamalara pek rastlanmaz. Tek istisnası İkna’da Lyme ziyareti sırasında yapılan yürüyüş sırasında hissettiği coşku ve doğaya ilişkin yer verdiği betimlemedir.
İkna’da Anne’in, Lady Russell’ın etkisinde kalarak, nişanlısı Frederick Wentworth ile evlenmekten vazgeçmesi üzerine zaman içerisinde Anne’ın kendi sınıfının kabul ve tutumlarını yadsıyarak, değer yargılarını sorgulaması, Austen’ın diğer kitaplarında olmayan bir değişimi gösterir. İroni, hiciv ve alayla ele aldığı sınıfına özgü önyargıların bu sefer doğrudan ne kadar yanıltıcı olabileceğini gösterir. Bununla beraber Anne ile Wentworth’un ikinci karşılaşmalarında, yüzbaşı savaşlarda hatırı sayılır bir servet elde etmiş olduğundan statü olarak olmasa bile sahip olduğu maddi varlık ile toplumsal olarak Anne’in sınıfı tarafından daha kabul edilebilir durumdadır. Yine ve yeniden Austen’ın tüm romanlarında tanık olduğumuz hem toplum hem de birey tarafından uygun olan ideal bir evlilik gerçekleşir.
İkna ile birlikte Austen, duygulara ilişkin ifadeleri derinleşmeye ve kişilerin kendi içlerinde yaşadıkları çelişkilere de yer vermeye başlamıştır. Anne, hem Wentworth’u terk ederek yaptığı hatayı kimsenin yardımı olmadan kendisi fark etmiş hem de romanın başından sonuna kadar kendi duyguları dâhil herkese karşı farkındalığı en yüksek kişi olarak anlatılmıştır. Austen’ın diğer karakterlerinde de görülen irade ve kararlılık burada da olmakla beraber duygular da daha görünürdür.
Bay Shepherd’ın, pek çok büyük servetin savaş sırasında kazanıldığını söylerken, Charles’ın, Benwick’in okuduğu gibi savaşmış olan cesur bir adam olduğunu söylerken, Anne, bir deniz subayının eşi olmanın iftihar edilecek bir şey olduğunu düşünürken, roman karakterlerinin savaşa karşı mesafeli bir duruşa sahip olduklarını söylemek mümkün gözükmemektedir.
Bu romanın dilinin barışçı olmadığını söylemek için yeterli olmasa da dönemin koşulları düşünüldüğünde, Anne’in bir deniz subayının eşi olmakla gurur duyuyor olmasının en azından Jane Austen’ın bazı şeyleri görmezden geldiğini ve dışarda bıraktığı bu unsurlardan çok da rahatsız olmadığını söyleyebiliriz.
‘Gemide kadınların istenmediği’, ‘çocuk bakmanın erkek işi olmadığı’, ‘erkek olduğu için yaşıt da olsa daha genç göründüğü’ bir dönemde Jane Austen kadın duyarlılığını yazılarında işleyen proto-feminst bir yazar olarak görülebilir. Ancak yine de yazar Atölye’de, ‘Hayatını basit bir aileden gelen zengin bir kadınla birleştirerek maddi özgürlüğün satın alındığı’, ‘Birçok soylunun servetini savaş zamanında kazandığı’, ‘savaş kazançlarının büyüdüğü ve sosyal sınıfsal yapıyı değiştirdiği’, dönemde Austen ‘feodal düzeni yeren modern görüşe daima karşı çıkan’, biri olmuştur. Austen, Atölyemiz tarafından “değirmenin suyunun nereden aktığıyla ilgilenmemiş, gelen değişim dalgasını görmemiş ya da görmezden gelmiş” bir yazar olarak değerlendirilmiştir.